Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

22 Kasım 2010 Pazartesi

GERÇEKLER VE BİZ

GERÇEKLER VE BİZ
HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER

Beşer tarihi boyunca, çıkarcı çevrelerin elinde yozlaştırılmış din ile bilim arasında derin bir uçurum oluşturulmuş; her devirde ve her yüzyılda “gerçek” e  karşı bir cephe alındığı hep gözlenmiştir(1). Dünya insanı (beşer) bununla da kalmamış; türlü neden ve bahanelerle gerçekleri bazen gizlemiş, bazen inkar etmiş, bazen de onları değiştirmiş ve hatta saptırmıştır(2).

Bu şekilde, beşeriyet büyük kütleler halinde asıl gerçeklerden mahrum kalmış ve düzmece gerçeklere (yani, yalanlara) uyarak, tarih boyunca yanlış ve dolambaçlı yollardan yürüyerek, çeşitli ıstıraplı olaylardan geçmek zorunda bırakılmıştır. Söz konusu sahte telkinlerden ve yalanlardan bazıları beşeriyete çok pahalıya mal olmuş ve bir türlü şifa bulmayan müzmin bir hastalık gibi beşeriyetin bünyesini yıllarca kemirmiş durmuştur. Kadim zamanlardan günümüze kadar (ve halen de) gerek bireyler gerekse uluslar arasında baş gösteren anlaşmazlıkların düşmanlıkların, kin ve nefretin nedeni, gerçeklerin insanlardan (ekonomik, politik ve dinsel nedenlerle) bencilce gizlenmesidir.

Beşeri zaafların güdümünde gerçekleşmiş bu çarpık gidişin örneklerini ileriki paragraflarda anımsayacağız; ancak, bu durumun yine kendi bireysel yetersizliğimizden kaynaklandığını ve halen de böyle olduğunu belirtmeden geçemeyeceğiz. Yani, tüm beşeriyet (büyük kütle olarak) yüz yıllardan beri iğfal ve istismar edilişinin nedenlerini yine kendisi hazırlamış ve sözüm ona akıllı geçinenler ve bencil iktidarlar bundan yararlanmıştır. Kendi yetersizliklerinden ve kendini bilmezliklerinden (yani, büyük ölçüde nefisleri tarafından yönetiliyor olmalarından) dolayı, yalanlara ve sahte telkinlere karşı şaşılacak bir zaaf ve zayıflık göstermiş ve halen de  (en azından bu durumda olanlar) göstermektedir.

Her yanlış yol tatlı meyillidir. Beşeriyetin, içinde olduğu tekamül arabası, bu meyilli yol üzerinde gittikçe artan bir hızla kayarak uçuruma yuvarlanmıştır. Yolun bir uçurum ile son bulduğunun farkına varanlar, yarı yolda kendilerini arabadan atlamak isteyince, bunu ya hiç yapamamışlar, ya da atlarken sakatlanmışlardır.

Doğru yolu bilmemekten ya da toplumsal (beşeri) ve maddesel koşullandırmalarla kandırılarak doğru yoldan sapmanın(3) sonucunda vukua gelen böyle kazalardan beşeriyetin yitirdiği zaman ve enerji çok fazladır. Doğru yoldan sapmışlığın, nefsin egemenliğine girmişliğin felaketini önceden anlayan ve başkalarını kurtarmak için sanki yırtınan bilge ve arif insanları dinleyenler çok az olmuş ya da bir çok zamanlar, onları kimse dinlemek istememiş, hatta kınayıp alay ederek, sorgulama/yargılama yoluna bile gitmişlerdir. (Bu konuda doğudan ve batıdan birer örneği bu yazımızın ikinci yarısında üzülerek de olsa, anımsamakla yetineceğiz.)

Buna karşın, çoğunlukla bireyler, nefislerinin güdümünde olarak; kendilerini felakete ve karanlıklara sürükleyenleri alkışlamış ve arkasından yürümüşlerdir. Sonunda, perişan sefil ve maddeye köle olduktan sonra; gerçeği anlayarak bir kurtuluş çaresi aramayı akıl edebilmişlerdir. Bu çare ise bazen hiç bulunamamış, bazen de bulunduğu halde, uygulama alanına konulamamış, yaşama geçirilememiştir. Çoğunlukla da, bir çok felaket ve ıstıraptan sonra; nefsani koşullandırmaları terk etme yolu bulunmuş ve vicdani koşullandırmaların aydınlık yoluna girilebilmiştir.

Ne çare ki, bu olaylardan alınan ibret dersleri yeniden unutulmuş ve felaketler, tarih boyunca birbiri ardınca kendilerini yineleyip durmuş, kalkınmak isteyen beşeriyeti yeniden yıkmış ya da en azından ilerleyişini yavaşlatmıştır.



Yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız anlamda iğfal edilmiş (kandırılmış, saptırılmış) kitleler içerisinden çıkan bazı bilge ve akil insanlar, aydınlanmışlar hemcinslerinin kurtuluşu ve onların da aydınlanmaları uğruna kendilerini tehlikeye atarak, gerçekleri söyleme medeni cesaretini göstermişlerdir; çünkü onlar vicdan özgürlüğüne sahip kişilerdi. (Örneğin, batıdaki “İlluminati hareketi”…) Bu insanlar vicdanda sorumluluğa sahip inisiye aydınlardı(4).

Bu erdemli kişilerin karanlıklar içinde yaktıkları meşaleleri; aydınlanma, kurtuluş ve vicdan özgürlüğü yolunu aydınlatmıştı.Fakat ne yazık ki, bir çok zamanlar cehaletin, taassubun ve yalanın, dolayısıyla kötülüğün soğuk rüzgarları ile bu meşaleler birer birer söndürülmüştür.İnisiytik ve dinsel öğretilerle beşeriyet hep doğru yolda tutulmaya çalışılmış ve içsel gelişimi engelleyen, erdemleri körelten tehlikelere karşı uyarılmıştır.

Bunca yardıma ve aydınlanma rağmen, gerek nefsinin kabalığından gerekse aldatılmışlıklarından dolayı karanlık yolları yeğleyenler sapmışlıklarının doğal sonucu olarak; ne yaptıklarını ve nereye gittiklerini bilmeksizin ama illüzyonel dualitenin etkisiyle hep doğru yolda olduklarını zannederek, şuursuzluk ve gafletler ortamına düştükten sonra, hain bir elin kendilerine uzattığı ipin ucunu yakalayıp, felaketler dehlizine sürüklenmişlerdir(8).

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi; kadim zamanlardan beri bilim ile din arasında (daha doğrusu, materyalize ve ekonomize edilmiş din arasında) derin bir uçurum oluşturulmuştur. Anlayışı kıt ama nefsani çıkarlarına çok düşkün kibirli yöneticilerin elindeki kilisenin hatalı öğretilerinden oluşan hurafelerle bağdaşmayan bilimsel gerçekleri(5) açıkladıkları için, kilise tarafından bir çok bilim adamı öldürülmüştü. (Örneğin, Copernicus bunlardan biridir.) Bu, görünüşte; dinin (daha doğrusu yozlaştırılmış ve amaçlarından saptırılmış dinin) hatalı öğretileri hakkında kaygılarını paylaşmak için İtalya’ nın  en aydın kişilerinden bazıları gizlice buluşmaya başladı. Bu aydınlar kilisenin “gerçek” üzerindeki tekelinin, dünyadaki akademik aydınlanmayı engellemesinden korkuyordu. Bu aydınlar kendilerine, “aydınlanmış kişiler” (İlluminati) adını takarak, Eski Avrupa’ daki ilk bilimsel beyin takımını kurmuş oldular.

Katolik kilisenin zalimce karşı koymasına rağmen, “İllüminati kardeşliği” tüm Avrupa’ dan akademisyenler edinerek büyüdü. Bu akademisyenler Roma’ da  “Aydınlanma Kilisesi” adını verdikleri gizli bir yerde düzenli olarak buluşmayı sürdürdü.İlluminati’ den  bir çok kimse kilisenin zorbalığına şiddet gösterileriyle karşı koymak istedi ama obnların en saygın üyelerinden biri onları bundan vaz geçirdi. Bu barış sever ünlü bilim adamı Galileo Galilei’ ydi.

Galileo da dindar bir katolikti; bilimin, Tanrı’ nın varlığını inkar etmediğini, tam tersine güçlendirdiğini ilan ederek, kilisenin bilime karşı tavrını yumuşatmaya çalıştıysa da, başaramadı. Ne yazık ki kilisenin  istediği, din ve bilimin birleşmesi değildi. Bu yüzden, görünüşte dindar ama gerçekte maddeci ama gerçekte maddeci ve yozlaşmış zihniyetin tamsilciliğini yapan o zamanki kilise(6) Galileo’ yu sürekli ev hapsine aldı.

Galileo’ nun tutuklanması İlluminati’ de kargaşa yarattı. Bu kargaşa sonucu kilise dört üyenin adını keşfetti; bu akademisyenleri yakalayıp, sorguladılar ama onlar işkence gördükleri halde, bir şey açıklamadılar. Vahşice yapılan bu işkence, kişileri canlı canlı dağlamaktı; hem de göğüslerine kızgın demirden bir haç sembolü ile… Öteki bilim adamları da birer ikişer yakalanarak acımasızca öldürüldüler ve (hatta, gözdağı olsun diye) sokaklara atıldılar. Bu cehalet ve taassup kurbanları, kaba ve vahşi egolarının güdümünde, onlara her şeye rağmen doğru yolu göstermeye çalışan Hz.İsa’ ya da neler yapmışlardı, biliyoruz…

Bir örnek de doğudan verelim: İdris Peygamber olarak da bilinen Hermes’ in öğretisi(9) saygınlığını; Roma İmparatorluğu’ nun Hıristiyanlığı kabul etmesi ve bu dinin (elbette ki yozlaştırılmış versiyonunun) bağnazlığı sayesinde yitirmişti. Hıristiyan Roma İmparatorluğu kadim geçmişin bu görkemli kültürüne (“vahşi köylü” anlamına gelen) “pagan” damgasını vurarak bu kültürü sadece aşağılamakla kalmamış, görüldüğü yerde yok edilmesini de emretmekten geri kalmamıştı.

