Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

29 Ocak 2017 Pazar

İDRAKLENMEK ve ŞUUR HAMLELERİ…

İDRAKLENMEK ve ŞUUR HAMLELERİ…

HAZIRLAYAN:  Selman Gerçeksever
Gelişimin hemen hemen esâsı olan şuurlanmak sürekli değil, idrak birikimleri sonucu oluşan makbul bir durumdur. Dolayısıyla belli miktarda idrak edilmiş görgü ve deneyim birikimleri sonucunda şuur hamleleri yapmak söz konusudur. Bireysel düzeyde bu böyle olduğu gibi, beşeriyet düzeyinde de çok farklı değildir: Bir devrenin varlık kadrosu devre boyunca sergilediği gelişim sonunda bir üst gelişim düzeyine yönelik sıçrama hareketi de bir şuur hamlesidir. Gelişim toplu halde ve toplum hâlindedir ama toplumun/beşeriyetin böyle bir hamle sergileyebilmesi tek tek bireylerin idraklenme ve şuurlanma cehtine bağlıdır. Bu nedenle bireysel düzeyde yapıp edilenler ve etkileşimler önemlidir.

Bireysel düzeyde hepimizin varlıksal hedefi olan ve kadîm zamanlardan beri tüm seçkin kadîm öğretilerin ve dinsel öğretinin de ana temasını oluşturmuş şuurlanma hamlelerinin olabildiğince sıkça olmasını kolaylaştırıcı etmenlerden biri zihinsel esnekliğe sâhip olmaktır. Zihinsel esnekliği önündeki engeller; dogmalar, ön yargılar, yeniliğe kapalı olmak ve tüm bunlardan dolayı küresel düşünememek. Bu anlamda esnekliğe sâhip olmanın beraberinde değişik ve zor koşullara uyum becerisi gelir. Ayrıca, esnekliğin temelinde, erdemli bilge kişilere özgü bir dayanma gücü de vardır. Esâsen, gelişim yolunda karşılaştığımız zorlukların ve ıstıraplı yaşam sınavlarının hikmeti bizlere bu anlamda esneklik kazandırmaktır. Sabırlı olabilmekle gelen  bu esneklik bizi, gelişim yolumuzun üzerindeki öteki zor koşullara uyum ve gelişim yönünde  gereğini yapma becerisi kazandırır ki, bu tutum ruh varlığının gelişim yolundaki genel ve evrensel tavrıdır.

Girişte sözünü ettiğimiz şuur hamlelerinin bir ömür boyunca çok seyrekleşmemesi için kazanılacak önemli bireysel özelliklerden biri de “geçirgen” duruma gelmektir. Burada “geçirgenlik” ten kasıt, süptil(titreşimi yüksek) tesirlere karşı geçirgenlik, hattâ öncelikle öz benliğimizden gelen tesirlere karşı dirençsiz olmaktır ki bunun başka türlü ifadesi de arınmışlık ve sâfiyet durumudur. Buna, dilerseniz, “bedensel benin tesir emiciliği”, hattâ iç zeminin süptil tesirlerin enkarnasyonuna elverişli kalitede olması da diyebiliriz. Buradaki “arınmışlık”, sâdeleşmeyle gelen sâfiyettir. Şuur hamleleri yapabilmek bizler için önemliyse, gelişim yolumuzda ilerlerken, önceki realitemizle ilgili araç gereci kullandıktan sonra, onlarla özdeşleşip zamanında terk edememişsek, ilerlememiz zor olacaktır. “Yük” ne kadar hafif ise, yürüyüş o kadar kolay olur. Gelişimde sâdeleşmek, sâde olarak yaşamak, şuurlanmada başarının ve insanlaşmanın önemli koşullarından biridir. Sâdeleşmek, (bizler için çok önemli olan bilgiler de dâhil) elimizdeki her şeyin yenilenmesidir. Bunun için, öncekilerin, özleri alınıp zamanında bırakılmış olmaları gerekir.

            Eski olandan, işi bitmiş olandan ne kadar arınabilmişsek, söz konusu olan yenileşmeyi o kadar kolay yaparız ve gelişim yolunda gereksiz duraklamalar, oyalanmalar(alan tarama) yapmayız. Gelişim aracımız olan bedenin doğası madde olduğu için, dünyanın en süptil maddesi de olsa; atâlete, birikmeye, biriktiriciliğe ve statükoya yatkındır. Bu nedenle gelişim araçlarımızdan fazlalıkları sarfederek sâdeleşme duyarlılığımızı/farkındalığımızı canlı tutmakta yarar var. Çünkü kişiyi biriktirdikleri batırır… Biriktire biriktire “kabuklar içinde sâbitleşip kalmak” yerine, sâdeleşerek “hafiflemek”, süptilleşip saflaşmak erdemli insanlara özgü ve elbette taklid edilmeye değer bir uygulamadır. Böyle bir duyarlılık içinde bedensel benin süptil tesirleri emicilği ne kadar gelişmişse (yâni, süptil tesirleri geçirgenliği artmışsa), o kadar çok ruhsal enerjiyi bünyesinde toplar ve yayar.

