Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

22 Kasım 2010 Pazartesi

GERÇEKLER VE BİZ

GERÇEKLER VE BİZ
HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER

Beşer tarihi boyunca, çıkarcı çevrelerin elinde yozlaştırılmış din ile bilim arasında derin bir uçurum oluşturulmuş; her devirde ve her yüzyılda “gerçek” e  karşı bir cephe alındığı hep gözlenmiştir(1). Dünya insanı (beşer) bununla da kalmamış; türlü neden ve bahanelerle gerçekleri bazen gizlemiş, bazen inkar etmiş, bazen de onları değiştirmiş ve hatta saptırmıştır(2).

Bu şekilde, beşeriyet büyük kütleler halinde asıl gerçeklerden mahrum kalmış ve düzmece gerçeklere (yani, yalanlara) uyarak, tarih boyunca yanlış ve dolambaçlı yollardan yürüyerek, çeşitli ıstıraplı olaylardan geçmek zorunda bırakılmıştır. Söz konusu sahte telkinlerden ve yalanlardan bazıları beşeriyete çok pahalıya mal olmuş ve bir türlü şifa bulmayan müzmin bir hastalık gibi beşeriyetin bünyesini yıllarca kemirmiş durmuştur. Kadim zamanlardan günümüze kadar (ve halen de) gerek bireyler gerekse uluslar arasında baş gösteren anlaşmazlıkların düşmanlıkların, kin ve nefretin nedeni, gerçeklerin insanlardan (ekonomik, politik ve dinsel nedenlerle) bencilce gizlenmesidir.

Beşeri zaafların güdümünde gerçekleşmiş bu çarpık gidişin örneklerini ileriki paragraflarda anımsayacağız; ancak, bu durumun yine kendi bireysel yetersizliğimizden kaynaklandığını ve halen de böyle olduğunu belirtmeden geçemeyeceğiz. Yani, tüm beşeriyet (büyük kütle olarak) yüz yıllardan beri iğfal ve istismar edilişinin nedenlerini yine kendisi hazırlamış ve sözüm ona akıllı geçinenler ve bencil iktidarlar bundan yararlanmıştır. Kendi yetersizliklerinden ve kendini bilmezliklerinden (yani, büyük ölçüde nefisleri tarafından yönetiliyor olmalarından) dolayı, yalanlara ve sahte telkinlere karşı şaşılacak bir zaaf ve zayıflık göstermiş ve halen de  (en azından bu durumda olanlar) göstermektedir.

Her yanlış yol tatlı meyillidir. Beşeriyetin, içinde olduğu tekamül arabası, bu meyilli yol üzerinde gittikçe artan bir hızla kayarak uçuruma yuvarlanmıştır. Yolun bir uçurum ile son bulduğunun farkına varanlar, yarı yolda kendilerini arabadan atlamak isteyince, bunu ya hiç yapamamışlar, ya da atlarken sakatlanmışlardır.

Doğru yolu bilmemekten ya da toplumsal (beşeri) ve maddesel koşullandırmalarla kandırılarak doğru yoldan sapmanın(3) sonucunda vukua gelen böyle kazalardan beşeriyetin yitirdiği zaman ve enerji çok fazladır. Doğru yoldan sapmışlığın, nefsin egemenliğine girmişliğin felaketini önceden anlayan ve başkalarını kurtarmak için sanki yırtınan bilge ve arif insanları dinleyenler çok az olmuş ya da bir çok zamanlar, onları kimse dinlemek istememiş, hatta kınayıp alay ederek, sorgulama/yargılama yoluna bile gitmişlerdir. (Bu konuda doğudan ve batıdan birer örneği bu yazımızın ikinci yarısında üzülerek de olsa, anımsamakla yetineceğiz.)