Bu cümleden olmak üzere, MS Beşinci yüzyıldan başlayarak, Roma İmparatoru Theodoiusu imparatorluk sınırları içindeki Hermes okulundan yetişmiş rahiplerin yönetimindeki mabedleri ortadan kaldırtmış, Hermes’ in ve Hermes okulundan yetişenlerin kitapları yakıldı, bilginler öldürüldü. Büyük İskenderiye Kütüphanesi’ nin yakılışı da bu zamanlara rastlar. Yangından, yıkımdan, yağmadan, talandan ve ölümden kurtulabilen Hermes okulunun yetiştirdiği bilgeler öğreti ve etkinliklerini asırlarca yer altında sürdürmek zorunda kalmışlardır.

Hallac-ı Mansur da, yetişmesi Hermes’ e uzanan bir tasavvuf ehli ve zamanının en büyük sufilerindendi. “Enel Hakk!” (“Ben Hakk’ danım…”) dediği için o zamanın fanatik dindarları tarafından 911 yılında Bağdat’ ta  katledilmişti. Öldürülüş şekli de, bunu uygulayanların vahşiliğini açıkça ortaya koyuyordu: Mansur’  öldürülmeden önce 1ooo sopa vurulmuş, asılmadan önce de elleri ve ayakları kesilmişti. Bununla da yetinilmemiş; ipten indirildikten sonra başı koparılarak, Bağdat Köprüsü’ nde teşhir edilmiş, ardından da cesedi yakılmış ve külleri Dicle Nehri’ ne  atılmıştı. Hermes okulundan gelenlerin Bağdat’ tan dışlanmaları, kovulmaları ve hatta katledilmeleri; onları, İran Körfezi’ nin güneyine (Lasha’ ya) göç etmeye mecbur etmiştir.

Evet, gerçekler uğruna, vicdan özgürlüğünün gereği olarak; doğru bildiklerini başkalarıyla paylaşmak adına kendilerini feda eden bu ve tüm insanlık ulularını saygıyla ve ibretle anıyoruz. “Negatif” in  aldatmacalarına (simgesel anlamda, “şeytanın iğvası” na) ve engellemelerine rağmen her zaman pozitifi ve gerçekleri savunmuş olan  bu yüce kişilerin meşalelerinin aydınlattığı yollardan geçerek devre sonunun şu bitiş günlerine ve şuurda uyanarak, “Yeni İnsanlık” dönemine geçmenin arefesine geldik. Yani, her şeye rağmen; “gerçek”, olanca haşmetiyle ışımak üzeredir. Ne mutlu, o ışığa gözlerini şimdiden alıştırmış olanlara. Yarasalar gibi karanlıklarda dolaşmaya alışmış olanların da vay haline vay haline !

……………………………….
(1)   Özkişisel yaşamımızla ilgili deneyimler ve bilgiler,ölüm ötesi yaşam, dünya dışı canlılık ve evrende zeki hayat, dünya beşerinin gizli kökenleri vb.
(2)  Kur’an, Bakara 211: “İsrailoğullarına sor, onlara apaçık nice ayetler verdik. ALLAH’ın nimetini, kendisine geldikten sonra kim değiştirirse, bilsin ki, ALAH’ın cezası kuşkusuz şiddetlidir.”  Dünya beşeri bu olumsuz tutumuyla bir bakıma (Kur’an’ daki ifadesiyle “bozgunculuk” da yapmış olmaktadır: Bakara 11’de geçen “bozgunculuk” u  oluşturan çeşitli etmenlerden biri de “tekamülü ağırlaştırmak” (yavaşlatmak) olabilir. Şöyle ki, kişi bilerek ya da bilmeyerek (bireysel olarak ya da organize bir şekilde, ama özellikle bilerek ve nefsaniyetinin kabalığından dolayı) gerçekleri ört-bas ediyor ya da saptırıyor ise (yani Kur’anca ifadesiyle, “küfr hali” içinde bulunuyor ise)  sadece kendisinin değil, başkalarının da  şuurda uyanmalarını engelliyor, dolayısıyla; tekamülü ağırlaştırıyor, bundan dolayı da içinde bulunduğu ortamda “bozguncu” duruma düşüyor demektir. Kutsal metinlerde “küfr hali” olarak nitelendirilen bu duruma “yalan” ı  da  ekleyebiliriz. Çünkü yalan söylemek, gerçek olmayan bilgi vermek de gerçeği örtmek ya da saptırmak anlamında beşeri bir zaaftır. Bunlardan ayrı olarak, Bakara 59’ da da “küfr hali” ne karşı dikkat çekmeler bulunmaktadır.

