Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

24 Eylül 2015 Perşembe

DÜŞÜNCE Varlığın Şuur Etkinliği

DÜŞÜNCE
Varlığın Şuur Etkinliği
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER

Düşünme; mümkün olan / olmayan, gerçek ya da gerçek dışı, olası ya da rastlantı olan (anlamlı rastlaşma)hemen tüm alanları kuşatır. Bununla birlikte, düşünmenin de tamamen kuşatmadığı anlamlar vardır. Örneğin, Mutlak Varlık alanı, düşünmeden daha çok, inanmanın alanına girer(1). Düşünme çeşitli şekillerde ortaya çıkar: Düşünme yeni bir durumu hemen kavrarsa, düşünmenin bu şekline “zekâ” ; belli problemleri tasarlar, onları açık seçik anlatıp açıklarsa buna “akıl” denir. Eğer düşünme bir şeyi ya da bir durumu bir takım kavramlara gerek duymadan hissederse (duyumsarsa), onun bu şekline ise “sezgi” (intuition) denir. Hiçbir kayıt ve koşula bağlı bulunmadan ortaya çıkan düşünme şekli de “hayal” dir.

Tüm bunlara ek olarak, bir şeyi düşünebiliyorsak; o ne kadar soyut olursa olsun, bir yerlerde var demektir. Düşündüğünüz şey / konu bizim bulunduğumuz çevrede hatta dünyada olmasa bile, evrende bir yerlerde var demektir. Çünkü var olmayan bir şey düşünülemeyeceği gibi, kavramla da ifâdeye konamaz. Düşünce söz konusu olunca; “doğru düşünmek” ya da “yanlış düşünmek” kavramları akla gelir: “Pozitif düşünmek gerek…” deriz. İsa Peygamber, “Düşüncelerinizden de sorumlusunuz” demiştir. İlk Çağ filozoflarından ünlü Parmanides’e göre, doğru düşünmek, var olanı düşünmektir. Ona göre varlık vardır ve var olmayan şey yoktur, vb.vb.

Düşünme, “ önermeler arasında bağlantı kurup, bunların birbiriyle olan ilişkilerini ortaya çıkarmak ve bunlardan hareketle başka bir sonuç elde etmektir.” (2) Düşünme konumuz olan bilgiyi bilgi ile sınamak ve bilgiden bilgi elde etmek düşünmekle olasıdır. Her şey gibi bilgi de bir gelişim aracıdır ve onu işletip / işleyip ondan yararlanmak düşünmekle oluyor. Biliyoruz ki, düşünmek, zihnin çalışması ve aklın işletilmesiyle olası. Durum böyle olunca; düşünmeye, özgürce düşünmeye önem vermedikten sonra, bilgi artamaz. Düşünmek, bilgiyi kullanmaktır ve bilgi de kullanılıp uygulansın diye vardır zaten… Kullanılan bilgi çoğalır, paylaştıkça artar ve genişler. Böyle yapıldığı zaman bilgi kendini bireysel iç zeminlerde ve mekânlarda kendini “inşa eder ve kök salar”. Tüm bunlar düşünme, daha da iyisi isâbetli ve becerikli bir kavrayış ile olur.

Düşünce, düşünülmüş ve ortaya konmuş bir fikirdir; düşünme ise, bir eylemdir; aklın eylem durumunda, işler durumda olmasıdır. Bu durumda düşünce, düşünme işinin bir ürünüdür. Düşünerek yararlı / doğru düşünceler üretmek, bildiğini sorgulamakla, bilgiyi bilgi ile sınamakla olasıdır. Bu makbul durum da, aklın; sürekli eylem durumunda, işler durumda olmasıyla olanaklıdır ve esâsen ALLAH da bizden, aklımızı bu şekilde kullanmamızı ısrarla istiyor. Çünkü gelişim açısından, içine girip çıktığımız olguları ve yaşam sınavlarını halletmemiz bakımından çok önemli. İsâbet ve becerikli bir kavrayış ile kullanılan akıl, sağlıklı düşünmek başta olmak üzere; ibret ve öğüt almak, cehâlet içinde kalmamak, (gönül yönünden) kör ve sağır olmamak ve hidâyete ermek (3) bakımından kişiye yarar sağlar. Görülüyor ki, aklı isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanmak, her iki âlemde de işlerin en ulusu ve hayırlısıdır. Hz. Muhammed’den rivâyet edilen şu
hadis de; aklın hem dünyadaki, hem de öte âlemdeki önemini en güzel şekilde vurgulamaktadır: “Cebrail’e, insanlarda ululuğun önderliği neyle olduğunu sordum, ‘Akılla’ dedi.” (Abdurraûf Al Munâvi: Künûz Al Hakayık Fi Hadîsi Hayr Al Halâyık) (4)

Birey zihnini çalıştırma ve aklını isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanma duyarlılığı içinde yaşarsa (ki bu düşünce eylemdir); bu duyarlı tutumu onu gerçeklerin keşfine yönlendirir. Bundan dolayı, Kur’an’daki birçok âyette ek olarak; sâdece Hz. Muhammed değil, Hz. Ali de aklın ve akıllıca hareketin erdemini ve “doğru yolu” un (5) akılla bulunabileceğini, aklı bir kenara koyarak, yalnızca imânla hareket etmenin makbul olmadığını ve her vesileyle anlatmaya çalışmışlardır (6). ALLAH bizden böyle olmamızı istiyor ve belki de “ALLAH’a yakın olmanın güzelliği” (Ali İmran 14) buradadır.

Aklı çalıştırmayıp, inanç / imân durumunda kalmak, atâlet sözcüğünde anlamını bulan tembelliktir ki, câhillik (câhiliye) döneminden kalma Araplar, Peygamberin tüm uyarılarına karşın atalarından kendilerine aktarılmış bulunan bilgilerin onları irdelemeden, doğruluk derecelerini anlama zahmetine girmeden uygulamakta ısrar etmişler ve sonunda kaybeden kendileri olmuştur.

