Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

27 Mart 2011 Pazar

S A P M I Ş L I Ğ I N ULUSAL VE ULUSLARARASI GÖRÜNÜMÜ


S A P M I Ş L I Ğ I N 
ULUSAL VE ULUSLARARASI
GÖRÜNÜMÜ
İnançsız sapmışlığın örgütlenmiş, kurumsallaşmış hatta devletleşmiş şekillerini İslam Tarihi’nde Emevilerden başlayarak(hatta daha da öncesinde Ortaçağ Hıristiyanlığından itibaren) devre sonunun şu bitiş günlerinde bile görüyoruz. Şu ya da bu dinen olmalarına rağmeniman ve sakınma özürlü(Bakara 103) olmalarından dolayı Bakara 103 + 104 ve benzeri(sapkınları konu alan) ayetlerin de hedefi durumunda olan bu kimseler yönetici duruma geldikleri zaman, elbette ki topluma daha zararlı olmaktadırlar. Bunlar için Bakara 204’te “düşman” sıfatı kullanılıyor.

Bu gibiler beşeri açıdan yüksek sayılabilen yönetici makamlara ve statülere gelmiş ve elbette ki yüksek tahsil de yapmış olmalarına rağmen, asıl önemli olanın ne olduğunu bilmeyecek kadar cahil oldukları için, doymak bilmez egolarının güdümünde ve saltanat(makam/koltuk) açlığı içinde, varlıksal güçsüzlüklerinden dolayı başkalarını(toplumları ve hatta devletleri) kendilerine bağımlı kıldıkları zaman güçleneceklerini zannederler. Böyle bir psikoloji içinde çevrelerindekileri(hatta bunlar devlet yöneticisi ise çevrelerindeki ülkeleri) ne kadar tahakküm altına alırlarsa kendilerini o kadar güçlü hissederler.

Bilinen beşeri tarih boyunca bazı devletler(örneğin batıda Vatikan, İngiltere, ABD; doğuda Emeviler) insani değerleri ve Kutsal Vahyin uyarılarını hiçe sayarak, doymak bilmez bir açgözlülükle, en kutsal değerleri de siyasetlerine alet ederek, başka toplumları ve devletleri tahakküm altına alarak, kendilerine bağımlı kılmak suretiyle, bir bakıma(Bakara 104’teki ifadesiyle) onları sürüleştirerek” yönetmek istemişlerdir. Bunu yapmak için de gözlerine kestirdikleri toplumları/ülke insanlarını cahilleştirip yoksullaştırarak, kendilerine borçlandırarak sürüleştirmişler ve kendilerine bağımlı hale getirmişlerdir. Bu şekilde yoksullaştırılıp cahilleştirilerek sürüleştirilen toplumlar, kolayca aldatılıp uyutulabilmektedir. Zaten büyük ölçüde uyur gezer durumda olan dünya beşerinin uyku derinliği reklamlarla daha da artırılarak belirli ideolojilere(daha doğrusu sapkınlıklara) yatkın hale getirilmiş oluyor. Tüm bu sapkınlıklar; toplumsal, ulusal ve uluslar arası düzeyde sergilenirken, yalan/dolan ve riyakârlık, bu inançsız ehli kitabın olmazsa olmaz ve vazgeçilmez aracıdır. Ayet ayet beşeriyete gelmiş Kutsal Vahyin uyarılarına aldırış etmemekten ve kalp körlüğünden kaynaklanan söz konusu sapmışlıklara belgelere dayalı birkaç örnek verelim:

Kutsal Vahyin “Sürüleşmeyin!”(Bakara 104) uyarısı(kadim zamanlar içinde olduğu kadar) sanki bugünkü bizler içinmiş. Sapmış yönetici zihniyetin sürüleştirme araçlarından biri küresel film sektörüdür. Bakın bu konuda araştırmacı yazar Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen(19.05.08 tarihli Cumhuriyet STRATEJİ’deki makalesinde) şunları yazıyor: Küresel film sektörü hem eğlendiriyor, hem de bilinç altı teknikleri kullanarak geleceğin küresel algısını kusursuz bir şekilde oluşturuyor: Kanlı ve acımasız savaşlar, kıyamet sahneleri, soygun, hırsızlık, kapkaççılık, tecavüz, ahlaksızlık düzeyinde cinsellik ve insanlık dışı ne varsa hepsi sıradan olaylar gibi(ve hatta çağdaşlaşmışlık gibi) zihinlere işleniyor. Amaç, insanlık vicdanını(ve erdemleri) yok ederek vahşet dolu kötü bir dünyaya zihinleri koşullandırmak. Beşeriyetin yüzkarası savaşları bile(örneğin, Irak işgalini) film gibi izliyoruz. Beyinlere kazınan algı hep aynı;             kötülükler dünyasında doğal afetlerden teröre kadar kötü olan her şeyle beraber yaşamaya alışmak. Sadece filmlerle değil, reklam ve dizilerde beşeri bilinçaltına teslimiyet(yani sürüleşme ve de uyutma) tohumları ekiliyor. Bu sinyallerle(empozisyon ve koşullandırmalarla) kurgulanan uyur gezer toplumun, tüm insani değerlerin satışı karşısında kılını kıpırdatmayışına şaşmamak gerek.Bu üzücü durum aymazlıkla gelen sürüleşmeden başka nedir ki…

Teknoloji sayesinde yeryüzündeki her şeyden(Kur’anca ifadesiyle ibretlik ayetlerden) anında haberimiz oluyor. Binlerce Km. uzaklıktaki insanların başlarına gelen doğal yıkımları, savaşları ve açlığı/ yoksulluğu canlı yayınla odamızda izliyoruz ama kaçımız bu ayetlerden ibretlik sonuçlar çıkarıyoruz? Bu durum dünya toplumunu(beşeriyeti) daha bilinçli ve sorumlu kılacağı yerde, genel bir duyarsızlığa ve aymazlığa itmesi ise başka bir gerçek. Pek çok şeyi biliyoruz ama hiçbir şey olmamış gibi, sapmışlara özgü bir aymazlık içinde hiçbir şey olmamış/olmuyormuş gibi yaşamayı sürdürüyoruz. Yani büyük bir aymazlık içinde sürüleşmiş durumdayız. Kur’an(A’raf 179) ifadesiyle, Sanki gözlerimiz var görmüyoruz, kulaklarımız var ama işitmiyoruz;(bundan dolayı bir bakıma sanki) davar sürüsü gibiyiz… Belki daha da şaşkın, gafillerin ta kendileriyiz.”

Sapmış zihniyetin temsilcileri yöneticilerce, küreselleştirme adı altında empoze edilmeye çalışılan günümüz dünya düzeni; çalışmayı değil vurgunculuğu, bilgiyi değil dogmaları, dürüstlüğü değil yalanı-dolanı ve riyakarlığı yüceltirken, özgürlük, eşitlik, demokrasi ve erdemler gibi temel kavramların ayakta kalabileceği düşünülebilir mi! ?

Sömürgen ve sürüleştirici zihniyetin ve yönetim şeklinin güdümünde küreselleşen(daha doğrusu giderek yozlaşan) dünyanın yeni savaş yöntemi bu: Askersiz işgal… Günümüz tanınmış iktisatçılarından Prof. Dr. Erol Manisalı’nın çok okunan kitaplarından birinin adı da böyle: “Türkiye’nin Askersiz İşgali.

Kendinden habersiz ve Kutsal Metinlerdeki uyarılara da duyarsız uyurgezer dünya beşeri dünyayı algıladığı şekilde görür ve yaşar. Uyurgezer bireyin algısı ise, beynine akan bilgi tufanıyla oluşur. Beş duyusuyla gelen bu idrak edilmemiş bilgi birikiminin ona kazandırdığı sanal gözlüğün gösterdiği şekilde de dünyayı görür. Toplumsal/beşeri koşullandırma ve sürüleştirme yöntemleriyle oluşan bu pembe gözlük, bilgi kirliliği yüzünden ne yazık ki gerçeği göstermiyor ve doğal olarak gerçeği göstermekten çok uzak. Zaten kişi, akıl ve gönül sahibi olmadan gerçekleri görmesi ne mümkün! Virüs kapmış bilgisayar gibi, o kişinin algısı bozulmuş; daha kolay kandırılır ve sürüleştirilerek güdülür hale gelmiştir. O sapmış, artık kendi(vicdan kanalıyla gelen) iç şeraiti yerine, dış şeriatla yönetilen bir robot(Kur’an ifadesiyle Bakara) durumundadır.

Oysaki bu ölümcül tehlikeye karşı uyarı, asırlarca önce Kutsal Vahy ile gelmişti: Sürüleşmeyin!”- Bakara 104. Tam bir aymazlık, vurdumduymazlık ve gaflet içinde; elinde uzaktan kumanda, ekran karşısında hipnotize durumda… Kredi kartı ve cep telefonu sadece paramızı değil, zamanımızı da tüketiyor. Oysaki devre sonunun şu bitiş günleri; içsel gelişim ve değişim açısından ne kadar değerli ve verimli… Dıştan gelen(yan tesirlerin ve) koşullandırmaların/sürüleştirmelerin yönettiği bir yaşama bu şekilde tutsak olurken, zaman zaman kendinden habersiz kimselere özgü bir şaşkınlık içinde özgürlükten falan da söz edebiliyoruz. Bu şekilde bireysel irade ve vicdan özgürlüğü yok edilen toplumlar, uzaktan kumanda ile yönetilen sürülere dönüştürülüyor. Bu yüzden algı savaşı denen bu yeni moda savaş yöntemi, eski savaşlardan dada etkili, kolay ve ucuz görünüyor. Küreselleşen dünyanın yeni savaş yöntemi bu… Uyutulan toplumlar üzerinde tahakküm kurmanın sözde modern şekli bu

İnsan haklarına saygılı görünerek, arada bir demokrasiden de söz ederek, başkalarını kendisine bağımlı kılan sapkınlık yollarından biri de borçlandırmadır. Bir devletin, ekonomisinin zayıflamasıyla borç almaya muhtaç duruma gelmesi; söz konusu tahakküm ve sömürü açlığı içinde bulunan devletler için kaçırılmaz fırsattır. Çünkü bağımsızlık için(ATATÜRK’ün de sağlığında sık sık vurguladığı gibi) güçlü bir ekonomi şarttır. Bu nedenle sömürgeci devletler, etki altına almak istedikleri toplumların ekonomilerinin gelişmesini istemez ve onları çeşitli( ve çoğu da sinsice) yollarla yoksullaştırmak, cahil bırakmak, borçlandırmak, bu şekilde kendilerine bağımlı/borçlu kılmak isterler.

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışından sonra, topraklarımızı paylaşmaya gelmiş, Batı’nın sömürgen zihniyetli devletleri ve onların piyonluğunu yapan başka ufak devletler; ATATÜRK’ün önderliğinde Türk Ulusu Tarafından gerisingeriye püskürtülmüştü. Sözde insan hakları ve demokrasi savunucusu bu sapmışlar, o hüsranı egolarına yediremedikleri için ve içlerindeki doymak bilmez sömürgecilik açlığının da itilimiyle, ATATÜRK’ün vefatından sonraki 10-15 yıl içinde, bu kez Türkiye’yi içten yıkmak, zayıflatmak ve borçlandırarak kendilerine bağımlı/muhtaç kılma politikası izlemeye başlamışlardır.

1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren, Türkiye önce yavaş yavaş(sinsice), sonra da giderek hızlı denecek bir şekilde borç batağına sokulmuştur. Devlet gibi, milletimizde çeşitli şekilde borçlandırılmıştır, borçlanma sanki özendirilir olmuştur. Türk insanı; kredi kartlarına, komşusuna, tarım kredi kooperatiflerine, Ziraat bankasına ve genel anlamda piyasaya borçlu duruma getirilmişti. Bu borç ortamında, Türkiye’yi kendilerine borçlandıranların işbirlikçileri tarafından sıkılmadan ve utanmadan ekonomik istikrardanfalan söz edebilmektedirler. Hatta son bütçenin adını da “Krizden Çıkış Bütçesi…” koymuşlar. Oysaki ülkemizin dış ve iç borç toplamı 450 milyar $’ı geçmiş(Kaynak: Cumhuriyet:30.06.08), nüfusun dörtte birinin yoksulluk sınırında yaşar hale gelmiştir. Böyle bir ülkede dış politikanın bağımsızlığından, ekonominin bağımsızlığından söz etmek insanlarla alay etmek değildir de nedir? Bu konuda Doç. Dr. Barış DOSTER şunları yazıyor(Cumhuriyet Strateji - 30 Haziran 2008): ABD ve AB’nin güdümündeki IMF ve Dünya Bankası’nın ülkemiz üzerindeki etkinliğini yadsımak olası değildir. 2005 yılı Mart ayında Türk Özel Sektörünün dış borcu 27 Milyar $ iken; 2008 Ocak ayında 147,6 Milyar $’a ulaşmış ise, 12 Milyon insanımız günde 1 $’dan az parayla yaşıyor, 1 Milyon kişi mutlak açlık sınırında bulunuyor, 8 Milyon aile erzak yardımıyla ayakta durmaya çalışıyor, 15-29 yaş arası kadınların % 70’i iş ve eğitim hayatının dışında kalmış durumda ise, bu tablodan sağlıklı bir toplum çıkmayacağı gibi, bağımsız ve güçlü bir dış politika da çıkmaz.

Bin bir güçlük ve yoksulluk içinde ATATÜRK’ün önderliğinde kazanılan Kurtuluş Savaşından sonra, yüce ATATÜRK’ün yönetimindeki T.C. hemen hemen tüm borçlarını(Kırım Savaşı nedeniyle 1854 yılında alınan ilk dış borç hariç)(1) ödemişti. ATATÜRK, bununla da kalmamış, iktisadi bağımsızlık, mali egemenlik konusunu(en belirgin şekilde İzmir İktisat Konferansında olmak üzere) sık sık dile getirmiştir. Çünkü ATATÜRK, ulus egemenliğinin sürdürülebilmesi için mali egemenliğin şart olduğunu çok iyi biliyordu. Sapmış sömürgen güçlerin böyle bir zayıflıktan hemen yararlanmaya çalışacaklarını çok iyi biliyordu.