(3)  Kur’an’ da (özellikle de  Bakara Suresinin ayetlerinde) yer yer “bozguncu” ve “sapkın” olarak nitelendirilen bu kimseler “Hidayet” yerine “karanlığı ve sapkınlığı” yeğledikleri için, kuşkusuz ziyandadırlar(Bakara 16). Burada “karanlık” tan maksat; bireyin, nefsaniyet çengelinden yakalanıp; dar şuura düşmesi, negatif tesir planına hizmetkar olması ve bu düşüşün doğal sonucu olarak bir siklusun sonunda eli boş kalmasıdır(Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 3o1). Yaratıcı Kudret’ in ruhsal planlardan beşeriyete çeşitli yollarla ulaşan şuurda uyandırıcı etkisini alamazlar. Yani yine Kur’ansal ifadesiyle onlar “kalp körlüğü” içinde olup; sapkınlık yerine hidayeti yeğleyecek idrak düzeyine ulaştıkları zaman doğru yolu bulmuş olacaklardır. Beşer nefsinin kendi kendini ilahlaştırması; her şeyin ve herkesin üstünde görmesi, sapkınlığın ve azgınlığın  en üst noktası Kur’an’ da “firavun” olarak ifade edilmiştir(Bakara 49).
(4)   Sorumluluğu vicdanda idrak (etmek) gerek.İnançtan dolayı sorumluluk söz konusu değildir. Belli bir inancı bireye kim ya da hangi merci empoze etmişse, sorumluluk ona aittir; idrak edilmeyen bilgiden sorumlu olmadığımız gibi… Sorumluluk konusu olan şey/bilgi idrak edilmedikçe bireye sorumluluk getirmez. İnanç konusu olan şey/bilgi idrak edilince, ancak o zaman bireye sorumluluk yükler.”Ancak idrak edilenler sorumluluk ve zorunluluk getirir bireye.”(Sadıklar Planı Teb. Celse 78)
(5)   Bu gerçekler aslında yepyeni (yani bu kişiler tarafından ilk olarak  keşfedilmiş) gerçekler de değildi; hemen hemen hepsi, adı geçen bilim adamlarından çok önceden biliniyordu:Kadim uygarlıklardan Sümerliler’ in ve Mayalar’ ın tarihleri incelendiğinde bu gerçekler açıkça görülecektir.(Bunun için başvurulabilecek kaynak eserler: Onikinci Gezegen, Ruh ve Madde Yayınları; 2o12 Marduk’la Randevu.)
(6)   Melekler ve Şeytanlar, Dan Brown
(7)   Eflatun’ un  öğretmeni Sokrat’ ın başına gelenler hemen hemen aynısıyla Galileo ve benzerlerinin de başına gelmiştir.
(8)   İÇ VARLIK Dergisi, sayı-48.
(9)   Başlangıcından bu güne kadar yeryüzünde yaşamış inisiyeler içinde beşeriyeti beklide en fazla etkilemiş insan Hermes’ tir. Kadim Mısır’ da Hermes’ e  “Toth” denir, Sümerliler onu “Ningşzidda” olarak bilirdi. Eski Yunanistan’ da Hermes’ e  (“üç kere yüce Hermes” anlamında olmak üzere) “Hermes Trismegistus” denirdi.Museviler’ in ezoterik geleneği içinde Kabalacılar Hermes’ i  gizemli peygamber Enok ile eş tutmaktaydılar. Hermes, Kur’an’ da  İdris Peygamber olarak adlandırılmıştır. Hermes’ in  öğretisi Kadim Mısır Uygarlığı’ nın  temel taşıydı.Mısır’ da  ilk tek tanrılı din Hermes tarafından Atlantis’ ten  Mısır’a   taşınmış MU dini idi.İslamiyet’ ten  önce dünyada var olan  üç tek tanrılı dinden biri olarak sayılan Sabiliğin kutsal kitabı Hermes’ in oğluna verdiği öğütleri topladığı ünlü eseri “Malakat-ul Hermes” idi.Ünlü İslam bilgini El Kındi, “Hiçbir filozof bu kitapta bir eksik bulamaz.” demişti…(ALEVİLİĞİN GİZLİ TARİHİ, Erdoğan Çınar, Chiviyazıları Yayınları, Mjora Kitaplığı, Baskı-4)

BENLİKLER VE DEĞİŞİM

BENLİKLER VE DEĞİŞİM
HAZIRLAYANLAR: H.Tüfekçioğlu, O.Tüfekçioğlu, O.Şahan, F.Öztürk,G.Sarman,S.Gerçeksever
G i r i ş
Tezahürat ortamında bulunup da değişmemek elbette ki olası değildir. Ancak, değişimin yavaş ya da hızlı olması söz konusudur. Beşeri düzeyde ise değişimim yavaşlığı ve zorluğu söz konusudur. Bu nedenle, değişmek (içsel gelişim) şimdilik ıstırapsız olası değildir. Ama bu demek değildir ki, gelişip, değişip, değer kazanmak illede ıstırap ile olacaktır.

Tüm zorluğuna ve ıstıraplı oluşuna rağmen, değişmek yine de bireyin kendi elindedir. Yaratılmış olan her şey, tezahüratın her birimi birbirinin değişimine hizmet için vardır. Hiç kimse bir başkasını değiştiremez, tekamül ettiremez; ancak, onun değişimine yarımcı(hatta malzeme) olabilir. Bu anlamda her başarılı değişim ile yaşama bakışımız daha derin  ve geniş hale gelir. Bu anlamda değişsek bile, bu; mesleğimizin, toplumsal statümüzün  de ille de değişeceği anlamına gelemeyebilir. Yani, belli bir değişimden sonra da yine ve hala aynı işi sürdürüyor olabiliriz. Ama söz konusu değişim ile realitemiz ve şuurumuz değiştiği için, işimize yaklaşımımız ve toplumsal statümüzü değerlendirişimiz/algılayışımız, eskisine göre değişik bir anlam kazanmıştır. Bu durumla bağlantılı olarak şöyle bir Zen öyküsü anlatılır(1): “Bir Zen ustasına şöyle soruldu: ‘Aydınlanmadan önce ne yapardınız?’ Usta şöyle yanıtladı, ‘Odun yarıp, kuyudan su taşırdım.’ Sonra şöyle soruldu, ‘Şimdi aydınlandığınız zaman ne yapıyorsunuz?’ Usta şöyle dedi: ‘Odun yarıp, kuyudan su taşıyorum.’ Soruyu soran şaşırdı ve dedi ki, ‘O zaman pek bir fark yok gibi görünüyor.’ Usta şöyle dedi:’Fark benim içimde. Fark edimlerimde değil, fark benim içimde. Ben değiştiğim için edimlerimin anlamları da değişti: Nesir şiir oldu, taş-toprak vaaz vermeye başladı ve madde tümüyle kayboldu. Şimdi sadece Tanrı var ve başka bir şey yok. Yaşam şimdi benim için kurtuluş ve Nirvana.’

Yukarıdaki öyküde de anlamını bulan değişim, aynı zamanda yaşamayı öğrenmenin de yoludur. Yaşamayı öğrenmek ise içsel gelişime katkısı olan bir beceridir. Çünkü bu yol ile kendimize olan güvenimiz artmakla kalmaz, iyilik ve şefkat duygularımız da filizlenir ve doğal bir şekilde içimizden dışarıya ışımaya başlar.

Aslında bedenli yaşamın tamamı, bu güçlü iyilik duygusunun nasıl ortaya çıkacağı konusunu kaplayan bir ders ve  bu iyiliği tam anlamıyla kavramak için bir eğitim sürecidir. Ama besbelli ki bu eğitimde başarılı olmak, sahte benliklerin kontrolü çerçevesinde değişmeye bağlıdır. Bu yazımızın konusu olan sahte benlikler ise, kontrol altına alınmadığı sürece, çok büyük ölçüde durmadan değişen çevresel koşullara (yatay tesirlere) bağlıdır. Bu nedenle, beşeri ve maddesel koşullandırmaların hegemonyasından kurtulmak ve kalıcı özgürlüğe kavuşmak için içsel gelişim ve değişim çerçevesinde sahte benlikleri kontrol altına almakta yarar vardır. Zaten sahte benlikler aracılığı ile çevresel, toplumsal koşullandırmalar ile, maddesel cazibenin ne kadar etkili bir güdümünde olduğumuzu içsel gelişim yönünde ilerledikçe anlayabiliriz. Evrensel tekamül kavramında anlamını bulan “değişim ve süreksizlik (hiçbir şeyin sürekli olamayışı)” gerçeği; sürekli ve korkusuzca derinlemesine düşünüş yoluyla ulaşılan çok güzel ve iyileştirici bir gizemdir.

Kadim zamanlardan beri, seçkin inisiyatik öğretilerin ustaları bizlere yaşamın içsel değişim açısından çok değerli olduğunu her zaman anımsatmışlardır. Neden? Çünkü beşer olarak bizler, aydınlanma/uyanma yolunda hammaddelerimiz olan farkındalık ve zekaya sahibi. Çünkü bu tekamül ortamının her yanına yayılmış olan acı çekmek (ıstırap) ruhsal değişimin dayanağı durumundadır: Acı, keder, yoksunluk ve sürekli gerginliğin ve gerilimin her türünün gerçekte etkileyici bir nedeni vardır ki bu neden de; bizi uyandırmak, samsaranın(2) döngüsünü kırmamıza yardımcı olmak ve böylelikle hapis kalmış ışığımızı özgürleştirmek… Tüm bunlardan dolayı, yaşamın bize, kendimizi değiştirmek için sunduğu fırsatları kaçırmamakta yarar vardır. Ancak yaşamın sunduğu içsel gelişim olanaklarıyla gelen fırsatların kaçırılmaması, sahte benliklerin kontrolüne ve onları olumlu yönde değiştirilmesine bağlıdır. Aksi taktirde “samsara bağımlısı olmak” niteliğimizden kurtulmak kolay kolay olası değildir. Ama yine unutmayalım ki, bu konuda yardımın bize ulaşacağı an, söz konusu bağımlılığımızı kabul ettiğimiz ve yardım istediğimiz andır.

Sahte Benliklerin Bolluğu
Bireyin sürekli olarak bir ve aynı olduğunu düşünmek doğru değildir. Kişi hiçbir zaman uzun  süre aynı kalamaz, hemen hemen sık sık ve sürekli olarak değişir. Burada değişen , onun sahte benlikleridir. Yani dönüşümlü olarak ya da, bireyin içine girdiği duruma göre bir sahte benliği ortaya çıkar. Bu sahte benliklerden, örneğin; biri yalan söylemezken, bir ötekisi rahatlıkla yalan söyler. Bu, bireyin çok zor kontrol edebildiği bir şeydir; nasıl olup da, yalan söyleyebildiğine kendisi de şaşırır ki bu şaşıran da başka bir sahte benliktir. Bu durum; kendinden habersiz uyurgezer beşerin tipik halidir: sahte benliklerin güdümünde, Yüksel Benlik’ in devrede olmadığı bir yaşam şekli.

Beşerin sürekli ve değişmez beni yoktur: Her içsel durum, her arzu, her duyu; kısacası, her içsel hal bir bene karşılıktır. Bu benler bütünden (asıl kendimizden) tamamen ayrı ve bağımsız ortaya çıkar ve yaşar. Birey bu benliklerini kontrol altına almaya çalışmazsa, asıl benlik (Yüksek Ben) hiçbir zaman kendini ortaya koyamayacaktır. İşte “uyanmak” demek, bir bakıma söz konusu benlikleri kontrol altında en aza indirmektir. Oysa ki, uyurgezer durumda olan beşer, asıl kendisinden kopuk olarak; bir birini hiç tanımayan, birbiriyle hemen hemen hiç bağlantısı olmayan ve hatta birbirine düşman olan, birbiriyle çelişki içinde bulunan yüzlerce ve binlerce bağımsız irili ufaklı benlerden oluşmuştur. Zaten onun uyur gezerliğini oluşturan etmen de bu durmadan başkası değildir.

Uyur gezer makine bireyin benlerinin (benliklerinin) hemen hemen sürekli olarak birbirinin yerini almaları üstünlük için yaptıkları sürekli mücadele beşeri koşullandırmalar ve maddesel cazibenin yönlendirmesi doğrultusundadır ve uyuyan birey be benlik değişmelerini kontrol edebilecek durumda değildir. Doğaldır ki, bazı benlikler ötekilerinden daha güçlüdür, ama bu onların kendi bilinçli güçleri değildir. Çünkü benlikler, yukarıda da belirttiğimiz gibi beşeri koşullandırmalar ve maddesel cazibe odakları tarafından yaratılmış ve bedenlenmeden dolayı doğal olarak ortaya çıkmış nefsaniyetin değişik veçheleridir.(3) Dolayısıyla hepsi yapaydır ama kontrol altına alınmadığı sürece içsel gelişimin önünde en büyük engeldir. Doğduğumuz günden itibaren; eğitim, taklit, okuma, adet ve geleneklerin uyutuculuğu, sınıflar ve hatta moda sloganları cazibesi (çocukluktan itibaren) bizde çok güçlü benler yaratır ki, bu güçlü benler, daha zayıf benlere egemen olurlar. Görüldüğü gibi gerek benliklerin  oluşumu ve gerekse onlar tarafından yönetilişimiz dış tesirlerin sonuçlarıdır ki, bu da “yataydan beslenmek” ten başka bir şey değildir. Oksa ki, esas olan; daha çok (ve büyük ölçüde) Yukarı’dan (yani, asıl kendimizden, asıl şahsiyetimizden) beslenmektir. Ancak bu makbul durum, idraklenme cehti içinde söz konusu sahte benliklerin eğitilip kontrol altına alınmasına bağlıdır. Bu kontrol konusu, kendini tanımanın ağırlık noktasını oluşturur.

Konağına Giremeyen Efendi…
Gurdjieff’in benzetmesiyle, söz konusu sahte benlikler sanki bir konağın hizmetkarları gibidir. Bu hizmetkarlar evin  yönetimini öylesine etkili bir şekilde ele geçirmişlerdir ki; konağın sahibinin yani efendinin yönetimi ele alması bir yana, sahibi olduğu konağına girmesi bile olası değildir. Bu durumda, kontrolden çıkmış, başıboş hizmetkarlar, hizmetlerini yerine getirmek şöyle dursun, ne yapmaları gerektiğini bile unutmuş durumdadırlar. Dahası; görev yapmak, hizmet etmek yerine, her biri efendi olmak sevdasına ve hatta hırsına düşmüş durumdadır. Doğaldır ki, böyle bir düzensizlik(anarşi) içindeki bir ortam sürekli tehlike karşısında demektir. Bu durumda tek kurtuluş şansı, nispeten makul hizmetkarlar grubunun toplanması ve geçici bir vekil kahya seçmeleridir. Bu vekil kahya, öteki hizmetkarları kendi yerlerine yerleştirebilir ve her birinin kendi işini yapmasını sağlayabilir: Aşçıyı mutfağa, arabacıyı ahıra, bahçıvanı bahçeye gibi… Bu şekilde ev, efendinin gelişine ve asıl yönetimi ele alışına hazırlanabilir. Açıktır ki, Gurdjieff’in bu öğretisi de “efendi” Yüksek Ben, hizmetkarlar da sahte benlere karşılıktır. Görülüyor ki, bedensel benin; Yüksek Ben’in egemenliği altına girmesi için, önce sahte benliklerin kontrol alınması ve içsel sükunet ile içsel dengenin oluşturulmasına bağlıdır.