Ataların bu şekilde tartışmasız kabul edilerek putlaştırılması (ecdatperestlik); sâdece Müslümanlık’ta değil, Hristiyanlık’ta da insanları körü körüne taklitçiliğe sevk ederek, gelişim açısından ağır bedeller ödemelerine neden olmuştur. Bu, iyiyi kötüden ayırt etme (temyiz) yoksunluğundan kurtulmak için sıkıntılı yaşam sınavları vermek zorunda kalmışlardır. Akıllarını kullanıp, Peygamber’in uyarı ve öğütlerine uymuş olsalardı, bu sıkıntılara ve ıstıraplı eprövlere gerek kalmayacaktı. Örneğin, eğer Mekke müşrikleri akıllarını isâbetle ve becerikli bir şekilde kullanabilen temyiz sâhibi kimseler olmuş olsalardı, atalarını körü körüne taklit etmenin, insanı aşağılatan sefâletine asla düşmemiş; taklit ettikleri şeyin kökenini araştırarak atalardan kalma inançlarını irdeleyerek, taklidin aslında kendilerini yavaş yavaş ALLAH’tan nasıl ulaştırmış olduğunu idrak etmiş olacaklardı. Aklın isâbetle ve (gelişim açısından) olumlu yönde kullanılmaması, vicdan yoksunluğunu ve akıl fukaralığını da beraberinde getirdiğinden; sâdece İslamiyet’te değil, İslamiyet öncesinde de aşikâr ve gizli şirk (7) yaşanmıştır. Bu durum, ne kadar kötü bir talihsizlik ise; aklı, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şekilde işletmek ve kullanmak da o kadar makbul ve erdemli bilge insanlara özgü bir durumdur. Ünlü İslam filozofu Kindî’den öğrendiğimiz kadarıyla, İlkçağ filozoflarından Eflatun akıl gücü üstün gelen insanı meleğe benzetmiştir. Ünlü filozofun bu konudaki söyleminin tamamı şöyledir: “Açgözlülük / doymazlık gücü kendisine üstün gelen kimse; domuz, öfke gücü üstün gelen köpek, akıl gücü üstün gelen ise melektir.” (8) Nefsin egemenliğinden kurtarılmış böyle bir akıl ile kişi birçok şeyi idrak etmekle kalmaz, kendisinin bir yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla bir yaratıcının da olması gerektiğini anlar ki, bunlar “inanıp sâlih amellerde bulunan” (İnşikak 25) kimselere özgü ya da buna aday bireye yaraşır güzel durumlardır. Akıllarını isâbetle ve gelişim yönünde beceriklilikle kullanabilen gönül akıl sâhiplerinden beklenen de budur.

Zihin çalışması ve aklın işletilmesi demek de olan düşünmenin önemine çeşitli açılardan buraya değim değindikten sonra, düşüncenin ve düşünmenin biraz da teknik yanına bakarak yazımızı sonlandıralım: Düşünce, enkarne varlığın aşkın şuurunun (9); mekânı, zamanı ve realitesidir. Varlığın aşkın şuurunun zamanı, mekânı ve realitesi arasında yaptığı gidiş gelişler (sirkülasyon, cevelan) onun “düşünce hareketleri”ni oluşturur. Bedene bağlı öz şahsiyetimizin (10) bedendeki tavırlarından biri düşünce (ler) şeklinde kendini gösterir. İnsan düşünürken bir enerji etkinliği içindedir. Bu enerji, öz şahsiyetimizin şuur enerjisidir (11). Görülüyor ki, düşünce, şuurun, enerjetik etkinliklerinden biridir ve bedende görünen şeklidir. Şuur enerjisi, enkarne varlığın aksiyon alanının gerektirdiği tüm koşullara göre bedende düşünce olarak ortaya çıkar.

Varlığın şuurunun söz konusu enerjetik etkinliği, dünyadaki bedenini terk ettikten sonra da (spatyomda) sürüp gider. Ancak, şuur enerjisinin bu tavırlanması / etkinliği değişik bir şekilde oluşur; o tavır doğrudan doğruya şuur enerjisinin tavrıdır artık (12).

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, düşüncenin kaynaklandığı yer beyin değil, beşerin aşkın yanının şuur etkinliğidir. Enkarne durumundayken özbenliğimizin şuuru, başka enerji mekânları ile bağlantılıdır. Bundan dolayı, ilham alırız, vahy alırız, ruh planlarının lütfettikleri enerjileri alırız.

--------------------------------------------
(1) İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr. Necip TAYLAN
(2) Hüseyin ATAY, CEHALETİN TAHSİLİ
(3) Doğruya/ güzele kılavuzlanmak
(4) İSLAMDA AKLIN ÖNEMİ, Prof. Dr. Ahmet Y.ÖZEMRE
(5) ALLAH’a giden en kestirme yol, “ALLAH’ın İpi”, “en sağlam kulp” (Bkz. Ayetler; Bakara 256, Ali İmran 103)
(6) – “İnsanın dini aklıdır. Aklı olmayanın dini yoktur”
- “ALLAH’a ilimsiz ve cahillik içinde (yani aklını kullamadan) bağlı olan kimse, olduğu yerde dönüp duran ve nereye gittiğini bilmeyen dolap beygirine benzer.” (Bu özlü ifadeler için kaynak eser, dipnot 4’teki kitaptır.)
(7) “Atâlet” kavramı konusunda güzel bir çalışma; KİŞİSEL ATÂLETİ YENMEK, Mümin Sekman
(8) Şirk: Kısaca “putperestlik” demek olan şirkin din literatüründeki açık anlamı; ALLAH’a zatında ya da tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanımaktır. Arapça’da “mülk ve saltanat ortaklığı” anlamına gelen “şirket” sözcüğü de “şirk”ten üretilmiştir.
(9) KİNDÎ, Prof. Dr. Mahmut KAYA, Klasik Yayınları
(10) “Aşkın Şuur”, İLAHİ NİZAM VE KAİNAT bilgilerindeki “şuur ötesi” olabilir mi?
(11) Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki “öz şahsiyetimiz”in, İLAHİ NİZAM ve KAİNAT bilgilerindeki karşılığı“özbenliğimiz” olabilir mi?
(12) Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 649
(13) Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 566