Bir ülkenin bağımsızlığının(ulusal egemenliğinin)yara alması, yani zayıflaması elbette ki o ülkenin düşmanları ile stratejik ortak görünümündeki sahtekâr dostlarını sevindiren en önemli durumdur. Dost görünümündeki bu sinsi düşmanların, ülkemizi yoksullaştırarak/borçlandırarak ve çeşitli tavizlerle oyalamak, onların politikalarının esasını oluşturmaktadır. Onlara göre yoksulluk yerleşmeli ki, insanlar bununla baş etmeye çalışırken başka bir şey düşünmemeli. Karnını doyurma kaygısındaki, borcunu ödeyememe korkusundaki vatandaş; ülkem, dünya, bu toplum nereye gidiyor vb. soruları sorabilir mi! Bu durumdaki ülkeler, sömürgen, küresel aktörler tarafından daha kolay yönetilebilir hale gelmez mi?

Yaygın basından öğrendiğimiz kadarıyla; kredi kartı borcunu ödeyemeyen ya da(bilinen küresel aktörler marifetiyle ortaya çıkmış bulunan) küresel kriz nedeniyle; iş yerini kapatmak durumunda kaldığı için, aile reisleri cinnet geçirme durumları sergilemektedir.

Devlet düzeyinde mali bağımlılık; siyasal, hukuki ve idari bağımlılığı pekiştirmiştir. Çünkü borçlanmak demek, bağımsızlığı yitirmek demektir ki bu da düşmandan başka kimseyi sevindirmez. Türkiye’nin dost görünümündeki düşmanları(stratejik ortakları vb.) bunu başarmış durumda gözüküyor… Bağımsızlığı yitirmek, sürüleşmek demektir. Oysaki Kur’an bizi bu tehlikeye karşı asırlar önce uyarmıştı. Yüce ATATÜRK’ün de Cumhuriyeti kurduktan sonra en çok titizlendiği konulardan biriydi ekonomik ve mali bağımsızlık

Yoksullaştırarak, kendine borçlandırmak, bu şekilde de tahakküm altına almak, sapmış zihniyetin ve yöneticiliğin en belirgin özelliğidir. Bu çarpık zihniyetin açgözlü yöneticileri sayesinde de yeryüzü toprakları giderek verimsizleşmekte yani yoksullaşmaktadır: Gezegenin 2050 yılında 9 Milyara ulaşması beklenen nüfusunu beslemek için ekilebilir tarım alanları hızla küçülmektedir.(Cumhuriyet - 30 Haziran ’08, Hüseyin Baş). Tüm bilimsel uyarılara ve ölçümlere rağmen, sapmış zihniyetin temsilcileri tam bir aymazlık içinde çarpık icraatlarını sürdürüyor. Fransa’nın Paul Cezanne Üniversitesinden yerkabuğunun kimyasal bileşimi araştırmacılarından Prof. Dr. Daniel NAHON, yerkabuğunun verimsizleşmesi yani yoksullaşmasıyla ilgili olarak şunları söylemişti(aynı kaynak): Toprak daha fazlasını kaldırmıyor. Uçurumun kenarına gelinmiştir. Eğer bu sürerse açlık kapıdadır. Sanayinin havayı kirletmesi, yüksek dozda tarım ilaçları, başı boş ve rant elde etmeye yönelik çarpık kentleşme, erozyon, orman kıyımı vb. gezegenin tarıma elverişli topraklarının üçte birini en olumsuz şekliyle etkilemektedir. Oysa 2050 yılına kadar 9 Milyara ulaşacak nüfusu beslemek için tarımsal üretimin bir kat artması gerekmektedir.”

Brezilya’da Amazon ormanlarından kazanılan topraklar giderek verimsizleşmektedir. Zihniyet çarpık ve sapmış olunca ve insan ekonomiye araç hale getirilince, sorun çözerken sorun yaratma sendromu da ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Fransa’da sadece kentleşme, yollar ve yapılaşma, her yıl; 60 Bin Hektar verimli tarım alanının ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Biz de ise, nükleer enerji santralleri, boğaz köprüleri, yol genişletme çalışmaları ya da turizm’e destek için orman-ağaç kıyımı sürüp gitmektedir. FAO kaynaklı raporlara göre; gezegenin 13,5 Milyon Hektarlık tarım alanının sadece 3 Milyon Hektarı tarıma elverişlidir. Bunun da ancak yarısı kullanılır durumdadır. Son on yılda 50 Milyon Hektarlık tarım alanı tuzlanma nedeniyle tarıma kapalı duruma gelmiştir. Ilıman iklim bölgelerindeki tarım alanlarına yılda ortalama, hektar başına 0,5 ile 20 Ton erozyon kaybı isabet etmektedir(Cumhuriyet- 30.06.08). Bunlar, sapmış beşer zihniyetinin toplumları tahakküm altına alarak sömürmek için yoksullaştırmaya yönelik politikaları sonucunda, dünya toprağının verimsizleştirmesinin, halkın da yoksullaştırmasının örnekleriydi. Kur’an’da sapkınlığa karşı niçin bu kadar uyarının bulunduğunu ve Kutsal Vahy’in bu konuda ne kadar haklı olduğunu şu birkaç örnek bile yeterli ve elbette Yüce Kur’an beşeriyetten ne kadar şikâyetçi(2) olsa az…

Gezegensel düzeyde yoksullaştırma ve yoksulluk böyle iken, durum bireysel düzeyde daha iyi değil. Öğretmenlik mesleğiyle ilgili birkaç rakam, genel durum hakkında bir fikir verecektir(Cumhuriyet 30 Haziran 2008):

Eğitimcilerin % 42’si tatilini evinde, % 42’si memleketinde ve sadece % 16’sı tatil yöresinde geçiriyor. Eğitimci kesimin tatil için ayırabileceği para; %66’sı için 300-500 TL ., % 11’i için 800-1000TL., %12’si için 500-800 TL., %7’si için1000-1500 TL. yaklaşık % 4’ü için 1500-2000TL. ve % 2’si için 2000TL.’den fazla.

Eğitimcilerin % 51’i tatil harcamalarını kredi kartına taksit yaptırıyor, % 35’i daha önceden biriktirdiği parayı harcıyor, yaklaşık % 8’i borç alıyor, % 6’sı da banka kredisi kullanıyor.

Öğretmenlerin % 81’i düzenli olarak tatile çıkamıyor. Öğretmenlerin % 70’i tatili bir ihtiyaç olarak görürken, tatili ihtiyaç olarak göremeyen % 30’luk kesim’in % 72’si gerekçeyi şöyle açıklıyor: Tatil bütçemi çocukların okul masrafında ya da öteki ihtiyaçlara ayırıyorum…”

Tüm bunlara ek olarak; yaz tatili geldiğinde her 100 öğretmenden 34’ü tatil süresince ek iş yapıyor. Ek işte çalışan eğitimcilerin % 60’ı her türlü iş yaptığını, % 13’ü özel ders verdiğini, % 11’i tesisatçılık, boya-badana, tamirat ve bahçe işleri, % 4’ü taksicilik, % 4’ü pazarcılık, % 3’ü işportacılık, % 3’ü nakliyatçılık ve % 2’si garsonluk yapıyor.

Toplumun başka kesimlerinde de bu yoksullaşmaya ek olarak cahilliğinde bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Dost görünümündeki sapkın düşmanlarımızdan başkasını sevindirmeyen bu durumun; beşeri hırsın/hıncın ve terörün, hatta şiddetin de alt yapısını oluşturduğunu biliyoruz. Günümüz dünyasında ve bizim toplumumuzda büyük kesim yoksulluk sınırında ve onun altında yaşarken, daha(hatta çok daha küçük bir kesim) maddesel refah içinde yaşamaktadır. Bu arada, servet ve refahla şımarıp azmanın kutsal metinlerde ne kadar kötülendiğini ve bunun bir sapkınlık olduğunu anımsıyoruz. Mal ve servet birikiminin yarattığı şımarıklık ve azmışlığın yoksul kesimde tahrik ettiği tatmin edilmeyen ihtiyaçlar nefrete ve isyana dönüşür. Günümüzün temel bela gibi gördüğü terör’ün esas sebebi de servet ve refah ile şımarıklığın ve savurganlığın(Kur’an bu sapmışlığa teref diyor…) yarattığı/ürettiği nefret ve intikam hırsından başka bir şey değildir.
Bundan ayrı olarak maddesel refah bakımından en üst düzeyde bulunan sözüm ona gelişmiş ülkeler, bir yandan demokrasiden ve insan haklarından söz ederken, bir yandan da gizliden terör odaklarını, sapmışlara özgü bir riyakârlıkla destekleyip, onlara silah satmaktadır. Silah sanayilerini canlı ve zengin tutmak için; Dünyanın barışını koruması kendisinden beklenen BM Güvenlik Konseyi’nin beş büyük üyesi dünya silah ticaretinin de en büyük ağalarıdır. Günümüz devre sonu beşeriyetinde terörü susturmak ve bastırmak adına demeçler veren süper güçler(aslında bunlarsapmışlıkta süper…) özellikle de ABD; terör yaratan ve besleyen ve hatta terörden yararlanarak göz koyduğu ülkeleri parçalamaya çalışan ülkelerin ta kendileridir.

Bilgi enerjisi en büyük güç olduğuna göre, bundan yoksunlukta(yani, cahillik de) en büyük güçsüzlük olmaktadır. Bu güçsüzlükle(yani cahillikle) sergilenen beşeri zaaflar ise; önyargı, dogma, eskiye ve atalara bağımlılık(yani gelenekçilik, ecdat perestlik), duygusallık, kolay kandırılabilirlik, kolay duygu sömürüsü, dinin yüzeysel anlaşılması, hurafe ve bid’atlere yatkınlık. Bir toplumun cahil kesimi bu haliyle; yenileşmeye kapalı, düşman ve zalim yöneticiler tarafından kolayca kandırılıp sürüleştirilen ve sömürülen yanı olmaktadır. Başta Kur’an olmak üzere, Kutsal metinlerde sapmışlık konulu ayetlerin çoğunun hedef kitlesinin ve bu ayetlerin tokadına müstahak olanların cahil sapmışlar olduğunu görüyoruz. Kur’an ayetlerini ört-bas edenlerle saptıranlar da(yani kâfirler de) bu cahil zavallılardan başkaları değildir.

İşte bir ülkenin düşmanları ve bu düşmanların yurt içi işbirlikçileri, kötü emellerini gerçekleştirmek için bir yandan bu cahil kesimden yararlanırken, öte yandan diğer kesiminde olabildiğince cahil kalmasını ister. Çünkü cahil toplumlar kolayca sürüleştirilip, zahmetsizce yönetilirler. Cahil insan, hele bir de yoksul bırakılmışsa ileriyi göremez, geniş/küresel düşünemez, elindeki bilginin/inancın derinine inemez. Bir toplumun gelişmesinin, gerçek anlamda çağdaşlaşmasının önündeki en büyük engel cahilliktir. Bu nedenle ATATÜRK gibi seçkin liderlerin, büyük inisiyelerin ve hatta peygamberlerin en çok önemsedikleri etkinlik halkın eğitilmesi olmuştur. Sonsuz uzaklıklardaki ışıklı ortamlardan ayet ayet indirilmiş bulunan Kutsal Vahy dünya beşeriyetini; ünce kendisi hakkındaki, sonra da çevresi hakkındaki cahillikten kurtarmak için değil miydi?

Bunun tersine; kötü amaçlı, varlık sevgisinden yoksun, sapmış yönetimler ve onların işbirlikçileri de, şeytanın işini kolaylaştırırcasına insanların cahil kalmasına, hatta yoksullaşması için ellerinden geleni yaparlar/yapmışlardır. Cahillik ve cahilleştirme etkinlikleri sayesinde dünya beşerinin aydınlanması ve insanlaşması için beşeriyete indirilmiş olan Kutsal Vahyin Kur’an’dan önceki kısımları tahrif edilmiş(politize ve ekonomize edilmiş), Kur’an’a bir şey yapılamamış ama Kur’an’la gelen dinin yanında uydurulan bir din oluşturulmuştur. Bu uydurulan din ile(uydurulan dinin cahil, hurafeci mensuplarıyla) eski Sovyetler zamanında bir Yeşil Kuşak oluşturulmuş, Sovyetlerin yıkılışından sonra da bu dinci oluşum Ilımlı İslam’a dönüştürülmüştür.

Bu konuda Prof. Dr. Erdal ATABEK(Tehlikeli Cehalet” başlıklı yazısında) şunları söylüyor(bkz. Ekteki metin 87):

Kendinden habersiz cahil kimseler, kendini bilmemekten ve bilgi noksanlığından dolayı güçsüzdürler, bundan dolayı da birilerine bağımlı olmak ve güdülmek ihtiyacındadırlar. Hatta bunu açıkça ifade etmek talihsizliğinden kurtulamamışlardır; kadim toplumlardan bazıları, peygamberleri “çoban” olarak görmüşler ve kendilerini gütmelerini ifade etmişlerdir. Kur’an’da cahil ve tembel zihniyetin bu eğilimine karşı Bizi güt demeyin.” Ve Sürüleşmeyin!” uyarılarının(Kur’an’da) bulunduğunu biliyoruz.