Yukarıda betimlemeye çalıştığımız durumu, Gurdjieff’in öğretisinin bir başka yerinde (4) “deli makineler” e de benzetmiştir. Bedensel beni oluşturan “deli makineler” in (yani sahte benliklerin) geleceğini söylemek de hemen hemen olası değildir. Çünkü bu “deli makineler” in yönleri her an değişir: Bu makinelerden biri, bir an için (ya da belli bir etki altında) belli bir yönde ilerlerken, onun nereye gidebileceğini hesap edebilirsiniz. Fakat 5 dakika sonra, (başka bir yatay güdümün tesiri altında) tamamen farklı bir yönde ilerleyecektir. Zaten sahte benliklerin güdümünde olan bireyin aynı zamanda duygusal karmaşa içinde olması kaçınılmazdır. Bu nedenle böyle bir kişiye güvenmek, onun geleceğiyle bağlantılı olarak hesaplar içine girmek elbette ki yararlı sonuçlar vermez.

Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz sahte benliklerin kontrol altına alınması çerçevesinde içsel dengeye ve içsel huzura doğru ilerlemek aynı zamanda, aydınlanmak ve arınmak kavramlarında anlamını bulan değişimdir. Esasen kendini bilmek/tanımak, bireyin değişemezi zorunluluğunun doğal bir uzantısıdır. Aslında tekamülün gereği olan değişmek, uyanmak ve şuurlanmak için önce sahte benlikleri kontrol altına almak (yani içsel bir mücadeleye girmek), özdeşleşmeyi ve tutkuları kolaylaştıran bağımlılıklardan kurtulmak şarttır. Üstün bir çaba ile, idraklenme cehti sergilenmeksizin, uyanmak ve şuurlanmak olası değildir. Tüm ezoterik çalışmaların ve inisiyatik öğretilerin temeli de bundan başkası değildir. Bu, içsel bir mücadeleyi ve şuurlanmak için “fazlalıklar” ı gidermeyi getiren (içsel gelişmeye yönelik) maksatlı ıstıraptır.  Buradaki “fazlalıklar” dan kasıt, yapay icaplarla, yapay ihtiyaçlardaki beşeri koşullandırmalar ve maddesel cazibeyle oluşmuş “örtüler”dir. Kısacası, değişmek isteyen kimse fazlalıklarını terk etmelidir.

İşte bundan dolayı içsel değişim küçümsenmeyecek kadar zordur, ama zor olduğu kadar da önemlidir. İçinde  bulunduğumuz günlük ve sırada koşullar altında değişmek olası değildir. Çünkü kişi bir şeyi değiştirmek istediğinde, sadece o şeyi değiştirmek ister. Fakat uyurgezer, hatta deli bir makineden başka bir şey olmayan bedensel bende her şey birbirine bağlıdır ve her işlev kaçınılmaz şekilde başka bir işlev ya da tüm bir dizi işlev tarafından dengelenmektedir. İşin kötüsü, içimizdeki çeşitli işlevlerin birbirleriyle olan bağlantılarından haberdar değiliz; yani, makine işlevlerinin her anında tüm ayrıntıları itibarıyla dengelenmektedir. Eğer kendimizde hoşlanmadığımız bir şey görür de, bun bertaraf etmek için çaba göstermeye başlarsak, belli bir sonucu elde etmede başarılı olabiliriz. Fakat bu sonuç ile birlikte, kaçınılmaz olarak hiç beklemediğimiz hatta istediğimiz ve ortaya çıkacağından kuşkulanmadığımız  başka bir sonuç daha elde edebiliriz. Yani birey, istemediği her şeyi ortadan kaldırmaya, yok etmeye gayret etmekle, makinenin dengesini bozabilir.