YARARLANILAN KAYNAKLAR :
* KUR’AN
* SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ
* İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr. Necip TAYLAN
* CEHÂLETİN TAHSİLİ, Prof.Dr. Hüseyin ATAY
* İSLAM’da AKLIN ÖNEMİ, Prof. Dr. Ahmet Y.ÖZEMRE
* İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN * http://www.astroset.com/bireyselgelisim/gun/g63.htm

3 Eylül 2015 Perşembe

B E D E N Varlığın Gelişim Aracı

B E D E N
Varlığın Gelişim Aracı
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER

Giriş
Yüce Yunus’un söylemiyle, varlıklar “ete kemiğe bürünür” ; Selman, Süleyman, Cem, Cemil, Hüsniye, Halime vb.vb. şeklinde görünür. Bir maddesel ortamdaki (uzaysal objedeki) bedenler sâdece bir görüntüdür. Neyin görüntüsü? Asıl varlığın / varlıklarının elbette; bunlar da ruhların hizmetinde olan varlıklardır. Dolayısıyla “ruh+varlık+beden üçlemesi” (trinite) söz konusudur. Bu çalışmamızda biz, söz konusu üçlemenin beden ucunu ele alacağız. Yukarıda değindiğimiz, Yunus Emre’nin o kâdim zamanlara özgü ama evrensel bir gerçeği yansıtan söyleminin teknik ayrıntısını (bu çalışmamızın da temel kaynak eserimiz olan) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ta görüyoruz: Beden, bir evren varlığının dünyadaki (ve herhangi bir uzaysal obje üzerindeki) hizmetine verilmiş, kendi gelişim zorunlluluklarına göre kullanabileceği maddesel bir araçtır (185). Evren varlığı da, evren üstü olan ruhun evrendeki hizmetlisidir. Bu duruma göre, ruhu da içine alacak  şekilde bir beden tanımı yapmaya kalkarsak, şöyle demek olası: Bir beşerî beden, bir ruhun evrendeki tekâmül aracı ve ifâdesi olan varlığın kullanımına verilmiş madde parça(cık)larından oluşmuş bir bileşimler bütünüdür.

Bu yapılanma içinde, varlığın dünyadaki bedenine yardımcı olarak (yaşam planı kapsamındaki vazifesi gereği) değişik gelişim düzeylerindeki planlardan ve kademelerden (ve elbette ki gene ancak bedenin asıl sâhibi olan varlık kanalıyla) milyonlarca tesir gelir. Beşeri bedene yönelik bu tesirler sürekli olarak üst planların kontrolü ve gözetimi altındadır. Dolayısıyla bedene yönelik bu tesirlerin hiçbirisi; boş, anlamsız, ne olduğu belirsiz, gelişigüzel ve yersiz değildir. Çünkü bireye yönelik her bir tesir, o bireyin vicdan mekanizmasının durumuna ve işleyişine göre ayarlanmıştır (186).

VARLIKSAL YAPPM. - YATAY-DÜŞEY TESİRLER (sayfa 1 ' e).jpgİçsel Denge
Şekil 1: Varlığa Yönelik
“Düşey ve Yatay” Tesirler
 
Enkarne varlığın vicdan mekanizmasına yönelik tesirleri iki grupta toplayabiliriz. Daha doğrusu “beden” dediğimiz organizma iki kaynaktan  gelen tesirler altında yaşar: 1- Asıl kendisinden (özbenliğinden ) gelen tesirler, 2- İçinde bulunduğu (doğup büyüdüğü) enkernasyon ortamından aldığı tesirler. Bu demektir ki, enkarne varlık bir ömür boyu, kendi öz varlığından gelen tesirlerle, içinde bulunduğu ortamdan gelen tesirlerin oluşturduğu ortak alan içinde yaşar. Bu iki temel tesiri bünyede dengelemek ve bu dengenin sürekliliğini sağlamak sağlıklı bünyede dengelemek ve bu dengenin sürekliliğini sağlamak sağlıklı yaşamaktır (87+88+89). Bir beşeri bedene yönelik bu iki temel tesir kaynağından biri olan özbenlikten (yani “düşeyden”) gelen tesirlerin organizmada yoğunlaştığı yer “beyin hücrelerinin manyetik alanları sentezi” dir (90).


İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabıyla gelen bilgilerle aralanan pencereden baktığımızda görüyoruz ki, yukarıda özetlediğimiz yapılanma içinde; beden, varlığa hizmet ediyor, varlık da ruha… Bu üçlemede (trinite) beden, varlığın dünyadaki simgesi; varlık da ruhun evrendeki simgesi ve temsilcisidir. Bu üçlemede; beden varlıktan dolayı vardır, varlık da ruhtan dolayı. Başka bir deyişle; varlık bedenin var olma nedenidir, ruh da varlığın var olma nedeni… Bu yapılanma içinde, varlık; üst varlıkların yardımıyla bir beden kurar ve o bedenden bir ömür boyu yararlanarak, gelişim gereksinimlerini karşılarken, hizmetinde olduğu ruh için özbilgi birikimini de oluşturur (187).