Zulüm ve tahakküm açlığı içinde bulunan sapmışlar ise, cahil kesimin bu zaafından yararlanarak, onları daha çok aldatıp, uyutup sürüleştirerek yönetme ve istismar etme yolunu yeğlemişlerdir. Başkalarını(bireyleri, toplumları, devletleri) kendine bağımlı kılma açlığı, sapkın zihniyetin en belirgin niteliğidir. Ruhçuluk litetatürünün obsesyonla ilgili bölümü bunun örnekleriyle doludur. Obsedan bir bedensiz, gözüne kestirdiği bir bedenliyi kendine bağımlı kılmak ve onu tahakküm altında tutarak sömürmekten/istismar etmekten büyük zevk duyar, bu şekilde kendini güçlü hisseder.

Şimdi birazda geri kalmış, sapmış varlıkların, “bağımlı kılarak sömürme eğilimleri nin toplumsal ve uluslar arası düzeydeki görünümüne bakalım. Yani Kutsal Vahyle gelen İlahi uyarıya aldırış etmemenin ulusal ve uluslar arası, küresel çirkinliği

Varlıkları servet doymazlığına ve şımarıklığına dayalı uluslar arası şirketlerin ve onların güdümündeki gelişmiş ülkelerin sapmış yönetimlerinin hedefi özellikle azgelişmiş toplumları kendilerine bağımlı kılarak açık pazar haline(piyasa haline) getirmektir. Uluslar arası şirketler aracılığıyla bağımlı toplum oluşturmanın adı ise bağımlı darbe dir(Strateji Cumhuriyet- 15 Eylül 2008). Bunun temel göstergesi ise; tüm stratejik kurumları, merkezi devletlerden oluşan çok uluslu şirketlere satmaktır(özelleştirme…). Bağımlı darbe nin özü şudur: Ülkenin varoluşuyla ilgili meselelerini “ekonomik Saikler” nedeniyle, dile getirememek.

Yüce ATATÜRK, bağımsız ekonomi ile yokluk içinde bile neler yapılabileceğini Türk ulusuna ve dünyaya göstermiştir. Metin AYDOĞAN’ın BİTMEYEN OYUN adlı kitabından birkaç rakam verelim: 1920 yılında 260 olan doktor sayısı, 1921’de 312, 1922’de 337’ye çıkarıldı ve 434 sağlık memuru istihdam edildi. Salgın hastalıklarla mücadele için 1920 yılında(yabancıların “hayal” olarak nitelendirdikleri) yerli aşı üretimine geçildi. Sivas’ta üretilen 3 milyon çiçek aşısının tümü halka uygulandı. Sıtmalı yörelere yerli kinin dağıtıldı. Frengi mücadelesine, o yokluk içindeki devlet bütçesinden harcamalar yapıldı. Halka hizmet götürecek doktor sayısını artırmak için, asker doktorların bir bölümü ordudan ayrılarak sivil alanda görevlendirildi. Sivas’daki aşı üretim merkezi geliştirilerek, bir yıl içinde 537 Kg. kolera, 477 Kg. tifo aşısı üretildi ve bu aşıların tümü halka uygulandı. İstanbul ve Sivas’tan sonra, Diyarbakır’da da, içlerinde; bakteriyoloji, kimya laboratuarı, aşı merkezi ve kuduz tedavi bölümlerinin olduğu sağlık merkezleri kurularak, sağlık hizmetlerinin dağılımında denge sağlanmaya çalışıldı. Afyonkarahisar ve Niğde gibi illerde tıbbi temizleme(sterilizasyon) merkezleri açıldı. Urla ve Sinop karantina merkezleri, aletleri tamir edilerek yeniden devreye sokuldu. 1000 Kg. devlet kinini Ziraat Bankası aracılığıyla hastalara dağıtıldı. Devlet hastanelerine başvuran 30 bin hastanın 20 bini tedavi edildi ve tüm bunlar, yoksulluk içinde sürdürülen Kurtuluş Savaşı devam ederken gerçekleştiriliyordu.

Kendi bağımsızlığını yitirmemeye çalışan ve kendi yağıyla kavrulmaya gayret eden Türk ulusunun bu gayreti, o zamanki bağımsızlık düşmanı, açgözlü emperyalist saldırganların hiç de hoşuna gitmiyordu.

Günümüzde ise, bağımsızlık düşmanı en büyük küresel gücü uluslar arası sömürgen şirketler oluşturmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri uygulanan ve adına Yeni Dünya Düzeni denilen açgözlü emperyalist sistemin temel unsurları uluslar arası şirketlerdir. Tamamen çıkarcılığa, yoksulluğun ve cahilliğin istismarına dayalı bu sömürgen şirketlerin gücü, günümüzde o denli artmıştır ki, bunlar artık; ekonominin kurallarını değil, dünya siyasetini de etkilemektedir. Çünkü mensubu oldukları ülkelerin hükümetleri de bu dev şirketlerin güdümündedir.

Uluslar arası şirketler doymaz bir açgözlülükle(özellikle 1890’lı yıllardan itibaren dışarıya açılmaya başlamış ve yerli işbirlikçiler edinerek mal satış ve dağıtım ağları kurmuşlardı. Dünya pazarlarının paylaşıldığı, geri kalmış ülkelerinpiyasa haline getirildiği ve temelinde uluslar arası şirket etkinliğinin bulunduğu bu döneme emperyalist dönem denmiştir. Günümüzde sıkça kullanılan küreselleşme tanımının, bu sömürgen emperyalizmi anlatmaktan başka bir anlam taşımadığı ortadadır. Uluslar arası etkinlik gösteren şirket sayısındaki artışlar, küresel ekonomiye katılan yeni şirketlerin ortaya çıkmasını değil; büyük şirketlerin şube ve alt birim sayılarını artırarak dünyaya yayılmasını göstermektedir. Servet/mal birikimine dayalı ekonomi bir ahtapotun kolları gibi dünyayı sarmış durumdadır ve bu sömürgen ekonomi için önemli olan insan değil, daha çok servet ve mal birikimidir. Günümüz dünyasında, yalnızca endüstriyel üretim ve ileri teknoloji alanlarında değil, dünya ticareti içinde yer alan tüm ekonomik etkinliklerde egemenlik, birkaç büyük tekele aittir. Örneğin, BM kaynaklarına göre, dünya kimyasal madde üretiminin % 87’si; ABD, Japonya, Almanya ve İngiltere’ye ait az sayıdaki tekel tarafından yapılıyor. Dünyadaki demir cevheri, bakır, jüt, tütün, orman ürünleri, pamuk, kahve ve çay ticaretinin % 80’i, her ürün için sayıları 3 ile 6 arasında değişen dev uluslar arası şirket tarafından denetleniyor. Bizim şirketlerimizin çoğu ise(acımasız rekabete dayanabilenler elbette ki…) bu dev canavarlara ve onların hükümetine/yönetimine bağımlı durumda; devletimiz ise onlara karşı büyük bir borç yükü altında…

Görüldüğü gibi küreselleşme ya da Yeni Dünya Düzeni uluslar arası şirketlerin sömürü ve istismara dayalı egemenliğinin/yayılmacılığının adıdır. Yeni Dünya Düzeni ideolojisi sanki 2. Dünya Savaşı öncesi dünya koşullarına karşı açılan bir savaş gibidir; anlayış ve amacının temelinde, devletçi/ulusçu ekonomik uygulamalara ve ulusal bağımsızlık eylemlerine karşıtlık vardır.

Kalkınma ve toplumsal gelişmeyi, ATATÜRK’ün mali ve ekonomik bağımsızlık politikasına aykırı olarak; dış sermaye yatırımlarına bağlamak, pek çok az gelişmiş ülke yöneticisi için alternatifi olmayan bir yoldur. Buna inanan ya da inandırılan(ve çoğu da çok uluslu şirketlerin işbirlikçisi durumunda olan) yöneticiler, ülkelerine yabancı(yani, sömürgen) sermaye çekmek için her türlü ödünü vermeye hazır karakterli sapmışlardır. Bu sapmışlar, yabancı yatırım almak için, ulusal haklardan ve hatta insan haklarından kolayca vazgeçerler ve ülkelerinin geleceğini ipotek altına alacak anlaşmalara imza atmaktan çekinmezler. Türkiye’yi dışa bağımlı kılan Balta Limanı Anlaşması, Ankara Anlaşması, Gümrük Birliği Anlaşması hep bu sapmış zihniyetin icraatının sonucudur.

Uluslar arası Şirketler için, “az sermaye ile çok yatırım stratejik bir hedeftir. Bu nedenle, sermayesi kıt, birikimi yetersiz, hele gırtlağına kadar borç içindeki az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler; yabancı sermaye aldıkları oranda sanayileşmeden uzaklaşır ve yoksullaşır, dahası dışarıya daha çok bağımlı hale gelir. Brezilya’da bir dönem planlama bakanlığı da yapan ünlü ekonomist Prof. Dr. Furtada, uluslar arası şirketleri bir benzetmeyle şöyle tanımlamış: Uluslar arası Şirketler bazı egzotik ağaçlar gibidir. Bu ağaçlar belli bölgelere dikilince bütün suyu toplar ve araziyi kurutur…(BİTMEYEN OYUN, Metin AYDOĞAN).

Uluslar arası Şirketlerin ve onların güdümündeki gelişmiş devletlerin açtıkları kredilerin hemen tümü, borçlandırarak kendine bağımlı kılma ve sömürmeye dayalı koşullar içerir. Bu tür kredilere başvuran azgelişmiş bir ülke, sonu “ulusal tükeniş” olan bir yola girmiş demektir. Birbiriyle ilintili olan borç anlaşmaları arka arkaya imzalanır ve ülke kısa sürede borç almadan ayakta duramaz hale gelir. İşte Türkiye’miz de, ATATÜRK’ün ölümünden kısa bir süre sonra; ATATÜRK’ün eşsiz özgürleştirici uygulamasına ve bunca tembihatına rağmen, basiretsiz yöneticiler tarafından dışa bağımlı hale getirilmiştir(Bu konuda belgelere dayalı daha ayrıntılı bilgi, yukarıda belirtilen kaynak eserde bulunabilir).

İnsanları gerek bireysel, gerekse toplumsal düzeyde(Kutsal Vahyin uyarısına rağmen) sürüleştirerek tahakküm ve denetim altına almaya çalışan sapmışlığın en belirgin nitelikleri aldatmaca, yalan-dolan ve riyakârlıktır. Bu sapmış zihniyetin mensupları bunu reklamlar da dâhil, her şeyi kullanarak yapmaktan geri kalmaz.

Sadece ülkemizde iki milyonu aşkın insan kart borcunu ödeyemez duruma düşmüşken(Turgay FİŞEKÇİ- Cumhuriyet, 15 Nisan 2009) reklamlarla insanlar hala kart sahibi olma konusunda özendiriliyor. Bu durum özendirmenin de ötesinde kandırmaca ya giriyor, nasıl mı? Dünyanın işsizlikle, insanların yoksullukla boğuştuğu şu günlerde, bir banka yeni kredi kartını bedava!” diye reklam ediyor. Bu kart ile uçmak, gezmek, yemek-içmek, yatmak-kalkmak bedavaymış. Her kart kullanıcısı bilir ki, kartların sunduğubedavaları kazanabilmek için o bedavanın yüz katı cepten harcama yapmak gerek. Yüz harcayıp bir kazanmayı bedava yaşayış…” diye sunmak, göz boyayarak aldatmaca ile yalan-dolan değildir de nedir?

Böyle göz boyamaya yönelik kampanyalarla, bunları yapan kurumların sosyal sorumluluk imajları yerle bir olmuyor mu? ! İnsanlarla alay eder gibi, böyle bir kampanya nasıl önerilebilir müşteriye! Tanıtım ve reklamlarda saçmalığa varan fanteziler, canının derdine düşmüş yoksullara ne söyleyebilir! Üstelik bu göz boyamayla karışık empozisyon ve koşullandırma TV programlarında her 15 dakikada bir saygısızca sunulursa; bu sunum, duygu ve dikkat istismarından başka nedir ki! Büyük büyük kurumların sosyal sorumluluk projeleri ne sahip olması gerektiği söylenirken, bir yandan da; sorumluluk duygusundan payını alamamış bazı iş adamları ve yöneticilerin koca koca kampanyalar hazırlamaları ve bunları gün boyunca vatandaşa boca etmeleri hangi sağduyu ile bağdaşır.