Buna karşın, çoğunlukla bireyler, nefislerinin güdümünde olarak; kendilerini felakete ve karanlıklara sürükleyenleri alkışlamış ve arkasından yürümüşlerdir. Sonunda, perişan sefil ve maddeye köle olduktan sonra; gerçeği anlayarak bir kurtuluş çaresi aramayı akıl edebilmişlerdir. Bu çare ise bazen hiç bulunamamış, bazen de bulunduğu halde, uygulama alanına konulamamış, yaşama geçirilememiştir. Çoğunlukla da, bir çok felaket ve ıstıraptan sonra; nefsani koşullandırmaları terk etme yolu bulunmuş ve vicdani koşullandırmaların aydınlık yoluna girilebilmiştir.

Ne çare ki, bu olaylardan alınan ibret dersleri yeniden unutulmuş ve felaketler, tarih boyunca birbiri ardınca kendilerini yineleyip durmuş, kalkınmak isteyen beşeriyeti yeniden yıkmış ya da en azından ilerleyişini yavaşlatmıştır.



Yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız anlamda iğfal edilmiş (kandırılmış, saptırılmış) kitleler içerisinden çıkan bazı bilge ve akil insanlar, aydınlanmışlar hemcinslerinin kurtuluşu ve onların da aydınlanmaları uğruna kendilerini tehlikeye atarak, gerçekleri söyleme medeni cesaretini göstermişlerdir; çünkü onlar vicdan özgürlüğüne sahip kişilerdi. (Örneğin, batıdaki “İlluminati hareketi”…) Bu insanlar vicdanda sorumluluğa sahip inisiye aydınlardı(4).

Bu erdemli kişilerin karanlıklar içinde yaktıkları meşaleleri; aydınlanma, kurtuluş ve vicdan özgürlüğü yolunu aydınlatmıştı.Fakat ne yazık ki, bir çok zamanlar cehaletin, taassubun ve yalanın, dolayısıyla kötülüğün soğuk rüzgarları ile bu meşaleler birer birer söndürülmüştür.İnisiytik ve dinsel öğretilerle beşeriyet hep doğru yolda tutulmaya çalışılmış ve içsel gelişimi engelleyen, erdemleri körelten tehlikelere karşı uyarılmıştır.

Bunca yardıma ve aydınlanma rağmen, gerek nefsinin kabalığından gerekse aldatılmışlıklarından dolayı karanlık yolları yeğleyenler sapmışlıklarının doğal sonucu olarak; ne yaptıklarını ve nereye gittiklerini bilmeksizin ama illüzyonel dualitenin etkisiyle hep doğru yolda olduklarını zannederek, şuursuzluk ve gafletler ortamına düştükten sonra, hain bir elin kendilerine uzattığı ipin ucunu yakalayıp, felaketler dehlizine sürüklenmişlerdir(8).

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi; kadim zamanlardan beri bilim ile din arasında (daha doğrusu, materyalize ve ekonomize edilmiş din arasında) derin bir uçurum oluşturulmuştur. Anlayışı kıt ama nefsani çıkarlarına çok düşkün kibirli yöneticilerin elindeki kilisenin hatalı öğretilerinden oluşan hurafelerle bağdaşmayan bilimsel gerçekleri(5) açıkladıkları için, kilise tarafından bir çok bilim adamı öldürülmüştü. (Örneğin, Copernicus bunlardan biridir.) Bu, görünüşte; dinin (daha doğrusu yozlaştırılmış ve amaçlarından saptırılmış dinin) hatalı öğretileri hakkında kaygılarını paylaşmak için İtalya’ nın  en aydın kişilerinden bazıları gizlice buluşmaya başladı. Bu aydınlar kilisenin “gerçek” üzerindeki tekelinin, dünyadaki akademik aydınlanmayı engellemesinden korkuyordu. Bu aydınlar kendilerine, “aydınlanmış kişiler” (İlluminati) adını takarak, Eski Avrupa’ daki ilk bilimsel beyin takımını kurmuş oldular.