Şekil 2: Vicdan Mekanizması
 
Varlığın ruha yönelik hizmeti özbilginin birikimiyle olur. Özbilgiler varlığın şuuraltında(bkz. şekil 3) birikir (144) ve öz idrak kanalıyla ruha aktarılır. Varlığın özbilgi oluşumu ise  alemin uzaysal objesindeki (örneğin, dünyadaki) tezâhür uzantısı olan fizik bedeninin (bedensel beninin) idraklenme cehti sayesinde olur. Varlık, “idrak ve bilgi olgunluğu”na (260) dünyadaki gelişim aracı olan bedensel beninin idraklenme cehti sâyesinde ulaşır. İdraklenme cehtinin sürekliliği durumunda, idrak giderek vicdana egemen olur (117). İdraklenme cehtinin sürekliliği ve beşeri yaşamın sürdürülebilirliğinin bir olumlu yan ürünü de vicdan mekanizmasının zıtlarıyla ilgilidir. Çünkü idrakin işlevlerinden biri, vicdan mekanizmasının zıtları arasındaki kuruluş ve bağlanışların sağlanmasıdır (117). Beden – varlık – ruh üçlemesinde; bedenin varlığa, varlığın da ruha hizmeti kapsamında idrâkin ve idraklenmenin öneminden dolayı, bedenli halde sergilenen idraklenme cehti üzerinde biraz daha durmakta yarar var.

İdrâkin Vicdâna Egemen Olması
Yukarıda değindiğimiz ve özbilgi birikiminin gereği olan uygulama kapsamında toplum içinde olaylarla yoğrulmak bireyi vazife sezgisine ve Vazife Planı’nın disiplinine hazırlar. Vazife Planı’nın doğal ve her zaman ki disiplini, dünya olaylarının sert ve haşin çehreleri karşısında yapabildiğimiz sayısız uygulama (doğru bildiğini uygulama) ile öğreniliyor. İçsel gelişim ve idraklenme açısından toplumsal durumlarda beşeri ilişki ve etkileşimlerin önemi buradan geliyor. Özellikle toplumsal yozlaşmanın her alanda giderek yaygınlaşma gösterdiği devre sonlarında, her türlü caydırıcı cezp edici ve doğru yoldan saptırıcı etkiye karşın, bir “yüksek gelişim mekanizması” (6) olan vicdanın olumlu zıttına değerler yükleme duyarlılığı içinde yaşamak, enkarne varlığa (yani bu çalışmamızın ana teması olan bedene) ve dolayısıyla onu özbenliğine (iç varlığına) önemli artı puanlar kazandıracak ve giderek “idrakin vicdana egemen olması” (117) gibi gelişim açısından çok makbul bir durum gerçekleşmiş olacaktır. Çünkü enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine yaklaştıran (103), vicdan mekanizmasındaki böyle olumlu gelişmedir. Vicdan mekanizmasının bu bağlamdaki gelişiminde uygulamayla ortaya çıkan idraklenmenin önemine kısaca değindikten sonra, bedenli uygulama alanımız olan toplumsal (mâşeri) yaşama dönelim.

Toplumsal Yaşamın Önemi
Toplu halde etkileşim ve ilişkiler örüntüsü içinde yaşarken, olayların özbilgilere dönüşümleri yine idrak sâyesinde olmaktadır. Ayrıca, varlığın; evrendeki organizasyon sistemlerine hazırlık aşaması da toplumsal (mâşeri) yaşamla olasıdır. Dünyada; bitkilerden, hayvanlardan ve insanlardan oluşan çokluk ve çeşitlilik hâlinde büyük bir varlıklar kadrosu içinde, birbirini yetiştirerek derece derece sürekli bir üst realiteye gidiş, gelişmek zorunluluğunun bir gereğidir. Yaratılmışlar için gelişmemek diye bir özgürlük söz konusu değildir. Gelişmek, hem de toplu halde gelişmek zorunluluğunun en objektif ve üzerimizde taşıdığımız örneği beden organlarını oluşturan hücre topluluklarıdır: Bizler “hücre” dediğimiz bu ilkel varlıklarla beden organizmamızın geneli kapsamında ve toplumsal bir plan içinde kucak kucağa yaşıyoruz. Örneğin, kalbimizi oluşturan hücreler, gelişimlerinin gereği olarak; nasıl o beşerî bedene muhtaç iseler, o beşerî bedene enkarne varlıklar da yaşayabilmek için söz konusu hücrelere muhtaçtır. Bu iki taraftan birinin rahatsızlığı / hastalığı ötekisini etkileyeceği gibi, her ikisinin de sağlığı da ortak selâmeti sağlar. Demek ki, tüm bu varlıklar arasında var olan bir aradalık (toplu halde ortak yaşam) boş, rastgele ve anlamsız değildir.

Çokluk ve Çeşitlilik
Çokluk ve çeşitlilik içinde toplu olarak bir arada gelişmek, varlıklara uygulama zenginliğiyle gelen deneyim ve görgü birikimi sağlar ki bu durum çokluk ve çeşitliliğin bereketidir. Bu anlamda özellikle devre sonları; eğer akıllıca davranılır ve yaşanırsa bire bin ürünün alındığı verimli zamanlardır. “Hakk” olan gerçeğin tezâhürü de çokluk ve çeşitlilik hâlindedir. Çokluk ve çeşitlilikteki birliği (vâhid olan kesret) görebilmek de idraklenme cehti içinde şuurlanmakla olasıdır (1). Ayrıca, varlıklar; çokluk ve çeşitlilik zenginliği içindeki gelişim ortamlarına her seferinde farklı bir yaşam planı ve farklı bir beden ile doğarlar: Ruhun hizmetindeki evren varlığı ruha hizmet kapsamındaki gelişim ihtiyaçlarını karşılamak ve farklı farklı uygulamalar içinde görgü ve deneyim birikimini arttırmak için farklı özelliklerde bedenlere enkarne olur. Her enkarnasyonda beden farklılığı varlığa, uygulama çeşitliliği zenginliği ve dolayısıyla verimliliği sağlar (128+129). Söz konusu çeşitliliğe; bir organizmayı oluşturan hücrelerden organlara, oradan ortama, topluma / toplumlara, uzaysal objeye / objelere, aleme ve alemlere kadar her şey dâhildir. Bu durum ilâhi bir düzen içinde varlıklara lutfedilmiş sonsuz ve sınırsız bir gelişim olanağıdır (Kur’an dilindeki “nimetler”)(2). ALLAH, Kur’an’da nimetlerin bolluğuna işaret ettikten sonra soruyor : “Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz!” (Rahman 13+32). Ardından da Peygamber uyarısını hemen yapıştırıyor: “ALLAH’ın nimetleri hakkında tefekküre dalın ama ALLAH’ın zâtı hakkında fikir yürütmeyin.” (Aclûnî 1/311). Bizler günlük yaşamın; ilişki, iletişim ve etkileşimi içinde olur olmadık, gerekli gereksiz pek çok şeye teşekkür ederiz ama ALLAH’ın bizlere emâneti olan beden de dâhil, hayatta kalmamız ve gelişmemiz için verdiği olanaklara (“nimetler”e), tüm bunları ve bizleri kapsayan ve O’nun Rahman ve Rahim olan şuurda uyandırıcı (kıyam ettirici) etkisine şükretmeyi çok nâdir aklederiz. Nasıl ki, ALLAH bu durumumuzdan da yakınıyor: “…Peki siz şükrediyor musunuz?” (Enbiya 80), “Şükretmeniz gerekmez mi!” (Vakıa 70).