Sadece yerel radyolar değil, TRT dışında televizyon kanallarının hemen hemen hepsi reklam(yani görsel empozisyon ve koşullandırma) aracı haline gelmiş. Reklam işkencesi ve kirliliği içinde izlemeye zorlandığımız diziler sanki reklam sektörüne hizmet eder duruma gelmiş. Üretici, reklam sektörü ve o reklamı yayınlayan TV kanalı kazansın diye, tüketicinin sağlıklı program izleme hakkı saygısızca ve bile bile çiğneniyor…

Sağlıklı program izleme hakkımız saygısızca gasp ediliyor, çünkü; bir tek program içinde aynı reklam defalarca gösterilmekle kalmıyor, aynı zamanda programın(dizinin, belgeselin) en olmadık yerinde(çoğunlukla da en heyecanlı yerinde) reklam yaygarası saygısızca(hem de biraz daha yüksek bir volüm ile), izleyicinin suratına çarparcasına veriliyor. Radyo ve TV kanalları sunucularının sık sık kullanmak durumunda olduğu; değerli izleyicilerimiz, sayın dinleyicilerimiz, saygı değer konuklar vb. gibi hitaplarla söz konusu saygısızlığın bağdaşmadığını, tam tersine göz boyama ile sunulan/sergilenen bir riyakârlık olduğu ortadadır. Reklamlarla, empozisyon ve koşullandırmalarla sergilenen bu fütursuz saygısızlığa bir tepki gösterilmemesi, söz konusu yayın organlarını denetlemek ve gözetlemekle görevli kurumlarca bir önlem alınmaması da, yukarıda sözünü ettiğimiz sürüleşmeye bir kanıt olmaktadır. Oysaki beşeriyet Kutsal Vahy tarafından yüzyıllar öncesinden sürüleşmeme/güdülmeme konusunda uyarılmıştı. Büyük çoğunluk, Kutsal Vahyin dikkat çektiği bu tehlikeye alışmış gibi görünüyor; hem de öyle alışmışız ki, bu durum bize çok doğal gelir olmuş sanki… Bu nedenle de Kutsal Vahyin sakındırıcı ve erdirici uyarısını bile anlayacak, aklımızı bu yönde işletecek durumda değiliz…

İşletilmeyen akıl ise; kolayca kandırılır, koşullandırılır ve sürüleştirilerek güdülür. Gurjieff toplumun bu durumu için, yıllar önce, Uyurgezer ve kendini bilmez bireylerden oluşan toplumu, uyurgezer ve kendini bilmez politikacılar yönetiyor.” Demişti. Şimdi bizde sapkınlık irdelememiz çerçevesinde şöyle diyoruz: Sapmış bireylerden oluşan toplumları, sapmış ve azmış politikacılar yönetiyor… Şimdi bu politikacılar da, Yüce ATATÜRK’ün yıllar önce söylediği gibi; “…gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde” bulunuyor. Bu yöneticilerin küresel baronları(az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki işbirlikçileri ile el ele vermiş) zaten uyur durumda kendinden habersiz toplumları daha da derin uykuya sokmak için beleşe de özendirmekten geri durmuyorlar. Prof. Dr. Erdal ATABEK günümüz(Eylül 2009) reklamlarının birinden esinlenerek toplumun durumunu şöylece betimliyor(Cumhuriyet 07 Eylül 2009): Reklamın mesajı ‘torpil yapan kart’; torpil, avanta babam sağ olsun, dayım halletti, bizimkiler çözdü, tanıdıklar araya girdi… Başkalarının hakkını yeme öğretisi, hakkı olmayana sahip olma kurnazlığı, çaktırmadan kayırma açıkgözlüğü ve kazanmadan harcamanın formülü…”

Bu şekilde; başıboşluğu özgürlük, avantacılığı/beleşçiliği kurnazlık sanan sapmış bir gençlik yetiştiriliyor. İşin daha da talihsiz yanı, geleceğimizden bu gençlik sorumlu. Yüce Atatürk, Türküye Cumhuriyetini herhalde böyle bir gençliğe emanet etmezdi. Çünkü o yüce insan, işe yarar bir genç için şöyle söylemişti: Bir genç, her şeyden önce güven vermelidir.” Devre sonu dünya gençliğinin günümüzde ne kadar güvenilir olduğu ortadadır. Bu durumda olan gençlerin nasıl kolayca kandırıldıkları konusunda bkz. HAŞHAŞ ve EMPERYALİSM, Aytunç ALTINDAL(sayfalar: 23, 107, 110, 111, 112, 117, 161).

Prof. Dr. Erdal ATABEK’in ifadesiyle; Önce alıştırılan, sonra uyuşturulan gençlikten ve toplumdan geleceğe yönelik bir yarar beklemek elbette gerçekçi ve güvenilir bir beklenti değildir. Sürüleştirerek gütme ya da bölerek parçalama ve yutma politikalarına önce alıştırılan, sonra da uyuşturularak koşullandırılan toplum; geçmişe dalıp gitmişken, geleceği yitirmekte olduğunu fark edemez. Zaten sürüleştirerek gütme politikası da bunun için yapılmıştır:
- Yüzünüze demokrasi derler, arkanızdan gülerler,
- Yüzünüze çok kültürlülük derler, arkanızdan bölerler,
- Yüzünüze değişim derler, arkanızdan soyarlar…
Bunu fark etmezsiniz bile çünkü önce alıştırılmış, sonra da uyuşturulmuşsunuzdur.

Bu uygulamanın; dostlukla, stratejik ortaklıkla, komşulukla ilgisi olduğunu düşünmek ve böyle göstermeye çalışmak; aptallık değilse bile aymazlık ve sapmışlıktan başka nedir ki! Kendini bilmezlikle gelen aymazlıktan ve uyurgezerlikten kaynaklanan bu sapmışlığın içler acısı ulusal ve uluslar arası/küresel görünümü, yüzyıllar öncesinde Peygamberin beşeriyetten şikâyetine neden olmuştu. Bu şikâyetin Furkan 27 ve devamındaki ayetlerde şöylece dile getirildiğini görüyoruz: Ey Rabbim! Doğrusu milletim bu Kur’an’ı terk etmişti.- Furkan 30. Furkan 30’dan önceki birkaç ayette de(Furkan 27’den başlayarak), sapmışlığın ve iş işten geçmişliğin kaçınılmaz pişmanlığını görüyoruz: O gün, zalim kimse ellerini ısırıp, ‘Keşke Peygamberlerle beraber bir yol tutsaydım. Vay başıma gelene… Keşke falancayı dost edinseydim… And olsun ki, beni, bana gelen Kur’an’dan o saptırdı. Şeytan, insanı yalnız ve acımasız bırakıyor…’ der”- Furkan 27 + 28 + 29.

…………………………………………
(1) Bu borç ancak 1954’te tamamen kapanabilmiştir(Cumhuriyet Strateji- 30.06.2008)
(2) Furkan 27..30 (Kur’an)

28 Şubat 2011 Pazartesi

Kabuklarımız

KABUKLARIMIZ
Derleyen : Selman GERÇEKSEVER
Bizim (ruh varlıkları olarak) hareketlerimizi engelleyen bu “k a b u k l a r” nelerdir? Enkarnasyon ile   zaten belli bir kapanma içine giriyoruz. Bir de bu atıl haldeyken, bizi statik hale getiren, bağımsızlığımızı tehlikeye düşüren ve üstelik maddeye bağımlısı yapan bu “kılıflar / kabuklar” nelerdir? Aslında bunlar hiç bilmediğimiz şeyler değil; kendini bilmeyen, uyur gezer dünya beşerine özgü beşeri zaaflarımızdan başkası değil. 

Örneğin;
-         Dogmatik ve ön yargılı bir kimse ne kadar özgür düşünebilir, anlayışı ne kadar geniş olabilir?
-         Tutucu bir bilim adamı ya da din görevlisi, kendi branşının ve anlayış kapasitesinin dışında ene kadar küresel ve realitelere saygılı düşünebilir?
-         Duygularının güdümünde olan bir kişi ne kadar özgür sayılabilir?Duydusal karmaşa ve çalkantılar içinde bulunan bir dostumuza ne kadar güvenebiliriz?
-         Esneklik, uyum özürlü ve sabırsız bir insan olayların sınayıcı etkisine ne kadar dayanabilir?
-         Gururlu / kibirli bir tutum ile çevresindekileri küçümseyen, hep kendi bildiğinin ve ağzından çıkanın  doğru olduğunu savunan bir kimse, çevresinde ne kadar sevilebilir?

Bunlar ve benzeri tüm beşeri zaaflarımızın genel simgesi “kabuklar” olmaktadır. Evet, bu yazımızda kısaca “kabuklar” simgesi altında beşeri zaaflarımızdan, nefsimizin / nefsaniyetimizin değişik veçhelerinden , sahte benliklerimizden ve “örtüler”den söz edeceğiz.

İsterseniz, önce tüm bunları biraz kapsamlı bir tanım içinde tanım içinde toparlayalım, yani “kabuk” un tanımını yapalım:
Belirli bir mekan eve zamanda gerçekten bulunuş
amacımıza ulaşmamızı engelleyen (ya da yavaşlatan);
kendi içimizdeki hakikati bulma çabamızı engelleyerek,
yaratılış (tezahürat) sürecine, gerçek tekamül düzeyimizin
gerektirdiği ölçüde katılmamızı sekteye uğratan, dolayısıyla
İlahi İrade Yasaları’ na şuurlu olarak katılmamızı engelleyen
(ya da ağırlaştıran) her şey  ” kabuk” tur.

RUHUN TANIMI:
İrade ve iktidarı sayesinde; uyum  sağladığı alemlerin yasalarına ve icaplarına uyarak , bilgi ve uygulama için, her istediği zaman plan düzenleyerek bedenlenen, maksatlı ve tesirlilik sahibi şuurlu bir varlıktır.
 
Kabuk” ile simgelediğimiz bu beşeri zaaflara ruhun tanımı açısından baktığımızda konunun önemine biraz daha nüfuz edebiliriz. Önce ruhun tanımını anımsayalım:
Ruhun tanımında da görüldüğü gibi, “kabuklarımız” la ilgili sorunları-
mız enkarnasyondan sonra (hatta enkarnasyon ile) başlıyor: Evet,  ruh
varlığı olark, irademiz ve iktidarımız sayesinde (içsel gelişim ihtiyaç-
larımız ve karmik birikimimizle) değişik tekamül ortamlarına uyum
sağlıyoruz, enkarne oluyoruz (oralarda tezahür ediyoruz) ama (tanımda
söz konusu edilen)yasalara ve icaplara uymaktaki başarımız, büyük ölçüde
kabuklarımız” a bağlı: “Kabuklarımız” ne kadar ince, ya da az ise, bu uyum o kadar kolay gerçekleşiyor.

Ayrıca, yine tanımda geçen “bilgi ve uygulama için” plan düzenleyip, onu realize etmek de; “kabukla” kavramında anlamını bulan beşeri zaaflarımızla (tutkularımız, özdeşleşmelerimizle, tutuculuğumuzla, enaniyetimizle vb.) ilgilidir. Çünkü bilgi uygulamasının ve dolayısıyla idraklenmemizin önündeki en büyük engel de yine kendimiz olmaktayız. Buradan da anlaşılıyor ki, (ruhun tanımının son kısmında geçen) “maksatlı ve tesirlilik sahibi şuurlu bir varlık” olmanın (yani, kısacası şuurlanmanın) önündeki en büyük engel de yine “kabuklarımız” olmaktadır.

Beşeri ve dünyasal koşullandırmalar da “kabuk” oluşumunun başka bir şeklidir: Doğumla birlikte; toplumsal etmenlerin (örf, adet, gelenek, görenek ve inanç şekilleri...) koşullandırmalarına sanki kat kat “örtüler” halinde  bürünürüz ki, bunlar da “kabuk” sembolizminde anlamını bulan ve elbette ki içsel gelişimi engelleyen etmenlerdir. (1) Sahte kişilik / benlik örtülerinden soyunmak ve gerçek kişilik özelliklerimizi(2) bedensel bende tezahür ettirmek, yani içsel gelişimimizi hızlandırmak için; “Bilgilenmek, doğru bildiğimizi uygulamak, bilgi üzre hareket etmek şarttır...” diyoruz ama bunu başarabilmek de söz konusu örtülerden arınmaya bağlıdır. Ancak bu konuda sergilenen kararlılığın “kabuk inceltmeye” (“örtüler”den birer birer kurtulmaya) büyük yardımı olduğu ortadadır: Yani, esas olan; kendini tanıma cehti içinde, önce “kabuklar”dan kurtulmak, sonra da eprövler içinde bilgi uygulamasıyla idraklenmek ve şuurlanmaktır. “Önce kabuklardan kurtulmak” diyoruz; çünkü idraklenme cehti de dahil, her türlü içsel gelişim etkinliğinin önündeki en önemli engel “kabuk” simgesiyle ifade edilmeye çalışılan; nefsaniyetin değişik veçhelerini oluşturan sahte benliklerimizdir.

Şimdi bu vardığımız noktanın doğal bir uzantısı olarak diyebiliriz ki, “kabuklar” giderilmesi gereken, (hiç değilse, en aza indirilmesi gereken ve olabildiğince kendimizden uzaklaştırılması gereken dirençlerdir. Bu cümleden olmak üzere de; bildiğimiz her şeyin, genel anlamda bilgilerimizin de “kabuklaşıp” bize ayak bağı ve köstek olmaması için onlar (doğru bildiklerimizi) yaşama uygulayarak ve başkalarının da yararına sunarak haletlerinin yaşanması ve idrak edilmesi gerek. Sürekli idraklenme cehti içinde olmak, bilginin “kabuklaşmasını” önleyen en güzel tutumdur.Birey bunda başarılı olduğu oranda yeni bilgilere ve bir üst realiteye açık ve hazır hale gelecektir. Bu durum, bağlı olduğumuz ruhsal plana daha iyi hizmet eder hale gelmek demektir.

Görüldüğü gibi, “bilginin kabuklaşmasını önleme cehti” bile, bireyi hemen şuurlanmaya yönelik durumlara getiriveriyor. Ancak, böyle güzel bir tutum içine girmenin ilk baştaki adımı ve “olmazsa olmaz” ı  bunun farkına varmak ve kendimizde “kabuklaşma” durumuna gelmiş olan eskimiş (yani, gerekli idraklenme çağrışımlarıyla benzerlerine bağlayamadığımız, yeterli işleme tabi tutamadığımız) bilgilerimizin de olabileceğini kabul etmek ve böyle bir duyarlılık içinde olmaktır.

Farkına varılmayan bir şeyin üzerine gidilemez, bu nedenle de varlığı kabul edilemeyen bir kusur düzeltilemez. Eğer bir bilgiyi, idrak etme çağrışımları oluşturacak şekilde irdeleyemiyorsak (ve merkezlerde sirküle edip, devinime tabi tutamıyorsak)(3) onu “kabuklaşmaya” terk etmişiz demektir. İnançlarımız da aynı şekilde; onların özündeki anlama / bilgiye nüfuz etmeden, kuru kuruya izliyorsak, onlar da zaman içinde kabuklaşır ve biz verimsiz ve otomatik bir uygulama içine girmiş oluruz.