Katolik kilisenin zalimce karşı koymasına rağmen, “İllüminati kardeşliği” tüm Avrupa’ dan akademisyenler edinerek büyüdü. Bu akademisyenler Roma’ da  “Aydınlanma Kilisesi” adını verdikleri gizli bir yerde düzenli olarak buluşmayı sürdürdü.İlluminati’ den  bir çok kimse kilisenin zorbalığına şiddet gösterileriyle karşı koymak istedi ama obnların en saygın üyelerinden biri onları bundan vaz geçirdi. Bu barış sever ünlü bilim adamı Galileo Galilei’ ydi.

Galileo da dindar bir katolikti; bilimin, Tanrı’ nın varlığını inkar etmediğini, tam tersine güçlendirdiğini ilan ederek, kilisenin bilime karşı tavrını yumuşatmaya çalıştıysa da, başaramadı. Ne yazık ki kilisenin  istediği, din ve bilimin birleşmesi değildi. Bu yüzden, görünüşte dindar ama gerçekte maddeci ama gerçekte maddeci ve yozlaşmış zihniyetin tamsilciliğini yapan o zamanki kilise(6) Galileo’ yu sürekli ev hapsine aldı.

Galileo’ nun tutuklanması İlluminati’ de kargaşa yarattı. Bu kargaşa sonucu kilise dört üyenin adını keşfetti; bu akademisyenleri yakalayıp, sorguladılar ama onlar işkence gördükleri halde, bir şey açıklamadılar. Vahşice yapılan bu işkence, kişileri canlı canlı dağlamaktı; hem de göğüslerine kızgın demirden bir haç sembolü ile… Öteki bilim adamları da birer ikişer yakalanarak acımasızca öldürüldüler ve (hatta, gözdağı olsun diye) sokaklara atıldılar. Bu cehalet ve taassup kurbanları, kaba ve vahşi egolarının güdümünde, onlara her şeye rağmen doğru yolu göstermeye çalışan Hz.İsa’ ya da neler yapmışlardı, biliyoruz…

Bir örnek de doğudan verelim: İdris Peygamber olarak da bilinen Hermes’ in öğretisi(9) saygınlığını; Roma İmparatorluğu’ nun Hıristiyanlığı kabul etmesi ve bu dinin (elbette ki yozlaştırılmış versiyonunun) bağnazlığı sayesinde yitirmişti. Hıristiyan Roma İmparatorluğu kadim geçmişin bu görkemli kültürüne (“vahşi köylü” anlamına gelen) “pagan” damgasını vurarak bu kültürü sadece aşağılamakla kalmamış, görüldüğü yerde yok edilmesini de emretmekten geri kalmamıştı.

Bu cümleden olmak üzere, MS Beşinci yüzyıldan başlayarak, Roma İmparatoru Theodoiusu imparatorluk sınırları içindeki Hermes okulundan yetişmiş rahiplerin yönetimindeki mabedleri ortadan kaldırtmış, Hermes’ in ve Hermes okulundan yetişenlerin kitapları yakıldı, bilginler öldürüldü. Büyük İskenderiye Kütüphanesi’ nin yakılışı da bu zamanlara rastlar. Yangından, yıkımdan, yağmadan, talandan ve ölümden kurtulabilen Hermes okulunun yetiştirdiği bilgeler öğreti ve etkinliklerini asırlarca yer altında sürdürmek zorunda kalmışlardır.