Deneyim ve Görgü Zenginliği
Konumuzla ilgili bu önemli ayrıntıdan sonra, yeniden bıraktığımız yere, çokluk çeşitlilikle gelen deneyim ve görgü zenginliği bağlamında bedenlerin erkek ve dişi olmalarına da bir göz atalım: Her enkarnasyonda beden farklılığı varlığa uygulama çeşitliliği ve zenginliği sağlar demiştik. Örneğin, bir yaşam planını erkek bedende uygulamak ile dişi bedende uygulamak arasında göz ardı edilemeyecek farklar vardır... Benzer özelliklerde bedenler olsa bile, bunlarda; coğrafî, yöresel, ırksal ve hatta astrolojik, meslekî ve kültürel koşullara göre farklı farklı nitelikler söz konusudur. Bu çokluk ve çeşitlilikle gelen gelişim olanakları evren varlığına, uygulamayla gelen deneyim ve görgü zenginliği sağlar.
galaksiler topluluğu--sayfa 4 ' e---.jpg    
Metin Kutusu: Galaksiler Topluluğu Söz konusu bolluğun hidrojen âlemindeki görünümü de derin derin düşünülmeye değer bir konudur: Bu çokluk ve çeşitlilik, içinde bulunduğumuz hidrojen âlemini dolduran tüm uzaysal objeleri de kapsayan bir durum arz eder. Çünkü âlemimiz ve âlemlerden oluşan evrenimiz değişik şuur düzeylerindeki enkarne varlıklarla (yani bedenlerle) doludur. Evrenlerde zeki hayatın yaygınlığı söz konusudur, nâdirliği değil. pek çok gözleme ve fiziksel kanıta karşın, mâneviyattan nasibi olmayan günümüz maddeci zihniyeti bu evrensel ve varlıksal gerçeği kabul etme dürüstlüğünü hâla gösterememiştir. Bu da maddeci bilimin tutucu tavrı ile ortada duran beşeri bir tâlihsizliktir. Tekrar konumuza dönerek, bedenlerin çokluğu ve çeşitliliği konusunda şunları da söyleyebiliriz: Tüm bu varlıkların etkileşim ve iletişim örüntüsünden doğan epröv zenginliği de, onlar için evren yönetiminin (bir “idrak vahdeti” olan Ünite’nin) (195) varlıklara hazırladığı ve sunduğu çok değerli bir gelişim olanağıdır. “Evren Yönetimi” nde anlamını bulan ve aynı zamanda “varlıklar ve gereklilikler birliği” de olan (64) Ünite–evren ilişkileri ve Ünite’nin evren kapsamlı tesirliliği konusunda İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ın 31,41,50,70,79,80,100,173,230,240,251 vb. sayfalarına bakılabilir.

İdrak ve Beden
Evren varlığının (öz benliğimizin) maddenin derinliklerindeki bilinen, bilinmeyen tüm uzaysal objeler gelişim aracı olan bedenler konusunda bu genel açıklamalardan sonra, yeniden beşeri bedene dikkatimizi çevirerek diyebiliyoruz ki, idrak gelişimiyle bedenlerin değişip olgunlaşması ve farklanması arasında yakın ilişki bulunmaktadır. “İdrakin kapsamı artıp değer kazandıkça” (210) o idrak düzeyini kaldıracak bedenlerde de farklılıklar görülüyor. Başka bir deyişle, farklı idrak düzeylerindeki varlıklar, kendi idrak düzeylerine uygun nitelikteki bedenlere enkerna oluyor.  “Basit idrak” (211) düzeyinde ve “yarı idrakli” (50+58) durumda olan bir varlığın bedeni, “yüksek zaman idraki” (210) düzeyindeki bir varlığın bedeninden çok farklı niteliklere sâhiptir elbette.

Enkarne varlık, “yüzeysel zaman idraki”  içinde maddesel ortamın tüm zaman–mekân koşullarından ve bunların kendisine sunduğu gelişim olanaklarından yararlanarak bedeni aracılığıyla olabildiğince izlenim, görgü ve deneyim birikimi oluşturur (128+129). Varlığın yaptığı bu uygulama; hem bedenin form değişimleri, hem de bedenin, içinde bulunduğu âlemin sayısız madde değişimleri sâyesinde olur. Bu arada temel kaynak eserimizin(*) araladığı pencereden baktığımızda, görüyoruz ki; bilinen ilk insanlık aşamasından, insan üstü bir plan olan “vazife bilgisi” ne değin yürüyen, dünya bedeni değil, evren varlığıdır. Yani tâbi olduğu ruha hizmet etmek için, çeşitli maddeler kullanarak, tüm evren boyunca gelişe gelişe yürüyen, evren varlığıdır (özbenlik / asıl kendimiz) (110+112). Beşerî beden bu varlığa sâdece bir araçtır, bir ömür boyu kullanıp bıraktığı gelişim aracı. Bu gelişim sürecinde varlığın evren boyunca yaptığı, Vazife Planı’na hazırlanmaktır. Varlık, maddenin derinliklerine, kendisinin tezahür uzantısı olan fizik bedeni aracılığıyla nüfuz eder. Fizik bedenin “kabalığı” kaba beşeri realiteler ve “yüzeysel zaman idraki” içinde uygulama yapıp, deneyim ve görgü birikimine katkı sağlar. Beşerî beden kullanılarak sağlanan bu deneyim ve görgü birikimi, yaşamlar boyu varlığın özbilgi birikimini oluşturur ki, ruhun işine yarayan da budur.