Aslında  ve genellikle farkında değilizdir ama  inançlarımız en kalın ve giderilmesi belkide en zor “kabuklarımız” dır. Çünkü inançta, bireyi içeriden saran bir etki vardır.Bu nedenle inançlarımızı oldukları gibi kabul ederiz ve derinlerine inmeye cesaret etemek bir yana, onları sorgulamayız bile... Bu nedenle “kabuklaşmalar” oluşur ve giderek artar. Böyle olumsuz bir oluşumu daha başında engellemek için, inançlarımıza karşı, en azından onları ayıklayabilmmek gücünü sergilemekte yarar vardır. Olduğu gibi değil de, olması gerektiği gibi (şimdiki şimdik,idrak düzeyimizle ele alarak) onları yeniden tanzim etmekte yarar vardır.”İnanç kabuklaır” ndan olumsuz yönde etkilenmemek böyle olasıdır. Örneğin, Tanrı “bir” dir ama herkesin de kendisine göre bir tanrısı, bir tanrı anlayışı vardır.Bunun nedeni, herkesin kendine özgü “inanç kabukları” dır. Algılama anlayış ve inançlarına karşı tutumuna göre, Tanrı kavramı inancı, hatta imajı bireyden bireye değişir.

Tüm bunlardan dolayı; eskimiş, yıpranmış, içindeki özünü tamamen yitirmiş her türden inanç kabuklarını inceltmek, eski / orijinal özüne kavuşturmak artık olanaksız hale gelmiştir. Bu durumu iyi anlayarak, sanki yakıtı bitmiş ocağı yeniden canlandırıp, alevlendirme gayretlerinin işe yarar bir sonuca ulaştırmayacağını son kez de saptamak ve gereğini yapmakta, sadeleşmek açısından yarar vardır. Bunun için her inancımızı ayrıntılı olarak ele incelemeye almalı ve kabuklaşmış inançlardan uzaklaşma yollarını niyetlerimizde canlı tutmalıyız. Bu şekilde, beşeriyet olarak sahip olduğumuz tüm inançların özündeki bilgiye nüfuz ederek, onlarla aramızdaki bağları giderek ama biraz da hızla gevşetmekte, hatta azami derecede bu gevşekliği oluşturmakta yarar vardır. Esasen Yeni İnsanlık Dönemine hazırlanmanın en emin ve etkili yolu da bu olsa gerek: Katılaşmış anlayış ve inançları yumuşatmak ve onlarla olan bağları gevşetmekten başka çare yoktur. Enkarne durumda belki “kabuksuzluk” söz konusu olmayabilir ama; çok daha ince, ışığı geçirebilecek kadar saydam kabuklara sahip olabilmek için, sadeleşerek, esneklik becerimizi artırmakta yarar vardır.

Canlı bir küre olarak kabul ettiğimiz dünya gezegeni, gördüğümüz kadarıyla, kabuğunu değiştirme hedefine iyice yaklaşmış durumdadır. Bu değişimin maddesel ve manevi sarsıntılarını yaşıyoruz, Zaten, genel dejenerasyonun temelinde olan da budur. Çünkü her dejenerasyonun arkasından bir re-jenerasyon gelir: Yepyeni bir düzen, görülmemiş bir yenileşme dönemine girilecektir; aynen, cumhuriyetin kuruluşu gibi...

O halde, her şeye olduğu gibi, bilgilerimizin “kabuklaşmaları” na karşı da farkındalık içinde bulunmalıyız. Hep aynı bilgilerle yetinmek, en doğrusunu bizim bildiğimizi sanmak, en derin bilgilerin bizim elimizde bulunduğunu zannetmek, enaniyet sergilemekten başka bir şey değildir.

Zaman zaman çevremizde izlediğimiz gibi; “En doğru bizim hoca bilir, en yüksek planlarla bizim medyum bağlantı kurabiliyor ve bilgi alıyor,” gibi sahte benlik ve ince nefsaniyet oyunlarına gelmek değişik “kabuklaşmalar” ın belirtileridir. En iyisi, her türlü realiteye olduğu gibi, her türlü bilgiye de açık olmak, ne kadar süfli ve kaba olursa olsun, her şeyin (ve her bilginin) özündeki anlamı sezinlemeye  çalışmak her halde en akıllıca yol olsa gerek.

Kendisi gibi düşünmeyenleri, “en doğru benim bilgimdir” ön yargısıyla dışlamak, yine “kabuklar” içinde olmanın başka bir görünümüdür. Bu tutumun, besbelli ki, hoş görüyle, anlayışla ve realiteye saygı ile ilgisi yoktur ki bunlar da (yani,hoş görüsüzlük, anlayışsızlık, saygısızlık) çeşitli beşeri zaaflarımızdan kaynaklanan “kabuklar” ımızdır.

Son birkaç paragrafta paylaştıklarımızı kısaca derleyip toparlayacak olursak, şunları söyleyebiliriz:
A)    Genel (evrensel / varlıksal) anlamda olmak üzere; ruh varlığı olarak madde cevheriyle temasa geçtiğimiz andan itibaren(4) ağırlaşıyoruz, yoğunlaşıyoruz ve sanki “kabuk üstüne kabuk” kaplanıyoruz(5) Bu durum son derece doğal ve işin gereği bu; yani maddesel ortamda tezahür etmek başka türlü olmuyor. Maddeye dalmanın ve onun içinde onunla bilgi uygulaması yapmanın yolu bu. Durum böyle olunca da, yine bir bakıma; maddeye dalmanın, onun katmanlarında ilerlemenin araçları oluyor bu “kabuklar”... Örneğin, şimdi sahip olduğumuz fizik bedenimiz de böyle bir araç; maddesel ortamda bu deden ile (“beden” dediğimiz “kabuğa” / “zırha” bürünerek) bulunabiliyoruz.
B)     Özel anlamda (beşeri düzeyde) ise dünya denen bu tekamül ortamında, dünyaya özgü beşeri / toplumsal “kabuklara” bürünürüz (inançlarımız, adet, örf, gelenek, görenek vb.)Bu toplumsal / beşeri “kabuklar” ın yanı sıra, enkarnasyonla ilgili bir kabuklaşmamız da var: O da enkarnasyonla içine girdiğimiz şuur kararması / kapanması ve daralmasıdır.(6)  Çünkü enkarne durumda iken % 100 irade, iktidar ve şuura sahip değiliz. Bu melekelerimizin ancak ¼ kadarı şu dünya bedenini canlandırmaya ve şuurlandırmaya yetiyor. Şuur daralması ya da kapanmasıyla ortaya çıkan ego, duygular, tutkular, bağımlılıklar, özdeşleşmeler, arzular, yapay ihtiyaçlar, inançlar, koşullanmalar vb. “kabuk üstüne kabuk” oluşturuyor. Zaten inisiyasyonların ortak hedefi de, müritlerinin bu “kabuklar”dan  kurtulmalarına yardımcı olmaktır. Çünkü idraklenmek ve şuurlanmak bununla olasıdır ve her şey buna araçtır. İşte burada en çok dikkat edilecek husus, aracı amaç edinmemektir. Tutku ve ihtiras haline getirilen her şey dünyada kısa zamanda “kabuklaşmaya” neden olur.

Dünya beşerine özgü ve çoğunun enkarnasyon nedeni olan “kabuklarımız” dan biri de duygusallıktır.Duygusallık kabuğumuzu inceltmek ve ondan ondan kurtulmak için kim bilir kaç kez enkarne olduk Dünya gezegeni için, “duygular hapishanesi” denmesi boşuna olmasa gerek. Duygusallık büyük ölçüde; duyguların tanınmamasından, duyguların kontrolsüzlüğünden ve nefsi okşayan bir niteliğinin, hatta tesirliliğinin bulunmasından kaynaklanır.

Duygusallıktan niçin sakınmamız gerekir? Çünkü duygusallık, bizim gerçeğe yönelmemizi engeller.(7) Çeşitli konulardaki duygusallıklarımız derece derece nefsin katmanlarıdır / veçheleridir. Duygusallıkta bilgi olmadığı gibi, duygusallıkla yapılan uygulama da (içsel gelişim açısından) pek verimli değildir. Ayrıca, duygusalık bizden tesir çıkışını da engeller.Dışarıya tesir yansıtsak bile, bu tesir; duygusallık ile kirlenmiş olduğu için, geliştirici etkisini yitirmiş demektir. Bu şekilde, enkarne ruh varlığının iletgenlik / geçirgenlik işlevi kösteklenmiş ya da lekelenmiş olur.(8) ayrıca, ruh varlığı olarak; Yukarı’dan  aldığımız tesire de yanıt  (feedback) vermek zorundayız. Bunda başarı, duygusallıktan arınmakla olasıdır. Çünkü duygusallığın kaynağı astral kirliliktir. Varlıksal yapımızda(9) bulunan bedensel ben ile yüksek ben (asıl kendimiz) arasındaki bu tabaka ne kadar temiz ve geçirgen olursa, asıl kendimiz olan yüksek benliğimiz bu bedende(biyolojik yapıda) o kadar çok tezahür eder ki, bu da “beden içinde ruhsal yaşam sürmek” tir. “Beden içinde ruhsal yaşam sürmek” önemli ölçüde “kabuklar”dan arınmışlığın ifadesidir. Kuşkusuz, her realitenin kendine özgü bir duygusallığı (duygusallık alt basamağı) vardır.(10) Ama burada önemli olan, hangi realitede olursak olalım: duygusallıkla ilgili kabuklardan arınıp, realitemizin bilgisini hazmedip, bir üst realiteye yönelmektir.

Görüldüğü gibi, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz evrensel / varlıksal işlevimizi yerine getirmek ve tekamülde hızlanmak için; “kabukları” (dirençleri ) azaltmak, arınmak ve berraklaşmak gerek (11). Aksi taktirde, erdemli insanlara özgü hizmet ve vazife disiplini içinde kalamayız. İçinde bulunduğumuz grupta / birimde hiyararşik bir işbirliği de sergileyemeyiz. Yardımlaşma ve dayanışma şevkimiz duygusallık ile kırılır. Bunlar, duygusallık “kabuğu” nun neden olduğu engellemelerdir. Çünkü duygusallık “kabuğumuz” bir bakıma, dünya maddesine özgü kalın “perde” ya da “perdeler” den başka bir şey değildir; çünkü o sadece görüşümüzü değil, sezgilerimizi de engeller. Kontrolden çıkmış duygular, bu niteliklerinden dolayı; tekamül yolunda (spiralinde) istikrarlı bir şekilde (planımıza güven verir bir şekilde) ilerlememizi engeller.

Kontrolden çıkmış duygular aynı zamanda “nefsaniyet çalısı” nın dikenleri gibidir. Başkalarına her an batacak ve onların canlarını yakacak görünüm ve niteliktedir.  Duygusal çalkantı içinde olan kimseler, başkalarına güven vermekten uzaktırlar. Çevremizdeki bu gibi kimselerin yanında kendimizi rahat hissetmeyiz.

Ayrıca, duygusallık neyin değerli / değersiz olduğunu anlamamazı da engeller. Bu nedenle, duygusal kabuklar içinde bulunan bir kimsenin sahte / oyalayıcı değerlere kapılması ve takılması çok olasıdır.Her şeyin cazibe odağı halinde bulunduğu şu günlerde duygularını kontrol altına alamamış bir kimsenin ayrıntılar (gereksiz / yapay  icap ve ihtiyaçlar) içinde kaybolması, kolaylıkla kandırılması, olur olmadık (uyutucu) şeylerle koşullandırılması son derece kolaydır.

İşte bundan dolayı, derece derece duygusal varlıklar olan bizler için de her zaman dikkat etmemiz gereken bir husus ortaya çıkıyor: Yanılmamak için; duyguları da, değerleri de fantezi ve abartmalardan  soyutlayarak ele almak... Çünkü esas olan; sade olana, özde olana ve içte olana yönelmektir. Bu durumla ilgili olarak şu vecizeler de, aynı esaslara dikkat çekmektedir:
·        “En büyük erdem, tutkulardan arınmaktır.” –Zenon
·        “Yer yüzünde kendisinı abad edeen, gök yüzünde berbad olur.” – Sufi Vecizesi
·        “Dışını bezeyip süsleme! Dış mamurluğu iç haraplığından gelir.” – Sufi Vecizesi
·        “Neden hep çanağın dışını parlatmaktasınız? Dışı yaratan, içi de yaratmadı mı?”-Hz.İsa

Tüm bunlardan sonra; bireye “kbuklar” açısından da yaklaşıldığında, esası sadeleşmekten başka bir şey olmayan kendini tanımanın önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır: Burada, sadeleşmenin kapsamına girenler, doğrudan doğruya “kabuklarımız” dır ki, onların da; (az yukarıda aktardığımız ünlü filozofun öz deyişindeki) tutkular başta olmak üzere; bağımlılıklar, özdeşleşmeler, ön yargılar, gereksiz yapay icap ve ihtiyaçlardır. Burada, “sadeleşmek” ten kasıt (yukarıdakilere ek olarak) tüm sahte kişilik örtülerimiz de dahil; giyimde / kuşamda, yemede / içmede, düşünmede / konuşmada, (kısacası, içsel gelişime katkısı olmayan her şeyde) sadeleşmektir.

Yukarıda sadeleşme kapsamında önerdiklerimizden çıkarılabilecek başka bir sonuç da (yani, “kabuk” oluşumuna, “kabuklaşmaya” elverişli başka bir etmen de) sadelikten uzak bir yaşam şeklidir: İcaplar, ihtiyaçlar, arzular ve beşeri koşullandırmalar içinde boğulmuş, insanın gerçek doğasına uygun olmayan ve daha çok sürü zihniyetiyle, kaale alınma tutkusuyla sürdürülmeye çalışılan bir yaşam tarzı... Sadelik içinde ve çokluktaki birliğe yönelik bir yaşam şekli en büyük zenginlik ve erdemli insanlara özgü bir yaşam şekli olsa gerek.