Bu güzel durum aynı zamanda, “ALLAH’ın ipi ”ne(Bakara 256, Ali İmran 103) sıkıca tutunmuşluğun göstergesidir ki, bu da Yukarı’ya çekilişi kolaylaştırır, gidişi istikrarlı hâle getirir. Bu aynı zamanda, “ibâdet hâli içinde yaşamak” tır. Ne yapıyor olursak olalım, bir elimiz göğe çevrilmiş olmalıdır. Günlük işlerimizi, Yukarı’yı zihinde tutarak, O’nun bir tezahür uzantısı olduğumuzu sık sık anımsayarak yapıyor olmak, Bütün’ün hayrı ve kendi hayrımız bakımından çok iyidir. Olup biten her şey ile kendi yapıp ettiğimiz her şeyin Rabb’in işi olduğunu unutmayanlara ne mutlu… O’na hizmet eder durumdayız. Bu devrenin kadrosunu oluşturan enkarneler olarak, O’na hizmet ederek gelişmeyi kendi seçme özgürlüğümüz, genel gelişim düzeyimiz ve liyakatimiz bakımından kendimiz kabul etmişiz. “Tüm hareketlerin ve fiillerin hedefi vazifedir.”(Bedri Ruhselman) Artık sonlarına gelindiğini bildiğimiz devrenin Rabb’inin işlerini görerek gelişmekte olduğumuzu bilinciyle yaşamakta ve şükretmekte yarar var… Zor ama başaracağız; zâten gelişmeme ve başarmama lüksümüz yok.