Metin Kutusu: Şekil 3: Varlıksal Yapımızvarlıksal yapımız..().jpgYazımızın akışı içinde de yer yer belirttiğimiz gibi, organizma (beden) beyin tarafından yönetilir ama, beyin organını da belli bir tesirlik altında tutan ve bunların her ikisini de aynı anda canlı kılan, özbenlikten gelen tesirlerdir (“düşey” tesirler). Bedende dönüp dolaşan (sirküle eden) tesirler, bedeni tesirliliği altında tutan ve yöneten varlığın kontrolü altında bu varlığın gelişim gereklerine göre bedenin tüm fiziksel, fizyolojik, biyolojik ve ruhsal işlevlerini yerine getirirler (91). Ayrıca, tüm bu tesirlerin işlevleri, evrenin genel işlevlerinden de kopuk değildir; onun büyük ahengi içinde söz konusu tesirlerin işlevleri sürüp gider ve bu ahengin dışına çıkamaz (91). Beden – varlık ilişkisinin (enkarnasyonun) başlangıcı ruşeymin beyin oluşumudur denebilir. Ruh varlığının bir bedene enkarnasyonu sürecinin başlangıcında, bedeni oluşturacak aşılanmış yumurta ile bağlantıya geçer. Burada varlık, beyin hücresiyle ilgili varlıkların manyetik alanlarına yaptığı tesirlilik ile ruşeymin beynini oluşturur (86+87). Daha doğrusu beyin hücreleri topluluğunu oluşturmaya o varlıkları yönlendirir. İnsanın bedenine egemen olan varlık, doğrudan doğruya, beyin hücreleri ile ilgili yüz binlerce varlığın manyetik alanlar sentezi üzerinde etkili ve egemendir. Yani beden, ruşeym aşamasından başlayarak, beyin hücreleri tarafından yönetilir. Zâten varlık, daha spatyomdayken, bu yüz binlerce beyin hücresi varlığını bir arada toplu olarak tutuyor (onların manyetik alanlarını kendi tesirliliği altında bulunduruyordu). Bu şekilde, beyin hücrelerinin varlıkları, insan varlığının tesirliliği ve yardımı altında kendi bedenlerini (beyin hücrelerini) kurarlar. Varlık kurulmuş (oluşturulmuş) bu beyin aracılığıyla sinir sisteminin öteki kısımlarını kurar. Bu şekilde oluşmuş ve gelişmekte olan ceninin beden materyalleri, annenin bedenini oluşturan maddelerden alınır (86).

Şuur Ötesinden Şuur Merkezine
Evren varlığının (asıl kendimiz, özbenliğimiz) dünyadaki tezahür uzantısı olan bedenini şuur ötesinden gelen icaplara göre yönetir. Bunun için varlık, bedenin şuur merkezini kullanır. Başka türlü bir söylem ile varlık, bedenin şuur merkezini(bkz.şekil 3) kullanarak, beden organizmasından yararlanır (143). Beden uykudayken çevreyle bağlantısı hemen hemen sıfıra yakındır; şuur, şuur merkeziyle birlikte şuurdışına bağlanır. Artık bu merkezler dünya ile değil, şuur ötesiyle ilgilidirler. Beden uykudayken oluşan bu duruma “merkezin kendi içine dönmesi” deniyor. Bu durumda şuur ve şuur merkezi dış ortama (çevreye) karşı pasif, şuurötesine(bkz. şekil 3) karşı etkin ve hareketlidir. Bu arada, gün boyunca yapılan gözlem ve izlenimler şuurdışına aktarılır (143). Şuurdışındaki bu gözlem ve izlenim birikimi; “ölüm” denen geçişe kadar, yani bir ömür boyu şuur dışına sürekli aktarılır.   

Böyle bir “varlık–beden ilişkisi ” içinde, varlık her ne kadar kendi enerjisinin küçük bir kısmını beyin hücrelerinin manyetik alanı dışında bırakmış ise de; gelişimin gereği olarak, bu kısmı da bedenden tamamen ayırmış değil, hatta onunla sıkı bir ilişki içindedir. Bundan dolayı da tam serbest değildir. esâsen bu iki kısım arasındaki sıkı ilişki ve etkileşim sayesindedir ki, o varlık dünya bedenine bağlı kısımlarının; gelişim kapsamındaki etkinliklerinden yararlanır ve böylece bedenlenmeden amaç gerçekleşmiş olur. İnsan ancak varlığın (özbenliğinin) kendisine göndermiş olduğu tesirlerin bir kısmıyla canlanır ve kendisini idrak etmeye çalışır; kendisine gelmeyen kısımlarıyla ilgili bazı belli belirsiz sezgileri bulunmakla birlikte, bunlar hakkında açık bir idrake sahip değildir (85+86+87+88+89).