Hallac-ı Mansur da, yetişmesi Hermes’ e uzanan bir tasavvuf ehli ve zamanının en büyük sufilerindendi. “Enel Hakk!” (“Ben Hakk’ danım…”) dediği için o zamanın fanatik dindarları tarafından 911 yılında Bağdat’ ta  katledilmişti. Öldürülüş şekli de, bunu uygulayanların vahşiliğini açıkça ortaya koyuyordu: Mansur’  öldürülmeden önce 1ooo sopa vurulmuş, asılmadan önce de elleri ve ayakları kesilmişti. Bununla da yetinilmemiş; ipten indirildikten sonra başı koparılarak, Bağdat Köprüsü’ nde teşhir edilmiş, ardından da cesedi yakılmış ve külleri Dicle Nehri’ ne  atılmıştı. Hermes okulundan gelenlerin Bağdat’ tan dışlanmaları, kovulmaları ve hatta katledilmeleri; onları, İran Körfezi’ nin güneyine (Lasha’ ya) göç etmeye mecbur etmiştir.

Evet, gerçekler uğruna, vicdan özgürlüğünün gereği olarak; doğru bildiklerini başkalarıyla paylaşmak adına kendilerini feda eden bu ve tüm insanlık ulularını saygıyla ve ibretle anıyoruz. “Negatif” in  aldatmacalarına (simgesel anlamda, “şeytanın iğvası” na) ve engellemelerine rağmen her zaman pozitifi ve gerçekleri savunmuş olan  bu yüce kişilerin meşalelerinin aydınlattığı yollardan geçerek devre sonunun şu bitiş günlerine ve şuurda uyanarak, “Yeni İnsanlık” dönemine geçmenin arefesine geldik. Yani, her şeye rağmen; “gerçek”, olanca haşmetiyle ışımak üzeredir. Ne mutlu, o ışığa gözlerini şimdiden alıştırmış olanlara. Yarasalar gibi karanlıklarda dolaşmaya alışmış olanların da vay haline vay haline !

……………………………….
(1)   Özkişisel yaşamımızla ilgili deneyimler ve bilgiler,ölüm ötesi yaşam, dünya dışı canlılık ve evrende zeki hayat, dünya beşerinin gizli kökenleri vb.
(2)  Kur’an, Bakara 211: “İsrailoğullarına sor, onlara apaçık nice ayetler verdik. ALLAH’ın nimetini, kendisine geldikten sonra kim değiştirirse, bilsin ki, ALAH’ın cezası kuşkusuz şiddetlidir.”  Dünya beşeri bu olumsuz tutumuyla bir bakıma (Kur’an’ daki ifadesiyle “bozgunculuk” da yapmış olmaktadır: Bakara 11’de geçen “bozgunculuk” u  oluşturan çeşitli etmenlerden biri de “tekamülü ağırlaştırmak” (yavaşlatmak) olabilir. Şöyle ki, kişi bilerek ya da bilmeyerek (bireysel olarak ya da organize bir şekilde, ama özellikle bilerek ve nefsaniyetinin kabalığından dolayı) gerçekleri ört-bas ediyor ya da saptırıyor ise (yani Kur’anca ifadesiyle, “küfr hali” içinde bulunuyor ise)  sadece kendisinin değil, başkalarının da  şuurda uyanmalarını engelliyor, dolayısıyla; tekamülü ağırlaştırıyor, bundan dolayı da içinde bulunduğu ortamda “bozguncu” duruma düşüyor demektir. Kutsal metinlerde “küfr hali” olarak nitelendirilen bu duruma “yalan” ı  da  ekleyebiliriz. Çünkü yalan söylemek, gerçek olmayan bilgi vermek de gerçeği örtmek ya da saptırmak anlamında beşeri bir zaaftır. Bunlardan ayrı olarak, Bakara 59’ da da “küfr hali” ne karşı dikkat çekmeler bulunmaktadır.