Tüm bu hususlar (duygusallık, sadeleşmek, “kabuklar” vb.) içinde bulunduğumuz devre sonunun şu bitiş günlerinde daha özel bir önemi haizdir. Çünkü değişmekte olan dünyaya, zamana ve giderek içine girilmekte olan  Yeni İnsanlık Dönemi’ ne uyum sağlamak zorunluluğu giderek belirginleşmektedir. Kısacası, yeni döneme uyum için ve dolayısıyla daha az ıstırapla şu kritik günleri atlatmak için, bünyemizde “kabuk” nitelikli her şeyin en aza indirilmesinde yarar vardır.

Bunun için de; sadeleşmek, “kabuklar içinde sabitleşip kalmamak” ve “terk” şarttır. Burada, “terk” in kapsamına giren şeyler nefsaniyetin veçheleridir. Yani bireyi gerçek kurtuluşa erdirecek ve gerçek zenginliğe kavuşturacak olan, nefiste fakirleşmektir. Bu “terk” konusu zaman zaman yanlış olarak da algılandığından, yeri gelmişken üzerinde biraz durmak istiyoruz: Unutmayalım ki, kabuklaşmanın başka bir nedeni de, bu anlamda olmak üzere “terk edememek”tir. Zamanında terk edemediklerimiz, şimdi bünyelerimizde kat kat “kabuklar” halinde birikmiş durumdadır. Gelişim hareketimizi / hızlanmamızı engelleyenler de  bu gereksiz birikintiler ve tortular değil midir?

Bilgilerimiz ve anlayış şekillerimiz de dahil; kullandıktan sonra atamadıklarımız, bunlar da yetmiyormuş gibi, ardı arkası kesilmeyen yapay icap ve ihtiyaçlar ile bencilce (sahte benliklerden kaynaklanan) arzular, doymaz bir aç gözlülükle topladıklarımız  ve hep kendimiz için biriktirdiklerimiz, başkalarıyla paylaşamadıklarımız... İşte tüm bunlar “kabuklar içinde sabiteleşip kalmamıza”, hareket edemez hale gelmemize neden olan tortulardır. O halde, kişiyi batıran, biriktirdiklerinden başkası değildir. Bu nedenle, birikimimiz yerde ya da yersel değil, gökte ya da göksel olmalıdır. Burada ister istemez Hz.İsa’ nın sözünü anımsıyoruz:”Hazineleriniz nerede ise, gönlünüz oradadır.”

Görülüyor ki, içsel gelişimde yol almak ve hızlanmak “kabukların” terki ile olasıdır. Kurtuluş, “kabuklarda fakirleşmek” ile olasıdır: Sevgi, şefkat, fedakarlık gayreti ve çabası içinde “kabuklar” ın pul pul dökülmesi ve de yeni “kabuklaşmaların” önlenmesi gerekmektedir. Buna isterseniz “kabuksuzlaşma operasyonu” da diyebiliriz.

Son olarak “kabuk” ve dejenerasyon arasındaki bağlantıya da değinerek, yazımızı sonlandırmak istiyoruz: Bizlerin dejenerasyona maruz kalmamızın, ya da ondan kolayca etkilenmemizin nedenlerinden biri de; çeşitli zamanlarda oluşumuna göz yumduğumuz kabuklar, kendi manevi vücudumuzda (mantalitemizde) bulunan bu dirençlerimizdir. Kendini bilmeyen bir kimse için, bu “kabukların”  kaldırılması, yok edilmesi yönünde etkili bir araçtır dejenerasyon.Çünkü her bir dejenerasyon, her bir yozlaştırıcı şey,bir “kabuğun” ucundan tutup, kaldırmaktan ibarettir. “Kabuklarını”, kendini tanıma cehti içinde maksatlı ıstırap ile kaldıramayan birey, dejenerasyon içinde o kabuklardan bilmeyerek kurtulmaya çalışır (varlık olarak)...”Işık”ın (süptil tesirlerin) içeri nüfuz etmesi ancak böyle olasıdır. Dünya yaşamı içinde çeşitli nedenlerle bir takım özdeşleşmelere girmişiz, kendimize bazı putlar edinmişizdir. Bir şeyleri hep kendimize mal ederek, onları putlaştırmış, bünyemizde “kabuklaşarak” kalmalarına neden olmuşuzdur. Bunlar çoğaldığı zaman birey, tekamül yolunda hareket edemez hale gelir. Bu durumda birey, ufkunu genişletecek bir yürüyüş olanağını yitirmiş demektir. En iyisi, bu “kabuklaşmaya” zamanında müdahele etmek gerek. Çünkü ilerlemekten, yürümekten başka çaremiz yoktur. Durmak gerilemek demektir. “Kabuklar” da en durdurucu kösteklerdir. Ayağımızda bu kösteklerle dejenerasyonun oyuncağı olmak yerine, zamanında uyanık davranarak, “kabuklaşmaya” meydan vermemek en akıllıca yol olsa gerek. Özellikle çocuklarımızı bu yönde uyanık tutmalıyız. Aksi taktırde, sadece “kabuklar içinde sabitleşip kalmakla” kalmayız özgürlüğümüzü de yitiririz. Çünkü gerçek özgürlük, içsel gelişime yönelik sadeleşme (“kabuklardan” arınma) ile gelen özgürlüktür. Gerçek özgürlük, toplum bilimin ve hukukun tanımladığı ve hatta  anayasalarda tanımlanan özgürlük değildir. Gerçek özgürlük; bizim kendi iç değişmemize engel olan barikatları / dirençleri ortadan kaldırabilecek iradeye sahip olmaktır.
.................................
(1)      Enkarne olmadan önce hazırladığımız yaşam planına göre “gerçek kişilik örtüleri” ne bürünürüz. Enkarne olduktan sonra, bu örtüler / özellikler içinde yaşam planını uygulamak makbuldur. Ama enkarne olduktan sonra, dünyasal ve beşeri koşullandırmalarla bir çok sahte kişilik özelliklerine / örtülerine de bürünürüz. Bu örtüler, bu yazımızın konusunu oluşturan “kabuklarımız” dır. İşte burada makbul olan ve bizi yaşam planımızda başarıya götürecek olan, sahte kişilik örtülerinden arınıp, asıl kişilik örtülerimizi bedende tezahür ettirmektir. (Şema ve ayrıntılı bilgi için bkz. PARAPSİKOLOJİ ve Ruhsal Arş.Dergisi:, sayılar: 57+58.)
(2)     Ayrıntılı bilgi ve “ÖRTÜLER TABLOSU” için bkz. KENDİNİ TANIMA REHBERİ (Akaşa Yayınları) ve PARAPSİKOLOJİ ve RUHSAL ARŞ. DERGİSİ, sayı: 58, sayfa: 13.
(3)     Bilginin merkezlerde sirküle edilmesi ve devinime tabi tutulması” için bkz. PARAPSİKOLOJİ ve Ruhsal Arş. Dergisi (sayı:50, sayfa-24)
(4)     Ruhu maddeden ayıran en önemli özellik, onun tesirlilik gücüdür. Ruh, bu gücünün gelişmişliği oranında, maddeleri kullanır. Fakat bu tesirliliğin maddeler üzerinde gerçekleşmesi gene maddeler aracılığıyla olur. Ruh , bir maddeye, ancak o maddeyle ilgisi bulunan başka maddeleri kullanarak etki eder. Bu araçların başında, ruhtan asla ayrılmayan ve ruhun madde evreninde geliştirdiği perispirisi gelir.RUH VE KAİNAT, Bedri Ruhselman (Cilt-I, sayfa: 166)
(5)     “Ruh varlığı küreden küreye düşerken, gitgide ağırlaşan bedenlere bürünür. Bu düşüş dünya zindanına varıncaya kadar sürer. Gitgide maddeye daha çok bağanmanın verdiği sarhoşlukla manevi kökenlerinin anısını unutur.” -Hermes
(6)     Şuur “daralması” ve “kapanması”: Varlıklar üç şuur türünden biriyle enkarne durumdadırlar: Açık şuur, dar şuur, kapalı şuur. Bunlardan “açık” ve “kapalı” şuurlar planlarını öyle yapmış, yaşam planları bunu gerektiriyor. Ama “dar” şuur, (ataletten ve kendinden habersizlikten dolayı)  “açık“ şuurun daralmış  şekli olmaktadır.
(7)     Duygusallık konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. PARAPSİKOLOJİ ve Ruhsal Arş. Dergisi (sayı: 55, sayfa-9)
(8)     Oysaki, enkarne varlığın en temel görevi; içinde maddesel olarak tezahür ettiği alem ile ruhsal alem arasında “ara plan” işlevi görmektir. Ama duygusallık ve astral kirlilik bu işlevin önündeki en büyük engeldir (“kabuktur”).
(9)     Varlıksal yapımızla ilgili şema için bkz. PARAPSİKOLOJİ ve Ruhsal Arş. Dergisi (sayı: 50  )
(10)   Beşeri realitelerle ilgili şema için bkz. PARAPSİKOLOJİ ve Ruhsal Arş. Dergisi (sayı: 52  )
(11)   Kalp temizliği: Kalp çakrasının açık, temiz ve normal çalışıyor olması.

BİLGİYİ BİLGİ İLE SINAMAK...


BİLGİYİ BİLGİ İLE SINAMAK…
DERLEYEN: Selman Gerçeksever

      Sonsuz tekamül yolculuğu içinde, değişik tekamül realitelerinde bulunan varlıklar; içinde bulundukları realitenin hakkını verebilmek cehdi içinde, doğal olarak kendi realitesinin savunucusu durumundadırlar. Söz konusu savunmanın gereği olarak, varlık varlığı sürekli olarak kendi düzeyine çekme eğimi içindedir. Böyle bir çekim, epröv yaratmak ve halet yaşatarak bilgiyi deneyimlemek/deneyimletmek esneklik ve uyumu artırmak açısından yararlıdır. Ancak, nefsani tutumlar içinde, bir bireyin; kafasındaki sahte/yapay hedefleri paylaşacak ortaklar araması ve hatta ne pahasına olursa olsun, gelişim hızını azaltıcı sonuçlar doğuracaktır.

      Oysa ki, makbul olan; karşımızdakilerin / çevremizdekilerin realitelerine uygun kavram ve örnekleri kullanarak, yeni bilgileri aktarmaktır. Bu bakımdan çevremizdeki realite mensuplarının sahte hedefleriyle ilgili empozisyonlarına ve özendirmelerine, hatta koşullandırmalarına karşı da uyanık bulunmak durumundayız… Arıca unutmamak gerekir ki; her varlık, kendi yönünü kendi belirlemek durumundadır.  

      Varlık her realitede, o relitenin bilgi düzeyi ile muhataptır. Kaçınılmaz bir sorumluluk getiren bu muhatabiyet, o realitede bulunmanın ve bir üst realiteye yönelmenin gereğidir. Ancak, bir üst realiteye yönelebilmek için, içinde bulunulan realitenin bilgisinin özümlenmesi ve kullanılabilir hale getirilmesi şarttır. Bunun  olması için de, muhatap olunan bilgiye sadakat şarttır. Bir bakıma, ‘bilginin kaynağına teslimiyet’ demek olan bu sadakat; aynı zamanda bilgiyi özümlemenin ve  eski realitenin özü ile, yeni realiteyi bağdaştırmanın gereği olan uygulamayı  da kolaylaştırır. Dolayısıyla muhatap olunan bilgiyi anlamaya çalışmak, uygulamak ve özümlemek  yerine; beşeri zan ve kuşkularla bilgiyi sınamaya kalkmak, bireye zaman kaybından başka bir yarar sağlamayacağı gibi, yukarıda sözünü ettiğimiz sadakatin de tersine hareket etmiş olma kusurunu beraberinde getirir. Bilgiyi anlama ve idrak etme cehdi çerçevesinde sınamak elbetteki yararlıdır. Ancak, bu sınamanın makbul ve bilgiye sadakati zedelemeyecek tarzda olanı, bilgiyi bilgi ile sınamaktır.

      Bilgiyi bilgi ile sınamak; aynı zamanda, bilgiyi bilgi ile açmaya çalışmaktır ki; destekleyici ve ilerletici bilgi ile muhatabiyetin gereği de budur. Bilgi enerjisinin fizikte somutlaştırılmasının ; yani, bilginin kendisini bir zeminde inşa etmesinin ön koşulu da budur. Görülüyor ki, esas olan; bilginin tesirini almaktır ki, bunun yollarından biri de, bilgiyi bilgi ile sınamaktır, ona kuşku ile bakmak değil…Bu şekilde birey, bilginin kendini açmasına ve kendini belli bir zeminde inşa etmesine fırsat vermiş olur.

      Yukarıda sözünü ettiğimiz, belli bir realitede bulunmanın kaçınılmaz gereği olan, o realitenin bilgisi ile muhatabiyetin getirdiği zorunluluk; ona bakmak değil, onu idraklenme cehdi içinde özümsemektir. Genel anlamda, bir şeye bakılabilir ama esas olan, onu (yani, baktığın şeyi) görmektir; ama daha da iyisi, gördüğünü anlamaktır. Hatta, anladığını idrak edip, öteki varlıklarla (ilgilenenlerle, durumu / kapasitesi uygun olanlarla) paylaşmaktır. Burada ‘görmek’, bilginin içeriğini kavramak, anlamak ve idraklenme cehdi içinde onu özümlemektir. Başka bir deyişle; bilgiye (ışığa) bakmakla yetinmeyip, onun içeriğini görmek, titreşimini fark etmek, sindirmek ve hatta çevreye yansıtmaktır makbul olan.