20 Ocak 2017 Cuma

EVRENDE VARLIK NE YAPAR DURUR ? Seçme Özgürlüğü ve Özbenlik

 EVRENDE VARLIK NE YAPAR DURUR ?
Seçme Özgürlüğü ve Özbenlik
HAZIRLAYAN : Selman Gerçeksever
Ruhların evrendeki tezâhür uzantıları ve tekâmül araçları olan varlıklar(özbenlikler); deneyim ve görgü birikimlerine, liyakat ve gelişim düzeyleriyle uzmanlık alanlarına göre çok çeşitli organizasyon sistemleri oluşturarak Aslî İlke’nin gerekleri(icaplar) doğrultusunda İlâhi Murad’ın gerçekleşmesine hizmet ederek gelişmeye çalışırlar.(1) Evren varlıkları özlerinde taşıdıkları varlıksal ilkelerin ve “üç bilgi”lerinin (kendini bil, tekâmül et, tanrını bil)(2) itilimiyle, İlÂhî İrâde Yasaları’yla, zaman-mekân koşullarına uyum sağlayarak, evrenin âlemlerindeki uzaysal objelere(“gelişim okulları”na) defalarca enkarne olurlar.
Enkarnasyon türleri çoktur ama bu anlamda enkarnasyonun amaçlarından biri de, şimdi bizler için; dünya maddesinin etkisini tanımak ve bu maddesel etki ile çok değişik haller ve hâletler deneyimleyerek kendi güç alanımızı güçlendirmektir. Evren varlığı(öz benlik, asıl kendimiz) tekrar tekrar bedenlenmeler silsilesi boyunca, bedenli yaşamlarıyla elde ettiği deneyim ve görgü birikimini özbilgi birikimine dönüştürür(3). Bu yolla aynı zamanda varlık; madde üzerinde egemenliğini, onu kontrol etme ve hattâ meddeyi geliştirme(süptilleştirme) becerisini artırır. İşte bizler, enkarne ruh varlıkları olarak bu olgunluğa, güce ve liyakate ulaşmak için; hem rejisör, hem oyuncu rollerine bürünür, yaşam planları hazırlar ne onları uygulamak için maddesel gelişim ortamlarına(âlemin uzaysal objelerine “ineriz”. Şairin dediği gibi; “Gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, gâh  inerim yeryüzüne âlem seyreder beni.”           
Tüm bunlar ve evrenlerde olup biten her şey İlâhî İrade Yasaları kapsamında olur ve varlıklar yaratılışlarında(fıtratlarında) bulunan (ve varlıksal ilkelerden olan) seçme özgürlüklerini ve iradelerini kullanarak, evrensel gelişim kervanı içinde sonsuzdan gelip sonsuza giderler. Seçme özgürlüğü hakkını şu ya da bu şekilde kullanmak varlığa sorumluluk yüklediği gibi, varlıklar için yaşam sınavı ve deneyim çokluğu/çeşitliliği de sağlar. Bedri Ruhselman’ın ruh tanımında gördüğümüz gibi, “İrâdesi ve iktidarı sâyesinde uyuyum sağladığı âlemlerin yasalarına, gereklerine ve koşullarına uyarak, bilgi ve uygulama için, her istediği zaman plan düzenleyerek bedenlenebilen, maksatlı ve tesirlilik sâhibi, şuurlu bir varlıktır . Ruh varlığının seçme özgürlüğüne sâhip olduğunu tanımda da görüyoruz.
İşte ruh varlıkları olarak seçme özgürlüğü hakkımızı kullanarak evrensel işlevimizi sürdürüyoruz ki, bu varlıksal işlev; * kendini tanımak, *bulunduğumuz çevrenin/mekânın içeriğini tanımak, * bilgi ve şuur kapsamımızı genişletmek, * beşer olarak maddesel âlemlerle ruhsal âlemler arasında iletişim sağlamak, * İlâhî İrÂde Yasaları’nı tanımak ve onları kullanır olgunluğa gelmek, * bu süreç içinde maddeyi de geliştirmek ve nihayet, * TANRI hakkında giderek artan bir anlayışa sâhibolmak… Bu evrensel işlevin gereği olarak; şimdi, burada “dünya” dediğimiz ve gelişim düzeyi bakımından güneş sisteminin en ileri varlıklarının bulunduğu(4)maddesel bir mekânda tezâhür etmiş durumdayız.
Seçme özgürlüğümüz doğrultusunda bulunduğumuz bu gelişim ortamında, bir bakıma “hazlar ve elemler ortamı”ndayız. Bunlar dünyadaki epröv türlerimizin ağırlıklı bir bölümünü oluşturur ve dünyasal koşulların ve koşullandırmaların pek çoğu bunlara göre âyarlanmıştır. Seçme özgürlüğü bağlamında, yeri gelmişken haz ve elem konusu üzerinde biraz duralım:  Herhangi bir beşerî nedenle, ıstırap mı duyuyoruz, mutsuz muyuz? Bu demektir ki, elemi yaşamanın ve onu yönetmenin yollarını öğreniyoruz. Bizi kimse mutsuz kılmıyor, kimse bize kötülük etmiyor ama elemi/ıstırabı/mutsuzluğu ve bu vesileyle duyguları kontrolu deneyimlemenin, bunun pratiklerini yapmanın yollarını öğrenmemiz için o kimseler bize aracı oluyor. Çünkü genel kural olarak kişi kişinin sınanma aracıdır(5)  ve buna en yakınlarımız da, “yol arkadaşı” bildiklerimiz de dâhildir; aile kurumu bunun en güzel yaşandığı yerdir.
Elem ya da haz veren durumların dışındaki yaşam sınavlarımızda da, genel gelişim düzeyimiz ve seçme özgürlüğümüzü kullanma şeklimize göre tepkiler veririz; böyle yapmakla gelecekte karşılaşacağımız olguların türlerini de belirlemiş oluruz. Yüzde yüz değilse de(çünkü toplum hâlinde yaşıyoruz), tüm yaşamlarımızın tüm olaylarını (spatyom yaşamlarımız da dâhil) bu anlamda kendimiz belirleriz. Bu şekilde, kaderimiz kendiliğinden, kendi elimizle/irâdemizle oluşur da değişir de. Bundan dolayı, her varlık kendi sorumluluğunun gereklerini kendi oluşturur ve sonuçlarına kendi katlanır. Eğer gelişim gereksinimleri gerektiriyorsa; bunda başkaları da yararlanmasa bile, etkilenir, akıllıysa bundan ibretlik dersler çıkarır. Bu anlamda varlık (belli bir olayla karşılaşmışsa) içinde bulunduğu durumun/ olayın yükünü taşıyabilecek güçte ve yüceliktedir. Çünkü özelliklerinden bir “her şeyi açıklayıcı ve eksiksiz” olan(En’am 38+115, Nahl 89) Kutsal Kelam’dan da biliyoruz ki, “omzuna göre yük, dağına göre kar…” söz konusu(Bakara 286).Yapılacak yardım sâdece; o sorumluluğun/yükün nasıl taşınacağını; söylemek, göstermek, öğüt vermek, yolunun üzerindeki engelleri göstermek, tehlikelere ve maddenin cezp edici ve kendine benzetici etkisine karşı dikkat çekmektir. Tüm bunlardan dolayı, çevremizde olup bitenler konusunda iyi bir gözlemci olmanın (gelişim açısından, baktığı şeyi görüyor olmanın) yararı küçümsenemez.(6)
Kısacası, her ne olursa olsun, yüz yüze olduklarımızın, kendi önceki seçimlerimizle ilgili olduğunu akılda tutmak ve bize gelen etkinin kaynağından çok, o etkinin bizde uyandırdığı hâlet ve bunun nedenleri üzerinde durmak gelişim açısından daha isâbetli ve akıllıca bir yoldur. Haz da elem de kendi seçimimizin sonucudur. Ergün Arıkdal’ın bir konuşmasından öğrendiğimiz gibi; “Ruhsal Planlar sâdece varlığın gelişme yönündeki engellerini kaldırmaya çalışır, gelişim yolunda doğru düzgün yürümesi için her türlü olanağı hazırlar, bırakır. Bu olanaklardan (Kur’an’sal söylemle “nimetlerden”) yararlanma şekli hattâ yararlanması(yâni seçim şekli) varlığa âittir. Çünkü sonucundan varlığın kendisi sorumludur.”   