(3)  Kur’an’ da (özellikle de  Bakara Suresinin ayetlerinde) yer yer “bozguncu” ve “sapkın” olarak nitelendirilen bu kimseler “Hidayet” yerine “karanlığı ve sapkınlığı” yeğledikleri için, kuşkusuz ziyandadırlar(Bakara 16). Burada “karanlık” tan maksat; bireyin, nefsaniyet çengelinden yakalanıp; dar şuura düşmesi, negatif tesir planına hizmetkar olması ve bu düşüşün doğal sonucu olarak bir siklusun sonunda eli boş kalmasıdır(Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 3o1). Yaratıcı Kudret’ in ruhsal planlardan beşeriyete çeşitli yollarla ulaşan şuurda uyandırıcı etkisini alamazlar. Yani yine Kur’ansal ifadesiyle onlar “kalp körlüğü” içinde olup; sapkınlık yerine hidayeti yeğleyecek idrak düzeyine ulaştıkları zaman doğru yolu bulmuş olacaklardır. Beşer nefsinin kendi kendini ilahlaştırması; her şeyin ve herkesin üstünde görmesi, sapkınlığın ve azgınlığın  en üst noktası Kur’an’ da “firavun” olarak ifade edilmiştir(Bakara 49).
(4)   Sorumluluğu vicdanda idrak (etmek) gerek.İnançtan dolayı sorumluluk söz konusu değildir. Belli bir inancı bireye kim ya da hangi merci empoze etmişse, sorumluluk ona aittir; idrak edilmeyen bilgiden sorumlu olmadığımız gibi… Sorumluluk konusu olan şey/bilgi idrak edilmedikçe bireye sorumluluk getirmez. İnanç konusu olan şey/bilgi idrak edilince, ancak o zaman bireye sorumluluk yükler.”Ancak idrak edilenler sorumluluk ve zorunluluk getirir bireye.”(Sadıklar Planı Teb. Celse 78)
(5)   Bu gerçekler aslında yepyeni (yani bu kişiler tarafından ilk olarak  keşfedilmiş) gerçekler de değildi; hemen hemen hepsi, adı geçen bilim adamlarından çok önceden biliniyordu:Kadim uygarlıklardan Sümerliler’ in ve Mayalar’ ın tarihleri incelendiğinde bu gerçekler açıkça görülecektir.(Bunun için başvurulabilecek kaynak eserler: Onikinci Gezegen, Ruh ve Madde Yayınları; 2o12 Marduk’la Randevu.)
(6)   Melekler ve Şeytanlar, Dan Brown
(7)   Eflatun’ un  öğretmeni Sokrat’ ın başına gelenler hemen hemen aynısıyla Galileo ve benzerlerinin de başına gelmiştir.
(8)   İÇ VARLIK Dergisi, sayı-48.
(9)   Başlangıcından bu güne kadar yeryüzünde yaşamış inisiyeler içinde beşeriyeti beklide en fazla etkilemiş insan Hermes’ tir. Kadim Mısır’ da Hermes’ e  “Toth” denir, Sümerliler onu “Ningşzidda” olarak bilirdi. Eski Yunanistan’ da Hermes’ e  (“üç kere yüce Hermes” anlamında olmak üzere) “Hermes Trismegistus” denirdi.Museviler’ in ezoterik geleneği içinde Kabalacılar Hermes’ i  gizemli peygamber Enok ile eş tutmaktaydılar. Hermes, Kur’an’ da  İdris Peygamber olarak adlandırılmıştır. Hermes’ in  öğretisi Kadim Mısır Uygarlığı’ nın  temel taşıydı.Mısır’ da  ilk tek tanrılı din Hermes tarafından Atlantis’ ten  Mısır’a   taşınmış MU dini idi.İslamiyet’ ten  önce dünyada var olan  üç tek tanrılı dinden biri olarak sayılan Sabiliğin kutsal kitabı Hermes’ in oğluna verdiği öğütleri topladığı ünlü eseri “Malakat-ul Hermes” idi.Ünlü İslam bilgini El Kındi, “Hiçbir filozof bu kitapta bir eksik bulamaz.” demişti…(ALEVİLİĞİN GİZLİ TARİHİ, Erdoğan Çınar, Chiviyazıları Yayınları, Mjora Kitaplığı, Baskı-4)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder