Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

29 Mayıs 2015 Cuma

YAŞAM KÜLTÜRÜ KOŞULLARI ve İRADEMİZ

YAŞAM KÜLTÜRÜ
KOŞULLARI ve İRADEMİZ
DERLEYEN Selman GERÇEKSEVER

Seçme ve irâde özgürlüğünün bir tanımı da; bağlanmamış ağız, körelmemiş göz ve tıkanmamış kulaktır. Ağzımız bağlanmış değil ama, nelerle koşullanmış ve bizce neler doğru ise onları o şekilde konuşuyoruz. Gözlerimiz köreltilmiş değil ama, fehim ve ferâset yeteneğimiz oranında görebiliyoruz.(1)
Kulaklarımız tıkanmamış ama nelerle koşullanmış ve özdeşleşmiş ya da takıntı düzeyine getirmiş isek, onları yani “işimize gelenler, realitemize uygun olanları) işitiyoruz. O halde, konuşmamızı, görmemizi ve işitmemizi engelleyen etmenler, öz kişisel özgürlüğün önündeki engeller olmaktadır.

Bu engeller genel anlamda; sâdece hilkatin (yaratılışın) gerekliliklerinden değil, yaşam kültürünün koşulları ve koşullandırmalarından da oluşur. Bireyin doğum öncesi ve ölüm sonrası yaşamını da kapsayan öz kişisel yaşamıyla ilgili seçimlerinin ve irâdesinin özgürleşmesi ile, içinde bulunduğu koşullar arasında sıkı ilişki vardır. Bir bakıma, bu koşullardan etkilenmeyecek düzeye gelmek öz kişisel yaşamın  özgürleşmesi olmaktadır. Vicdâni ölçülerin günlük yaşama uygulanması demek olan vicdan özgürlüğü de, içinde bulunduğumuz koşullar ile kendi aramızdaki etkileşimle yakından ilintilidir.

İçine enkarne olduğumuz koşulları doğmadan önce biz oluşturmuş değiliz. İçinde bulunduğumuz yaşam kültürüne enkarne olmadan önce, herkes için zâten var olan koşulları yeğledik ve onların içine doğduk. Dünya gelişim okulu tüm beşeriyet içindir. Gelişim ihtiyaçlarımızı gidermek için belli zaman – mekân koşullarına(astrolojik durumlar da dâhil) ihtiyacımız vardı. Dolayısıyla, bedensel ben olarak, şimdi bizim elimizde olmayan pek çok şeye (koşula) bağlıyız; hattâ bunların bazılarıyla özdeşleşerek, onları bağımlılık hâline getirmişiz. Bu cümleden olmak üzere, yaşam planımıza göre; doğuştan sahip olduğumuz becerilerimiz bile elimizde değil. Bazı becerilere yatkın doğuyoruz, yaşam planımız ve vazifemiz gereği. Ama (Yüksek ben / asıl kendimiz olarak) yaşam planımızı da kendimiz belirledik ve belli vazifelere tâlip olduk. Aslında yaşam planımızı kendimiz yaptık ama, bunda da tamamen özgür değildik; çünkü her yaşam planı geçmiş yaşamların ve karmik birikimin zorunlu ama doğal bir sonucudur.

Her neyse, öyle ya da böyle; yukarıda sözünü ettiğimiz belirli beceri ve özelliklere göre yaşamak zorundayız. Bunun gibi, kalıtımla gelen genetik yapı da (bedensel ben olarak)bizim elimizde değil. Tüm bunlar bizi (enkarne durumumuzu) belirleyen, seçimlerimizi ve davranışlarımızı sâdece etkileyen değil, aynı zamanda yönlendiren etmenlerdir. Bunun gibi, sayılamayacak kadar çok beşerî koşulun sonucu ve bu koşullar tarafından, bir bakıma güdümlenir durumdayız. Bu koşullar kararlarımızı, seçimlerimizi belirliyor ve elbette ki, irâdemizi de yönlendiriyor. Bu nedenle, “Ben bunu kendi özgür irademle seçtim.” demek biraz abes olmuyor mu?

Seçimlerimizi belirleyen ve dolayısıyla bizleri yönlendiren koşullara biraz daha yakından bakalım ve pek çok sayıdaki koşuldan sâdece 3 ‘ünü ele alarak bir örnek verelim: Aynı iş yerinde çalıştığınız ama fazla tanımadığınız biri olsun. Sâdece biliyorsunuz ki, sizin şirkette çalışıyor. İş günlerinden bir gün; örneğin, Cuma... Şunu da biliyorsunuz ki, o kimsenin mesâi bitiminde binadan ayrılmasını engelleyecek bir neden yok ortada. O kimse, o gün iş bitiminde binadan ayrılacak mı? Elbette ki, bu üç nedenden dolayı ayrılacak. Sâdece üç koşulu ya da doneyi bilmekle o kimsenin o gün de, mesai bitiminde işyerini terk edeceğini öngörebiliriz. Hattâ o çalışanın özgür irâdesini de işin içine katarak, “İster gider, ister gitmez…” olasılığı da aklımıza gelebilir ama, onun o gün işten çıkıp gideceğini %95 kesinlikle söyleyebilirsiniz. O kimse hakkında pek çok şey bilmediğimiz (yani, onun etkisi altında olduğu pek çok koşulu bilmediğimiz) halde, sâdece üç koşula dayanarak onun o gün %95 olasılıkla mesai bitiminde işten çıkıp gideceğini düşünebiliriz. Ama o kişinin,  etkisi altında olduğu 3 değil de; örneğin, 3oo koşulunu bilseydik, onun ne yapacağını daha kuvvetli / isabetli tahmin edebilirdik.

Bunun gibi, kişinin biraz sonra neye karar vereceğini ve ne yapacağını; kendi “özgür” irâdesinden çok, dış koşullar belirliyor. Birkaç koşul bile bizi yönlendirmeye yeterli. Şöyle bir örnek ile konuyu biraz daha açmaya çalışalım: Bir kimsenin 1oo milyar koşulunu bilgisayara yüklesek, bu koşullar içinde (ya da belli koşullarda)  o kişinin biraz sonra ne yapacağını bilgisayardan alabiliriz. Bu durumda, bireyin etkisi etkisi altında olduğu koşullar değişmedikçe ve mevcut koşullara bir başkası eklenmedikçe, bireyin verdiği / vereceği tepki, yani seçimi değişmez. Eğer bir koşul değişirse, olması gereken olguyu da değiştirebilir. Bir ve Tek Olan Bütünsel’ in çokluk ve çeşitlilik hâlinde tezâhür ettiği bu illüzyonel dualite ortamında bizler, her an bizi etkileyen koşulların tamamının etkisi altında seçimimizi yaparız. Bu, özgür bir seçim midir? Örneğin, yorulmuş isem ve biraz dinlenmeyi seçmiş isem; beni yoran koşulların zorlayıcı etkisinin sonucudur bu seçimim. Dolayısıyla, benim dinlenmemi belirleyen de, kendi özgür seçimim değil, etkisi altında olduğum koşullardır. Her şeyi yapmak elimde iken, bana dinlenmeyi yeğleten, içinde bulunduğum yorucu koşullardır. Bir şeye karar vermeden önce, o kararı verme aşamasındaki koşullar beni belli bir kararı vermeye zorlar. İçinde bulunduğum koşullar bizi belli bir kararı veremeye zorlar. Yani, yukarıdaki örnekte bana, içinde bulunduğum koşullar dinlenmeyi istetiyor. Gerçek bu olmasına karşın; egomuz bize, “Onu ben kendi özgür irademle istedim / seçtim.” dedirtir. İşte, yaşam kültürü içinde bize bir çok şey bu şekilde “istetiliyor”, “ister duruma” getiriliyoruz.

Elbette ki, asıl kendimiz (Yüksek ben) olarak, enkarne olacağımız ortamı (belli koşullardaki ortamı, yaşam planımıza en uygun koşulları, hatta kişilik özelliklerimizi(*) seçiyoruz ama enkarnasyondan sonra (bedensel ben olarak) o koşulların etkisi altına hareket etmekten (hattâ bir ömür boyu öyle yaşamaktan) başka çâremiz de kalmıyor. Daha da kötüsü, söz konusu koşulların tesirliliği altında ve güdümünde, onlarla özdeşleşmemiz durumunda, yaşam planımızı gereği gibi uygulayamadan, geldiğimiz yere dönmek gibi bir tâlihsizlik de ortaya çıkabiliyor. Bu talihsizliğin ortaya çıkmaması, bedenli yaşam nimetinin hebâ edilmemesi bağlamında; sâdece kutsal vahy tarafından değil, seçkin inisiyatik öğretiler tarafından da pek çok uyarının, öğüdün ve anımsatmanın yazılı metinler olarak beşeriyete verilmiş olduğunu biliyoruz.

Durum bu olduğuna göre, hiç kimse; içinde bulunduğu (içinde bulunduğu yaşam kültürüyle ve kendi özkişisel özelikleriyle ilgili) koşulların  gerektirdiğinden başka bir şey yapamaz ve seçmekte olduklarından  başka bir şey seçemez. Bu nedenle, bir kimse için; “O bunu böyle yaptı ama daha iyisini yapabilirdi.” demek çok isâbetli bir değerlendirme ve yargılama değildir. Hattâ, “Ben onun yerinde olsam şöyle yapardım…” demek de abestir. Bu ancak, o kimsenin o anda etkisi altında olduğu tüm koşulların aynen etkisi altında olsaydık, onun gibi hareket etme / seçme olasılığını yakalayabilirdik ki bu olasılık bile çok kuvvetli değildir. Zaten, o durumda; bir bakıma o olmuş olurduk ki bu da olanaklı değildir…Kişi aynı koşullar altında hep aynı şeyi yapar ama koşullar değiştiği ve biz de tekamül olgusu içinde gelişip değişip farklılaştığımız için, aynı etki altında hep aynı şeyi yapmayız. Bu nedenle, “Şimdiki aklım olsaydı, 10 yıl önceki o seçimi yapar mıydım…” demek de abestir. O zamanki koşullar şimdikilerle aynı değildi ki…

Tüm bunlardan dolayı, aslında özgür olmamak doğaldır ve içinde bulunduğumuz tekâmül düzeyinin gereğidir. Çünkü en genel anlamda hilkat(yaratılış) yasaları(Sünnetullah) ve koşullarıyla sınırlıyız. Örneğin, belli bir galaksinin içinde bulunan (“güneş” adını verdiğimiz) sıradan bir yıldızın çevresinde belli bir hızda dönen ve belli astrofizik özelliklere sâhip (“dünya” adını verdiğimiz) şu uzaysal objenin üzerinde yaşamak ve onun belli oranlardaki gazlardan oluşan atmosferini solumak zorundayız. Üzerinde yaşamak zorunda olduğumuz bu yer kürenin tüm fizik ve jeofizik özelliklerine uymak ve onun sunduğu yaşam olanaklarıyla yetinmek zorundayız. İçinde bulunduğumuz toplumun yaptırımlarını da bunlara eklersek, ne kadar az özgür olduğumuz açıkça ortaya çıkar. Hareketlerimizde, yaşayışımızda ve düşünce / tasavvur kapasitemizde daha pek çok hilkat koşuluyla sınırlı olduğumuzu da aklımızdan çıkarmayalım, irâdemizin bunlarla da sınırlı olduğunu unutmayalım. İrâdemizin dışında olan, sayılamayacak kadar çok koşulun güdümündeyiz. Burada özgür irâde nerede?

İçinde bulunduğumuz; sâdece yaşam kültürünün koşulları değil, öz kişisel özelliklerimiz de bizleri belirli şeyleri istemeye zorlar. Daha kısa bir söylem ile, belirli şeyleri istemeye bizi, içinde bulunduğumuz koşullar zorlar. Bu koşullar bize belirli şeyleri istetir, onları etkisiyle belirli şeyleri ister hale geliriz ama onları yeğlediğimiz zaman (sözüm ona) “özgür” irâdemizle hareket ettiğimizi sanırız. Kıkarcı emperyalizmin bir maşası durumunda olan reklam sektörü de bu beşerî özelliğimizden/zaafımızdan yararlanarak kârına kâr katarak palazlanmaktadır, bu da ayrı bir konu… Yanlış ya da kusurlu da olsa, yaptıklarımızı, eğilimlerimizi bizim; görgümüz, bilgimiz, terbiyemiz, realitemiz, sabır ve dayanma gücümüz belirlemektedir. Özgür irâdemizle herhangi bir şeyi yapmış ya da istemiş gibi görünsek de, onu yapmamak / istememek zâten ve hemen hemen elimizde değildir. Ama Yüksek Benimiz (asıl  kendimiz) bizim burada (bu maddesel ortamda) zâten başka bir şey yapamayacağımızı, (gelişip, değişip, değer kazanmadıkça) bu koşulların ve koşullandırmaların etkisinden kurtulamayacağımızı elbette ki çok iyi bilir. Hattâ bu koşullar içinde (değişmediğimiz sürece) biraz sonra ve daha sonra ne yapacağımızı da çok iyi bilir. TANRI o ki, tüm varlıkların içinde bulundukları tüm koşulları biliyor ve her an, bir an sonraki (kendi “özgür” iradeleriyle) neyi seçeceklerini biliyor.(2)

Bu durumda, şu soru gelebilir akla: Madem ki irâdemiz var ama kullanamıyoruz, hiç olmasaydı daha iyi olmaz mıydı? Koşulların güdümünde birer kukla mıyız? Elbette ki değiliz. Dikkat edilirse, koşullar belirlenmiş ama seçim bize bırakılmış. Dolayısıyla irâdemizi kullanmamız söz konusu ve hattâ irademizi (iyi yönde, içsel gelişim yönünde, Bütün’ ün hayrı ve kendi hayrımız için) kullanmamız önerilmiş tüm inisiyatik ve kutsal öğretilerde. Bu durum elbette ki bir kuklalık değildir. Özgür irâdemizle, “Bir şeyi ister yaparım, ister yapmam…” duygusu bizde olduğu sürece bizler kukla değiliz. Ama bu duyguyu kullanış şeklimiz, içsel gelişim yolunda ilerleyişimizi (hatta karmik yükümüzü) belirlemektedir. Dolayısıyla, seçimlerimizin (yani, irâdemizi kullanma şeklimizin) sorumluluğu bize aittir. Koşullar belirlenmiş ama seçim bize bırakılmıştır. Elbette ki, aynı koşullar içinde olmak üzere; erdemli bir kişinin irâdesini kullanma şekli ile, kendini bilmeyen nefsâni/hodkâm bir kişinin irâdesini kullanma şekli farklıdır. Dolayısıyla bir kişinin gelişmişlik düzeyi ile, içinde bulunduğu koşullara karşı tavrı arasında sıkı ilişki bulunmaktadır.

Evet, her şey İlâhi Murad yönünde planlanmış ve Bir ve Tek Olan Bütünsel; çokluk ve çeşitlilik hâlinde tezâhür etmiştir ama varlıklara da seçme özgürlüğü verilmiştir. O halde, kukla değiliz. Kukla olsaydık, hareketlerimizden (hatta düşüncelerimizden bile) sorumlu olur muyduk? Dolayısıyla, “Her davranışımız belirlenmiştir ve biz buna uymak zorundayız.” söylemi yanlıştır. Bunun doğrusu ise şöyle olabilir: “Davranışlarımız bizim tarafımızdan seçilir. Ama başkasını da seçme olanağı yoktur, içinde bulunduğumuz koşullardan ve o sıradaki tekâmül düzeyimizden dolayı…” Başka türlü bir deyişle, “Önümde / çevremde bulunan bir çok seçenek içinden ben istediğimi seçerim ama o andaki isteğim ve arzum da başka türlüsünü bana seçtirmez.”  Dolayısıyla ve besbelli ki, içsel gelişim yönünde isâbetli seçimler yapmak, isteklerimin inceliğine ya da kabalığına bağlıdır. Bu nedenle, isteklerin ve arzuların içsel gelişim yönünde iyileştirilmesi, onların olabildiğince sâdeleştirilmesi ve arındırılması; başta Budizm olmak üzere, tüm inisiyatik öğretilerde ve kutsal metinlerde hep vurgulanmıştır.(3)

Hilkatin ve İlâhi İrade Yasları’nın(Sünnetullah) sınırlayıcı ve koşullandırıcı etkilerinden (ki onların hepsi aslında şuurda uyandırıcı rahmetler topluluğudur, bu etkilerden) elbetteki kurtulamayız ama içinde bulunduğumuz zaman mekân koşullarıyla, yaşam kültürünün koşullandırmaları ile nefsin iğvasından ve beşerî koşullandırmalardan idraklenme cehti içinde kurtulabilir, bu şekilde özgür irâdemizin daha çok tezâhürüne olanak sağlamış olabiliriz.

………………………….
(*) Kişilik özellikleri konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. KENDİNİ TANIMA REHBERİ, Akaşa Yayınları
(1) Fehim ve feraset= Anlayış keskinliği, görüş derinliği
(2) ALLAH’ın her şeyi bilici oluşu isim sıfatı à el-Basir
(3) Arzularla / isteklerle ilgili; kutsal ve inisiyatik öğretilerden alıntılar:
* “Kibir ve kinin başlangıcı aç gözlülüktür.” (aç gözlülük= kontroldan çıkmış ve doymak bilmeyen arzular) – Mevlana Celaleddin, Mesnevi, 3458.
*  “Sizden hiç biriniz kendi nefsiniz için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe, müslüman olamazsınız.”-Hadis (Kaynak: İSLAM’ a GİRİŞ, Prof.Dr. Muhammed HAMİDULLAH)
*  “İnsanların en iyisi, başkalarına iyilik edendir.” –Kur’an, 59/9 (Yani, istekleri, başkalarına iyilik yönünde ve Bütün’ ün hayrı için olan birey kastediyor.
*  “Mutlu olmanın iki yolu vardır: Ya isteklerimizi azaltmak, ya da  olanaklarımızı çoğaltmaktır.”-Benjamin Franklin.
*  “Sahip olmadığı şeylere üzülmeyen (yani, onları istemeyen) ve sahibolduklarına sevinen kimse akıllı bir kişidir.”
                                                                                                                                                                                   -Epikteos.
*  Eğer tüm arzularımız gerçekleşseydi, sıkıntılarımız iki kat artardı.” –Amerikan Atalar Sözü
*  “Nefsin isteklerini ayaklar altına almak…” –Sufi deyimi
*  “Nefsini susturanın (istekleri en aza indirenin) ruhu  konuşur. ‘Nefsi susturmak’ oruçtur.” –Sufizm
*  “Dünyada(n) oruç tutmazsanız (istekleri / arzuları kontrol altıana alamazsanız), Melekutu bulamayacaksınız.”    
                                                                                                                                                                                   -Barnba İncili
*  Boş arzularla özdeşleşmek, ALLAH’ın nimetlerine nankörlük, azgınlık / zulüm ve bilgisizlik; “kalbin mühürlenmesi” ne yol açan yanlış tutum ve eğilimlerdir. –Kur’an öğretisi (Burada; isteklerin / arzuların kontrolsüzlüğü, “kalbin mühürlenmesi” nin nedenlerinden biri olmaktadır.
*  Kur’an’ daki; “kalbin mühürlenmesi / kalp körlüğü” (Bakara 7 ve 1o) à İncil’ de “kulakları olan işitsin” ifadesinin karşılığı olmaktadır. (Burada da, “kulakların işitmez halde olması” ile, “kalp körlüğü” hemen hemen aynı ifadelerdir.
YARARLANILAN ESERLER:
  • Kur’an’ı Kerim
  • Barnaba İncili
  • KURGU Dergisi, Yaşambimin İşlevleri, Prof.İnal Cem AŞKUN
  • Konferans Notları, Işık YAZAN
  • KENDİNİ TANIMA REHBERİ, Akaşa Yayınları


27 Mayıs 2015 Çarşamba

H İ D R O J E N

H İ D R O J E N
Derleyen: Selman GERÇEKSEVER
İçinde bulunduğumuz evren, âlemlerden oluşmuş maddesel bir yapıdır. Üzerinde bulunduğumuz dünya, bu âlemlerden biri olan hidrojen âleminde yer almış bir uzaysal objedir. Dünya gibi gezegenler, güneş (yıldız) sistemleri galaksiler, nebülözler ve kara delikler gibi uzaysal objelerden oluşan hidrojen âleminin yapı taşı hidrojen atomudur. Günümüzde astronominin elinde bulunan araç-gereçlerle âlemin neresine bakılırsa bakılsın hidrojen atomu “H” saptanmıştır. Bilinen uzaysal objeler de, bilinen “H” atomunun bileşenlerinden oluşmuş yapılardır. Bu bileşimlerin (elementler tablosu) bilinenlerin yanı sıra daha pek çok bilinecek (keşfedilecek) olanı vardır (1).

Ancak, âlemimizin sonsuz geçmişindeki asıl yapı taşı, bugün bilinen “H” den çok farklı bir yapıdır ve bugün kimyanın bildiği “H” onun oldukça gelişmiş, bilinen fizik âlemi oluşturacak şekle gelmiş görünümüdür. Başka bir söylemle, âlemimizin asıl yapı taşı bugün bilinen “H”den çok farklıdır. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT adlı eserin içerdiği bilgileri esas alarak yaptığımız bu derlemenin konusunu                                           Şekil-1
da, bilinen “H” in de alt yapısını (kökenini) oluşturan, âlemimizin sonsuz geçmişindeki bu ilk atom oluşturmaktadır. Madde cevheri olan hidrojen atomunun kimya bilimince henüz tanınmayan öyle bir yanı vardır ki, bu; insanların atomdan yayılan tüm enerji tezâhürleriyle ilgili bilgilerin üstünde ve bambaşka kudretlerde cevher durumlarını arz eder. Beşerî bilim tarafından henüz bilinmeyen bu hidrojen atomu kademelerinden yayılan ve beşeri idraki zorlayacak kadar seyyal ve kudretli olan maddesel olanaklar insanların şimdiye dek asla kavrayamadıkları birçok hadisenin oluşumuna olanak hazırlamakta ve neden olmaktadır (35).  
şekil 2.jpg
Âlemimizin ilk maddesinin ilk atomu, bugün temel element olarak bilinen “H” atomunun çok ilkel / kaba şeklidir. Bu ilk atom bugünkü dünya biliminin tanıyamayacağı / bilemediği kadar basit bir madde formudur. Bu durumda o “hareketsiz”  ve “karanlık” amorfa (2) en yakın bir madde hâlidir / formudur. “Mekanik gelişim ilkesi” nin egemen olduğu sonsuz geçmişteki bu aşama , “H” atomunun alt aşaması olan; sonsuz , “karanlık”, “hareketsiz”, “dağınık” ve amorf bir vasattır (41). (3) Evrenin (ve dolayısıyla alemin) ilk ve en kaba aşaması, bilinen “H” atomunun ortaya çıkışından önceki aşamadır. Bu, bize göre en kadîm aşamadaki tüm olup bitenler Asli İlke’nin (4) gereklerine göre ama Ünite’nin (5) kurduğu “evren kapsamlı yönetim mekanizması”  içinde ve bilmediğimiz yollarla yürütülür.                                                                                                                      Şekil-2

Görülüyor ki, evrenin ilk madde durumundan astronomik âlemimize doğru yürüyen madde gelişimi yolunda, dünya insanı (beşer) için anlaşılması olanaklı olmayan “karanlık” bir alan vardır. Bu alan “kaba”, “dağınık”, “hareketsiz” ve amorf bir madde bütününden ibarettir. Bu kaba vasatta oluşmuş bir madde formasyonları yoktur. İşte bu vasattan / alandan sonra bir menzil gelir ki; bu menzil, hidrojen âleminin başlangıcını oluşturan ilk atom olmuştur. Bu atom beşeri bilim tarafından, temel element olarak bilinen “H” atomu değildir. Beşeriyet tarafından bilinen temel element “H” söz konusu bu ilk atomun çok gelişmiş ve karmaşık bir şeklidir. Dünya bilimi bu ilk atomu henüz tanımamaktadır. Dünyamız da dâhil, tüm uzaysal objeleri (güneş sistemleri, galaksileri, nebülözleri vb.) ile tüm astronomik alemin maddesi (spatyomlarıyla birlikte) bu ilk atomun gelişmiş durumlarının çeşitli bileşimlerinden oluşmuştur (10).

şekil 3.JPGHidrojen âleminde “karanlık ve dağınık” (41) olan ilk aşamasında ortaya çıkan ilk hareketlenme, tekâmüllerinden (bu dağınık maddeyi toplayabilecek kadar) ilerlemiş olan “acemi” / “talebe” (38, 39, 40, 50) ruhları etkilemesiyle olur. “Karanlık ve dağınık” olan amorf maddeyi etkileyebilecek duruma gelmiş olan ruhun tekâmülüne katkı sağlayıcı tesir Ünite’den gelen bu tesir; birisi, o maddeyi “yakalayabilecek” duruma gelmiş olan ruhla ilgili, diğeri ise oluşum aşamasında bulunan maddenin bünyesiyle ilgili olmak üzere birbirini destekleyen ve tamamlayan iki tesirden oluşur. Elbette bunların (Şekil-3) ikisi de Asli Tesir’in evrende tezahür etmiş iki cephesidir. Yani Asli Tesir’in evrendeki bu tezahürü / görünümü, birbirine zıt karakterde birleşmiş unsurlardan oluşmuş “ikili madde vahdeti” dir (41). Bu unsurlar amorf maddenin bir kısmının, gelen tesirler altında hareketlendirilerek bir araya toplanmış şekilleridir(42).
                                                                                                                                                                                                                                 Şekil -3
Amorf maddenin o noktasındaki hareketlenmeyle oluşan manyetik alan, dağınık amorfun o noktasını bir araya toplar. Bunlar amorftaki ilk hareketlenmedir. Bu hareketler bir ruhun, bildiğimiz “H” öncesi ilk atoma bağlanması kapsamında Asli tesirler tarafından ayarlanmıştır. Ruhun tekâmül ihtiyaçlarıyla ilgili gereklilikleri taşıyarak amorf vasata inen Asli Tesir, onun bir atomla bağlantısını sağlamıştır (42).

Görülüyor ki, ilk hidrojen atomları, böyle bir birine zıt ama durumunda olan ikişer unsurdan oluşmuş alemimizin en basit hallerdeki Asli Maddelerini oluşturmaktadır. Bu Aslî Madde, âlemin (bildiğimiz “H” atomu öncesi) ilk maddesidir. Bu ilk / Aslî Madde de o aleme özgü tüm durum ve şekillerin özü bulunur (13). Âlemin ilk atomuna bağlanmış olan bir ruh, artık o atomun varlık aşamasına kadar onu bırakmayacaktır. Bu aşama ruhun “mekanik / otomatik tekâmül”  aşamasıdır. Ruh bu aşamada da yukarıda belirttiğimiz şekilde yakaladığı ilk atomun gelişim sürecine tabi olarak kendi mekanik / otomatik tekâmülünü sürdürür. Bu aşamada henüz ruh, atoma egemen değildir. Çünkü henüz ruhun; sezgi, idrak ve seçme özgürlüğü yoktur. Bundan dolayı ruh henüz kendisine bir tekâmül aracı (yani “varlık”) oluşturacak durumda da değildir. Ruh darmadağınık amorf vasatın yapısı içinde ilk oluşan atomlardan birinden ötekine ve tamamen onlara bağımlı bir şekilde sıçrar durumdadır (42).

Tüm bu hareketlilik Aslî Tesirler’in gereklerine bağlı olarak, maddeden maddeye atlayarak yapılan mekanik / otomatik uygulamalardır (42+43). Amorf vasatta ilk atomun ortaya çıkışından, ilk varlık oluşuncaya dek, atomun bünyesinde egemen olan tesir esasi (yani Aslî İlke’den gelen) tesirdir. Bu esâsi tesirin bir cephesi de, o atoma bağlanmış ruhla ilgilidir (şekil 3). Başka türlü bir söylemle, atoma inen Aslî Tesir’de; bir atomun bünyesiyle ilgili maddesel cephe, bir de o atoma bağlı ruhla ilgili olarak ruhsal bir cephe vardır. Bu atom, bugün kimyanın bildiği ve günümüzde bilinen / bilinmeyen tüm uzaysal objeleri içinde bulunduran maddesel alemimizin yapı taşı “H” olmayıp, âlemimizin “anası” olan bir madde bileşimidir (“Aslî Madde”). Bugün kimyanın bildiği “H” bu Aslî Madde’nin (amorftan oluşan bir atomun) çok ileri ve gelişmiş şeklidir (44).

Amorftan oluşan bu ilk atom (bilinen “H” atomuna dönüşünceye dek) var oluşunu ve gelişimini dualite ilkesini ve değer farklanmasını mekanizma kapsamında sürdürmüştür (6). Elbette ki söz konusu ilke de Aslî tesirlerin egemenliği altındadır. “H” atomunun var oluş sahnesine çıkıncaya kadar aradan geçen süreç, sonsuz bir mekanik gelişim vasatında olmuştur. Bu vasat Asli Madde olan amorfa yakın, dağınık bir yapı olan “karanlık” bir alandır. Aslî Tesirler bir “karanlık” ve dağınık yapıda olan bu alanda ilk çekirdeği (“ilk atomu”) oluşturduktan sonra, onun çevresinde başka cüzüleri de (parçacıkları da) toplayarak, giderek daha karmaşık oluşumları meydana getirirler. Böylece ortaya çıkmış yeni ve amorftan sonraki ilk oluşumun ortasındaki Aslî Tesir bu yeni oluşumdan geçtikten (“kullanıldıktan”) sonra içeriği / niteliği değişmiş ve dolayısıyla asli durumunu yitirmiş olarak bu yeni oluşumdan (madde) yeniden dışarı doğru yayılmaya başlar. Bu yayılım (yansıma, ışıma, emisyon) bu yeni oluşumun manyetik alanıdır. İşte içinde bulunduğumuz hidrojen âleminin en küçüğünden (bilinen “H” çekirdeği) en büyüğüne dek tüm parçacıkları (cüzüleri) şu şekilde ortaya çıkmıştır (44).

Böylece Asli Tesirin tesirliliği (ve dolayısıyla egemenliği) altında kurulan bilinen “H” öncesi ilk çekirdek (Asli Madde) en son gelişim aşamasına dek (yani varlık hâline gelinceye dek) Aslî Tesir ile, o çekirdeğe bağlı ruhun tesirliliği altındadır. Çekirdeğe (Aslî Madde’ye) yönelik bu iki tür tesir, başka bir söylemle; Aslî Tesirler’in ruhlarla ilgili “tekâmül değerleri” ile, maddelerle ilgili esasi tesirlerdir. Ruhun çekirdeğe bağımlı bu durumu, onun tekamülünün bir tür “pasif adaptasyon(uyum) aşaması” dır. Bu aşamada çekirdeklere yönelik yatay tesirler (yani evrenin başka varlıklarıyla ilgili tesirler) gelmez (45). Bu tesirler altında atom, giderek karmaşıklaşarak, bildiğimiz “H” aşamasına doğru sürekli ilerler.

Bugün bildiğimiz “H” atomu evrenin bir âleminde oluştuktan sonra bu durumla ilgili vazifeli varlıklardan tesirler gelmeye başlar. Tüm bu olup bitenler Ünite’nin yüksek kontrolü altındadır. Vazifeli varlıklardan atoma yönelik bu tesirler tali tesirlerdir (yataydan). Yataydan, varlıklardan; düşeyden, Ünite’den atoma gelen bu tesirler altında önce bildiğimiz “H” ve daha sonra da daha karmaşık atomlar ve bunlardan da çeşitli cisimler oluşur. Bu cisimler varlıkların gelişimi için çok gereklidir. Cisim oluşumundan sonra, onların atomlarına artık esasi tesirler inmez olur, onların yerine tali tesirler geçmiştir. Artık cisimler tamamen varlıkların elindedir.

Görülüyor ki, amorftan oluşan, bildiğimiz “H” öncesi atomun, bildiğimiz “H” atomu haline gelene kadar, asli tesirlerin tesirliliği altındadır. Bilinen “H” atomu ortaya çıktıktan sonra, asli tesirlerin yerini evren varlıklarından gelen tali tesirler alır ve çeşitli cisimler (elementler) bundan sonra oluşur (45+46). Bu arada ruh, amorftan (esasi maddeden) başlayarak bağlanmış olduğu atomu etkisi altında tutmayı sürdürmektedir. Ruhun bu etkisi atoma doğrudan değil, asli tesirin ruhla ilgili olan kısmından (tekâmül değerler olarak) gelir. Kısacası, artık bildiğimiz “H” atomu oluşmuştur ve bu atom iki tür tesir altındadır; Aslî Tesirler’in bünyesinde (ruhtan gelme) tekîmül değerleri (düşeyden) ve vazife varlıklardan gelen tali (yataydan) tesirler. Tâlî tesirler atomun bünyesine müdahale edecek durumda değildir. Atomun bünyesi tâli tesirlerin tesirliliği altındadır. “H” atomunun her türlü bileşimleri (yani öteki elementlerin / cisimlerin oluşumu) değişik gelişim düzeylerindeki varlıkların tesirliliği (tâlî tesirler) altında ortaya çıkar.

Aslî Tesirler’in tesirliliği / egemenliği altında, atoma biriken değerler (?); birbirileriyle birleşmeden, tam bir uyum ve denge içinde kaynaşarak (?) hidrojen atomunun o andaki içeriğini karakterize eden bünyesini oluştururlar (47). Hidrojen çekirdekleri (?) bileşenlerinden oluşan “H” atomunun bünyesinde birçok partikül (parçacık) olduğu ve her partikülünde bir manyetik alanı bulunduğu için, bu yeni ortaya çıkmış atomun manyetik alanı da onu oluşturan parçacıkların manyetik alanlarının sentezidir. Atomların birbirleriyle ve varlıklarla olan tüm ilişkisi ve etkileşimleri bu manyetik alanlar aracılığıyla sağlanır. Bu alanlara gelen tali tesirler; şiddetlerine, kudretlerine ve yönlerine göre, onların tabi bulundukları maddelerin bünyelerinde (dualite ilkesi ve değer farklanmasının kuralları altında); çeşitli değişimler, dağılmalar ve toplanmalar yapabilirler (47). Benzer şekilde varlıkların, maddelerden yararlanmaları, onları halden hale sokabilmeleri de bu rolle olur (48).

Henüz varlık aşamasına girmemiş “ilk hidrojen” kademelerinde uygulama gören ruhlar, maddenin bu aşamasında pasif ve mekanik olarak, maddeyi (atomu) egemenlik altına almaya hazırlanırlar. Maddenin gelişiminin bu aşamasındaki atomlar (“ilk hidrojen”) uygulama görecek ruhların (“acemi / talebe ruhlar”-38,39,40) egemenliği ve yönetimi altında değildir. Bu atomlar yüksek ilkelerin gereklerine (şekil 2)  göre, Ünite’den gelen tesirlerle evrendeki ilk “talebe / acemi” ruhların madde hareketlerine alıştırılmaları sağlayacak birer zemin olmak üzere kurulmuşlardır. “Acemi / talebe” ruhlar maddenin (amorftan sonraki aşaması olan) “ilk hidrojen” aşamasında maddenin gelişiminin bu aşamasında onun gelişimine mekanik / otomatik bir yürüyüşle tabidir (50).

Madde amorf aşamasından sonra, Aslî Tesirler’in belirlediği yönde ilerleyerek “ilk hidrojen” aşamasını da kat ederek, bugün kimya bilimince bilinen aşamaya gelir. Maddenin bu gelişim süresince, onunla birlikte ve tamamen ona tabi olarak (atomdan atoma atlayarak) onları sanki yakalamaya çalışan “acemi / talebe” durumunda olan ruh varlıkları vardır. Bu süreç boyunca ; madde gelişir, ruh tekamül eder. “İlk hidrojen” atomu böyle geliştikçe, ona bağlı olan ve onun hareketlerine uyumlanmaya çalışan ruh da mekanik / otomatik bir şekilde son derece yavaş olarak (tedric) tekâmül etmektedir. “İlk hidrojen” atomu (bilinen “H”den önceki) Aslî Tesirler’in belirlenmiş olduğu yönde gelişip değişerek bugün bilinen “H” atomuna dönüştükten sonra da gelişimini sürdürerek, manyetik alan sentezleri ve bünyesi daha karmaşık, nitelik kazanır (51).

Bu şekilde “H” birçok kademelerden geçe geçe; oksijen, fosfor, bakır, gümüş vb. bilinen / bilinmeyen (henüz keşfedilmemiş olan) elementlere dönüşür. Bugünün beşeriyeti tarafından bilinen hidrojen atomu sayısız nitelik ve durumlarla sınıflandırılmış bir madde halidir. Bilinen hidrojen atomunun daha karmaşık şekli olan uranyum atomu bunun birçok misli kere fazla ve karmaşık hareketleri bünyesinde taşır (12). Tüm bu olup bitenler hep, Aslî Tesirler’in (sürekli olarak ruhların tekâmüllerini hedef alan) büyük uyumu içinde cereyan eder. Bu olgunun; amorf vasatın (aslî madde) ilkel maddelerini etkileyen Asli Tesirler’le başlatıldığını ve “ilk hidrojen” ve “bilinen hidrojen” aşamaları boyunca, yine bu tesirlerle sürdüğünü daha önce belirtmiştik. Bu arada, ruhun tekâmül gereksinimleri sürekli olarak, gelişme halinde olan atoma aksettirilmiştir. Hidrojenin bu gelişim aşamasında, atom bünyesine yönelik (varlıklardan kaynaklanan) tali tesirler söz konusu değildir. Bu arada atom doğrudan doğruya Aslî Tesirler iner. Aslî Tesirler, Ünite’den süzülen ve maddelerle ruhlara ait etkiyi / tesirliliği içeren tesirlerdir. Bu durum “ilk hidrojen” in varlık (yani bilinen “H” ) durumuna gelene dek sürer (51).

Hidrojen atomu ilk oluşumundan başlayarak, sonunda öyle bir aşamaya gelir ki, orada çok suptil ve karmaşık madde bileşimleri halinde, günümüzde henüz keşfedilmemiş bir takım enerjileri yaymaya başlar. Atom, bu yüksek titreşimli karmaşık enerjileri yayabilecek gelişim düzeyine geldiği zaman; zaten onun bu düzeye gelmesine Aslî İlke yönünde neden olan ruh da artık maddeler arasındaki ilişkilerin ve hareketlerin içgüdüsel davranışlarına, uzun bir uygulama döneminden sonra, sahip olabilecek bir tekâmül düzeyine ulaşmış bulunur. Hidrojen atomu, dünyanın da içinde bulunduğu hidrojen âlemindeki gelişimiyle öyle kudretli ve karmaşık enerjiler yaymaya başlar ki, artık bunlar dünya maddesinin malı olmaz.

Yarı Suptil Âlem
İşte dünya maddesinin en üst sınırındaki yüksek hidrojen atomu öyle kudretli ve karmaşık enerjiler yaymaya başlar ki artık bunlar dünya maddesinin malı olamaz. Bununla beraber, bu enerjiler de toplu değil, darmadağınık durumdadır. Fakat onların bu dağınıklığı ile, daha önce sözünü ettiğimiz ilkel vasatlardaki amorf maddelerin dağınıklığı arasında çok büyük fark vardır. Öncekileri şekilsiz, basit, hareketleri çok ilkel ve atalete yakın kaba maddelerdi. Bunlar ise çok karmaşık hareketli, bünyeleri karmaşık, zengin madde bileşimlerinden oluşmuş üstün değerli enerjiler halinde bulunan kudretli ve değerli maddelerdir. Bunların bulunduğu yere “Yarı Süptil” deriz. Bu yarı süptil vasat hem hidrojen atomu altındaki amorf vasattan, hem de ilk hidrojen atomlarının oluşturduğu astronomik nebülözlerden daha çok yüksek ve yepyeni bir âlemin basamağını oluşturan yüksek enerjilerden müteşekkil bir tür nebülözdür ki, dünyanın üstünde bulunan böyle bir Yarı Süptil Vasat’ın oluşumu, başka bir deyişle, hidrojen âleminin yavaş yavaş (tedric) üst aleme kayış anlamına gelir (52). Yarı Süptil Âlem, dünyanın içinde bulunduğu alemin yapı taşı olan hidrojen atomunun en yüksek bileşimleriyle ilgili enerjiden oluşmuş bir âlemdir. Yarı Süptil Âlem, dünyanın (hidrojen aleminin) en üstün ve gelişmiş hidrojen bileşimlerinin yüksek vazifeli varlıkların kontrolleri altında yaydıkları ince enerji parçacıklarından oluşmuş bir madde halidir (315).

“İlk hidrojen” kademesinden başlayarak, gelişip varlık aşamasına geldiği an da (yani bildiğimiz “H” olduğu anda), Aslî Tesir’in maddelerle ilgili esâsi tesir kısmı, yerini tâli tesirlere terk eder (Şekil 3). Evrende ruhun temsilcisi ve hizmetkârı (hademesi) durumunda bulunan varlığın yapı taşı da hidrojendir. Bu varlık aslında atıl görünen ilk hidrojen atom maddesinin “yüksek” bir aşamasından başka bir şey değildir. Bu durumda hidrojen; ruhun hizmetine ayrılacak / verilecek kadar gelişmiş bir enerjidir artık (53).

Beşeriyetin henüz tanımadığı, “H” atomunun “ilk çekirdek / nüve”  hâli, yani astronomik araç gereçlerimizle gözlemleyebildiğimiz; güneş sistemlerini, nebülözlerin ve tüm uzaysal objelerin ana maddesini ( yapı taşını) oluşturur. Yarı Süptil Arasat’ın ana maddesi hidrojenin (dünyada belirli bir tezahür göstermeyen) “yüksek” enerjileri oluşturur. Başka türlü bir söylemle; hidrojen atomunun, dünyada belirli bir tezâhür göstermeyen “yüksek” enerjilerinden hidrojen âleminin bir üstündeki Yarı Süptil Vasat oluşmuştur (54).
“Acemi / talebe” ruhlar hidrojen aleminin varlık aşamasına henüz girmemiş “kaba” atomları ve onların “kaba” bileşimleri arasında aktif olarak uygulama yapmak durumundadır (55).

Vazife Planı
şekil 4.jpgDünyamız, tüm hidrojen âleminin en karmaşık ve ileri madde oluşumlarına sahip uzaysal objelerinden biridir. Esasen, dünyamızın tüm olanaklarını kullanarak ve oradaki uygulamalarını bitirerek, onu (dünyanın) tamamen terk eden bir varlığın aynı zamanda hidrojen âleminin de terk etmiş duruma gelmesi söz konusudur(59). Milyarlarca güneş sisteminin oluşturduğu bir galaksiye ve sayısız galaksilerle nebülözlerin oluşturduğu bir âleme ve nihâyet, hidrojen realitesi dışında ve gene sayısız âlemlerden oluşmuş evrenin bütününe gelen tesirler karışımının bir zerresini bile insan idraki layıkıyla kavramaktan âcizdir (91). Böyle bir evrenin Ünitesi’ne bağlı yönetim mekanizmaları da vazife almak için tam idrake varmış olmak ve insan üstü düzeye gelmiş bulunmak gerekir. Esasen Vazife Planı da, ancak hidrojen aşamasının bitirilişinden sonra başlar (74).     
                                                                                                          Şekil -4   
İnsanlık aşamasının (yani hidrojen atomu devresinin) sonrasında başlayan vazife organizasyonlarına varlıklar birden bire sokulmazlar. Bunun için; uzun hazırlıklardan sonra, Vazife Planı’nın gereklerine uygun bir idrak düzeyine (“tam idrak” 74) ulaşmış olmak gerek. Bu yüzden de ancak, hidrojen âleminin en ilkel kademelerinden en üst kademelerine dek geçecek uzun, hem de çok uzun bir hazırlık devresinden sonra olur (77).

Vazife Planı’nın Varlıkları
İleri gelişim düzeyine varmış bedenlerin gelişimleriyle ilgili her türlü olanakları yönetmekten sorumlu Vazife Planı’nın kudretli varlıklarının bedenleri, hidrojen âlemine ait olmayan daha yüksek madde vasatlarından toplanmış materyallerle yapılmıştır. Bunlar sistemlerinin çeşitli düzeylerinin uygulamalarında vazife gören, Vazife Planı’na mensup varlıklardır. Vazife Planı’nın söz konusu kudretli varlıkları uzaysal objelerdeki sıradan (oralara ait) bedenlilerin gelişimlerine çeşitli yardımlarda bulunurlar.

Nihayet belki bir sistemin en ileri düzey uzaysal objesini de (örneğin bizim sistemde dünyamızı) tamamlamış bedenli varlıklar hidrojen âlemini bitirmiş, üst âleme liyakat kazanmış duruma girerler. Şu halde evrenin üst vazife âlemine, hidrojen âleminin sayısız nebülözünün, milyarlarca sisteminin, milyarlarca gelişmiş küresinden, milyarlarca varlık geçmektedir. Güneş sistemimizde hidrojen âleminin gelişim mertebelerini tamamlayarak üst aleme terfi edecek varlıkların toplandıkları yer dünyadır (262+263).

Hidrojen Aleminin “Çıkış Kapısı”
Hidrojen âleminin son olgunluk noktalarına kadar ulaşmış olan beşeri varlıklar aleminin “çıkış kapısına” gelmişlerdir. Ancak bu kapının eşiği idrak ve bilgi olgunluğuyla aşılır. Ruhlar için hidrojen aşaması onların tekâmüllerinde ilk madde aşamasıyla ilgili “karanlık” muazzam ve ebediyet kadar uzun mekanik bir tekâmül aşamasını izleyen varlıklar âleminin başlangıcıdır. Ruhların (“acemi / talebe” ruhların) burada; yeni hidrojenin dağınık halde yaydıkları enerjileri bir araya toplayarak, kendilerine hizmet edecek varlık oluşturduklarını (116) geçtiğimiz paragraflarda belirtmiştik (260+261).

Âlemin söz konusu başlangıcı insanların mensubu bulundukları ve içinde yaşadıkları hidrojen âlemidir. Dünya insanı (beşer) için bu âlem, her ne  kadar sonsuz görünse de, gerçekte madde cevherinin sayısız / sınırsız gelişim aşamalarını içeren evrenin, sâdece hidrojen atomu olanaklarıyla sınırlı ve küçük bir kısmından ibarettir ki; buna, “hidrojen aşaması âlemi” diyoruz. Dünya, “hidrojen aşaması” denilen bu çok uzun ve “yarı idrakli”(50+58) madde âleminin en son duraklarından biridir (260+261). Hidrojenin gelişiminin beşeriyet kademesinde yarı idarkli sübjektif bir gelişim yaşanır (193). Hidrojen âlemindeki “yüzeysel zaman mekânı” da (211) kaderin bu âleme özgü tezâhürüdür (7) (231). Hidrojen âleminin muazzam bir madde varlığı içinde , bir nokta kadar değeri olmayan dünya, gerçekte hidrojen alemi içinde o kadar küçük ve önemsiz değildir (261).

-------------------------------------------------------
(1)     HİDROJEN, John S. Rigden – ODTÜ Yayınları
(2)     Amorf: Madde öncesi “karanlık”, “hareketsizlik” bir vasat olan asli maddedir (Kaynak eser sayfalar 39,41,52,191)
(3)     Yazımızın akışı içinde genellikle paragraf sonlarında ve bazen de satır aralarında görülecek rakamlar kaynak eser İLÂHÎ NİZAM VE KÂİNAT ’ tan yapılan alıntılamanın sayfa numaralarıdır.      
(4)     Asli İlke: Evren ve ruhlar üstü , her şeyi çepeçevre kuşatmış yaratıcı kudret. Asli İlke’nin “gerçekleştirici kudretine” gereklilikler deniyor Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Kaynak eser sayfalar 38,190,191,237,240,232,294.
(5)     Ünite: Evrenin en üst sınırlarındaki (39) varlıklar ve gereklilikler birliğidir. Bu durumuyla Ünite aynı zamanda bir “idrak birliği” olmaktadır (195).
(6)     Dualite ilkesi ve değer farklanması: Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Kaynak eser sayfalar 21, 23, 25, 36, 40, 44, 48, 61, 62, 82, 97, 98 ,99, 101, 103, 104, 139.

(7)     Kaynak eserimizde kaderkavramı için bkz. Sayfalar 230, 240, 252, 277, 294. 

7 Mayıs 2015 Perşembe

GELECEĞİMİZDEN DOLAYI VARIZ…

GELECEĞİMİZDEN DOLAYI VARIZ…
Selman GERÇEKSEVER
Yukarıdaki başlığımıza “plan” açısından yaklaştığımız zaman; bir tezahür uzantısı olduğumuz geleceğimizle(planımızla) bütünleşmek söz konusu olduğunu düşünebiliriz.. Şimdi bunun ne demek olduğuna girişmeden önce, plan ve plansal yapılar hakkındaki bilgimizi kısaca gözden geçirelim:
Ruh varlıkları evrenlerde tek tek bulunmazlar. Seçme özgürlükleri ve irâde uygunluğu doğrultusunda plansal topluluklar (“organizasyonlar” ve “kadrolar”)oluştururlar(ayrınıtılı bilgi için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfa 240). Bu plansal yapılar içinde Yardımlaşma ve Dayanışma Yasasıyla öteki kozmik yasalar çerçevesinde kozmik vazifelerini gerçekleştirirler. Bu Vazife, Planın (Merkez’in) Kozmik Vazifesine hizmet çerçevesinde; maddenin gelişimine hizmet ve maddesel  planlar arasında iletişimi daha açık ve seçik olarak gerçekleştirmektir. Plansal bir organizasyon olan Plan, tümüyle otonom bir yapıya sahiptir. Yani her bakımdan ( kuşkusuz Kozmik İrâde Yasaları çerçevesinde ve öteki planlarla bağlantılı olarak) kendi kendine yeterlidir. Bunun için de merkez olarak, devreler boyunca katedeceği  merhaleleri belirler, ona göre tezahüratını gerçekleştirerek bu amaca ulaşır. Dolayısı ile bir planın (özellikle Merkezi için) geleceği meçhul değildir. Her devrenin başlangıcı da o devrenin sonu da (Merkez için) bellidir. Bunun en özlü söylemi İsa Peygamber tarafından, “Baş ve son benim” şeklinde ortaya konmuştur. İşte taa baştan itibaren, başta belirlenmiş olan geleceğe (Hedefe) göre her şey belirlenir. Dolayısıyla gelecek her şeyi yaratmış oluyor. Bu “yaratma”, oluşturma / organize etme ve düzenleme anlamındadır.
Aslında merkez itibarıyla geçmiş diye bir şey yoktur. Geçmiş ve geleceğin “bir”liği söz konusudur. Geçmiş-gelecek ayrımı, tezâhür âleminde bulunan biz “yarı idrakli” beşerî varlıkların, maddenin karartmasından kaynaklanan bir yanılgıdır.(“yarı idrak” kavramı için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 50,58)
PLANSAL YAPI
Konumuza giriş olmak üzere Plan kavramımızla ilgili olarak yaptığımız açıklamadan sonra makale başlığımızda anlamını bulan “geleceğimizin bizi yaratmış olması”yla(yani, geleceğimizden dolayı var olmamızla) ilgili konumuz üzerinde birlikte düşünerek devam edebiliriz.
Sözlerimizin başında, bizim geleceğimizin planımızla bütünleşmek(“plan bünyesinde erimek”, “damlanın okyanusa yarışması”) olduğunu belirtmiştik. Aslında “Biz” diye bir şey yok; “Planımız” dediğimiz varlığın geçici plansal uzantılarıyız. Dolayısı ile “Biz”, “Planımız”ız. Yani inisiyatik öğretilerdeki ifadesiyle “Biz”, “O” ndanız. Kendi gelişimimizi, belli bir siklus içindeki değişimimizi gerçekleştirmek üzere bu zaman ve mekân kesitinde (yani şu andaki dünya) “Plansal bir yapı” olarak tezâhür etmiş bir varlığız (insan). Bedenli ruh varlığı insan olarak planımıza hizmet gereği olarak gelişimimizi gerçekleştirme çerçevesinde plansal uzantılar (ki bunların içine bitkiler ve hayvanlar âlemi de dâhildir) hâlinde, değişik var oluş ortamlarında tezahür etmiş bulunuyoruz. Şu anda bu var oluş ortamı dünya gelişim  okuludur. Burada belli bir hiyerarşik yapılanma içinde ve doğal olarak, farklı şuur düzeylerinde bulunuyoruz.
Aslında Bütünsel varlığın tümü söz konusu olduğunda, hiyerarşi söz konusu olmayıp, tam bir BİRLİK ve BÜTÜNLÜK vardır. Plan, maddenin değişik mekânlarında yapacağı uygulamaya göre ve o uygulamanın gerektirdiği şuur düzeyine göre belli bir hiyerarşik görünüm içinde tezâhür eder. Dolayısıyla hiyerarşi madde âlemindedir. Bundan dolayı, doğal olarak; bir üstte olan, bir alttakinin var oluş nedenidir. Bir alttaki, bir üsttekinden dolayı vardır. Bu satırları yazan ben, öz benliğimden ve planımdan dolayı varım. Okuyucu olarak siz de, asıl kendiniz olan, öz benliğinizden dolayı varsınız, onun tezâhür uzantısısınız.
Varlık bedenlenirken, bedenleneceği ortamdaki fraksiyonuna ve vazifesine göre şuur tezâhür ettirir. Dolayısı ile şuur, mekân ve varlık arasındaki ilişkiden doğan bir haldir. Şuurun yayıldığı, kapsadığı bir alan yani şuur alanı söz konusudur. Bu  alanın şiddeti varlığın yapacağı işe uygun miktardadır. Bu nedenle, hiçbir varlık şuursuz değildir. Bitkilerde de bizim anlayamayacağımız kadar şuur vardır. Yani onlar da kendi düzeylerinin şuuruna sahiptirler. Öyle varlıklar da vardır ki, bizim şuurumuz onlara göre bitki düzeyindedir.(Bitkiler âleminde şuur / şuurluluk için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 77,131,193,197)
İşte, “Bütünsel Varlık” dediğimiz plan, maddenin değişik mekânlarında ve değişik şuur düzeyinde “Plansal Uzantılar” olarak tezâhür ederek, geleceğini oluşturan hedefine ulaşmaya çalışır. Dolayısıyla yazımızın başında da değindiğimiz gibi, tüm tezâhürat, geleceğiyle bütünleşmek içindir. Söz konusu tezâhürat yani bugünkü bizler “gelecekten” dolayıdır. Yani başka bir ifadeyle “Gelecek”, sanki bugün var olan her şeyi yaratmıştır. İşte bu nedenle diyoruz ki plansal bir uzantı olan “Ben”i yani şu biyolojik yapıyı, elbette ki, bağlı olduğum plan oluşturdu.(“Hedefledi” anlamında oluşturdu) Başka bir ifadeyle, şu andaki beni (bedensel beni, bu organizmayı) öz kendim olan “Gerçek Ben” oluşturdu. Tezâhür uzantısı olan bu biyolojik yapı asıl “Ben” değilim. Asıl “Ben” bütün tezâhüratın özünü oluşturan Merkez’dir. Yani planın bütünüdür. O plan da, gelecekte kendisiyle bütünleşeceğimiz realitemizdir.
İDRAKLENME SİLSİLESİ
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, aslında varlığın yaptığı; özündeki bilginin maddesel mekânlarda uygulanması ve onun kullanılabilirliğinin artırılması için realiteler boyunca ilerlerken, İdraklenme Silsilesi içinde devamlı olarak anlayışını artırmasıdır. Yapılan iş, özdeki bilginin, planın Merkez’den en uzak noktalarına kadar emilmesi ve gereğinin yapılmasıdır.
Özdeki bilginin maddeye uygulanması, varlığın maddesel mekânlardaki tezâhür uzantıları vasıtasıyla olur. Bu çerçevede bedenli varlık, özündeki bilgiyi ortaya çıkarmak ve şuurlu olarak maddeyi incelemek için çok değişik eprövler içine girer. Dünya için bunların çoğu ıstıraptır. Bunun da amacı insan olarak bizim özümüzden daha çok bilgiyi çeker duruma gelmektir. Bu şekilde, özdeki bilgi, planın en ücra köşelerine kadar iletilmiş, bu bilgiyle madde incelenmiş, maddenin gelişimi sağlanmış ve sonuç olarak “Plansal bütünlük” planın her tarafına yaygınlaştırılmıştır.
Az önce sözünü ettiğimiz; bilgi akışı, belli  bir siklus içinde, bir dizi realitenin tamamlanmasından ve idraklenme silsilesinden sonra gerçekleştirilmiş olur. Sikluslar; planın, merhaleden merhaleye ulaşırken, katettiği zaman dilimleridir. Bir siklus boyunca, plansal uzantılar realiteden realiteye geçerek en sonunda planıyla tümüyle bütünleşecek duruma(süptiliteye) gelene kadar değişip, farklılaşarak değer kazanırlar. Bu değer kazanışın, planın tümüne yaygınlaşmasıyla; plansal gelişim, toplu halde “sıçrama” şeklinde ve hep birlikte noktalanır. Bu şekilde plan olarak, öz kendimiz olarak başlangıçta seçme özgürlüğümüz doğrultusunda oluşturduğumuz geleceğimize (hedefimize) ulaşmış oluruz. Ama bu bir merhalenin bitirilmesidir, son değildir. Bu ulaşılan hedef, sonsuzluk okyanusu içinde uğrayacağımız limanlardan sâdece biridir. Bu ulaşma süreci içinde sözünü ettiğimiz realitelerden şu kritik noktalar teşevvüş halleridir. Bunlar iki realite arasındaki girişim alanlarıdır. Bir üst realiteye adaptasyon bölgeleridir. Adaptasyon ise bir üste ve dolayısı ile geleceğe uyum hazırlıkları bakımından çok önemlidir. Konumuzla bu açıdan ilgili olduğu için teşevvüş üzerinde biraz durmak istiyoruz.
TEŞEVVÜŞ VE DEJENERASYON
Varlık bir realiteden ötekine geçerken içine girdiği teşevvüş dönemini genellikle kendi isteği doğrultusunda uzatma eğilimindedir. Bu eğilim büyük ölçüde maddenin câzibesinden ve insanda oluşturduğu daralma ve kararmadan dolayıdır. Bu nedenle insanın teşevvüş döneminden çıkması (uyumamız yanı olan nefsâniyet) çok yakından ilgilidir. Varlık bu şekilde oluşan atâletle eski realitesinin rahatlığının dengesi içinde bulunmayı ve bunun süresini uzatmayı yeğler. Teşevvüş içine girmiş olan insanda ise bu denge ve rahatlık tehdit edilmiş, hattâ boğulmuş durumdadır. Bu aslında, insanın gelişimi bakımından iyi bir durum olmasına karşın, yukarıda sözünü ettiğimiz uyumsuz yanından dolayı bireyin işine gelmez. Söz konusu denge ruh varlığının madde üzerindeki egemenliğinin azalması veya çoğalması şeklinde bir dengesizliktir.
Özellikle devre sonunun teşevvüşlerinin en belirgin özelliği onların belirgin dejenerasyonlarla süslenmesidir. Dejenerasyon; değişim sürecinin normal ve en doğal bir olgusudur. Özellikle hedefe yaklaşıldığı şu bitiş günlerinde ruhsal planlar bunu doğrudan doğruya kendileri kasten yaparlar. Özellikle büyük değişimlerde dejenerasyon dediğimiz yozlaşmalar ortaya çıkar. Çünkü zemin olarak basmış olduğumuz yerin (ki o bizler için realitedir) artık bizler için bir şey ifâde etmemiş olması gerekir ki, bir üst realiteye yönelelim. Başka bir söylem ile, hedefimiz olan geleceğe bir adım daha yaklaşmış olalım. Bu nedenle eski realitenin bozulması, dejenere edilmesi, yozlaştırılması gereklidir ve bu, plansal uzantılar olan bizlerin şuurlanması için yararımıza olan bir gidiştir. Eski realite dağıtılmalıdır ki; bir üste geçmek için ondan kopulabilsin. İşte bu kopuşu genellikle bedenliler olarak beceremeyiz ve teşevvüş dönemimizi çeşitli bahânelerle kendi isteğimiz doğrultusunda uzatma eğilimi içine gireriz. Bu bakımdan söz konusu “kopuş”un iyi bir şekilde becerilmesi lazımdır. “Kopuş” becerilemezse, bu sefer “Helak” dediğimiz “toptan ortadan kaldırma” süreci içine girilir. Bunun başlangıcı “ayıklama”dır.
HELÂK ETKİSİ
Görüldüğü gibi bu durumda devre sonunda bir “helâk etkisi ” söz konusu. Bu tesir “Biz onları helâk ederiz…” diyenin, yâni çok yüksek planların işidir. “Helâk etkisi” kıyam edebilecek duruma gelenleri ötekilerden ayıran etkidir. Çünkü değişim ve başkalaşım olduğu kadar, şimdi içinde bulunduğu etki de giderek değişecektir. Çok daha yüksek frekansa bağlı olarak yaşanacak çok yüksek titreşimli(süptil) bir etki alanının yavaş yavaş dünyayı kapsaması sonunda, onun yaydığı enerjiye bizim uyum sağlamamız kaçınılmaz olacaktır. Bu uyumlanma, zamanında kendini hazırlamamışlar için ister istemez ıstıraplı oluyor.
Büyük değişimlerde dejenerasyonun bir kısmı enkarne varlıklar tarafından oluşturulur ki, bu kimseler de zâten “gemiyi terk etmek” üzere olan varlıklardır. Bu işin bir kısmı da Yukarısı tarafından yapılır. Kasten bozulur; değişimi, gelişimi hızlandırmak, planın tümünü “tekâmül sıçraması” yapacak duruma(performansa) getirmek için... Bu çerçevede günümüzde örneklerini gördüğümüz gibi, dejenerasyon çeşitli şekillerde özendirilir. Bu bir “Plan Baskısı”dır, realite atlamak için şuurlanmaya zorlayıcı (“rahman ve rahîm” olan) tesir... Aynı zamanda planlarımızın birer tezâhür uzantısı olan bizler için bu son bir olanak ve ilâhi rahmettir.. Planımızla, öz benliğimizle bütünleşmek ve toplu olarak “tekâmül sıçraması” yapabilmek için son fırsattır. Bu bakımdan bu etkiye, genel olarak “Planın, uyandırıcı, kıyama hazırlayıcı baskısı” diyoruz. Başka bir söylemle, bu planın “realite atlatıcı baskısı”dır. “Hızla eksiklerini tamamla ve aş onu !” der gibi bi rşeydir bu. Bu bakımdan, “SON YÜZYILIN BEŞERİ GİDEREK DAHA DA BİR ÇIKMAZ İÇERİSİNE, YANİ KENDİNİ BUNALIMA TERKETMİŞTİR”. Evet, “BUNALIM”da, genel teşevvüşün içinde dejenerasyonun doğal sonucu olarak karşımızda bulunmaktadır. Bakın, yıllarca süren Sadıklar Planı bu durumu gayet özlü bir şekilde nasıl sözcüklere dökmüş:  
”Menfiliğin ve şerrin zincirleri gevşetilmiştir; Sınanmak için. Menfiliğin ve şerrin ipleri uzatılmıştır; Sınanmak için
Bunun karşısında sizi kösteklenmekten ve sizi köstek olmaktan kurtarmak için müspet tesirlerin, müspet düşüncelerin hazinesi açılmıştır. İşte siz, yer ve gök arasında sürekli olarak darbelenen bir varlık olarak göğü seçmelisiniz. Çünkü biliyorsunuz ve sorumluluğunuz var…”
RUHSAL TEBLİĞLER, Sadıklar Planı, Sayfa 508 (Ruh ve Madde Yayınları)


 
Bu durumlar bir toplum için “İniş” olarak kabul edilebilir. Zaten bir “düşüş”ten başka bir şey değildir. Ama unutulmamalıdır ki, bu inişler, çıkışlara ivme vermek için mevcuttur. Bunların hepsi de planın hedefi olan gerçeğe hızlandırma, geleceği oluşturma gayretinden başka bir şey değildir. O geleceğe göre her şey ayarlanmış ve oluşturulmuştur bizler de dahil olmak üzere… Dolayısıyla “Bizi geleceğimiz yaratmıştır” diyoruz.










HEDEFİMİZ OLAN GELECEĞİMİZ….
Bu bilgilerimizin ışığında; sözlerimizin giriş kısmında hep birlikte hatırladığımız “BAŞ VE SON BENİM” söylemi “SON”, plansal uzantılar olan bizler için şimdi içinde bulunduğumuz dönemin/merhalenin sonu, yâni hedefimiz olan geleceğimizdir. “BAŞ” ve “SON” ile bunların arasındakiler; ruh varlığının (yani “BİR”.. olanın) tezâhüründen, başka bir ifadeyle “merkez, yada koninin tepesi” tarafından oluşturulan plansal uzantılardan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla, geleceğimiz olan değişmiş+gelişmiş ve farklılaşmış+değer kazanmış ruh varlığı, yâni kendimiz, şimdiki plansal uzantılar (halının saçakları/püskülleri) olan bizleri ve tüm tezahüratı yaratmıştır. Bunu, baştaki (ezeldeki) muradını gerçekleştirmek üzere yapmıştır. Aslında bunu yapan yüce varlık (planın bütünü) için “baş” ve “son” ayrımı yoktur. “Baş” ve “Son”un “BİR” liği söz konusudur. “Baş” ve “Son” arasında (bize göre) geçen zamana egemen olan O’dur. İşte bu zaman içinde mekân kaplayan tezâhürat olarak bizler ve her şey bu murâda, yani ezelde aldığımız karara hizmet ediyor, o ezelde kullanıma/uygulamaya koyduğumuz Seçme Özgürlüğü’müzün gereğini yerine getiriyoruz. Başka bir deyişle, söz konusu Seçme Özgürlüğü’müzü kullanarak ve bir seçimle oluşmuş bulunan “geleceğimizi” oluşturma süreci içindeyiz. Seçme Özgürlüğümüze göre oluşmuş bulunan geleceğimiz (hedefimiz), ona giden yol üzerindeki her şeyin oluşmasına neden olmuştur. O geleceğe giden yol üzerindeki her şey ve şimdiki bizler O’ndan dolayı varız. Burada “O” dediğimizde “Baş ve son benim!” diyenin ta kendisidir. Yâni öz kendimiz (öz benliğimiz)…
SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ GELECEĞİMİZİ YARATTI
Konunun daha iyi anlaşılması ve öneminin vurgulanması bakımında bu son söylemlerimizdeki “Seçme Özgürlüğü” ve “Geleceğimizin Oluşturulması” kavramlarımızı biraz daha açmak istiyoruz:
Bildiğiniz gibi, “Seçme Özgürlüğü” Varlıksal ilkelerden birisidir. Varlıkların özünde bulunan temel ilkelerden biridir ve başka bir ilke olan “Varlıksal Eşitlik” ilkesinin doğal bir sonucudur(VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları). Seçme Özgürlüğüne sâhip varlıklar yaradan karşısında eşitseler, Seçme Özgürlüğü ve Seçme Özgürlüğünü kullanımı bakımından da eşittirler. Yani varlıklar, “Plansal Organizasyonlar” şeklinde en müteal (aşkın) vazifelerini gerçekleştirmek üzere, her gelişim merhalesinin sonu için değişik gelecek (hedefler) seçmekte serbesttirler. İşte bu merhale için seçtikleri hedefe (geleceğe) göre, o hedefe giden yol üzerindeki araç – gereci oluştururlar. Tüm bunlar o merhalenin sonundaki hedefe (geleceğe) göre oluşturduğu için “gelecek onları oluşturmuş” oluyor ya da “gelecek”ten dolayı onlar vardır, diyoruz.
Dolayısıyla şimdiki bizleri oluşturmuş olan, geleceğimizdir (aşkın hedefimizdir). Ama bu geleceğimizi de oluşturan, ezeldeki seçimimizdir. Seçme özgürlükleri ve irâde benzerliği çerçevesinde aynı planı oluşturan varlıkların seçtikleri merhale ve hedef aynı olduğu için, bunların irâdeleri de birbirine benzer demektir. Yani bir plan içinde irâde uygunluğu/benzerliği söz konusudur. Başka bir söylem ise; “Seçme” ile “İrâde” arasında oldukça yakın bir ilgi ve bağlantı var. Çünkü seçtiğimiz şey, irâde beyanında bulunduğumuz şeydir(ahdimiz). Ya da irâdemizi yönettiğimiz obje/hedef seçimimizi oluşturur.
Varlık bu şekilde, kendi irâdesiyle dilediği merheleyi, dolayısıyla o merhele sonundaki hedefi (geleceği) seçer. O gelecek yönünde ilerlerken, karşısına çıkan koşullara uyum sağlama gayreti içinde anlayışını ve şuur alanını sürekli olarak geliştirerek/etkinleştirerek “gelecek” ten “gelecek”e, “hedef” ten “hedef” e doğru ilerler durur. Bu ilerleyiş sırasında, seçimi yönünde (gelecek) herşey onun için “olanak” hâlinde oluşur. Yani varlık seçtiği geleceğe (merhaleye) göre olanakları da kendi oluşturur: hem giden hem de kendi demiryolunu oluşturan tren gibi. Bu, dönüşü olmayan ve ebedîyen müteal (aşkın) ve hiçbir zaman ulaşılamayacak olan MERKEZ’e doğru giden yoldur.
Plansal bir yapı hâlinde ve ezeldeki seçme özgürlüğümüz doğrultusunda “geleceğimizi oluşturma süreci” içinde olduğumuzu söylemiştik. Bu süreç; devamlı olarak değişik aşamalara uyum sağlama  ve bunun paralelinde olmak üzere devamlı bir şekilde anlayışın artması olarak sürer gider. Bu süreç içinde varlık tüm kozmik yasaların etkisi altında, ama özellikle konumuz olan “gelecek” bakımından Sebep-Sonuç Yasası’nın etkisi altındadır. Varlık hiç durmadan işleyip durmakta olan bu yasanın sürekli olarak uymak zorundadır, ezelde seçtiği hedefe/“geleceğe” isabetli vuruş yapmak için.
İşte bu çerçevede; tezâhür uzantısı varlıklar olarak, realiteye geçerken, “şimde” de geleceği yaşarız. Derneğimiz vasıtasıyla yayınlanan bilgilerin bir kısmı bizim gelecek yaşamımızla ilgili bilgilerdir. Bu bilgilerle, şimdiden geleceği imajinatif, hattâ mantal olarak yaşayarak onu, şimdiden oluşturmaya çalışıyoruz. Ezeldeki seçimimize göre belirlediğimiz geleceğin (hedefin) tezahüratı olan bizler bugünkü yaşamımızla O’nu oluşturuyoruz. Bizim geleceğimiz ezelde mantal olarak vardı. Yakın gelecekte fizik olarak realize edilecek. Zaten ilke olarak her şey önce mentalde oluşur, sonra fiziğe yansır ve fizikte realize/materyalize olur. Bu bir “geleceği oluşturma süreci”dir. “Gelecek”teki halimiz, o zamanki duruma yani devre sonundaki durumuna ulaşmak üzere şimdiki bizleri (Plansal uzantılar) yaratmış/oluşturmuş vaziyettedir. Bu bakımdan; geleceğimiz “şimdiyi”/”anı” yaratmış durumdadır. Hedef yoksa (ki bu olanaksız) tezahür de yoktur.
GELECEĞİN KOŞULLANDIRILMASI
Taa ezeldeki başlangıçtan itibâren gelecek (HEDEF) bize olan görünmeyen etkisiyle bizi sürekli olarak koşullandırmaktadır. Düşüncelerimizi, işlerimizi, teknolojimizi hattâ toplumsal düzenlemelerimizi geleceğe göre yapmıyor muyuz? Araştırmalar ve bilimsel incelemeler hep gelecek için değil mi? Çocuklarımız, “Geleceğin güvencesidir” diye yetiştirmiyor muyuz? Görüldüğü gibi her şeyimizle sanki geleceğe kilitlenmiş durumdayız.. Gelecekten sürekli olarak etkilenir durumdayız. Bu etkilenişte sanki gelecekle koşullandırılmış durumdayız. Gelecek taa baştan itibaren bizi kendisine koşullandırmış ve bağlamış bulunuyor. Geleceğe göre koşullanıyoruz. Sanki o bizi yönetiyor. Her şey bunun için bahâneden/araçtan başka bir şey değil. Muhteşem tekâmül kervanı bedenli insanın tüm atâletine rağmen, sanki gelecek (hedef) tarafından çekilircesine o yönde ilerlemektedir.
Plansal bir yapılanma içinde son hedeften hedefe(hakikatten hakikate…) etap etap (tedrîcen) ya da “ara hedef”lere uğrayarak ilerliyoruz. Bunların hepsi bizi son hedefe ulaştıracak olan “ara alanlar”dır. Aslında sonsuz gelişim ve tekâmül gidişinde “son hedef” diye bir şey olmaz ama belli bi merhalenin sonu olabilir ki, o gelişim düzeyi varlık için “son” hedeftir. İşte dünyada da ara alanlardan hareketle dünyadaki son hedefe doğru ilerlenir. Ara alanlar/hedefler, ana alana uyum sağlayacak şekilde tanzim edilmişlerdir. Ara alanlardan geçiş; uyum ve esenlik gerektirir.
HEDEF ALANI
Her ara alan kendisinden öncekinden daha düzeyli ve daha kapasite artırıcıdır. Planların tezâhür uzantıları kürenin çeperinden Merkez’e doğru olan ilerleyişlerinde sürekli olarak, birinden ötekine uyum sağlayarak geçerler. Uyum sağlamak, zaten varlığın ezeli ve ebedî evrensel işidir. Bu gidiş ve uyum süreci sonunda düşünülen “Hedef Alanına” ulaşılması için ara hedefler oluşturmuşuzdur. Söz konusu “ara hedefler” bizi en son hedefe hazırlayan ara alanlardır. Bunlar hedeften dolayı vardır. Dolayısıyla geleceğimiz olan hedef yaratmıştır onları.
Enkarne varlıklar “LİDER BİLGİ”nin, notere bırakıldığı günden başlayarak, 2013 baharında gün yüzüne çıkana kadar, “kıyam ettirici etkisi”ni yayıp durmuştu. Bu etki altında bir kısım enkarne varlıklar her türlü esnekliği ve büzülüp dürülmeyi hızla yaşamadılar. Bundan amaç, bu bilginin ayan beyan ortaya çıkmasına elverişli şuursal ve mantal, hem de fiziksel zeminin hazırlanmasıdır ve bir uyum hareketidir. Devre sonunda, söz konusu kutsalların kutsalı olan “LİDER BİLGİ”nin asıl sâhibinin, yani dünya “RAB PLANI”nın en tepesinin/tam merkezinin sözü geçerlidir. O’nun taa ezelde saptadığı “SON ”a hızla yaklaşıyoruz dünya beşeriyeti olarak. Dolayısıyla, devre sonunda O’nun realitesi geçerlidir. Bu realiteye uyum sağlamak ve hep birlikte “tekamül sıçraması”nı gerçekleştirmekten başka seçeneğimiz yoktur. Taa ezelde bunu kendimize hedeflemiş varlıklar olarak O’nunla bütünleşeceğiz. YÜCE IŞIK BİLGİ, LİDER BİLGİ O’nun bilgisidir. Taa başından beri, ezelden beri en arkada/ en tepede/ tam merkezde duran gerçek liderin/”Asıl Sâhip” in bilgisidir. O’nun verdiği bilgi ile insanlık en son ve (bu devre için) en aşkın olan yaşamsal hamlesini yapacaktır. Bu şekilde Gerçek LİDER’in / “asıl sahip” in İlâhî Muradı gerçekleşmiş olacaktır.
Plansal tezâhürler için söz konusu ara alanlar geleceğe/hedefe doğru adım tırmanan basamaklardır. Bu yapıda her basamağın talebi bir aşağı sızar, bir sonraki de bir altı yaratmış olur. Planlar ezelde yapıldığına göre; en “son hedefe ” varmak için, bizi en son hedefe hazırlayan ara alanlar/basamaklar oluştururlar. Bu basamakların mevcudiyetleri hedeften/”geleceğimiz ”den dolayıdır. Bu yapılanma içinde dünya insanlığı bütün içtenliğiyle gayret etmek zorundadır. Devre sonunun şuurda uyanmaya zorlayıcı etkisine uyum sağlamak zorundadır, kıyam etmek ve gelecekle yani öz-kendisiyle bütünleşmek için. Bu şekilde varlık geleceği, gelecek de O’nu hazırlıyor.
Şu andaki bizler (yani tüm insanlık) için YÜCE IŞIK BİLGİ ile kıyam etmek söz konusuysa, kıyam ile belirlenen hedef (gelecek) YÜCE IŞIK BİLGİ’yi oluşturmuş olmaktadır. Bu bakımdan ruh varlığı için ne YÜCE IŞIK BİLGİ, nede onun hemen ardında bulunan hedef (bu merhale için “gelecek”) en son ve en aşkın hedef değildir; Sadece bir merhalenin sonu, ama yeni ve daha üstün olan başka bir merhalenin başlangıcıdır. Ama şu anda bu merhale “LİDER IŞIK BİLGİ”nin(İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT Kitabının içerdiği bilgi külliyatı) ve kuşkusuz onun sâhibinin hükmü altındadır.

KAYNAK ESER: DEĞİŞİME DOĞRU, Ergün Arıkdal (Ruh ve Madde Yayınları)

9 Nisan 2015 Perşembe

AZ BİLİNEN YÖNLERİYLE A T A T Ü R K

AZ BİLİNEN YÖNLERİYLE
 A T A T Ü R K

Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER

Kitaplı‎ dinlerin peygamberleri ve büyük inisiyeler(1) başta olmak üzere, beşeriyetin ve mensubu olduğu ulusun geliş‏imine(aydınlanmasına, şuurlanmasına) hizmet etmiş‏ tüm yöneticilerin ve önemli buluşlarıyla bilime hizmet etmiş‏ bilim insanlarının bazı dikkat çekici(bilinen/bilinmeyen) “yetenekleri” olduğunu biliyoruz. Sıradan insanınkinden farklı‎ olan bu yetenekler; hemen hemen sürekli olarak gerçekleş‏en ِöngörüler, varlı‎k sevgisi, sağduyu, azimkarlık, “yeni” olana açıklık, alçakgönüllülük, ِözgürlüğe düşkünlük, barış‎‏severlik, duygu enginliği ve bağnazlığa‎ً tepkililik… şeklinde tezahür eder. Bu meziyetlerden/yeteneklerden sadece biri ya da ikisi sıradan olan bizlerde ya doğuş‏tan ya da sonradan ortaya ç‎ıkar, ama ATATÜRK gibi büyük insanlarda bunların hemen hemen hepsi bir arada bulunur.

Bu yeteneklerden özellikle “öngörü”(önceden bilme/sezme), “prekognisyon” ve duru görü gibi adlarla Parapsikolojinin araştırma alanı‎ içine girmiş‏ ve pek çok süje ile laboratuar koşullarında deneyler yapılmış; bunları‎n “tesadüf” ile açıklanamayacağı (gerçekten var olduğu) kanıtlanmış‏, (hatta “soğuk savaş‏ dönemi”nde yoğun olmak üzere) resmi çevrelerce kullanılmıştır(2). Dünyanı‎n dört bir yanında ve ülkemizde Parapsikolojinin araştırma alanına giren pek çok süje ortaya çıkarılmış‎‏, bunlarla ilgili kanıtlanmış olaylar/deneyimler literatüre geçmiştir.

Söz konusu yaygın örneklerden bir kaçını şöyle anımsıyoruz:
  • 1963’te bir suikasta kurban gidecek John F. Kennedy’nin Teksas’ta öldürüleceği, birbirinden habersiz pek çok kimse tarafından hissedilmesi, Beyaz Saraya telefonla, başkanın Güneye gitmemesinin istenmesi, birçok Amerikalının, suikast‎ı rüyalarında görmesi,
  • İkinci Dünya Savaşı öncesinde yine pek çok kişinin oğullarının savaşta öleceğini rüyalarında görmesi ve bunu sava‏ş öncesinde bildirmesi,
  • Wolf Messing’in sık sık halkı‎n önünde düş‏ünce okuma ve duru görü gösterileri yapması bunları‎n hemen hemen hepsinde isabet kaydetmesi,
  • ABD’nin(CIA ve FBI birimlerinde) parapsikolojik yeteneklere sahip medyumlar çalıştırması‎, (Apollo uçuşları‎ sırasında başarılı‎ telepati denemeleri…),
  • Rusları‎n(Sovyetler Birliği döneminde) Rus parapsikologları‎n yaptıkları deneylerin birçok kitaba konu olması‎; mensubu bulundukları‎ rejim nedeniyle tamamen maddeci bir zihniyetle konuya yaklaşmalarına karşı‏‎n, çok başarılı sonuçlar elde etmeleri(Moskova ile Sibirya’nı‎n kuzeyinde bir merkez arasında başarılı telepati denemeleri…),
  • ABD, Duke üniversitesinde(1930’lu yıllarda ve daha sonra İNSAN DOĞASINI ARAŞTIRMA VAKFI FRNM’de) Prof. Dr. RHINE, Prof. Dr. G. PRATT, Dr. W. CARRINGTON, vb. psikologların laboratuar koşullarındaki çalışmaları,

Konuyla biraz ilgilenmiş‏ olanlar bilir; Parapsikoloji literatürüne geçmiş ve hemen aklımıza gelen birkaç olaydı‎ bunlar. Materyalist ve komünist Ruslara bile ta‏ş çıkartan bir yaklaşım ve zihniyetle bu gibi paranormal (ama aslında insanın gerçek doğasıyla ilgili olan bu) olaylara hala “tesadüf…” teviliyle yaklaş‏an tutucu zihniyet, “Araştırma yapı‎p zahmete girmektense, alay etmeyi…” yeğliyorsa bizim buna, “Pes doğusu… !” demekten başka diyeceğimiz yoktur.

Bizim tarihimizde ve günümüzde de buna benzer pek çok paranormal olay ve bu yeteneklere(Duyular D‎‏‎ışı Alg‎lamalar, DDA) sahip kimseler keşfedilmiş ve kitaplara geçirilmiştir. Bu belgeseller konuyla ilgili yayın evlerinin kitaplarında ve ilgili kuruluşların(ki bunların başında BİLYAY Vakfı‎ ve Ruh ve Madde Yayınları gelir…) yayın organlarında bulunabilir. Merak ediliyorsayorsa, zahmet edip ve önyargısız bir yaklaşım ile bunları incelemek gerekir. Bizim bu çalışmadaki amacımız, elbette ki paranormal olaylarının doğruluğunu ve DDA’nın var olduğunu kanıtlamak değildir. DDA’n‎ın, genellikle tüm insanlık ulularının ve önderlerinin özelliklerinden biri olduğunu ve özellikle de; T.C.’nin kurucusu yüce önder ATATÜRK’de de bu sıra dışı melekelerin bulunduğunu, daha birçok insani erdemlerle bu melekelerin onun yaşamına yansıdığını ve ATATÜRK’ün bu yanının çok az bilindiğini ortaya koymaktır. Yararlandığımız kaynaklardan hemen gözümüze çarpan birkaç sıra dışı, ama gerçek olay:
* Atatürk’ün giriştiği işler arasında hata payının hemen hemen sıfır olması‎, isabetsiz hiçbir karar almamış‎‏ olması,
* Beşeri tarihte, Kurtuluş Savaşı yapıp ta, yeni bir devlet(hem de Cumhuriyet) kuran biricik önder olması,
* İngiltere, Fransa ve ABD gibi zamanın en açgözlü ve sinsi emperyalist canavarlarına kahramanca kafa tutması‎, karşı‏‎ koyması ve onları‎ ülkeden kovması‎,
* 1907’de bugünkü Türkiye haritasını‎ çizmesi ve arkadaşlarına, “Gelecekte Türk Devletinin sınırları‎ bunlar olacaktır.” demesi(3),
* Daha 1930’lu yıllarda, gelecekte “ekonomi savaşları‎” olacağını bildirmesi, Avrupalıların bir birlik kuracağını, hava ulaşımının çok gelişeceğini, ay’a gidileceğini, Ortadoğu sorununun sürüp gideceğini, Sovyetlerin dağılacağını, Orta Asya’da Türk Cumhuriyetlerinin belirginleşeceğini ve bizim geleceğimizin de bu(Türkî) cumhuriyetlerle ilintili olacağını bildirmesi,
* Sadece Çanakkale ve Kurtuluş‏ Savaşlarımız da değil,  1. Dünya Savaşı’yla ilgili kararlarında da hata payının/isabetsizliğin bulunmaması…

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Atatürk’ün dikkat çekici yanlarından sadece birkaçı‎ bunlar… Yazımızın giriş‏ kısmının ilk paragrafında belirttiğimiz, Atatürk’ün erdemli, bilge kişilere özgü, ama çok az bilinen yanlarını‎(elimizdeki kaynaklarla sınırlı olarak) derleyip sizlerle paylaşacağız. Sizlerinde(güvenilir kaynaklara dayalı‎) bildiklerinizi öğrenmekten mutlu olacağı‎z.


YÜCE ÖNDER ATATÜRK’ün
ÖRNEK KARAKTERİNİN ANA HATLARI:

Her yönüyle ve gerçek anlamda “büyük” bir insan olan Atatürk’ün fizik ötesi niteliklerinin başında; çok yönlü bir deha ve üstün insanlık niteliği göze çarpar. Doğuştan gelen ve erdemli insanlara özgü güçlü bir karakter ile bunun sağlam dayanağı olan çetin ve yılmaz bir irade onun en belirgin üstün insanlık niteliğidir. Davranışlarındaki ve her türden kimse ile ince düşünme ve ölçülü hareket ama temkinli ataklık onun her zaman ön sırada yer almasına neden olmuş‏tur. Tasavvur etme ve ileriyi görme yeteneği çok geliş‏mi‏ş olmasına karşı‏‎n, gerçekleştireceğine inanmadığı hiçbir projenin ardından gitmemiştir… Başka türlü ifadesiyle; olmayacak(ya da insani değerlerle bağdaşmayan) hiçbir şeyi istememi‏ş; yani hep olacak ‏şeyleri ‏şaşmaz bir isabetle istemi‏ş/projelendirmiş‏ ve onları‎n üzerine güçlü bir azimle gitmiştir.(NOT: Azimkâr‎ً‎lığıyla ilgili örneklere ileriki paragraflarımızda ayrıca gireceğiz.)

Bilgelikle taçlanmış zekâsının yanı sıra, herhangi bir konuda “geneli kavrama yetisi” herkesi hayran bırakacak düzeydedir. Daha ilköğretim s‎ıralarında belirginleşmiş olan matematik becerisi, ilerleyen sınıflarındaki gelişimiyle, ona; olaylar arasındaki nedenselliği görüverme yetisini kazandırmıştır. Son derece yoğun yaşam temposuna karşı‏‎n; okumak, araştırmak, incelemek, öğrenmek sonu gelmez tutkusuydu Atatürk’ün. Kendisinin okuyup incelemeye fırsat bulamadığı konularda, dürüstlüklerine ve bilgilerinin derinliğine inandığı bilim insanlarını görevlendirirdi. Kadim MU Uygarlığı‎ً‎n‎ı inceletmesi buna örnek gösterilebilir(4).

Yüce insan Atatürk’ün beşeri ilişkiler çerçevesinde; insanlar‎ı tanımada, erdemli insanlara özgü bir kavrayışla onları‎ değerlendirmede yanıldığı hemen hemen hiç görülmemiştir. Tanıdık tanımadık herkesle olan ilişki ve iletişiminde, “uygar insanlara özgü bir yüreklilik”ten kaynaklanan “açık kalpliliğe ve medeni cesarete dayalı‎ bir sözünü sakınmazlık” ile hareket etmek Atatürk’e özgü belirgin niteliklerden biriydi. Beşeri iliş‏kilerde riyakârlı‎k en nefret ettiği beş‏eri zaaflardan biriydi.

Kuşkusuz, özgürlük/bağımsızlık(kendisinin de belirttiği gibi) onun en belirgin karakter özelliklerindendi. O, kendi ruhundaki özgürlüğü/bağımsızlığı‎ topluma yansıtarak Türk Ulusunu sömürge emperyalizmin kirli ellerinden kurtardı‎. Esasen ِözgürlük/bağımsızlık(Seçme özgürlüğü ve Özgür İrade ş‏eklinde) ruh varlığının belli baş‏l‎ı niteliklerindendir. Ama enkarnasyon ile beşerleştiğimiz zaman bu niteliğimiz maddesel ve toplumsal koşullandırmalarla örtülür, aslımızı özümüzü(aslen ruh varlığı olduğumuzu) unutacak ve inkâr edecek kadar kabalaşırız. Ama ATATÜRK gibi yüce varlıklar, söz konusu erozyona kapılmayacak kadar güçlülüklerinden dolayı‎; değil aslını/özünü unutmak, her fırsatta bunu ortaya ç‎kararak topluma hizmette, başkalarının da tutsaklıktan kurtulmalarına, özgürleşmelerine yardımda kusur etmezler.

Kuşkusuz, belirgin insani değerlerden biri olan “özgürlük severlik” in en doğal görünümü “özgür düşünce”yi oluşturması‎ ve yaymasıdır. Düşündüğünü özgürce ifade etme tutumu, ATATÜRK ve çevresi için gerçeğin aranıp bulunmasında en geçerli ve erdirici yol olmuştur. Medeni cesaret ve düşünce özgürlüğünün verdiği güçten kaynaklanan düzgün ve etkili konuşma yetisi; onu, gelip geçmiş en usta hatiplerden biri olmak düzeyine yükseltmiştir. Örneklerine daha sonraki paragraflarımızda yer vereceğimiz soğukkanlılığı, en belirgin kişilik niteliklerinden biri olarak yakın arkadaşlarınca saptanmıştır. Özellikle yıkımlar karşısında sergilediği soğukkanlılık, sabır ve tahammül gücünün erdemli bilgelere özgü bir sonucudur. Yine yakın çevresinin saptamalarına göre; yaptıklarıyla övünmek yerine, yapacaklarını düşünmek; onun sürekli bir eylem adam‎ olarak her zaman ileriye ve yeniye dönük dinamizminin dışa yansımasıdır.

Beşeri değerlere/realitelere saygılı ama onlarla özdeşleşmeyen tutumunu, rütbe ve nişanlarını bir vesileyle atıvermesiyle ortaya çıkmıştı. Büyük hizmetler ve haklı çabalarla kazandığı tüm rütbe ve nişanlarını atıp, “sade bir Türk vatandaşı” olarak kurtuluş hareketine ve savaşına girişmesi, yüksek vazife anlayışının ve bilincinin ulus sevgisiyle taçlanmış bir kanıtıydı. Onu hedefi, böyle eşsiz bir vazife bilinciyle; toplumu çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmekti(Batı’nın düzeyine değil!). kurtuluş yıllarında kısa sürede hızla değişen toplum yapısı, onun devrimci ruhundan aldığı hızla gerçekten çağdaş bir nitelik kazanmaya başlamıştı, ama ne yazık ki 40’lı yıllardan itibaren bu hız korunamadı ve hatta düşüşe geçildi. Oysaki ATATÜRK, yokluk içinde bile neler yapılabileceğini ölmeden önce bize göstermişti:

1920 yılında 260 olan doktor sayısı, 1921’de 312’ye, 1922’de 337’ye çıkarıldı ve 434 sağlık memuru istihdam edildi(5). Salgın hastalıklarla mücadele için 1920 yılında, yabancıların hayal olarak nitelendirdikleri yerli aşı üretimine geçildi. Sivas’ta üretilen 3 milyon çiçek aşısının tümü halka uygulandı. Sıtmalı yörelerde yerli kinin dağıtımı yapıldı. Frengi mücadelesi için, onca yetmezlik içindeki devlet bütçesinden harcamalar yapıldı(6). Halka hizmet götürecek doktor sayısını artırmak için, askeri doktorların bir bölümü ordudan ayrılarak, sivil alanda görevlendirildi. 1921’de, bir yıl önce 3 milyon ünite üretilen çiçek aşısı miktarı 5 milyona çıkarıldı. Sivas’ta ki Aşı Üretim Merkezi genişletilerek, bir yıl gibi kısa bir süre içinde 537 kg. kolera, 477 kg. tifo aşısı üretildi ve bu aşıların tümü halka uygulandı.

İstanbul ve Sivas’tan sonra, Diyarbakır’da da, içlerinde; bakteriyoloji/kimya lab. aşı merkezi ve kuduz tedavi bölümlerinin olduğu sağlık merkezi kurularak, halk sağlığı merkezlerinin dağılımında denge sağlanmaya çalışıldı. Afyon, Eskişehir, Niğde gibi illerde tıbbi temizleme(sterilizasyon) merkezleri açıldı. Urla ve Sinop karantina merkezleri, aletleri tamir edilerek yeniden devreye sokuldu. 1000 kg. devlet kinini Ziraat Bank. aracılığıyla halka dağıtıldı. Tüm bunlar, yoksulluk içinde süren Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusçu politika anlayışıyla gerçekleştirilen başarıların sadece bir kısmıydı. Bunlar, yokluk ve yoksulluk içinde bile ne gibi hamleler yapılabileceğinin ibret verici, hatta şimdiki bizleri utandırıcı, mahcup edici örnekleriydi.

01 Mart 1922’de Meclisi açış konuşmasında, Osmanlı’dan(Tanzimat’tan) bu yana devralınan hurda ekonomi ile ekonomiyi bu hale getiren Batı’nın yaptıklarını Yüce ATATÜRK şöyle anlatıyordu: Başka türlü ifadesiyle yukarıda(son iki paragrafta) sağlanan gelişme hangi zor koşullarda yaratılmıştı,  “Ülkemizin ekonomik durumu ve ekonomik kuruluşlarımız dış ülkeler tarafından sarılmış bir halde bulunuyordu. Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini koruyamayan ekonomik yaşantımızı yine ekonomik yönden kapitülasyon zinciriyle bağladı. Ekonomik alandaki özel değerler ve kuruluşlar yönünden bizden çok kuvvetli olanlar ülkemizde, bir de fazla olarak imtiyazlı durumda bulunuyorlardı; kazanç vergisi bile vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri malı ve istedikleri koşullar altında yurdumuza sokuyorlardı. Bu nedenle, ekonomik hayatımızın tüm bölümlerinin mutlak egemeni olmuşlardı. Efendiler, bize karşı yapılan bu rekabet gerçekten çok gayri meşru, çok ezici idi. Rakiplerimiz bu şekilde endüstrimizin gelişme olanaklarını yok ettiler. Aynı zamanda tarımımızı da zarar’a uğrattılar; ekonomik ve mali gelişmemizi engellediler…”(7)

Birkaç paragraf önce de belirttiğimiz gibi, ATATÜRK; eşsiz vazife bilinci ve vatana hizmet aşkı içine hedefi, ekonomik bağımsızlık içinde toplumu çağdaş uygarlık düzeyine ve onunda üzerine yükseltmekti. “Batı standartları” na değil. ATATÜRK Batı’yı örnek almak ya da Batı’yı hedeflemek şöyle dursun, Batı’ya karşı dikkatli olunmasını her vesileyle öğütlemiştir: “…durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, tüm dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki; yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir…” diyordu ATATÜRK, 06. Mart 1922 günü TBMM’nde(8).

ATATÜRK yabancı ülkelerle işbirliğine açıktı ama “taklitçi bir bağımlılığa” karşıydı; Batı’nın ne olduğunu iyi bilir, çağdaşlaşmadan yanadır ama “Batıcı” değil. Aralık 1921 yılında Batıyla ilgili şu sözleri, bu anlayışının en özlü ifadesidir: “İlkbahar’a dek şu üç ay içinde bu silahları elde edemezsek, diplomasi kanalıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir”(9).

Bu birkaç belgesel örnekten de anlaşılacağı gibi; Kurtuluş Savaşı ve sonrasında kısa sürede hızla değişen toplum yapısı, ATATÜRK’ün devrimci, yenilikçi ve yenileyici ruhundan aldığı hızla, türlü yokluk ve yoksulluk içinde çağdaşlaşmanın yolunu tutmuştu. O yüce insan tüm girişimlerinde; üstün inandırma gücü, kişiliğinin çekici etkisi, yılmaz kararlılığı ve türlü koşullara uyma yeteneği, onu başarıdan başarıya ulaştıran belli başlı niteliklerdendir. Beşeri ilişkilerde; alçakgönüllülük, değerbilirlik, cömertlik, bağışlayıcılık ve hakseverlik gibi meziyetleri yanında; konuşkanlığı, şakacılığı, hazırcevaplığı ve hoşgörüsü ile çevresinde sürekli bir sevgi halkası yaratmıştır. Sağduyusu, yüksek özsaygısı, diğerkâmlığı(özgeciliği) ve insaniyetçiliği ile sadece Türk ulusunun değil, barışsever bir dünyanın da gönlünde yer etmişti ATATÜRK.

ATATÜRK gerek bu kişilik özelliklerinden, gerekse siyasi (ve savaş alanlarındaki) başarılarından dolayı yabancı yöneticilerin de saygısını kazanmıştı. Kurtuluş Savaşının yüksek prestiji ve savaş sonrası barıştan ve bağımsızlıktan yana kişilikli politikasıyla ATATÜRK, dost-düşman tüm dünyada saygınlık kazanmıştı. ATATÜRK hiç “dış geziye” çıkmamış, ancak pek çok ülke liderleri(ki bunların içinde Türk ve İslam düşmanı İngiltere’de vardır, Sekizinci Edward) tarafından(1928’den başlayarak) ziyaret edilmiştir. “Tarihi düşman” olarak tanımlanan Rusya ve Yunanistan’la bile, hiçbir dönemde olmayan karşılıklı güvene dayalı dostluk ilişkileri kurulmuş, Balkanlar’da barış ve istikrar oluşturulmuştu. Doğu’da; Kafkasya, ırak, İran, Afganistan’a dek çok geniş bir alan, gerilimsiz bir barış bölgesi haline getirilmişti. Türkiye’nin o dönemdeki uluslar arası saygınlığı o denli yüksektir ki, bu saygınlık Hatay sorununun çözümünü, diplomasi alanında benzeri olmayan anlamlı bir jest ile noktalanmasını sağlamıştı: ATATÜRK’ün Hatay konusundaki duyarlılığını bilen Fransızlar; Hatay’la ilgili anlaşmayı, sağlığı iyice bozulan ATATÜRK’ün, sonucu görmesini sağlamak için, dışişleri personelini tatil günü çalışmaya çağırarak imzalamıştı.

Görüldüğü gibi ATATÜRK, sadece yerli basından değil, yabancı basından(örneğin, Financial Times)da olumsuz eleştiri alan “Mustafa” Filminde empoze edilmeye çalışıldığı gibi; kişisel bazı zayıflıkları olan, en yakın arkadaşlarının bile birer birer kendisini terk ettiği, içine kapanık, yalnız, çok içki ve sigara içen bir komutan değildir. Financial Times’ta bu konuda çıkan yazının başlığı şöyleydi: “ATATÜRK’ü Kaidesinden İndiren Film”(Cumhuriyet Gazetesi, 12 Kasım 2008). Bu besbelliki maksatlı olarak yapılan bir belgeseldi. Eğitim-İş’in bu filmle ilgili yayınladığı raporda da belirttiği gibi; “İnsani yanlarını göstermek kılıfında ATATÜRK(bu belgeselde) sanki harcanmıştı…” Doğal olarak ta filmin yapımcısı, bu sözde belgeseliyle Kemalistlerin güçlü tepkisine neden olmuştu.

Mustafa filmi ile perdeye aksetmiş olan bu talihsizlik ne ilktir, ne de son. Beşeri tarih boyunca insanlık önderi ATATÜRK gibi yüce kişilere yönelik istismar hep sergilenmiştir. En son örneklerden birini, Prof. Dr. Erol Manisalı, 15 Eylül 2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşe yazısında şöyle dökmüş satırlarına: “…12 Eylül döneminde valilik makamındaki kimi yetkililerin masalarına ATATÜRK heykelcikleri doldurup; bazen bağış aldıklarını, kimi zaman da hediye olarak dağıttıklarını gözlerimle gördüm. Din, bayrak ve ATATÜRK Türkiye’de hep istismar edildi. ATATÜRK’ü ve bayrağı istismar edenler(dini de istismar eden) dincilerin yolunu açtı. Dinciler de, ‘Ya ALLAH!’ diyerek istismara başladı.” Dincilerin ATATÜRK’ü nasıl istismar ettiğini ve sevmediğini; ATATÜRK’ün de dine karşı değil, dincilerin ürünü olan irticaya karşı tavrını ileriki paragraflarımıza bakarak, büyük insanların ve ATATÜRK’ün de bir özelliğini daha anımsayalım: Tarihten ibret almak.

Dünya ATATÜRK gibi insanlarla dolu olsaydı; Tarih, elbette ki tekerrür etmezdi… Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenlerini anımsayalım. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde; 1838 tarihli Balta Limanı Sözleşmesi’nin, 1854 yılında Kırım savaşı nedeniyle alınan ilk dış borcun, 1881 tarihli Muharrem Kararnamesi ve buna göre kurulan Duyun-u Umumiye’nin etkisi bilinir. Bu yanlış adımlarla içine düşülen mali bağımlılık; siyasi, hukuki, idari bağımlılığı pekiştirmiştir. Çünkü borçlanmak demek, bağımsızlığı yitirmek demektir. Yüce ATATÜRK’ün ulusal ekonomiye ve mali bağımsızlığa büyük önem vermesi ve sopanın süngüden kuvvetli olduğunu sık sık vurgulaması boşuna değildi.

ATATÜRK(16 Mart 1923’te yaptığı) bir konuşmasında Osmanlı’nın bu tutumunu bakın nasıl değerlendiriyor ve bizleri de uyarıyordu: “…Büyük devletler şimdiye dek bize şu ya da bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor gibi görünüyorlar; oysa ekonomik tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi durum alırlar; gerçekte ise, ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu tutsaklığa katlanan devlet ileri gelenleri hoşnuttu. Çünkü görünüşte gösterişli bir gelecek sağlamışlardı. Fakat gelecekte, ulusu manen yoksulluk çukuruna atmışlardı. Bunlar ekonomik mahkûmiyeti kavrayamamış, bedbaht hayvanlardı.”(10). ATATÜRK’ün bu saptaması aynı zamanda günümüze yönelik bir öngörüdür. Sanki Türkiye’nin bu günlerini 1923’te görmüş ve gereken uyarıyı yapmıştı. ATATÜRK’le ilgili belgelere dayalı öngörü(precognition) örneklerini ileriki paragraflarda da bulabileceksiniz.


KİŞİLİĞİNİN BELİRGİNNİTELİKLERİNİ YANSITAN ANILAR

ALÇAKGÖNÜLLÜLÜKTEKİ BÜYÜKLÜK:
Buraya kadar bakıldı
Başkomutanlık Meydan Savaşı’nda, bir gece tutsak edilen birkaç Yunan subayı, Mustafa Kemal’in çadırına getirilir. Tutsak subay, üniformasında hiçbir işaret görmeyince, Mustafa Kemal’e rütbesinin ne olduğunu sorar:
-          Binbaşı mısınız?
-          Hayır!
-          Albay mı?
-          Hayır!
Tutsak daha yukarı rütbelere de aynı yanıtı alınca;
-          Peki, ne siniz?
-          Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım!
Şaşkınlıktan ve korkudan çenesi düşen Yunanlı kekeleyerek;
-          Bir başkomutanın muharebe hattında bulunması işitilmiş şey değil de…(11)


ÖNGÖRÜYLE DESTEKLİ KARARLILIK:

1919 Mayısının ilk yarısındaki günlerden bir gün, Osmanlı sadrazamı Damat Ferit Paşa, Mustafa Kemal’in Anadolu’da hükümete karşı ayaklanacağından kuşku duyuyordu. Onun ağzından bazı laflar kapmak için onu ve Cevat Paşa’yı akşam yemeğine çağırdı. Yemekten sonra, bir Anadolu haritası üzerinde yapılan konuşmalarda, Mustafa Kemal sadrazamın kuşkusunu sezdiği için, çok ustalıklı yanıtlarla onu ferahlattı.

Konuklar gece geç vakit konaktan ayrıldılar. Mustafa Kemal ile Cevat Paşa kol kola Nişantaşı’ndan Teşvikiye’ye doğru hızlı adımlarla ilerlerken, Cevat Paşa sordu:
-          Bir şeyler mi yapacaksın, Kemal?
-          Evet, bir şeyler yapacağım!
-          ALLAH muvaffak etsin…
-          Mutlaka muvaffak olacağız!
(Evet, ATATÜRK; Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla biteceğini önceden biliyordu: Prekognisyon)

ÖNGÖRÜ ve ORDUYA GÜVEN: 

Trablusgarp’ta İtalyanları mağlup eden Türk ordusu ne yazık ki yeteri kadar desteklenmedi. “Orası artık bir ülke, bakamıyoruz, çekilelim” diyen İttihat ve Terakki Partisi’nin yöneticileri yardım göndermediler. Arkasından çıkan Balkan savaşı’nı bahane ederek İtalyanlarla anlaşma imzalayıp çekildiler. ATATÜRK de ülkesine geri dönmek zorunda kaldı. Yalnız Derne’den yazdığı mektuplardan birinde, 1. Dünya savaşı’nı görmüş ve bu savaşa girildiğinde sonucun Türk milleti için iyi olmayacağını söylemiştir. İktidar da bulunan İttihat ve Terakki Partisi yöneticilerini daha o zamandan uyaran ATA’yı kimse önemsememiş, hatta dinlememiştir. Ne yazık ki söylediklerinin hepsi gerçekleşti.

Mustafa Kemal’i 31 Mart olaylarından sonra, Yüzbaşı iken Selanik’ten tanıyan silah arkadaşı Tevfik Bıyıklıoğlu anlatıyor: “On saatten fazla at üzerinde dolaşmış olduğumuzdan, çok yorgunduk. Alay komutanımız, Mustafa Kemal ve öteki subaylarla birlikte yemek yedik. Alman subaylarda vardı aramızda. Hepimiz dağılmaya hazırlanırken Yzb. Mustafa Kemal birden ayağa kalktı, “Arkadaşlar” diye söze başladı ve benden de Almancaya tercüme etmemi istediği konuşmasını yaptı. İki saat kadar süren konuşmasını yaptı. İki saat kadar süren konuşmasını herkes dikkatle dinledi:

(ATATÜRK’ün sözlerinin bu kısmında apaçık bir öngörü vardır. ATATÜRK’ü dinliyoruz: )

“Türk ordusu için dâhili kavgada muvaffak olmak bir zafer değildir ve bu hadisenin şerefine memleketi seven bir adam ve Türk zabiti sıfatıyla sevinip kadehimi kaldıramam. Bundan ancak elem duyabilirim. Arkadaşlar bana dikkat edin, sözlerime kulak verin. Türk ordusu gün gelecek, Türk varlığını, Türk istiklalini kurtaracaktır. İşte asıl o vakit sevineceğiz. İftihar edeceğiz. İşte o vakit Türk ordusu vazifesini yapmış olacaktır.”


SEZGİLERİNE/YUKARIYA GÜVENİ TAMDI…

Mustafa Kemal, son Osmanlı padişahlarından olan Mehmet Reşat ile Almanya’ya gitmişti. Askeri üsler gezilirken, bir askeri üstte şereflerine uçaklarla gösteriler yapacaktı. 1. Dünya savaşı öncesi 1910 yıllarında uçaklar az çok gelişme göstermişti. Askeri üstte gösteri yapacak olan uçaklardan birine ATATÜRK’ün binmesi kararlaştırılmıştı.

Zamanı gelince uçağa doğru ilerlemekte olan Mustafa Kemal geri dönüp binmekten vazgeçtiğini söyledi. Israr etmelerine rağmen ATATÜRK fikrinden vazgeçmedi ve onun yerine bir Alman subayı bindi. Uçak havalandıktan bir müddet sonra arızalanarak düştü ve içindeki Alman subayı öldü.(12)

(Esas olan Türkiye’nin kurtulması olduğu için, ATATÜRK’ün uçağa binmesi engellendi… ATATÜRK, aşağıdakilerin tüm ısrarlarına rağmen Yukarı’nın uyarısına uymayı yeğledi. Bu da onun Yukarı’ya olan imanının, Yukarı’yla sürekli işbirliğinin bir işaretidir. Olay, aynı zamanda bir prekognisyon örneğidir.)


İNGİLİZ EMPEYALİZMİNİN PLANLARINI AÇIKLIYOR:

Kurtuluş savaşı sırasında Türk Milliyetçiliği adlı bir kitap yazan Fransız kadın gazeteci Berthe Georges Gaulis Anadolu’yu gezdi. Savaşı yakından izledi. Komutanlarla görüştü. Bu arada Mustafa Kemal ile sohbetlerde bulundu, sonra ülkesine dönerek bu kitabı yazdı. Bu kitabın en ilginç bölümlerinde onun “Uzağı Gördüğünü” yazmaktadır. Kadın gazeteci onun yazdığı raporun kehanet derecesinde doğru çıktığını anlatmaktadır:

“Rapor, Almanların zaferler kazandığı sıralarda kaleme alınmıştır. Savaşın sonucunu ondan başka hiç kimse doğru tahmin etmemiştir. Müttefikler arasındaki işbirliğinin hiçbir vakit bozulmayacağını, onların sefalet ve mahrumiyetlerinin Almanların maruz kaldıkları yokluk ve sıkıntılara göre çok daha hafif olduğunu anlamıştır. Kendi devletinin katıldığı ittifakın galip geleceğine inanmıyordu. Ülke kaynaklarının boşalan yerleri doldurmaya yeterli olmadığını söyleyerek Türk ordusunun zayıflamakta olduğunu ispat ediyordu. Bu sözleri birer birer çıktı.”
(İngilizlerin; ABD’le birlikte günümüzde devreye sokmaya çalıştığı bu planın adı “BOB Destekli Ilımlı İslam”dır. Günümüz yurtsever stratejistleri ATATÜRK’ün bu öngörülerinden, yıllarca önce yaptığı uyarılardan yararlansalar, herhalde; Türkiye üzerinde kötü emelleri olan sömürgen zihniyetlere karşı daha gerçekçi ve isabetli projeler geliştirilir…)

ATATÜRK İngiltere’nin planları hakkında da şunları söylüyordu:

“İngiltere; kendisine hizmet edecek bir Müslüman dünyası, Filistin’de İngiliz nüfusuna bağlı bir Hıristiyan devleti kurulması, Türkiye’nin de bu güzel ülkelerden ve bu ülkeler üzerindeki dini nüfus ve itibarından mahrum bırakılarak bir yana itilmesini planlıyordu. Bütün bu görüşler, İngiltere için yaptığı savaşın gayelerinin yerine geçecek kadar önem kazanmıştır. Bunlar aynı zamanda bizim içinde tamir kabul etmez felaket olacaktır.”

Yüce ATATÜRK Türkiye’nin tüm düşmanlarına ve saldırgan güçlerine(ama özellikle de İngilizler’e, onların yurt içindeki işbirlikçilerine) karşı çok dikkatliydi. İngilizlerle işbirliği halinde Güneydoğu Anadolu’yu yavaş yavaş sömürgen emperyalist güçlere teslim eden Osmanlı Devleti’nin son sadrazamlarından İzzet Paşa(Kasım 1918) İskenderun’un da İngilizlere teslim edilmesi gerektiğini Mustafa Kemal’e bir telgraf ile bildirmişti. İşbirlikçi hain İzzet Paşa’nın telgrafını ve Mustafa Kemal’in telgrafını aşağıda görüyoruz. İzzet Paşa’nın 08 Kasım 1918 tarihli telgrafı:

“Bu gün Britanya hükümetinden aldığı emir üzerine Visamiral Galtrop, İskenderun şehrini General Allenby tarafından bildirilecek müddet içinde teslimini talep etmiş ve kabul olunmazsa şehrin cebren işgal edileceğini bildirmiştir. Mütarekenin 7, 10, 11. maddelerine göre şehrin işgal teklifine İngilizlerin hakkı olduğu ve harbe devam etmekten mutlak surette aciz olduğumuza göre teklifin kabul edilmesi zaruri olduğu ilave edilmektedir.”
Son telgrafını çeken Mustafa Kemal şunları şöylemiştir:
“İngilizlerin dehşetli bulduğumuz en son müracaatlarının sebeplerini başka yerde aramak lazımdır ve tedricen bütün memleketimizi istila etmeye kadar varacak olan böyle dehşetli müracaatların tekrarlanacağına şüphe olmadığından asıl sebeplerin muhakeme edilmesi lüzumunu arz etmeyi vazife ederim. İngilizlerle akt olunan(imzalanan) mütarekenin maddelerinin müphem ve şümullü medlüllerini(şüpheli maddeler) bir an evvel tespit etmek lazımdır. Yoksa İngilizlerin tekliflerine bugüne kadar olduğu gibi mukabele edilmekte devam olunursa, şimdi Kilis-Payas hattına kadar olan araziyi isteyen İngilizlerin, yarın Toroslar’a kadar olan Kilikya mıntıkasını, daha sonra Konya-İzmir hattını işgal tekliflerinin birbirini izleyeceği ve ordumuzun; kendileri tarafından sevk ve idare, hatta hükümetin Britanya hükümeti tarafından intihap edilmesi gibi teklifler karşısında kalmaklığımız olasılık dışı değildir… İngilizlerin elde etmek istediklerini onlara kendi yardımımızla bahşetmek, tarihte Osmanlılık için, özellikle bugünkü hükümet için pek kara bir sayfa vücuda getirir…”

O günlerde Anadolu’nun, hele İzmir-Konya arasındaki bölgenin işgal edilme olasılığı kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. İngilizlerin doymak bilmez açgözlülüğünü bilen ATATÜRK Osmanlı hükümetini uyarmış ama kendisini dinletememişti. Osmanlı hükümeti ATATÜRK’e inansaydı, o elde kalan kuvvetleri Anadolu-Suriye sınırında toplayacaktı. Böylelikle Anadolu’yu işgal etmeyi planlayan İngilizler yeni bir savaşı göze alamayabilirlerdi.


ATATÜRK’ÜN İNGİLİZLERİ SEVMEYİŞİNİN HAKLILIĞI ZAMAN İÇİNDE BİR BİR ORTAYA ÇIKTI:

Sömürgen Batı Emperyalizminin başrol oyuncularından İngilizlere karşı ATATÜRK’ün duyarlılığı ve bu konudaki haklılığı(yani öngörüleri/sezgileri) zamanın akışı içinde günümüzde bile hala bir bir ortaya çıkıyor. Birkaç belgesel örnek verelim: “ABD”ne ait ARCO çok uluslu şirketin yaklaşık on yıl önce açtığı ama petrol almadığı gerekçesiyle kapattığı Diyarbakır-Kayayolu sahasında; TPAO tarafından yapılan yeni çalışmalar sonucu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi’nde zengin ve kaliteli petrol yatağı bulundu.” 30 Mart’99 tarihli Cumhuriyet bunları yazıyordu. Yani Türkiye’nin sözde stratejik dostu olan ABD, Anadolu’da petrol bulmuştu ama ne kendi işletiyordu, ne de bizim işletip yarar sağlamamızı istiyordu. Çünkü Türkiye bu zenginliklerinden kendisi yararlansaydı, dışarıya bağımlılığı azalacaktı. Bu da, Kurtuluş savaşında sömürgeci arzularına kavuşamadıkları için(özellikle 1945’ten itibaren) Türkiye’yi dışa bağımlı halde tutarak bu arzularını gerçekleştirmeye çalışanların işine gelmiyordu. İşte Yüce ATATÜRK bunları bildiği için, vefatına kadar uyarılarını hep yinelemiştir. Aralık 1921’de TBMM’de şunları söylüyordu: “Biz yaşamını ve bağımsızlığını kurtarmak için çalışan emekçileriz, yoksul bir halkız. Efendiler, halkçılık; toplumsal düzenini emeğine ve haklarına dayandırmak isteyen bir toplumsal doktrindir. Biz bu hakkımızı korumak ve bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için meclisçe ve ulusça bizi yok etmek isteyen emperyalizme ve kapitalizme karşı ulusça savaşı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız.(KIRAN KIRANA, Afa Yayınları, 1992, Sayfa: 304)(13).

Günümüzde Türkiye’yi Batı’ya ve ABD’ye bağımlı kalmaya zorlayan, yalana, riyaya ve haksızlığa dayanan emperyalist politikalarla oluşacak tehlikeyi Yüce ATATÜRK 1920’li yıllarda sanki biliyormuş gibi hem Batı’yı, hem de bizleri şöyle uyarıyordu: “Amerika, Avrupa ve tüm Batı dünyası bilmelidir ki; Türkiye halkı, her uygar ve yetenekli ulus gibi kayıtsız şartsız özgür ve bağımsız yaşamaya kesin karar vermiştir. Bu meşru kararı ihlale yönelik her kuvvet, Türkiye’nin ebedi düşmanı kalır”.(ATATÜRK’ün SÖYLEV ve DEMEÇLERİ, Cilt 3, Sayfa 48, Prof. Dr. Utkan Kocatürk “KAYNAKÇALI ATATÜRK GÜNLÜĞÜ”, Türkiye İŞ Bankası, Kültür Yay. No: 294, Sayfa: 217.)(13)
Türkiye’ye karşı düşmanca ama sinsice ve ustalıklı bir riyakârlıkla sürdürülmüş olan İngilizlere karşı ATATÜRK’ün duyarlılığını ve onları niçin sevmediğini gün geçtikçe daha çok anlıyoruz. ATATÜRK çok isabetli bir öngörü ile bu konudaki uyarısını(1920’de) The Chicago Daily Chronicle gazetesi muhabiri Paul Williams aracılığıyla tüm dünyaya(uyarısını) şöyle yapıyordu: “Anadolu’daki bu hareket bir halk hareketidir… Bu gün dünya Müslümanlarının çoğunluğu Britanya tarafından fethedilen ülkelerde yaşamaktadır. Şimdi bizi ezmek isteyende Britanya’dır. İslam’a karşı açılan haçlı seferlerinin sonuncusuna geldik. Türk İslam dünyası bu tehlikeye karşı tetikte durmaktadır(Atilla İlhan, Cumhuriyet, 28.06.2002)(13). Günümüzde sömürgeciliğin ustabaşı İngilizler, ABD ile el ele olarak; Kurtuluş Savaşında elde edemediklerini şimdi çeşitli oyunlarla bizden koparmaya çalışıyorlar(14).

ATATÜRK’ün İngilizlere karşı duyarlılığını doğrularcasına, Ali Fuat Cebesoy anılarında, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki İngiliz hainliğini şöyle dile getiriyor(MİLLİ MÜCADELE HATIRALARI, Ali Fuat Cebesoy, Temel Yay.)(13):
“Kumandanı bulunduğum 20. Kolordu karargâhının Ankara’ya nakli ile burasının bir mukavemet merkezi yapılmasını kararlaştırmıştık. Kolordunun hazırlıklarını haber alan İngilizler harekete geçmiş ve bizi geciktirmek için önlem almaya başlamışlardı. Bir ay süren pürüzleri birer birer çözdük ve harekete hazır duruma geldik. Ancak bu kez ortaya yeni bir engel çıkmıştı: İngilizler vagon başına 60 altın lira talep ediyordu. Bu parayı nereden bulup verecektik? ! Kolorduya doğrudan merbut kıtalarla, Kaymakam Mahmut Bey kumandasındaki 24. Fırkamız, Ereğli-Aksaray-Kırşehir üzerinden Ankara’ya yürüyerek geldiler.”

Kurtuluş Savaşı yıllarında, düşmanlarımız arasında bize yönelik hainlik konusunda en aktif durumda olanı İngilizlerdi; bu nedenle bu düşmanın adının, ATATÜRK’le ilgili bir konuda öteki düşmanlardan daha sık geçmesi doğaldır…


İNGİLİZLERİN GİZLİ PLANLARI HAKKINDA ATATÜRK’ÜN İSABETLİ ÖNGÖRÜLERİ:

Kurtuluş Savaşı sırasında Türk Milliyetçiliği adlı bir kitap yazan Fransız kadın gazeteci Berthe Georges Gaulis Anadolu’yu gezdi. Savaşı yakından izledi. Komutanlarla görüştü. Bu arada Mustafa Kemal ile sohbetlerde bulundu, sonra ülkesine dönerek bu kitabı yazdı. Bu kitabın en ilginç bölümlerinde onun “Uzağı Gördüğünü” yazmaktadır. Kadın gazeteci onun yazdığı raporun kehanet derecesinde doğru çıktığını anlatmaktadır:

“Rapor, Almanların zaferler kazandığı sıralarda kaleme alınmıştır. Savaşın sonucunu ondan başka hiç kimse doğru tahmin etmemiştir. Müttefikler arasındaki işbirliğinin hiçbir vakit bozulmayacağını, onların sefalet ve mahrumiyetlerinin Almanların maruz kaldıkları yokluk ve sıkıntılara göre çok daha hafif olduğunu anlamıştır. Kendi devletinin katıldığı ittifakın galip geleceğine inanmıyordu. Ülke kaynaklarının boşalan yerleri doldurmaya yeterli olmadığını söyleyerek Türk ordusunun zayıflamakta olduğunu ispat ediyordu. Bu sözleri birer birer çıktı.”

ATATÜRK İngiltere’nin planları hakkında da şunları söylüyordu:

“İngiltere; kendisine hizmet edecek bir Müslüman dünyası, Filistin’de İngiliz nüfusuna bağlı bir Hıristiyan devleti kurulması, Türkiye’nin de bu güzel ülkelerden ve bu ülkeler üzerindeki dini nüfus ve itibarından mahrum bırakılarak bir yana itilmesini planlıyordu. Bütün bu görüşler, İngiltere için yaptığı savaşın gayelerinin yerine geçecek kadar önem kazanmıştır. Bunlar aynı zamanda bizim içinde tamir kabul etmez felaket olacaktır.”


1.DÜNYA SAVAŞINDA ALMANLAR’ın NİYETİYLE İLGİLİ ÖNGÖRÜSÜNÜ ATATÜRK ŞÖYLE AÇIKLIYORDU:

“Falkenhayn kendisini dinleyenlere her şeyden önce bir Alman olduğunu ve Almanya’nın çıkarlarını düşündüğünü söylemek cesaretini kendinde buluyor. İki ay içerisinde o, bütün kuvvetlerini kullanarak en büyük zaferlerden birini kazanmış bir komutan olarak çıkacak. O zaman İmparatorluk elimizden çıkarak bir Alman sömürgesi olacaktır. Bu amaca ulaşmak için de bizim altınlarımızı, ordumuzu son erine kadar kullanacaktır.”

Enver Paşa bu rapora kısa ve kuru bir cevap verecektir. Falkenhayn, Filistin cephesinde komutan olarak bırakıldı. Mustafa Kemal gözden düştü. Olaylar yine onu haklı çıkardı. Yenilgiler birbirini kovaladı. 4, 7 ve 8. Ordular Komutanlığına getirildi. Rüyası gerçek olmuştu. Bağdat üzerine yürüme hazırlığı yaparken İstanbul’daki bir dostundan şifreli bir telgraf aldı. Mütareke olmuştu. O’da İstanbul’a dönmek zorunda kaldı.

Osmanlı ordusu içerisinde geleceği görebilen ve söyledikleri önce hayal olarak kabul edilen ve zamanı gelince olayların çıkması karşısında kabul edilen Mustafa Kemal’in her söylediği gerçek olmuştur.

Almanların bu gizli isteklerini ondan başka hiç kimsenin düşünmemesi, hatta bilememesi dikkat çekicidir. Daha savaşın başında ya da ortalarında Çanakkale savaşı sonrasında İttifak Devletleri ile ayrı bir barış anlaşması imzalansaydı, Osmanlı işgal edilmeyecek, devlet yaşamını sürdürecekti. Enver Paşa, Almanlarla sonuna kadar gidelim, biz kimseyi yarı yolda bırakmayız dediği için savaş kaybedilmiş ve fatura ağır ödenmiştir.

Bu arada Alman hayranlığıyla gözleri dönen İttihat ve Terakki Partisi yöneticileri, ne dostları Almanların gizli niyetlerini, ne de İngilizlerin siyasi planlarını biliyorlardı. Bunları bir tek bilip açıklayan Mustafa Kemal’di, ona da inanan yoktu.


OSMANLININ NASIL İŞGAL EDİLECEĞİNİ DE ATATÜRK ÖNCEDEN BİLMİŞTİ:

Mustafa Kemal savaşın son zamanlarında güneydeki Yıldırım Orduları Komutanlığı’na atanmıştı; ama savaşta bitmek üzereydi. Hükümet devrilmiş İzzet Paşa Sadrazam(Başbakan) olmuştu. Bu arada mütareke şartlarına göre Osmanlı ordusu silahtan arındırılıyordu. Mustafa Kemal, kendisine tebliğ edilen şartların iyi olmadığını, bundan düşmanların aleyhimize kolayca istifade edebileceklerine işaret ederek Sadrazam ve Başkumandanlık Erkânı Harbiye Reisi Paşa’ya çektiği telgrafta:

“Her ne olursa olsun İngiltere ile yapılan anlaşma, Devleti Osmaniye’nin siyaset ve selametini kâfi mana ve mahiyette değildir” deyip, Anadolu’nun işgal edileceğini bildiriyordu.

İzzet Paşa verdiği cevapta, “mütarekenin şartlarına her ne pahasına olursa olsun uymak lazım geldiğini, muğlâk(açık olmayan) kısımların tavzihine imkân bulunmadığını, İngilizlere hürmetkâr muamele etmek icap eylediğini” bildiriyordu.

Mustafa Kemal cevap verdiği telgrafta şöyle yazıyordu:

“Düşmanların her dediğine semina ve atana(baş üstüne) demekle tevellüt edecek akıbet, bütün memlekete müstevlileri(işgalcileri) sahip etmek olacaktır. Bir gün Osmanlı kabinesinin düşman tarafından tayin edileceğini göreceksiniz.”

ATA’nın bu kehanetleri aynen çıkarken, İngilizler daha sonra İstanbul’u işgal ettiler. Arkasından Yunanlılara destek vererek Anadolu’ya çıkmalarına yardımcı oldular.


YÜCE ATATÜRK’ÜN “Geldikleri gibi gidecekler!” ÖNGÖRÜSÜ…

Almanya hayranlığıyla 1. Dünya Savaşına giren Osmanlı İmparatorluğu her şeyini kaybetmiş durumdaydı. 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi ile Türk toprakları işgale uğruyordu. Haçlı seferleri bittiğinden bu yana Avrupa’dan yüzyıllar boyunca istilacılar gelememişti. Ancak 1918 sonunda İtilaf devletleri bu topraklara geldi. Osmanlı İmparatorluğu topraklarını kaybettiği gibi tarih sahnesinden de çekilmekteydi. İstanbul’un işgal edildiği günlerde, kente dönen Mustafa Kemal, düşman zırhlılarını Dolmabahçe önünde gördüğü zaman büyük bir üzüntüye kapılmış ve sadece şu kehaneti söylemiştir: “Geldikleri gibi gidecekler.”


MORAL VERME ve İKNA GÜCÜ, ÖNGÖRÜSÜ KADAR GÜÇLÜYDÜ…

17 Nisan 1915 tarihine kadar, düşmanın yaptığı hücumlar püskürtülürken, Mustafa Kemal; emrindeki subayları toplayarak onları, psikolojik olarak rahatlatmayı da ihmal etmiyordu ve Komutanlarına şöyle diyordu:

“Düşmanı altı günden beri iki defa taarruz ederek sarstığımız ve arazinin zorluğundan dolayı neticeye kadar şiddetli takip edememek yüzünden barınabilen aksamı himayesinde çıkarmakta olduğu ve fakat şimdiye kadar mahvettiğimiz düşman kuvvetlerinin iki fırkadan fazla olduğu anlaşılmıştır. Seddülbahir’de Kumkale cihetinde de hal hemen aynı olmuştur.

Karşımızda bulunan düşmanı bire kadar hepimiz ölerek behemal denize dökmek lazım olduğu kanaati vicdaniyesindeyim. Vaziyetimiz düşmana nazaran zayıf değildir. Düşmanın kuvvei maneviyesi(morali) mahvolmuştur. Mütemadiyen siper yapmakla kendisine çıkış aramaktadır. Siperlerin civarına birkaç mermi düşürmekle hemen kaçmaya kalktıklarını görüyorsunuz. Düşmanı Salihlerimizden bir an evvel atmak gayet vatani bir vazifedir.”

Mustafa Kemal, 4 Mayıs 1915 tarihine kadar Arıburnu’nda düşmana karşı başarılı savaşlar verir. Savaşı cephenin en yakın noktalarından idare eder; ama düşman komutanlarının atacakları her adımı da bilir. Nereye asker çıkartacaklarını, durumlarını, düşüncelerini, planlarını hisseder. Türk askerini ona göre yönlendirir. Gerçekte tüm kuvvetler ona verilseydi, düşmanı daha erken bir zamanda yenebilirdi. Rütbesi yetmemesine rağmen başarıları Osmanlı ordusunda olay yaratmıştır. Ayrıca yeni savaş taktiklerini de kullanmıştır.

Çanakkale Savaşlarının mucizevî olaylarından bir tanesi de, Conkbayırı’nın arkasına saldıracak düşmanın harekâtını iki ay öncesinden bildirmesidir. Buna göre plan bile hazırlayan Mustafa Kemal, Esat Paşa ve kurmay subaylarını bu tezine inandıramamıştı. İki ay sonra oradan hücum eden düşmanı ise yine kendi durdurmayı başarmıştır. Bir kez daha Geleceği Önceden Görerek tedbirlerini almıştır.


BESBELLİ Kİ, YÜCE PLANLAR TARAFINDAN KORUNUYORDU…

MUSTAFA Kemal bir savaşı bizzat cephe üzerinde yönetmek üzere maiyetiyle birlikte at üzerinde Conkbayırı’na doğru ilerlerken, bir düşman uçağı alçalarak üstlerine doğru gelmeye başladı. Subaylar kaçtılar. O zamanlar böyle asker gurubu gören savaş pilotları makineli tüfeklerini kullanarak saldırırlardı. Mustafa Kemal soğukkanlılığını koruyarak yanında kalan bir subayla patikanın ortasından ilerlemeye devam etti. Uçak onları bir süre yakından izlediyse de sonra uzaklaşıp gitti. İşin ilginç tarafı uçak saldırıya geçmemişti. Mustafa Kemal en küçük bir korku duymadan yolunu bile değiştirmemişti.

Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı İmparatorluğu son zamanlarını yaşarken, İstanbul’u işgal eden İngiliz, Fransız ve İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanı Armstrong aynı zamanda Çanakkale Savaşları’na da katılarak Mustafa Kemal’le savaşmıştı. 1925 yılında yazdığı Bozkurt adlı kitapta mucizevî bir olayı şöyle anlatıyordu:

“Çanakkale’de karşılıklı siperlerde binlerce asker karşı karşıya gelmişti. Savaşa ara verildiği zamanlarda Türk askerine moral vermek isteyen Mustafa Kemal siperlerin önüne çıkar ve sigara içerdi. Ona ateş eden düşman askerleri Paşa’yı vuramazken, Mustafa Kemal de eline aldığı tüfekle cevap verir ve isabetli atışlarla askerlerimizi vururdu. Aradaki mesafe 25- 30 metre arasında değişiyordu. Bizim askerler artık korkmaya başlamışlardı. Biz ise onlara yalan söylemek zorunda kalıyorduk. Ateş ettiğimiz kişi Mustafa Kemal değildir, diyerek askerlerin morallerini düzeltme çalışıyorduk.”

Çok enteresan bir olay değil mi?

Çanakkale Savaşlarındaki mucizeler bitmez… O müthiş insan Conkbayırı’nda kendisine isabet eden bir şarapnel parçasıyla az daha yaralanıyordu. Cebindeki cep saati onu korumuştu. Bu saati Mustafa Kemal’den hatıra olarak isteyip saklayan Liman Von Sanders’in yıllar sonra evine giren hırsız saati çalarak kayıplara karıştı.

Çanakkale Savaşları sırasında birçok mucizeler gerçekleşirken, Mustafa Kemal’in de başından bazı olayların geçmesi ilginçtir. Gerçekte Çanakkale cehenneminden çıkması da onun gelecekteki görevleri için korunduğunu göstermektedir.


ATATÜRK’ÜN HABERCİ RÜYALARINDAN BİRİ:

Mustafa Kemal zaman zaman gördüğü rüyalarla çeşitli olayları hissedebiliyordu; tıpkı annesi Zübeyde Hanım’ın vefatını hissetmesi gibi.

Tarih 14 Ocak 1923. gece yarısı, Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor. Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi savaş sonrası Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya İzmir’e giderek hem annesini, hem de Latife Hanım’ı görecek. Ama o gece çok sıkıntılı ve bir türlü uyku uyuyamıyor. Kompartımanın kapısı önünde Ali Çavuş nöbet tutmaktadır. O sırada şifreli bir telgraf gelmiş, şifresi çözülmemektedir. Birden içeriden ses gelir. Mustafa Kemal seslenmektedir. Çavuş kompartımanın kapısını açıp selam durur:
“Emret Paşam!”

Mustafa Kemal yatağına oturmuş telaşla sorar:

“Ne demeye kapıda bekliyorsun?”

“Nöbet tutuyorum Paşam”

“Annemden bir haber var mı?”

Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışır. 

“Boşuna kıvranma Ali, benden bir şey saklamaya çalışma ben haberi aldım.”

“Ne haberi aldın ki Paşam? Hayır haber inşallah!”

Mustafa Kemal rüyasını anlatmaya başlar:

“Az önce dalmışım; rüyamda yeşil bir ovada annemle el ele geziniyorduk. Her zaman olduğu gibi bana bir şeyler anlatıyordu. Birdenbire fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, annemi aldı götürdü. Hiçbir şey yapamadım. Hiç, hiç…”

Ali Çavuş’u bir titremedir alır, derken Mustafa Kemal emir verir:

“Çabuk al getir şu telgrafı hemen.”

Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz telgrafı getiren görevliyle karşılaşır.

“Ver onu, Paşamız bekliyor.”

Kâğıdı alıp içeri girer ve selam durarak “Sen sağ ol Paşam” der.

“Millet sağ olsun” derken Mustafa Kemal ağlamaya başlar.

Çavuş, “Ağlama Paşam” deyince, Mustafa Kemal:

“Neden? Ben insan değil miyim? Annem öldü. Ben buna ağlarım. Ama vatan kurtuldu. Bununla teselli bulurum. Benim için ikisi bir. Ben bunun için Namık Kemal’e ‘Bulunur kurtaracak bahtı kara kaderini’ diye cevap vermedim mi?” der.


ATATÜRK ve “19”

ATATÜRK’ün yaşamında onun hemen hemen hepsi isabetli öngörülerinin yanı sıra “19” rakamının dikkat çekici bir yeri olmuştur. Bu gizemli rakam, her nasılsa, onun doğumundan başlayıp, ölümüne kadar yaptığı her işte tarih olarak ortaya çıkmıştır(15).

Beyin cerrahi Muammer Yüksel ile biyofizik uzmanı Dr. Erhan Kızıltan, bir bilimsel araştırma için bir araya gelip çalışmaya başlar. Bu araştırma için gerekli olan bilgisayar programını Dr. Erhan Kızıltan yazar. Programın çalışıp çalışmadığını denemek için o sırada bilgisayarda tam metni hazır olarak bulunan Atatürk’ün 15- 20 Ekim 1927 tarihleri arasında CHP kongresinde okuduğu Büyük Nutuk’unu programa koyarlar. Bir süre sonra, program Nutuk’un içinde her kelimenin kaçar kez tekrarlandığını ortaya çıkarır. İki bilim adamı, ilk olarak Nutuk’ta:

19’ar kez tekrarlanan kelimeleri ilk kullanım sıralarına göre bir araya getirerek bir metin ortaya çıkarırlar. 19 rakamı Atatürk’ün hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü:

  • Atatürk 19. yüzyılın bitmesine 19 yıl kala 1881 de doğdu(1881, 19’un 99 katıdır.).
  • 1881, Rumi takvime göre 1297’ye denk gelir(1 + 2 + 9 + 7= 19).
  • Selanik’te doğdu. Selanik sözcüğü “ebced” hesabıyla(Arapçada her harfin sayısal bir değeri olduğunu belirten hesap) değeri 171’dir(171, 19’un 19 katıdır).
  • Nüfus kütüğünde sıra numarası 19’dur.
  • Nüfus cüzdan numarası 999814’tü(Bu sayı 19’un 52’306 katıdır).
  • İstanbul Harp Okuluna 1900’de kayıt oldu(1900, 19’un 100 katıdır), bu sırada yaşı 19’du.
  • Harp akademisine 57. devre olarak girmişti(57, 19’un 3 katıdır).
  • Atatürk Harp Okulunu 20. olarak bitirdi. Subaylardan birisi yabancıydı. Bu nedenle mezun olan 19. subay oldu.
  • Yüzbaşı olarak orduya katılış sırası 38’di(19’un 2 katıdır).
  • Çanakkale Savaşlarının zaferle sonuçlanmasında büyük rol oynayan 19. tümeni kurdu.
  • 19 Mayıs 1915’te Albay oldu. 
  • Komutanı olduğu alayın numarası da 38’di(19’un 2 katıdır).
  • Komutanı olduğu bir başka alayın numarası 57’ydi(19’un 3 katıdır).
  • 19 Mart 1916’da Tuğgeneral oldu.
  • 19 Aralık 1904’te Yıldız Sarayına çağrıldı.
  • 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşını başlattı. O zaman 38 yaşındaydı(yani 19’un 2 katı).
  • Atatürk’ü Samsun’a götüren Bandırma vapurunun 19 yolcusu vardı.
  • Samsun’da 19 gün kaldı.
  • 4 Temmuz 1919’da Erzurum’a gitti, 19 gün sonra 23 Temmuz’da Erzurum Kongresini topladı.
  • 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinden 114 gün sonra 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gitti (114, 19’un 6 katıdır.
  • Milli Mücadeleye başlaması için komutanlarıyla yaptığı konuşmanın tarihi 19 Kasım 1919’du.
  • TBMM’nin kurulmasına 19 Mart 1920’de karar verdi.
  • 19 Eylül 1921’de Mareşallik ve Gazilik unvanı aldı.
  • Gençliğe hitabede 19 cümle vardır.
  • Mustafa Kemal Atatürk adında 19 harf var.
  • Atatürk’ün Latife Hanım ile olan evliliği 912 gün sürdü(912, 19’un 48 katıdır).
  • 10 Kasım 1938’de öldü.(1938, 19’un 102 katıdır).
  • 57 yıl yaşadı(19’un 3 katıdır).
  • Yaşamının ilk 19 yılında askerliğe hazırlandı. İkinci 19 yılında asker olarak hizmet verdi. Üçüncü 19 yılında ise ülkenin kurtarıcısı ve devlet başkanı olarak görev yaptı.
  • Öldüğünde yatağının altında bulunan otomatik silahta 19 mermi vardı.
  • Cenaze namazı 19 Kasım 1938’de Dolmabahçe camiinde kılındı.
  • Atatürk’ün ölümü üzerine silah arkadaşı İsmet İnönü’nün Türk milletine yazdığı beyanname 19 cümledir.
  • Cenazesinde çalınan Chopin’in cenaze marşının numarası 19’dur. Bu marşta 19 nota vardır.
  • Miras olarak 19.000lira bırakmıştır(yani 19’un 1000 katı)
  • “Ne mutlu Türk’üm diyene” cümlesi 19 harftir.
  • “İstikbal göklerdedir” cümlesi de 19 harftir.
  • İstanbul Akaretlerde kaldığı evin numarası 19’dur.

İşte bu nedenle, Nutuk’ta 19’ar kez tekrarlanan kelimelerden bir metin oluşturan Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, Osmanlıca sözcükleri günümüz Türkçesine çevirir, bazı eksik cümleleri, anlamını bozmayacak şekilde tamamlar. Sonuçta ortaya şu şaşırtıcı metin çıkar:

“Tüm seçkin temsilciler; millete hizmet etmek yerine, görevlerini yerine getirmemektedirler. Bunların kanunlara bilfiil uymaları gerektiğini belirtiniz. Şunu söyleyiniz: yakın zamana kadar mevcut faaliyetleri başka gözle görmeye çabalayanlar artık durumun farkına varmışlardır. Kumandanların(Askerler ve Yöneticiler) hizmet etmelerine siz engel oluyorsunuz. Olayları tam olarak düşünen her kişi bunun nedeninin, hükümet olduğunu görür.” “Tüm Başbakanlık sistemi bizce suiistimal edilmektedir. Toplanacak taraflar sayıca az olsa bile azami sayıdaki düşmanın karşısında durmalıdır. Bu çağrıyı yapması gereken yüzbaşılardır. Büyük şerefli cephe düşünülmelidir.”

Bu metin iki bilim adamını çok şaşırtır. Çünkü günümüz Türkiye’si ile ilgili ipuçları vermektedir. Bir başka deyişle Atatürk, 100 yıl önceden Türkiye’de olup bitecekleri görmüş gibidir.

Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, araştırmaları sırasında 19’ar kez tekrarlanan(Türkçe) sözcükler de bulur. Bu sözcüklerle oluşturdukları metin ise, Türkiye’deki bölücülük hareketlerinin ne aşamaya geleceğini 100 yıl önceden gösterir gibidir.

“Maksadın anlaşılıyordu. Tarihi vilayetin ahalisini bölüp Diyarbakır Kürt devletinin kurulmasına yol açmak. Memleketin içinde bulunduğu durum kesinlikle birisinin duruma müdahale etmesini gerektirecektir. İçinde bulunulan somutsuz koşullar gereğince bağımsız guruplar harekete geçecektir. Yirmi vakit sonrasında bu değerlendirmeyi kim yapacak ve eyleme geçecektir.”

Bu metin de yer alan “Yirmi Vakit” ifadesini ilgi çekici bulan iki bilim adamı bir araştırma yapar. Vardıkları sonuç şaşırtıcıdır.

Güneydoğu’da bir Kürt devleti kurmak için yola çıkan Abdullah Öcalan PKK’yı 1978’de kumuştur. Öcalan 1999’da yakalanmıştır. Bir başka deyişle eylemlere başladığı yıl ile yakalandığı yıl arasında 21 sene vardır. Bu da Atatürk’ün “Yirmi Vakit” deyimine uygun bir zamandır. İki bilim adamının yorumuna göre, bu 20 vakit dolmuştur. Ve ülkenin bölünmesini engellemek için eyleme geçilmesi zamanı gelmiştir. Nutuk’un 2 bölüm halinde kitaplaştırıldığını göze alan Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, kitabın belgeler bölümünde de 19’ar kez geçen sözcükleri arayıp bulur ve yeni bir metin ortaya çıkarır(16).

“Düşündüklerini açıkça söyleyen pek çok kişinin ortak fikri; hükümetin bu gün dünyaya yakın durmasının asıl nedeninin, seçimle kendilerine verilen gücü kullanarak, sisteme resmen aykırı fikirleri uygulamaya çalışmasıdır. Gerçek Ankara’nın dikkatini çekmek zorundadır. Rüşvetçi valilerin(yöneticiler) Cumhuriyet ilkeleri yerine, kendi çıkarlarına yönelmeleri müdahaleyi gerektirir.”

Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan bu son metnin günümüz Türkiye’sini anlattığını düşünüyor. İki bilim adamı bu çalışmayı kitap haline getirdi. Kitap’tan çıkan ve “Nutuk’taki Gizli Hitabe” adını taşıyan kitabın önümüzdeki günlerde epey tartışma yaratacağı ortada. Çünkü kitapta Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin hangi anlama geldiği ve hitabedeki uyarıların hangi zaman diliminde geçerli olacağı da yine 19 formülü ile açıklanıyor.

Sonuç olarak;

Zamanın ilerisindeki adam olarak nitelenen Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 100 yıl önce yazdığı Nutuk, günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu durumu çok net olarak ortaya koyuyor.


ATATÜRK’ÜN BUGÜNKÜ SINIRLARIMIZLA İLGİLİ ÖNGÖRÜSÜ:

1907 yılında Mustafa Kemal Atatürk bir toplantıdadır. O toplantıda arkadaşlarıyla konuşmaktadır. Ülke meseleleriyle ilgili konuşmalar yapmaktadır. Herkes Osmanlının geleceğinin ne olacağını konuşurken, masada oturan Atatürk bir ara eline kâğıt kalem alarak bir harita çizmeye başlar. Tamamladığı zaman ortaya garip bir harita çıkmıştır; çünkü dönemin Osmanlı topraklarını gösteren haritalardan çok farklı bir şeydir. Arkadaşları Mustafa Kemal’e sorarlar, “Bu nedir?” diye. O’nun yanıtı ise şu olur:

“Gelecekteki Türk Devleti’nin sınırları bunlar olacak.”

Onun çizdiği harita bu günkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını gösteren haritadır.

Haritada bugünkü sınırlarımıza uymayan küçük bir fark vardır. Atatürk, bizden ayrılmasına bir türlü razı olmadığı Musul ve Kerkük ‘ü de Türkiye topraklarına katmıştır. Osmanlı İmparatorluğu o tarihte Arnavutluk’tan başlayıp Ortadoğu’nun büyük bir bölümüne kadar uzanan topraklara sahip bir imparatorluktur. Dolayısıyla, 5 milyon km²’lik toprağa sahip Osmanlı için bugünkü Türkiye Cumhuriyeti haritası bir anlam ifade etmezdi.

Kurtuluş Savaşı kazanılınca, İngiltere ve Fransa ile İsviçre’nin Lozan kentinde başlayan barış görüşmeleri aylarca sürdü. Genç Türkiye Devleti, İngiltere ve Fransa ile aynı haklara sahip olabilmek için mücadele verdi. İngiliz ve Fransız delegeler her isteğimizi kabul ettiler. Tek kabul etmedikleri şey, Musul ve Kerkük’ün Türkiye’de kalmasıdır; çünkü bu şehirler petrol yönünden çok zengindir. Tartışmalar o kadar çok şiddetli olur ki hatta Lozan görüşmeleri tıkanır. Türkiye’yi temsil eden İsmet İnönü Şubat ayında Ankara’ya döner. Meclise ve Mustafa Kemal’e gelişmeleri anlatır. Son noktayı Mustafa Kemal koyar, nedeni de İngilizlerin Musul ve Kerkük için savaşı göze almalarıdır. Yıllardır savaşmaktan bıkan halkı yeni bir maceraya sürüklemek istemeyen Atatürk, Türk Devletine Musul ve Kerkük petrollerinden hisse verilmesi üzerine Lozan anlaşmasının imzalanmasına onay verir.

1907 yılında Mustafa Kemal’in bu haritayı çizmesini, onun geleceği görebilme yeteneğinin en üst düzeyine çıkmış olmasıyla açıklayabilirim. Gün geçtikçe güçsüzleşen Osmanlı imparatorluğu’nun topraklarında gözü olan ülkeler, saldırıya geçmek için uygun zaman beklemektedirler. Çok sürmez bu bekleyiş; 1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp’a yani bugünkü Libya’ya saldırırlar, bir yandan da On iki Ada’yı işgal ederler. Arkasından Balkan Savaşı kopar. Osmanlıların eski komşuları Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek saldırıya geçer. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti İtalyanlarla anlaşma yapar ve Trablusgarp’ı bırakmak zorunda kalır.

Bu sırada Balkan Devletleri Edirne’yi alır ve antlaşma yapılır. Daha sonraları birbirine düşen Balkan Devletlerinin bu durumundan faydalanan Osmanlı Devleti Edirne’yi geri alır. 1913 yılında imzalanan Bükreş anlaşmasıyla Osmanlı Devleti Edirne’ye kadar geri çekilir. Atatürk’ün 1907 yılında çizmiş olduğu haritanın bir kısmı 1913 yılında ortaya çıkmış ve çizilmeye başlanmıştır. 1. Dünya Savaşı sonunda ise tüm Ortadoğu kaybedilmiş, ardından da Anadolu işgal edilmiştir. Düşman işgali altında yaşamamak için başlatılan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce Türkiye’nin bu günkü doğu sınırı çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin kahramanlıkları sonucunda Fransızların geri çekilmesiyle bugünkü güneydoğu sınırlarımız izler. En sonunda 9 Eylül 1922 yılında yunan ordusu İzmir’i boşaltarak Anadolu topraklarından çekilmiş olur. Zafer kazanılır. Haritanın çizimi 15 yıl sonra bitmiş olur.

ATATÜRK, öngörülerini uygun gördüğü kişilerle paylaşmayı sürdürüyordu. Bunlardan biri de Bulgar İvan Manelof’tur.

Bulgar Türkoğlu İvan Manelof ile 1906 yılında Selanik’te konuşuyorlardı. ATATÜRK gelecekte ne gibi olayların ve yeniliklerin olacağını ona anlatmıştı. ATATÜRK, Manelof’a, “Bir gün gelecek, ben hayal olarak kabul ettiğiniz bu inkılâpları(devrimleri) başaracağım. Mensup olduğum Türk milleti bana inanacaktır. Düşündüklerim demagoji mahsulü değildir. Bu millet gerçeği görünce arkasından yürür. İşte bunları yapacağım: Saltanat ortadan kalkacaktır. Devlet mütecanis(her türlü) bir unsura dayanacaktır. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılacaktır. Batı medeniyetine döneceğiz. Batı medeniyetine girmemize engel olan yazı atılarak Latin kökünden alfabe seçilecektir. Kadın ve Erkek arasındaki farklar ortadan kalkacaktır. Her şeyimizle batılı olacağız. Emin olunuz ki bunların hepsi olacaktır.”


DAHA YÜZBAŞI İKEN, KİMLERİN HANGİ MAKAMLARDA BULUNACAĞINI BİLİYORDU…

Mustafa Kemal yüzbaşıyken, Selanik’te arkadaşlarıyla eğlenip yemek yerken, konuşmaları arasında hepsine birer makam dağıtırdı. Arkadaşları onun şaka yaptığını düşünür ve eğlenirlerdi. Sonra da ona sorarlardı:

“Peki, sen ne olacaksın?”

O da şöyle yanıtladı:

“Sizlere bu rütbeyi, makamı veren şahıs olacağım.”

O zamanlar söyledikleri zamanla gerçek olmuştur.

Burada şu noktayı da anımsamakta yarar var: Mustafa Kemal soy olarak Osmanlı hanedanından gelmemektedir. Saraydan bir prensesle evlense bile asla tahta çıkma ihtimali yoktur; çünkü tahta çıkma hakkı sadece Osmanlı hanedanının erkeklerine verilmişti. Sonuçta hanedanın soyundan gelen erkekler padişah olabiliyordu.

Biz yine onun öngörülerine(precognition) geri dönelim. Örneğin kendisinden daha kıdemli bir asker olan Fethi Okyar Bey’e “Seni sadrazam yapacağım” demişti. Yani başbakan olacağını açıklamıştı. Yıllar sonra Fethi Bey başbakanlık ve parti başkanlığı görevini Mustafa Kemal’den aldı. Görev yaptı. Olayın ilginç tarafı, ATATÜRK bu öngörüsünü söylediği zaman Fethi Bey Binbaşı, Mustafa Kemal önyüzbaşıdır.

Onun bu davranışlarını alaya alanlar olurdu. Yine kendisine sormuşlar ve yine aynı yanıtı almışlardı:

“Ben mi… Ben sizleri bu mevkilere getiren insan olacağım.”

Bu öngörü, ister istemez bizlere şunları düşündürüyor: Bunları söylediği ve düşündüğü tarihler 1907- 1908 yıllarıdır. O zaman şu da açıklığa kavuşuyor:

Zamanı gelince cumhurbaşkanı olacağını biliyordu.





YARARLANILAN ESERLER:

  • ATATÜRK ve PARAPSİKOLOJİ, Ali Bektan, Yakamoz yayınları.
  • BİTMEYEN OYUN, Metin AYDOĞAN, Umay Yayınları.
  • ATATÜRK’ü ANLAMAK, Akif. H. PAR + M. Agâh ÖNEN(Serhat Yayıncılık).

           






DİPNOTLAR:

(1)     BÜYÜK İNİSİYELER, Ruh ve Madde Yayınları.
(2)     * GİZLİ PARAPSİKOLOJİ SAVAŞI, Ruh ve Madde Yayınları.
* SOVYET RUSYA RUHU ARIYOR, Ruh ve Madde Yayınları.
* PARAPSİKOLOJİ, Richard Broughton 
      (3) ATATÜRK ve PARAPSİKOLOJİ, Ali Bektan, Yakamoz yayınları.
      (4) MU Uygarlığıyla ilgili kitaplar Ruh ve Madde Yayınlarından sağlanabilir.
      (5) ATATÜRK’te KONULAR ANSİKLOPEDİSİ, Yapı Kredi Yayınları(2. Baskı, Sayfa: 446), ATATÜRK’ün SÖYLEV ve DEMEÇLERİ- 1. Cilt(Sayfalar: 216, 217, 279, 281, 447), Seyfettin TURAN.
      (6) CUMHURİYET DÖNEMİ SAĞLIK HİZMETLERİ TARİHİ, Prof. Dr. Ahmet SALTUK(Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı: 44, Sayfa: 18).
      (7) DEVLETÇİLİK İLKESİ, Prof. Dr. Afet İNAN(Türk Tarih Kurumu Basımevi- 1972).
      (8) UYANIN ARTIK, Prof. Dr. Çetin YETKİN(Gazete Müdafaa-i Hukuk, 15.12.2000).
      (9) BİTMEYEN OYUN(27. Basım), Metin AYDOĞAN, Umay Yayınları.
      (10) MİLLİ KURTULUŞ TARİHİ, Doğan AVCIOĞLU(Cilt 3, sayfa:1661).
      (11) ATATÜRK’ü ANLAMAK, A. H. PAR + M. A. ÖNEN(Serhat Yayınları).
      (12) ATATÜRK ve PARAPSİKOLOJİ, Ali Bektan (Yakamoz Yayınları).
      (13) BİTMEYEN OYUN(27. Baskı), Metin Aydoğan.
      (14) Bu konuda belgesel örnekler için bkz. BİTMEYEN OYUN, Metin Aydoğan; İBLİSİN KIBLESİ, Cengiz Özakıncı; KÜRESEL TUZAK, Bahadır S. Dilek; FAŞİZMİN AYAK SESLERİ, Erol Manisalı; AVRUPA BİRLİĞİNİN NERESİNDEYİZ? , Metin Aydoğan; ALLAH İLE ALDATMAK, Yaşar Nuri Öztürk.
      (15) Kur’an ve “19”.
      (16) Bu metin internet ortamından alınmıştır.