      Esasen içsel gelişimin, yardımlaşma ve dayanışmanın gereği olarak, bireyden beklenen de budur. Ayrıca, unutmayalım ki, bir üst düzeyin bilgisine kavuşmanın, ona liyakat oluşturmanın gereği de budur. Yani, Yukarı’ya olan güven ve teslimiyet hissiyatı içinde, idraklenme cehdini sürekli kılmak… Bu uygulamayı yaptığımız tekamül ortamında geçerli olan zaman-mekan koşulları bizlere yüklenmiş ağırlıklar değildir. Zaten böyle olmuş olsa bile, bu koşulların çoğu bizden dolayıdır; yani, gereken zaman ve yerde, gereken sadeleşmeyi gerçekleştirememek…     
                                                                     -  o  O  o  -

AKILLI OL

AKILLI OL 
D E R  L E Y E N :   S e l m  a n   G E R Ç E K S E V E R
“Akıllı ol!”, günlük yaşamda belkide en sık işittiğimiz ve kullandığımız  hatırlatmalardan birisidir. Akıllı olmak, elbette ki iyidir ama ne anlamda? Kendini bilmeyen, bencil bir kimsenin akıllı olması ile, bilge bir kişinin akıllı olası aynı mıdır? Yani bu iki tür insanın akıllarını kullanması ve yaşamda vardıkları sonuçlar aynı mıdır? Bir kimse düşünün ki, zekası ile gayet güzel sözcük ve mantık oyunları ve ufak tefek yalanlarla çevresindekileri aldatabiliyor ve kendince “aklını kullanıyor” ya da “akıllılık ediyor”… Sadece kendisinin akıllı olduğu zannı içinde, sözüm ona çevresiyle ilişki ve iletişimini “akıllı” bir şekilde sürdürüyor. Ama yalancının mumu ne zamana kadar bilirsiniz; çekirge bir atlar iki atlar, ondan sonra başına ne gelir bunu da bilirsiniz.

Nefsin eline geçmiş böyle bir akıl ile yaşamak, yani; yalan dolan, demagoji, mugallata ve çeneleşme üzerine kurulu bir iletişim ve etkileşim şekli ne kadar sağlıklıdır ve “böyle aklı” olmak bireyin başına neler getirir bilirsiniz. Daha doğrusu hepimiz bunu öğrenmişizdir yaşam kültürü içinde sınaya yanıla, sınaya yanıla… Ya da biraz, bilge kişilere özgü aklımız varsa, “böyle akıllı” geçinenlerin içine düştüğü komik ve kendini bilen insana yakışmayan durumları izleye izleye.

Evet, izlemek, yani gözlemlemek / tanık olmak ama sağlıklı bir gözlem ve tanıklık… Bunu hem çevremizde olup bitenlere, hem de kendimize yönelik olarak yapmak ne kadar önemlidir bilirsiniz. Sağlıklı gözlemin, içsel gelişim açısından yararlarına bu sayfalarda zaman zaman hep değinildi. İşte biz de bu yazımızda bu konuyu, kendimize yönelik gözlemi ve tanıklığı biraz ağırlıklı olarak ele alacağız. Tanıklık, kendimize yönelik ama neremize? Evet, bunu tahmin etmek zor olmasa gerek; yukarıdan beri biraz dikkatli okumaktaysanız, söz konusu gözlemin hedefi aklımızdır.  Bu yazımızın başlığını oluşturan “Akıllı ol!” hatırlatmasının, hatta uyarısının bilgeliğe yönelik işlevi nasıl bir akıl ile olasıdır. Nefsin eline geçmiş bir aklın, gerçek akıllılık mı yoksa bir tür “budalalık”(1) mı olduğunu irdelemeye çalışacağız.

Doğu Ezoterizmi’nde “budalalık” sözcüğünde anlamını bulan bir akıl kullanma şekli tamamen kendini bilmeyen bireye özgü bir uygulamadır. Bu uygulama niçin budalacadır? Çünkü birey, aklının yönetimini nefsinin (ve sahte benliklerinin) eline kaptırmakla kalmamış, aynı zamanda o aklı ve düşünceleriyle özdeşleşmiştir. Aklını ve düşüncelerini kendisi sanmanın illüzyonu içinde, çevreyle sağlıksız, (doğal olarak, içsel gelişim açısından da) yararsız ilişkilerini sürdürmeye çalışır. Buna “illüzyonel ve kendinden bi-haber(habersiz) yaşam denmiştir. Çünkü bizler ne akılız ne de düşünce. Bunlar özdeşleşilecek şeyler değildir. Bunların hiç biri biz değiliz; ne akıl, ne düşünce, ne de beden…

Öyleyse bunlar niçin vardır? Sadece tanık olmak, onları gözlemlemek ve onları (ve asıl kendimizden başka her şeyi) araç olarak kullanmak ve idraklenerek şuurlanmak için vardır. Belki, “Bunun böyle olduğu nereden malum?” diyebilirsiniz, haklı olarak. Biz de yanıt olarak deriz ki, “İçinize dönün ve görün.” Evet, bunu kendi kendinize gözlemleyin. “Düşünceler süreci” nden(2) başka bir şey olmayan aklınıza tanık olun, kendinizi ondan ayrı tutmaya çalışarak, herhangi bir şeyi izleyen tarafsız bir gözlemci gibi. Bunu, kendi kendimizi aldatmadan (daha doğrusu aklımızın iğvasına kapılmadan) yapabilmek için aklımızla ve düşüncelerimizle özdeşleşmiş olup olmadığımıza karar vermeli ve her ne ise gerçeği kabul etmeliyiz. Onlarla özdeşleşmişsek; önce bunu fark etmeli, kabullenmeli ve önce bu özdeşleşmeden yakamızı kurtarmalıyız. Aksi halde böyle bir özdeşleşme içinde yapılan tanıklık ve gözlem sağlıklı olmaktan çok uzaktır.

Evet, denemiş olanlar bilir; bu kolay değildir ve buna engel yine aklımızdır. Çünkü o gözlenmekten, birinin tanıklığı altında olmaktan hiç hoşlanmaz; ister ki hem  tamamen başı boş olarak, hem de alabildiğine özgür olarak koştursun dursun. Ama bu özgürlük ehlileştirilmemiş vahşi hayvan özgürlüğüdür, erdemli insanlara özgü ruhsal özgürlük değil. İşte yapılacak iş, bu vahşi aracımızı ehlileştirmek, onu kaba nefsaniyetin elinden kurtarmak için de; önceleri tamamen tarafsız kalmaya çalışarak onu izlemek. Ondan ayrı (evet, gerçek anlamda ayrı) olduğumuzu bilerek izlemek, tanık olmak. Akıl olmadığımızı hep hatırda tutarak izlemek ve ona sadece tanık olmak, başka hiçbir şey değil. Bırakın, akıl her ne ise o olsun. Ama biz akıl değiliz; akıl olmadığımız gibi, düşünce ve beden de değiliz.

Böyle bir niyet ve uygulama içinde akla yöneldiğinizde, onunla daha az özdeşleştiğinizi kanıtlamış olacaksınız ve hemen göreceksiniz ki; akıl, gücünü yitiremeye başlayacaktır. Çünkü akıl, gücünü; bizim onunla özdeşleşmemizden alır. Onun gücü, siz onunla özdeşleşmiş olduğunuzdan dolayı vardır. Bu şekilde kanınızı emer durur; bencilce ve (Budizm’deki ifadesiyle) “budalaca” uygulamalar içinde içsel gelişiminizi yavaşlatır ve zorlaştırır. Ama açıktan ve uzaktan sadece bir gözlemci olarak ona bakmaya başladığınız zaman, akıl eksilmeye ve gücünü yitirmeye, daha doğrusu nefsani kabalığını yitirmeye başlar. Aklın gücü nefsani kabalıktır. Aklın bu şekilde güçsüzleşmesi sahte benlikleri de zayıflatır. Bu durum; başka türlü ifadesiyle, nefsani aklın ve sahte benliklerin kontrolünün yavaş yavaş bizim kendi elimize geçmesidir. Ama genellikle durum böyle değil; tanımakta ve eğitmekte çok zorlandığımız nefsimiz aklımızı, aklımız da bizi ele geçirmiş durumda… Yani arabacının kontrolundan çıkmış atlar almış başını gidiyor; beden arabasını da arkalarından sürüklüyor ve arabacı bir türlü olaya el koyamıyor, çünkü arabacı(bedensel eben)  uykuda…

O halde ne yapmak gerek? Yukarı da da değinip geçtiğimiz gibi, önce gerçeğin (acı da olsa) bu olduğunu kabullenmek ve duruma şimdilik tanık olmaya çalışmak. Zaten akla karşı herhangi bir eylemde bulunmaya gerek yok. Neden gerek yok, çünkü, her şeyden önce bunu kim yapacak? Yine akıl değil mi, aklın kendisiyle mücadelesi olurdu bu. Aklınızı ikiye böleceksiniz; biri, kendinin öteki parçasını öldürmeye çalışarak ötekine egemen olmayı, ötekinin üstüne çıkmayı deneyecek ki, olacak şey değildir bu, saçmalıktır. Bunu önermiyoruz. Akıl ya da düşünceyi durdurmaya çalışmayın, onları gözleyin. Hatta aklı tümüyle özgür bırakın; istediği kadar, istediği hızda koşsun, denetlemeye çalışmayın ama sadece sabırlı ve ön yargısız bir tanık olun.

Akıl durursa, günün birinde kendi kendine durur, ama hiç kimse onu durduramaz. Onu sadece gözlemleyebiliriz ve onun ne olduğunu, neden sürekli koştuğunu anlamaya çalışırsınız: Örneğin, eğer akıl para konusunda düşünüyorsa, anlamaya çalışın onu. Para konusuna hayal kurmaya, piyangodan ikramiye kazandığınızı ya da şunu bunu düşünmeye başlar. Hatta, sonra o, parayı nasıl harcamalı diye düşünmeye bile başlar. Bu da yetmez; akıl, bir cumhurbaşkanı, bir başbakan olduğunu bile  düşünür… Aklı gözleyin yalnızca; akıl neye doğru gidiyor diye gözleyin onu. Aklın nerelerde at koşturduğuna tanık olun.

Akla düşman gözüyle de bakmayın, onu gözleyen bir dost olun; çünkü akla düşmanınızmış gibi, ya da siz onun düşmanıymışsınız gibi bakarsanız, gözlemleyemezsiniz onu. Birine düşman gibi bakarsanız, ona hiçbir zaman derinliğine bakamazsınız. O kimsenin gözlerinin içine asla bakamazsınız, gözlerinizi kaçırırsınız. “Aklı gözlemleyelim” derken, şunu kastediyoruz: Ona derin sevgiyle, hoşgörüyle ve hatta saygıyla bakalım. Çünkü her şey gibi, akıl da  bize Tanrı tarafından verilmiş bir tekamül aracıdır, Kur’an’ca ifadesiyle “nimet” tir. İçsel gelişim araçları olan nimetler bizlere kullanılsın, yararlanılsın diye verilmiştir; özdeşleşilsin, putlaştırılsın diye değil. Akıl da bir araç olmalıdır, efendi değil. Ama ne yazık ki, beşeri koşullandırlamalar ve maddesel bağımlılıkla akıl, efendi haline gelmiştir. Gözetimden çıkmış nefsani akıl efendi olduğu zaman, bireyden bilgelik beklenemez. Bu nedenle doğru dürüst meditasyon bile yapamıyoruz.  Çünkü akıl efendi olduğu zaman, meditasyon dışı bir durum vardır. Ama siz (bilinciniz) efendi olduğu zaman, bir meditasyon durumu var olabilir.

Aslında aklın kendisinde yanlış bir şey yoktur. Düşünmenin de kendisinde yanlış bir şey yoktur. Aklımızdan geçen düşünceleri gökyüzündeki bulutlara benzetelim: Gökyüzünde hareket eden güzel bulutlar gibi, içsel gökyüzümüzde de düşünceler sürekli olarak hareket halindedir ve bu durum güzeldir de… “Ağaçlarda açan çiçekler gibi, bedensel benimizde beliren düşünceler de neden güzel olmasın?”(2)

Aklın ince nüanslarnı, ani dönüşlerini, ani atlayışlarını ve hatta sıçrayışlarını, akılın oyunlarını, onun ördüğü rüyaları, hayal gücünü ve belleği hep gözleyin. Gözleyin, tanık olun ama hep mesafeli, uzak ve karışmadan bunu yaparsanız, gitgide duyumsamaya başlayacaksınız onu. Bu tanıklıkta, dikkatiniz ve farkındalığınız geliştikçe / derinleştikçe; “geçitler” ve “aralıklar” ortaya çıkmaya başlar. Bakarsınız, bir düşünce gider, bir başkası gelmiştir ama arada bir boşluğun yer aldığını fark etmişsinizdir. Aynen bulutlar gibi; biri gidince bir sonraki geliyor ama arada bir “boşluk” var.

Bu şekilde ve işte bu aralarda “akıl yokluğunun anlık görüntüleri” ne tanık olursunuz ve “akıl yokluğu” nun tadı işte buralarda çıkarılır. Bu küçük aralıklarda, birdenbire içsel gökyüzünüz de açılır ve sanki bir güneş parlar. Burada “akıl yokluğu” mecazi bir ifadedir. Akıl yine oradadır ama onu kullanabilir ya da kullanmayabilirsiniz, kendi başına buyruk değildir. “Aklın yokluğu” akla karşı değildir; “akıl yokluğu” aklın ötesindedir. “Akıl yokluğu”, aklı öldürmek ya da onu yok ederek gelmez; “akıl yokluğu”; aklı, düşünceye artık gerek kalmayacak biçimde toptan kavradığımız zaman gelir. Bu durumda kavrayışımız onun yerini almıştır.

Gözlerinizdeki perde artık orada değildir. Açık seçik görürsünüz, derinliğine görürsünüz, tüm var oluş saydam hale gelir.”(2) Başlangıçta; kısa, az ve uzak aralıklarla olur bu: Küçük “sessizlik havuzları”, bunlar gelecek ve gidecekler. Ama artık doğru yolda olduğunuzu bilirsiniz ve yeniden gözlemeye başlarsınız. Bir düşünce geçtiğinde, onu gözlersiniz. Bir “ara” geçtiğinde onu da gözlersiniz, tarafsız ve sakin bir gözlemci olarak. Bulutlar / düşünceler güzeldir, ama aralardaki güneşin pırıltısı daha güzeldir. Bir “seçici” değilsiniz şimdi. Sabit bir akla sahip değilsiniz şimdi. “Bulutları / düşünceleri” değil, sadece aralıkları istiyorum.” demezsiniz. Aptalcadır bu, çünkü; bir kez sadece aralıkları istemeyi tutku haline getirir, aralara bağımlı olursanız, tekrar düşünme moduna girmiş olursunuz. “Bağlılık içermeyen tanıklık” önemlidir. Bağlılık, aklın devam etmesi için besindir. “Bağlılık içermeyen tanıklık” ise, onu durdurmaya çaba göstermeksizin durdurmanın yoludur.  Bağlılık oluşmaya başladığı zaman, bu “aralar” kaybolacaktır. Bu “aralar” çıkarsa, kendiliğinden meydana çıkar, onları meydana çıkarmaya zorlayamazsınız. Bu “aralar” la gelen mutluluk dolu anlardan, keyif almaya başladığınız zaman, onları daha uzun aralıklarla elde tutma yeteneğiniz artar.

Bu şekilde günün birinde usta haline gelirsiniz. O zaman düşünmek istediğinizde, düşünürsünüz; düşünceye gerek olursa, onu kullanırsınız. Düşünceye gerek yoksa, onun dinlenmesine izin verirsiniz. Bu, içten dışa doğru olmak üzere; akıldan değil, kalpten bakmaktır. Bu şekilde kalpten bakışla, tüm evren bir birlik gibi görünür. Birlik, sadece kalp ile yakalanır, akıl ile değil. Akıl bir bölücüdür; kalp ise sentez üretir. Akıl ile yaklaştığınız zaman, tüm dünya atomsal hale gelir, yer küre atom atom bölünmüştür. Akıl çözücü ve bölücüdür, akıl ise birleyici, bütünleyici. Kalp birleştirici bir deneyim sağlar. Çokluktaki birliğe; akılla değil, kalp ile gidilir. Kalpten bakabilirseniz, tüm evren tek gibi görünür. Bir ve Tek Olan Bütünsel’ i o zaman daha derinlemesine sezinlersiniz.

İşte asıl deneyim, yaşanacak deneyim budur: Çokluktaki birliği, görünenin ardındaki görünmeyeni, görüneni de yönetenin görünmeyen olduğunu derinden hissetmek ve her şeyin aslında bir ve tek olan bir şey olduğunun kendimizin de O’ndan olduğunu anlamak. Bu akıl ile kavranacak bir şey değildir. Beşeri düzeydeki tüm deneyimler ise aklın aldatmacalarıdır (iğvasıdır) sadece. Özellikle nefsani deneyimlerin hemen ehemen tümü zorluklardan kaçıştır. Nefsani kişi bedensel ve zihinsel konforunun bozulmasını istemez.

Bu nedenle aklımıza karşı, yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız anlamda bir tavırlanma içinde değilsek ve bu akla çok güveniyor ve her şeyi onunla halletmeye çalışıyorsak, hedefe vardığımıza dair aldatıcı bir duyguda kaybolma olasılığımız çoktur. Çünkü akıl, “Gidilecek yer kalmadı, vardın artık…” yanılsamasını oluşturabilir. Eğitilmemiş, kontrol altına alınmamış akıl aldatıcıdır; hiç kimse tarafından değil, kendi aklınız tarafından aldatılırsınız. İçsel gelişim yolunda, birey kendi kendisine engeldir; bu engel de onun kendi nefsi, nefsani aklı ve sahte benlikleridir.

Bunlar aslında aklın ve egonun kendine özgü nitelikleridir. Onlar oluşum olarak (bedenlenmeden dolayı) böyledir: Ego ve akıl sonuçlara şiddetli bir istek duyar; bu nedenle hep sonuca / sonuçlara yönelir. Nefsani ya da “egosal akıl” hiçbir zaman eylemin kendisiyle ilgilenmez, sadece en kısa yoldan ve zahmetsiz olarak sonuca ilgi duyar. Öğrenim görmüş kişi (yani, yaşam kültüründe “akıllı” kabul edilen kişi) kurnaz olabilir ama bilge olamaz, yalnızca akıllı olur. Hatta akılını nefsinin eline iyice kaptırmış ve biraz da zeki ise o kadar kurnaz olur ki, hiçbir şey yapmadan her şeye sahip olmak ister ve onun için maddesel birikim(3) en büyük güç ve güvencedir.

Bu nedenle, meditasyon yapmak da egosal aklı rahatsız eder. Egosal akılları baskın olanlar meditasyondan sıkılır, kolay kolay yapamazalar. Çünkü, sonuçlara şiddetli bir istek ve merak duyarlar. Oysaki meditasyon, herhangi bir sonuca yönelmeyen bir durumdur. Yalnızca, sonuca yönelmeyenler rahat ve gerçek meditasyon yapabilirler. Ayrıca, meditasyona engel, elbetteki egosal aklın bitmek tükenmek bilmeyen gevezeliğidir. Bir dakika bile oturamazsınız. Akıl gevezelik etmeyi sürdürür hep, durmaz onun çenesi; sizin meditasyon ya da bir ibadette oluşunuz hiç önemli değil, hatta çok sıkıcı ve anlamsızdır. Sizin içinde bulunduğunuz ya da bulunmaya niyetlendiğiniz durumla ilgili / ilgisiz, anlamlı / anlamsız düşünceler sürer gider. Sürekli bir düşünce trafiğidir, sürekli ve uğultulu… Bu nedenle, egosal nitelikli bir akla sahipseniz, kolay kolay meditasyon ya da ibadet yapamazsınız: Aklınız, bu basit yöntemlerin hiçbir yararı olmayacağını fısıldayacaktır kulağınıza; “Onlar basittir, hiçbir şeyi başaramazlar. Tanrısal varoluşa ulaşmak için böyle basit yöntemler nasıl kullanılabilir, nasıl herhangi bir yardımda bulunabilirler…” diye. Egonuz onların hiçbir yararı olmayacağını söyleyecektir. Şimdi gelin de, “Yarabbi, beni bu akıl derdinden kurtar!” diye dua eden Sufiye hak vermeyin…

Tüm bunlardan dolayı, beşeri akla karşı dikkatli, hele egosal akla karşı daha da dikkatli olmakta çok yarar var. Değerli yazar ve konuşmacı Osho, daha da ileri giderek(2), “Aklın sağlayacağı yanıtlardan / çözümlerden hiç birine inanmayın!” diyor. Akıl, ona sorduğunuz her şeye yanıt üretmeye çalışır; onun için yanıtlanmayacak bir şey yoktur. Çünkü akıl, en doğru da dahil, her şeyi bilebileceği zannına sahiptir. Çünkü egosal aklın bir özelliği de “enaniyet”(4) sahibi olmasıdır. Akıl size yanıtlar sağlayacaktır; ama, onu şaşırtmak ve pes ettirmek istiyorsanız, sormayı sürdürün ve hiçbir yanıtı kabul etmeyin, çünkü beşeri akıl (hele egosal beşeri akıl) tarafından verilen / verilecek olan tüm yanıtlar en azından eksiktir. Akıl mantıksaldır, lineerdir, o bir çizgide hareket eder. Güvenmeyin ona. Sormayı sürdürün; hiçbir yanıtın verilmeyeceği bir an gelecektir. İşte o zaman gerçek yanıtın daha yakınındasınız. Akıldan hiçbir yanıt gelmediği zaman, asıl yanıtın daha yakınındasınız. Sorular, düşünülerek sorulur ama asıl yanıtlar düşüncesizliktedir. Çünkü yanıtın gelmediği anda akıl sessizleşir, ya da o anda akıldan uzaklaştınız demektir…Bu, “aklın yokluğu” dur ve daha önceki paragraflarda bunun (mecaz anlamda “akılsızlık” ın) ne anlama geldiğini açıklamaya çalışmıştık.

Akıl, yukarıdaki şekilde (ya da her hangi bir şekilde) sessizleştirildikten sonra, sadece onu değil, kendinizi de daha yakından inceleyebilirsiniz. Bu durum, bireyin; kendisini bedenden / kimlikten kurtarmasıdır. Osho’ nun deyimiyle “aklın içsel mağarası” dır bu.
Bir kez kendinizi bedenden / kimlikten kurtardınız mı, hareket etmekte özgürsünüz. Şimdi aklınızın içine doğru hareket edebilirsiniz, derinlemesine aşağıya. Aklın içsel mağarasıdır bu, Aklın bu mağarasına girerseniz, aynı zamanda akıldan da ayrılırsınız. İşte o zaman, aklın da bakabileceğiniz bir nesne olduğunu göreceksiniz. Bu akla giriş, “içsel varlığınızı ayrıntılarıyla görme” diye de ifade edilmiştir. Aslında beden ve aklın ikisinin de bu anlamda içine girmeli. İşte bu, gerçek anlamda (daha önceki paragraflarda anlatmaya çalıştığımız) “tanıklık” tır. Esasen bizler, ruh varlıkları olarak, beden ve akıl da dahil, her şeye tanıklık eder durumdayız. Çünkü biz, ne bedeniz ne de akıl. Bu yüzden, beden ile ne yapıldıysa, akla ulaşır ve akıl ile ne yapıldıysa da bedene ulaşır. Biz, ruhsal ve bedensel bir varlıkız, yani her ikisi birdeniz.

Öneminden dolayı, aklı gözlemeyi ve onun tarafsız bir tanığı olma konusunu, tüm bu açıklamalardan sonra, bir kez daha ele almanın yararlı olacağına inanıyoruz:  Akıl hedef alınarak yapılacak bir tanıklığın, aklın kontrolu açısından ne kadar önemli olduğu herhalde anlaşılmıştır. Kendini tanımaya yönelik böyle bir eylem akla yönelik çok önemli bir harekattır. Çünkü akıl, sizin bir tanık haline gelmenizden çok korkar. Bir tanık haline gelme aklın ölümüdür. Oysaki akıl eylemcidir, hep bir şeyler yapmak ister; tanıklık ise hiçbir şey yapmama durumudur. Aklın, bir tanığı haline gelirseniz, bu onun için; bir daha ona gereksinim duyulmayacağı anlamına gelen korkunç bir durumdur ve sizin üzerinizdeki egemenliğinin sona ermesidir. Çünkü onunla özdeşleşmeden vazgeçmiş ve onu gözler hale gelmişsiniz. Ama korksa da korkmasa da, bunu yapmak zorundasınız, onun hegemonyasından kurtulmak ve kendiniz olmak için. Akla tanık olduğunuz zaman, o ortalardan kaybolmak zorundadır; en azından eskisi gibi at koşturamaz ortalarda, başı boş değildir, artık bir gözleyeni vardır.

Akıl, derin uykuda olduğunuz sürece var olabilir sadece. Çünkü akıl, bir rüya görme halidir. Rüyalar ise uykuda var olabilir yalnızca. Ama bir tanık haline gelirseniz, uykuda olmazsınız, uyanıksınızdır. Hatta bunu iyi bir şekilde yaparsanız, farkındalık halini yakalarsınız. Bu şuur halinin yoğunluğu ve ışığı altında akıl ölür. İşte bundan dolayı akıl, kendisine yönelik tanıklığı, gözlemi sevmez ve bundan hep korkar. Korktuğunun başına gelmemesi için, size bir çok sorun yaratır ve sizi şöyle ikna ile ona tanıklıktan vazgeçirmeye çalışacaktır kurnazca: “Güvenlik, selamet benimle birlikte. Benimle, iyi korunan bir sığınak altında aşıyorsun. Benimle beraber becerikli ve etkilisin. Beni terk ettiğin anda, tüm bilgini bırakmak zorundasın ve sadece güvenliğini değil, güvencelerini de terk etmeye mecbur kalacaksın.”

İşte böyle, değerli okurlar; akla dikkat edelim, bizi kandırmasın. Çünkü o, kurnazlığı marifet sayar, kendini bir şey sanır ve kendini kusursuz zanneder. Aklımızla ve onun ürünü olan düşüncelerle özdeşleşmeyelim; çünkü biz ne akılız ne de düşünce ama hepsinin gözlemcisi ve yöneticisiyiz aslında(5). O halde, enkarne varlıklar olarak (bedensel ben olarak) aslımıza, asıl kendimize uygun bir şekilde, hatta tam onun muradı yönünde (yaşam planımız doğrultusunda yaşayalım. Kurtuluş bundadır…



………………………
(1)   Budalalık”, kendini bilmeyen kişilere özgü uygulamaları betimlemede (özellikle doğu mistisizminde) yaygın olarak ve rahatlıkla kullanılan bir sözcüktür.
(2)   Osho, MEDİTASYON, Omega Yayınları
(3)   *“Ululuk, ne şal iledir, ne de mal ile; fakat kemal iledir.”- Esad M.Paşa (Tasavvuf Terimleri Sözlüğü)
* “Kendinizi tanımıyorsunuz. Varlığınızın tümüne yabancı durumdasınız. Her şeyi madde ile ölçüyorsunuz. Yaşayan, hisseden ve ‘benim’ diyen varlığınızı bile madde hüviyetiyle damgalıyorsunuz.”-Kemal Yolcusu
            
(4)   “Bilgi aracılığıyla ego oluşturmak” anlamına da gelen “enaniyet”; nefsaniyetten kaynaklanan kendini beğenmişlik, bilgiçlik duygusu ve ayrıcalık zannıdır.
(5)    “Akıl, can ile idrak sahibi olmuş ve canlanmıştır. Ruh nasıl olur da aklın tasarrufuna girer.” –Mevlana Celaleddin

D E R  L E Y E N :   S e l m  a n   G E R Ç E K S E V E R