Seçme özgürlüğünün genişliği, aynı zamanda varlığın özgürlük sınırlarını belirler. Varlık gerçek anlamda(şuurlanma olarak gerçek anlamda) ne kadar gelişmişse, o kadar özgürdür. Başka bir deyişle; özgürlük alanı ne kadar genişse, varlık o kadar mütekâmil(olgunlaşmış) ve tesirlilik(müessiriyet) gücü artmış demektir. “Enkarne varlığın irâde özgürlüğünün idrâki oranında arttığını” biliyoruz(7). Bir bedeni bile doğru düzgün yönetemeyen bir varlık ile, bedeni bir galaksi olan varlığın arasındaki fark akıllara durgunluk verecek kadar büyüktür. O halde, seçme özgürlüğünün kapsamı, mâdem ki bir bakıma gelişmişliğin ölçüsü ve göstergesi oluyor, seçme özgürlüğü ile cennet hâli arasında da bir bağlantı olsa gerek… Çünkü gelişmişliğin bir sonucudur cennet hâli. Örneğin, cennetin daha ince, latif(süptil) katmanlarında bulunan varlıklar maddeye karşı büyük ölçüde maddesel bağlardan/bağımlılıklardan arınmış ve özgürlük kazanmışlardır. Buna bağlı olarak bildiğimizden daha süptil maddeler üzerinde kullanım güçleri(tasarrufları) artmıştır.
Maddesel bağımlılıktan, bizlere oranla, çok daha fazla özgürleşmiş(çünkü bizlerden çok daha fazla şuurlunmış) durumda olan varlıkların gelişim ortamı olan; “sevgi planı” ya da “Arasat” da denen(8)gelişim ortamında varlıklar imajinasyon ile kendilerine mekân kurabilmektedirler(8). Öyle bir beceri ve kullanım(tasarruf) gücü dünyanın spatyomunda da bulunmakta ise de, burada oluşturulan mekânlar, objeler vb. dezenkarne varlığın konsantrasyonu zayıfladığı anda dağılmaktadır. Dünya spatyomundaki cennet hâli ile, sevgi planı Arasat’taki cennet hâli arasında çok büyük farklar bulunmaktadır. Bu nedenle burası, din kitaplarında sözü edilen asıl cennettir(8). Bu ek bilgilerden sonra yeniden asıl konumuza dönelim:
Yukarıda, ince, latif (süptil) ortamlarda bulunan varlıkların madde üzerindeki tesirliliklerinin artmış olduğunu ve bunun seçme özgürlükleri ve irâde güçleriyle bağlantılı olduğunu belirtmiştik. Bunun tersi olan cehennem hâli içinde bulunmak, maddeye olan(ve elbette bununla bağlantılı olarak nefse olan) bağımlılıklarının sonucudur. Maddeye ve nefse karşı yeterli özgürlüğün kazanılmamış olması, cehennem hâli yaşatır varlığa. Daha teknik bir söylem ile, eğer enkarne varlık belli bir zaman mekân kesitinde, vicdan mekanizmasının(9) daha çok negatif(alt) tarafına değerler biriktirmekle ömrünü geçiriyorsa, onun kaba eprövler içinde ve kaba maddesel değerlerle halden hâle giriyor olması hemen hemen kaçınılmazdır. Esâsen onun gelişim düzeyi de bunu gerektirmektedir, hattâ enkarne olmadan önce yaşam planına özellikle bu tür kaba/acılı/ıstıraplı eprövlerle boğuşmayı ve gelişim gereksinimlerini gidermeyi almış olabilir. Böyle bir yaşam da “cehennemde olmak” değil midir?
Tüm varlıkların yaratılıştan seçme özgürlükleri olduğunu ve varlıkların bu özgürlüklerini diledikleri gibi kullanma hakları olduğunu geçtiğimiz paragraflarda belirtmiştik. Bu nedenle bir gelişim ortamında çokluk çeşitlilik hâlinde durum ve olgular ortaya çıkar ki bu durum gelişim olanakları bakımından varlıklar için büyük zenginliktir. Bununla birlikte, varlık kendisini belli bir enkarnasyonda sınırlı sayıda bazı gelişim ihtiyaçlarının gidermeye yönelttiği için, enkarnasyon ortamının olanaklarıyla sınırlamış ve hattâ hatta kendisini bazı astrolojik etkilere tâbi kılmıştır. Yani belli astrolojik koşulların oluşmasını beklemiştir enkarne olmak için. Yaşam planını hazırlama kapsamında böyle bir özgürlüğümüz de var. Seçme özgürlüğü hakkı ile vazife yapma hakkını kullanma bağlamında ruhsal gelişim ihtiyaçlarının giderilmesi için kendi kendini belli bi yaşam planı ile sınırlayarak enkarne olur.
Tüm bunlara ek olarak, seçme özgürlüğümüzle bağlantılı olarak, gidermemiz gereken gelişim ihtiyaçlarımızın kaderimizi nasıl oluşturduğuna geçtiğimiz paragraflarda değinmiştik. Bu nedenle, önümüzde/çevremizde bulunan şeyler/koşullar/olanaklar bize zorla kabul ettirilmiş değildir. Ayrıca bunlar geçmişte yapıp ettiklerimizin olmazsa olmaz sonuçlarıdır(Sebep-Sonuç Yasası’na göre). Layık olduklarımızla karşı karşıya olduğumuzu ara sıra anımsamak iyidir. Kendi liyakatimizin gereği olan şeylerle(durumlarla, kişilerle, oluşumlarla) karşı karşıyayız. Bu liyakatı korumak kadar, yitirmek ve artırmak da bizim elimizde. Esâsen ve asıl kendimizin görünen beden organizması olmayıp, öz benliğimiz olduğunu da akıldan çıkarmamakta yarar var. Bu gibi zor durulmadan “alnımızın akıyla”, yâni içsel gelişim yönünde  nasıl çıkacağız? Ergün ARIKDAL hocamız bu sorumuzu bir toplantıda şöyle yanıtlamıştı:
“…Bu durumdan alnımızın akıyla çıkmak istiyorsak; sorumluluklarımızın iyice farkına varmalıyız. Bu konularda birbirimizi uyarmamız ve bilgilendirmemiz gerek. Uyananların, uyanmak üzere olanları uyandırmakla sorumlu olduğunu akıldan çıkarmamak gerek. Üzerimizdeki bu basıncı, ancak; sorumluluklarımızın farkına varmış olduğumuzu belli edecek hareket ve fiillerle azaltabiliriz. Bunu da, birlik ve beraberlik ruhuyla başarabiliriz.”
………………………………………………………………..
(1) “ruh – varlık ilişkisi”, “organizasyon sistemleri”, “Aslî İlke ve Aslî Gerekler” konularında bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 112,116 ,144,111,45,311,315,191,53,54,92,311,64.
(2) “Varlıksal ilkeler” konusunda bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları. “Üç bilgi” konusunda bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları, syf.41,67,87.
(3) “özbilgiler” kavramı için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 142,112,144,189.
(4) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 57,58,59,60,62,72,98,167.
(5) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları, syf. 173,342,531,261,439,455,604,662.
(6) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları, syf. 26,62,262,281.
(7) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 60
(8) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 308,313,315,317.

(9)  İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 102 ve devamı, 113 ve devamı, 135, 180 ve devamı,203,206.

12 Ocak 2017 Perşembe

ERDEMLİLİK / ERDEMSİZLİK ve TOPLUM

ERDEMLİLİK / ERDEMSİZLİK ve TOPLUM
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Toplum bireylerden oluşur, dolayısıyla bireylerin gelişmişlik düzeyi ile, toplumun durumu(huzur, barış, güvenlik, komşu toplumlarla iyi ilişkiler vb.) arasında  birbiriyle örtüşen bir ilişki söz konusudur. Toplumun bireylerinin, en azından yeterli bir kısmı; erdemler yönünde barışa ve hizmete yönelik etkinlikler(ki bunun Kur’an terminolojisindeki karşılığı “sâlih amel”dir)(*) içinde bulunmayı kendilerine ilke edinmişlerse, o toplumda huzur, barış ve güvenlik mayalanmış demektir. Böyle bireylerden oluşan toplumlar, komşuları arasında; askerî, politik ve ekonomik bakımdan güçlü, güvenilir, aranan, sevilen ve saygı duyulan toplumlardır.
Bu güzel ve makbul durumun yanı sıra, bazı toplumlarda ya da yukarıda kabaca betimlemeye çalıştığımız ideal toplumların bir kısmında; erdemlerle ilgisi olmayan, büyük ölçüde kaba nefsi, sahte benlikleri  yönünde hareket etmekten hattâ böyle yaşamaktan kendini alamayan âdap edep özürlü ve bu durumlarından dolayı da yakın uzak çevresindekilerin(toplumun) başına belâ ve sıkıntılı eprövlerin malzemesi durumunda olan bireyler de yok değildir. ALLAH’tan korkmaz ve kuldan utanmaz durumda olan bu kimseler toplumda barış ve hizmete yönelik hareket etmek şöyle dursun; kendi çıkarları yönünde bozgunculuk yapmak, savurganlık sergilemek ve her konuda haddi aşmaktan geri kalmazlar.
Bu gibiler toplumun yönetim kademelerinde de bulunabilirler ki o zaman o toplum daha büyük talihsizlikleri deneyimlemesi kaçınılmaz olur. Eğer bu yöneticiler dünyada güçlü devletlerin yöneticileri ise; dünyanın çeşitli yerlerinde (şeytanca kurnazlıklarla) karışıklık yapmak, bozgunculuk yapmak, toplumları birbirine düşürerek çıkar sağlamak bunların görevidir çünkü bir bakıma bunlar sanki İblis Planı’nın maşası durumundadırlar, gelişmişlik düzeyleri bunu gerektirir. Konunun toplumsal boyutu ayrı bir inceleme ve yazımıza bırakarak, kaldığımız yerden devamla, konun bireysel düzeydeki durumuna bakmayı sürdürelim:
Sâdece kendilerine değil, topluma da(herkesin başına belâ ve sıkıntılı epröv malzemesi olmak dışında) bir hayrı olmayan bu bireylerin en belirgin iki kusurlarına biraz daha yakından bakarak ibretlik dersler çıkarmaya çalışalım: Bozgunculuk ve haddi aşmak. Bunlardan “bozgunculuk”un, yaygın olarak bilinenin dışında daha derin anlamları da var: Örneğin, Kur’an’a göre ve meâlen; “Bozgunculuk yapmak, cennete girebilmenin önündeki engellerden biri…”dir(Kasas 83). Kur’an âyetinde anlamını bulan bu ilâhi söylemi tersinden okumak da onu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır: “Bozgunculuk yapmamak, cennete girmeyi kolaylaştırıyor…” Beşerî kusurlarımızdan biri olan “bozgunculuk”un elbette bireyin gelişim düzeyinin düşüklüğüyle yakından ilgisi var ama “bozgunculuk”un nedenlerinden biri de, eldeki gelişim olanaklarını(isterseniz “ALLAH’ın lutfettiği nimetleri”diyelim) insanca (yâni erdemliliğin gereği olarak) kullanmamaktır. Zâten bu “nimetler” her türü ile birer sınanma aracı ve malzemesidir. Bunlarla hizmete ve barışa yönelik, dolayısıyla insanlaşmaya yönelik işler yapacak mıyız yapmayacak mıyız…

Eldeki olanakları / nimetleri erdemsizlikler yönünde kullanmak gibi basiretsiz ve beceriksiz tutum da nefsin yeterince eğitilmemiş olmasından kaynaklanan ve telâfisi ancak sıkıntılı yaşam sınavlarıyla olanaklı olan bir talihsizliktir. Bu talihsizlik Kur’an’da şöyle ifadesini bulmuş: “İnsanlarının ellerinin kazanmış oldukları yüzünden, denizde ve karada bozgun çıktı. ALLAH onlara yaptıklarının bir kısmını tattırıyor ki, geri dönebilsinler.”(Rûm 41) Elbette burada kusur, “ellerimizin kazanmış olduğu şeyler”de(yâni elde avuçta olanlarda) değil, onları erdemler yönünde, barışa ve başkalarına hizmet yönünde kullanmayan kişiye âittir. Elindeki olanakları “bozgunculuk” yapıp, çıkar sağlamak için kullananlardan daha talihsiz ve hepimize ibretlik durumda olan olabilir mi…  Dahası, âyette gördüğümüz gibi ALLAH onlara yanlış yoldan dönmeleri, çıkmaz sokaklara girmemeleri için bir şans da veriyor(“…yaptıklarının bir kısmını tattırıyor…”) ama nâfile… Bu arada, elbette; akıllarını işleterek, başlarına gelenlerden ibretlik dersler çıkartıp, biraz kendine gelenler de muhakkak vardır. Keşke hepimiz başımıza gelenlerden hemen gelişim yönünde yararlanabilsek de gelişim yolunda doğu düzgün ilerleyebilsek… Tüm bunlara ek olarak, İlâhî Kelam’da daha net ve kesin bir uyarı da yok değil: “…yeryüzünde bozgunculuk yaprak dolaşmayın.”(Hûd 85) Bu ilâhî uyarı da ister istemez bizlere, maddesel(ekonomik ve askerî) gücü tam, şeytaniyette uzman ve çıkarcılıkta destanlar yazan küresel kapitalizmin hegemonik gücü olan emperyalist saldırganları anımsatıyor.

İnsanlaşmaya çalışan beşerî varlıklar olan bizlerin fıtratında(yaradılışında, mizacında) “bozgunculuk” ve hatta “kan dökmek” var(Bakara 30) ve esâsen yaşamlar boyu ve yeniden yeniden doğuşlar silsilesi içinde bu kusurdan kurtulmak için dünyaya geliyoruz. Bir bakıma sanki; bozgunculuk yapa yapa, hattâ kan döke döke, bozgunculuk yapmamayı ve kan dökmemeyi öğreniyoruz. Rûm 41’deki söylem ile “Ellerimizin kazanmış oldukları”nı içsel gelişim duyarlılığı içinde, hizmet ve barış amacıyla kullanmayınca, elimizdekiler ve kazandıklarımız, “kalp üzerinde pas”oluşturuyor(Mutaffifin 14) Burada da, hak ihlalleriyle haksız para kazanlar için ürpertici bir uyarı var ama elbette anlayanlara… Çünkü “kalbin paslanması” deyiminin geçtiği âyetlere baktığımız zaman, maddî birikimin, daha doğrusu bu yöndeki doymazlığın kişiye telâfisi zor yaşam sınavlarına mâl olduğunuz görüyoruz(**).

Erdemli olmak ve insanlaşmak bağlamında bizler için bu başarının önündeki engellerden biri olan ve beşerin fıtratında olduğunu bildiğimiz “bozgunculuk” özelliğimizi Kur’an penceresinden ve ruhçuluk bilgilerimiz kapsamında gözden geçirdikten sonra biraz da öteki özelliğimize bakalım: Haddi aşmak.   Bu sözcüğün; “orta yolda olmayan”,”ahlâka uymayan”, “mâkul vicdan ile bağdaşmayan” vb. gibi anlamları bulunuyor. Açıktır ki, bunlar; kendini bilen, insan haklarına saygılı, fehim ve ferâset sâhibi kişinin özellikleriyle bağdaştırılabilecek edimler değil. Zâten bu sıfatlar, bozgun çıkaran kendini bilmezlerin nitelikleri olarak dikkat çekiliyor Kur’an’da(Şuara 151+152).

Fâsık bir adamdan/kadından beklenen sıradan tavırlardan biri “haddi aşmak”tır. Burada “fâsık”, “Allah'ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen, kötülük eden, fesatçı” anlamında bir sözcüktür. Bir kimsenin kalbinde bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, olgunluğu sükût etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir eğilim oluşur. Bir şeyi çok büyük veya çok küçük, ve olduğundan fazla /eksik göstermek, hattâ “habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yapmak” bu gibi kendini bilmezlerin tavrıdır. Tarih boyunca böyle bir sağmışlıkla pek çok gerçek beşeriyetten gizlenmiş ve hattâ bazı Kur’an âyetleri  halka anlamları saptırılarak yorumlanmıştır(Emeviler’den başlayarak). Bu uygulamalar da toplumda ardı arkası gelmez tartışmalara, kutuplaşmalara(ve hattâ mezhepleşmelere) neden olmuştur. Konunun öneminden dolayı, insanlar bu kusurları işlememeleri için, bozguncuların tuzaklarına düşmemeleri, hiçbir konuda “haddi aşmaları” konusunda 1400 yıl öncesinden uyarılmıştır. Buna karşın, şu sözde “modern” zamanlarda bile beşeriyetin büyük bir kısmının; itidâli(soğuk kanlılığı), düşüne düşüne önlem alarak hareket etmeyi öğrendiğini söyleyemiyoruz.

Haddi aşmak ya da aşmamak, hattâ bozgunculuk yapmak ya da yapmamak elbette herkesin kendi bileceği iştir. Çünkü fıtratımızda seçme özgürlüğü de var. Ama unutmamak gerekir ki, Sebep Sonuç Yasası’na göre yapıp ettiklerimizden  sorumluyuz. İlâhî Kelam da dâhil, her uyarı sâdece bir öneridir/öğüttür. Ama akıllılık bu öğütlerle/önerilerle gelen yardımlara uymak ve dosdoğru gelişim çizgisinde kalarak idraklenmek, şuurlanmak ve insanlaşmak değil midir. ALLAH’ın bizlere hitap şekillerinden biri olan Kur’an’daki ilâhî uyarı ile satırlarımızı sonlandıralım: “Savurganlık edenler, haddi aşanlar yeryüzünde bozgun çıkarırlar ve barış için çalışmazlar.”(Şuara 151+152) “Eğer inananlar iseniz, ALLAH’a güvenin.”(Mâide 23)
…………………………………………………….
(*) Bkz. âyetler;  Yunus 81, A’raf 170, Bakara 63, Mâide 69, Casiye 30, Nahl 97, Meryem 60, Zühruf 72, Kehf 110.
(**) Kalbin (“paslanması”) ve kalbin öteki durumlarıyla ilgili Kur’an âyetleri; Rûm 59, Ali İmran 7, Bakara 225, Hûd 5, Hadid 16, Yunus 43, Kaf 37, Mutaffifin 14.


9 Ocak 2017 Pazartesi

ERDEMLİ BİLGE İNSAN

ERDEMLİ BİLGE İNSAN
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Her insanın içinde iyilik de vardır kötülük de..” diye toplumda herkesin bildiği bir söylem var. Bu genel anlamda doğrudur. Çünkü enkarnasyon durumumuzdan dolayı nefs oluşumu var ve gerçek doğamız bakımından göksel bir varlık olduğumuz için, vicdanımız(biz enkarneleri öz benliklerimize, oradan da sonsuz yüceliklere bağlayan vicdan kanalımız) zâten var. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT penceresinden baktığımızda; aslında nefs ve vicdan, aynı şeyin iki ucu: VİCDAN MEKANİZMASI(*). Vicdan mekanizmasının “yukarı” tarafı öz benliğimize, “alt” tarafı da maddeye(bedene) ve madde gibi olan şeylere(kabalıklar, kötülükler, olumsuz duygular vb.) bakan yanımız.
Eğer, beşerî zaaflardan ve kusurlardan kurtulup, “insanlaşmak” önemli ise(ki tüm devre boyunca seçkin inisiyatik öğretilerle, kutsal kelâmın ana teması bu olagelmiştir) yapılacak şey; “vicdanlı hareket”, yâni vicdan mekanizmasının olumlu(isterseniz, “pozitif”) tarafında değerler biriktirmektir. Bunun da yolu, yukarıda belirttiğimiz öğretilerin de ana uygulaması olan; kendini tanıma ve bilme duyarlılığı içinde idraklenmek ve şuurlanmaktır. Dinsel öğretilerde geçen “dosdoğru yol üzre olmak” da budur, “ALLAH’ın ipine sımsıkı sarılmak” da… “Dosdoğru yol”(yâni öz benliğimize ve onun aracılığıyla sonsuz yüceliklere en kestirme yol) vicdan mekanizmasının üst değerlerinin beslenmesi yönünde yaşamaktır. Kur’an bu değerlerde birleşilmesini öneriyor(En’am 153). Genel anlamda ve kabaca, “ALLAH’a giden bu enkestirme yoldan sapmak ” da, “vicdan mekanizmasının alt unsurlarına yönelik ağırlıklı yaşamak”(yâni kısaca “nefsâniyet ağırlıklı” yaşamak) olmaktadır. Eremli bilge insanın tavrı olan bu kestirme yoldan sapıldığında, (Kur’an’a göre) “teferruk”(parçalanma) ortaya çıkmaktadır(En’am 153).
Durum böyle olunca, akıllı olmanın neyi gerektirdiği de ortadadır: “Doğru yol üzre olmak” için vicdan mekanizmasının üst unsurlarına yönelik görgü ve deneyim birikimi yapmak, yâni hayra ve barışa yönelik hizmet ve değerler üretmek… Başka deyişle, hayra ve barışa yönelik  hizmet ve değerler üretme duyarlılığı içinde, yaşam boyu görgü ve deneyim birikimi oluşturmaya çalışmak. Dünya gelişim ortamından elde edilebilecek en büyük, geçek, kalıcı ve varlıksal kazanç budur. Çünkü dünyasal olan her şey bu varlıksal kazanca araçtır/malzemedir. Ölüm dediğimiz geçiş ile (bedenimiz de dâhil) tüm araç gereç dünyada kalır. Bu nedenle, “geçici, aldatıcı değerlerlere bağlanılmaması, onlarla özdeşleşilmemesi gerektiği” önerilmiştir. İnsanın gerçek doğasına ve onun evrensel gelişimine yönelik bu uyarıya aldırış edilmediği taktirde, yukarıdan beri  anlatmaya çalıştığımız “dosdoğru yol üzre olmak”, “vicdan mekanizmasının üst değerlerini beslemek” zorlaşır. Hizmete ve barışa yönelik işleri sergilemek(ki bunun Kur’an’daki karşılığı “salih amel”dir)(**)zorlaşır ve beşerî zaaflar ve aldanışlar içinde yaşamak ve hatta bir ömrü hebâ etmek kaçınılmaz olur…
Bu cümleden olmak üzere, gelişim açısında önerilmeyen atâlet / duraganlık insanlaşma yolunda engellerden biridir, enkarne varlık etkin olmalıdır ama bu etkinliğin “pozitif” nitelikli olanı önemlidir ve gelişim açısından kazançlıdır. Yâni vicdan mekanizmasının üst değerlerini beslemeye yönelik bir yaşam şeklini yeğlemek(salih ameller içinde olmak). Tüm seçkin inisiyatik öğretiler ve ruhçulukta önerilen ve öğretilen bu yola, ALLAH’ın kelâmı Kur’an tarafından “kurtuluşun üç ana koşulundan biri” olarak dikkat çekilmiş ve insanlara önerilmiştir, öteki iki koşul ise, ALLAH’ın birliğine ve spatyoma(ahrete) îmandır(Bakara 63, Mâide 69). Yaşam planı uygulaması içinde, yaşam planı ne içerikte olursa olsun, yaşamını(eğer başarabilirlerse) “îman sâhibi olarak salih amelle geçirenler” spatyomda temiz ve mutlu bir yaşamla ödüllendirilirler(Bakara 82, Nahl 97, Meryem 60, Zühruf 72). Bu demektir ki, hayra ve barışa yönelik etkinlikler sergilemek duyarlılığı içinde (ki bu, erdemli bilge insana özgü yaşam şeklidir) yaşamak, “yaratıcı etkinliğe katılmanın” da başlıca yoludur. Bu yolla insan, evren ve oluş bünyesinde sürekli “yapıp edici şuur hâli”ne ulaşır. Kur’an bu geçeğe işaret ederken, “Rabbine kavuşmak isteyen sâlih amel sergilesin.”(Kehf 110) diyor.
Görüldüğü gibi, vicdan mekanizmasının olumlu (pozitif) tarafında değerler biriktirmek duyarlılığı içinde ve hayra ve barışa yönelik etkinlikler ağırlıklı görgü ve deneyim birikimi oluşturmaya çalışmak, “oluş”a doğrudan doğruya yaratıcı kudret yanında bir katılım, kaderin yaşanması ve yazılmasında (Kur’an ifadesiyle) “ALLAH ile birlikte yol almak” olmaktadır.  Bazılarına bu söylem abartılı gelebilir ama (yine Kur’an söylemi ile) “ALLAH bizlerin gelişmemizi ve kendisine yardımcı olmamızı, kendisiyle birlikte yaratılışa katılmamızı” istemektedir(***). Bu ilâhi uyarıya uyup uymama özgürlüğümüz de var. Karar ve seçim bizim…

……………………………………………………..
(*) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 61,97,98,101,102 ve devamı
(**)  Yunus 81, A’raf 170, Bakara 63, Mâide 69, Casiye 30, Nahl 97, Meryem 60, Zühruf 72, Kehf 110.

(***) Bakara 221, Fecr Sûresi, Muhammed 7, Hacc 40.