Esas olan içsel değişimdir. İçsel değişim olmadan dışın (çevrenin) değişimi söz konusu değildir. İç değiştikten sonra dış, yani çevre kendiliğinden değişecektir. Bir Tantra özdeyişi bu konuda şöyle der:” Önce varlığınızı değiştirin, sonra edimleriniz kendiliğinden değişir. Önce, değişik türde bir bilinç kazanın; bunu değişik bir tür edim, karakter ve davranış zaten izleyecektir.” Görüldüğü gibi önce için (yani, mantalin ve astralin) tanzimi ve sadeleşmesi ve arındırılması söz konusudur. Bu anlamda bir değişim, dönüşüm gerçekleştiği zaman, bunun davranışlara ve yaşama yansımaması olası değildir. Ama uygulama genellikle böyle olmaz; uyuyan beşer kendisini değiştirme zahmetine katlanmadan ve çoğu zaman da (kendisini bir “şey” zannettiği için) buna gerek görmeden çevresini değiştirmeye, ya da değişmiş olarak görünme çalışır ama bu, temelinde samimiyetsizlik yatan taklitten başka bir şey değildir. Bu aynı zamanda, bireye telafi edilmesi zor eprövlere davetiye çıkartan bir zorlamadır. İçsel çatışmalar eve duygusal karmaşalar sürüp gider. Çünkü içsel yapı değişmemiştir. Yapay zorlamaların ve samimiyetten uzak (yani, nefsaniyete prim ödeyen) tutumların içsel gelişime katsı yoktur. Aksine birey, giderek sahteleşir; önlem almadığı, bu çarpık gidişin işe yaramadığını görmemezlikten gelirse, şizofrenlik bile gündeme gelebilir(5).  

Yukarıdan beri  anlatmaya çalıştığımız içsel yapının (kısaca, mantalitenin) değişmesi için gerekli olan başka bir etmen de anlayıştır. Yani, değişip, dönüşüp, değer kazanmak için anlayışlı olmaya da gerek vardır. Anlayışlı olmak, hoş görüyü ve sabrı gerektiren bir meziyettir: Dönüşmek için anlayışa gerek vardır ve hatta, Osho’nun dediği gibi, “Dönüştüren ve değiştiren her zaman anlayıştır.” Anlayış bireyin içinde köklendiği zaman, bunu davranışlara yansımaması olası değildir.Kısaca dönüşüm/değişim, anlayışın sonucudur ama aynı zamanda, anlayış arttıkça, değişim de kolaylaşır.

Tüm tezahüratta değişmemek, tekamül etmemek diye bir şey söz konusu olmadığına göre; aslında her şey, bireyi değişime zorlayan bir etmendir. Bu genel durumdan hareketle, diyebiliriz ki, beşeri yaşam tek bir çalışmaya adanmıştır: Gelişip, değişip, değer kazanmak … Görüldüğü gibi, değişmemek söz konusu değildir ve  sıfır anlamında tekamül etmemek olası değildir. Ancak, birey bu konudaki titizliğine ve cehtine göre, az ya da daha fazla yol kat etmek söz konusudur.

Görüldüğü gibi, içsel gelişimi gerçekleştirmek zor olduğu kadar, aynı zamanda duyarlılık gerektiren bir konudur. Bunu alışkanlıklarla ilgili bir örnek ile biraz daha açmaya çalışalım:  Birey herhangi bir alışkanlığı ile savaşmaya başlar. Eğer yeterli derecede yöntemli ve kararlı ise; bir süre sonra, istenen sonca ulaşmada başarılı olabilir. Eşyaları yitirmekten ve nerede olduklarını ve onları nereye koyduğunu unutmaktan kurtulur. Birey, bu durumun farkına varır, ama farkına varmadığı, başkalarının  ise farkına vardıkları başka bir şey vardır: Çabuk kızar, bilgiçlik taslar, kusur arar ve tatsız bir kişi haline gelmiştir.  Yani, çabuk kızması, unutkanlığının ortadan kalkması sonucu kendini göstermiştir(6).
…………………………….
(1) AYAKSIZ  YÜRÜMEK, KANATSIZ UÇMAK, Osho, Okyanus Yayınları
(2) Samsara; beden, zihin ve ego olaark yaşamak demektir. Samsara, dışa dönük yaşamak, maddesel ortam ile madde gibi (beden olarak) yaşamak demektir. Ayrıca samsara, her şeyin maddeden başka bir şey olmadığı düşüncesiyele yaşamak demektir: Daha çok para, daha çok prestij, daha çok iktidar(güç) ve daha çok enaniyet. Görülüğü gibi samsara; eşyanın içinde, eşyanın güdümünde ve eşya için yaşamaktır. (Tantra Öğretisi, Osho.)
(3) Vesvese, astraldeki negatif enerjinin dışa vuruluş şeklidir. Vesvese; Kur’an’da, önemle üzerinde durulan kavramlardan biridir(Bakara 242).
(4) İNSANIN GERÇEĞİ, KENDİNİ BİLMEK, Ruh ve Madde (sayfa:196)
(5) Osho, TANTRA ÖĞRETİSİ, Okyanus Yayınları, sayfalar: 39,4o,6o,61,66,67,1o2
(6) KAYNAKLAR: * TİBETİN YAŞAM ve ÖLÜM KİTABI, Dharma Yayınları
                                 *  İNSANIN GERÇEĞİ, KENDİNİ BİLMEK, Ruh ve Madde Yayınları