İşte insanların bazen derin bir; iç denetimi, iç evrenine bakması (murakabesi) yoluyla sezebildikleri ve “iç varlıklarını”, “özbenlikleri”, “öz varlıkları” dedikleri şeyler, bedenin ötesindeki gerçek varlığın nispeten (bir dereceye kadar) serbest durumlarıdır. Varlık, dünyadaki bedeninin tüm durumlarını izlemek, o durumların gereklerini yerine getirmek zorundadır. Bu, onun vazifesidir. Bedenin ölümüyle, bağlı olan kısımları bedenden tamamen çözülmedikçe, serbest kalan kısmını da tam serbest bir şekilde kullanamaz. Çünkü bağlı olan kısımlarıyla, bedenin zorluklarından kendisi tamamıyla özgür kılamaz. Bedene bağlı olan kısımlarıyla az da olsa, bedenden aldığı izlenimlerin (o ana özgü gelişim zorluklarına göre) hazmedilmesi ve sonuçlandırılarak, ruha yansıtılması gibi onu, bedeni ile sürekli ilgilendirecek meşgûliyet alanları vardır (88+89).
------------------------------------------------------------------
(*) Yazımızın akışı içinde yer yer görülecek bu rakamlar, temel kaynak eserimiz olan İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabından yararlandığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) “Varlığın birliği” kavramı için bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları
(2) Nimetlerin çokluk, çeşitlilik ve bolluk hâlinde oluşunu konu eden ayetler: Nahl 18, İbrahim 32+34.
(3) “Vazife Planı” için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 236-240,313,318,319. 

   


24 Temmuz 2015 Cuma

BEYİN OLUŞUMU “MUCİZESİ”nin ARKA PLANI

BEYİN OLUŞUMU “MUCİZESİ”nin ARKA PLANI
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER
Sunuş
Başlıkta “mucize” sözcüğünü kullandık ama tezâhürat ortamında, “nasıl olduğu bilinmez” lik anlamında mucize diye bir olgu olmadığını çok iyi biliyoruz. Bilgisayar diliyle, “doğal ve sâbit disk”imiz olan beyin, 1000’den fazla müzik konseri büyüklüğünde veriyi depolayabilecek genişlikte hafıza kapasitesine sâhiptir. Beşerî beyindeki (özellikle de karmaşık düşüncelerde payı olduğu düşünülen) “gliyal” hücrelerinin sayısı, nöronların sayısından(en az) 10 kat daha fazladır. Söz konusu “gliyal” hücrelerin ilginç işlevlerinden biri de, aksonların çevresinde “miyelin” adı verilen kılıfı oluşturmaktır.
Beyin hücresi nöron.GIF
Bu miyelin kılıf, elektrik sinyalleri taşıyan aksonların dış yüzlerini izole ederken; uç noktalarda da iletgenliği artırarak, bilginin en az kayıp ile ve çok yüksek hızla öteki beyin hücrelerine geçmesini sağlamaktır. (kaynak:www.cocukhayat.com)
Bu arada, sinirsel uyaranları ileten bu aksonların, dünyanın çevresini 4 kez dolaşacak(160.000 Km.) uzunlukta olduğunu anımsayalım…Beyin hücrelerinin, aralarında haberleşmek için elektrik sinyalleri gönderdiği uzun zamandır biliniyor. Bu iletişim şekli, günümüzde; elektrotlardan, manyetik rezonanslı tarayıcılara(MR) kadar farklı teknolojilerle kaydedilebilmektedir ama bu verilerin yorumlanması henüz becerilemiyor. Bu bilinmezlik (Kur’an diliyle) henüz “Gayb” durumunda...

Bu birkaç satır not, beşeri beynin bilinen en ilginç yanlarından sadece birkaç örnek ama onun elbette ki bilinmeyen yanları bilinenlerden daha çok. Bu bilinmeyenlerin bir kısmı İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT bilgileriyle bilinir duruma geldi. Örneğin, bir aileye bebek olarak gelecek varlığın beyin hücrelerini oluşturan varlıklar spatyomdayken bir arada bulunurlar. Bunları bir arada tutan etmen, o beyin aracılığıyla bir ömür boyu yönetilecek organizmanın (dünya bedeninin) asıl sâhibi olan evren varlığıdır. Başka türlü bir söylem ile, spatyomdaki beyin hücreleri topluluğunun manyetik alanları, enkarne olacak varlığın tesirliliği (müessiriyeti) altındaydı bebek doğmadan önce(85)(*).

Yani kısacası iş, fizik dünyada görünür duruma gelmeden çok önce spatyomda başlıyor. Bu da demektir ki, günümüz maddeci bilimi için “gayb” durumunda olan bilginin bir kısmı “gayb” olmaktan çıkmıştır…Dünyaya yeniden enkarne olacak varlık dünyada bir ömür boyu kullanacağı bedeni oluşturma aşamasının başlangıcında; anne ile babanın erkek ve dişi hücrelerinin birleşmesiyle oluşan “aşılanmış yumurta ile bağlantı kurar” (85). O bedenin asıl sâhibi varlık, daha spatyomdayken etkisi altında tuttuğu beyin hücreleri varlıkların manyetik alanlarına etki ederek aşılanmış yumurtanın ruşeymin beyin hücreleri topluluğunun oluşumunu başlatır.

Ruşeym oluşunca, beyin hücreleri varlıkları insan varlığının tesir ve yardımıyla kendi bedenlerini beyin hücrelerini kurarlar; yani bu şekilde oluşan beyin aracılığıyla varlık, sinir sisteminin kalan kısımlarını ve bedenin tüm öteki organlarını oluşturur. Ruşeymin ilk devrelerinde beyin hücreleri topluluğuna ancak gerektiği kadar tesir gönderilir. Ruşeymin oluşumu, fetusun gelişimi ve sonunda insan bebeğinin doğumu anlarında, ihtiyaca göre, onun; beyin hücrelerinden oluşan manyetik alana göndereceği ve bağlayacağı tesirlerin miktarı da artar. Bebek doğduğu anda o bedenin asıl sâhibi olan varlığın tesirlerinin önemli bir kısmı (8’de 7’si) bebek bedene bağlanmış olur (86).

Beyin ölümü” denen olayda da, bu oluşun hemen hemen tersi olur: Bu da, beyindeki hücre varlıklarının bedenlerini terk etmeye başlamalarıyla gerçekleşir. Beyin hücrelerine enkarne olmuş varlıkların bedenleri olan bu hücreleri terk edişleri, bu hücreler topluluğunun manyetik alanlarına egemen olan varlığın bedenle olan ilgisini kesmesi demektir.

Görüldüğü gibi “doğum” denen enkarnasyon ve “ölüm” denen dezenkarnasyon; ruhsal varlığın, bir organizmaya tesirini bağlaması ve “ömür” denen sürenin sonunda da tesirliliğini sonlandırmasından başka bir şey değildir. Biz yukarıda bir bedenin yöneticisi durumunda olan beynin oluşumunu “fizik ötesi” (**) görünümünden başlayarak gözden geçirdik.

Esasen döllenmeden ve ruşeym oluşumundan başlayarak dokuz aylık süre boyunca beyin oluşumunun evrelerini, bu arada sâdece; temporal, parietol ve frontal lobların oluşumunu değil serebral korteksin, limbik sistemin ve beyinciğin ortaya çıkışını ayrıntılı bir şekilde günümüz maddeci tıp biliminden öğreniyoruz. Sâdece bir tek organın oluşumu bu kadar hayret verici ve muhteşem bir olgu iken pek çok organdan oluşan o küçük yavru bedenin tamamının tam bir uyum içinde oluşması ve bilinen süre içinde kıpır kıpır bir canlı olarak annenin kucağındaki yerini alması özellikle ruhçuluk kültürü olmayanlarımız için başlı başına ilâhi bir “mucize” değil midir? Bir tek hücrenin içindeki düzen, işleyiş ve bu hücrenin başka hücreler ve çeşitli moleküllerle etkileşimi bizleri bu kadar hayran bırakırken milyarlarca hücreden oluşan bedenin tamamının bir ömür boyu canlı kalması ortamla etkileşimi ve bağlı olduğu ruh varlığına hizmeti için “mikro evren” sözcüğü azdır bile….

(*)Bazı satır sonlarında görülen rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT adlı eserde alıntıların sayfa numaralarıdır.

(**)  Aslında “fizik ötesi” demek de doğru sözcük seçimi değildir. Çünkü “fizik ötesi” dediğimiz yer de, dünyayı oluşturan fiziksel ortamın daha süptil (ince, latif, titreşimi yüksek) bir uzantısından başka bir şey değildir. Tüm uzaysal objeler, spatyomlarıyla birlikte madde âleminin içindedir. Âlemlerden oluşan bir evren de (görünmeyen yanları da dâhil) maddesel bir ortamdır. 

29 Mayıs 2015 Cuma

YAŞAM KÜLTÜRÜ KOŞULLARI ve İRADEMİZ

YAŞAM KÜLTÜRÜ
KOŞULLARI ve İRADEMİZ
DERLEYEN Selman GERÇEKSEVER

Seçme ve irâde özgürlüğünün bir tanımı da; bağlanmamış ağız, körelmemiş göz ve tıkanmamış kulaktır. Ağzımız bağlanmış değil ama, nelerle koşullanmış ve bizce neler doğru ise onları o şekilde konuşuyoruz. Gözlerimiz köreltilmiş değil ama, fehim ve ferâset yeteneğimiz oranında görebiliyoruz.(1)
Kulaklarımız tıkanmamış ama nelerle koşullanmış ve özdeşleşmiş ya da takıntı düzeyine getirmiş isek, onları yani “işimize gelenler, realitemize uygun olanları) işitiyoruz. O halde, konuşmamızı, görmemizi ve işitmemizi engelleyen etmenler, öz kişisel özgürlüğün önündeki engeller olmaktadır.

Bu engeller genel anlamda; sâdece hilkatin (yaratılışın) gerekliliklerinden değil, yaşam kültürünün koşulları ve koşullandırmalarından da oluşur. Bireyin doğum öncesi ve ölüm sonrası yaşamını da kapsayan öz kişisel yaşamıyla ilgili seçimlerinin ve irâdesinin özgürleşmesi ile, içinde bulunduğu koşullar arasında sıkı ilişki vardır. Bir bakıma, bu koşullardan etkilenmeyecek düzeye gelmek öz kişisel yaşamın  özgürleşmesi olmaktadır. Vicdâni ölçülerin günlük yaşama uygulanması demek olan vicdan özgürlüğü de, içinde bulunduğumuz koşullar ile kendi aramızdaki etkileşimle yakından ilintilidir.

İçine enkarne olduğumuz koşulları doğmadan önce biz oluşturmuş değiliz. İçinde bulunduğumuz yaşam kültürüne enkarne olmadan önce, herkes için zâten var olan koşulları yeğledik ve onların içine doğduk. Dünya gelişim okulu tüm beşeriyet içindir. Gelişim ihtiyaçlarımızı gidermek için belli zaman – mekân koşullarına(astrolojik durumlar da dâhil) ihtiyacımız vardı. Dolayısıyla, bedensel ben olarak, şimdi bizim elimizde olmayan pek çok şeye (koşula) bağlıyız; hattâ bunların bazılarıyla özdeşleşerek, onları bağımlılık hâline getirmişiz. Bu cümleden olmak üzere, yaşam planımıza göre; doğuştan sahip olduğumuz becerilerimiz bile elimizde değil. Bazı becerilere yatkın doğuyoruz, yaşam planımız ve vazifemiz gereği. Ama (Yüksek ben / asıl kendimiz olarak) yaşam planımızı da kendimiz belirledik ve belli vazifelere tâlip olduk. Aslında yaşam planımızı kendimiz yaptık ama, bunda da tamamen özgür değildik; çünkü her yaşam planı geçmiş yaşamların ve karmik birikimin zorunlu ama doğal bir sonucudur.

Her neyse, öyle ya da böyle; yukarıda sözünü ettiğimiz belirli beceri ve özelliklere göre yaşamak zorundayız. Bunun gibi, kalıtımla gelen genetik yapı da (bedensel ben olarak)bizim elimizde değil. Tüm bunlar bizi (enkarne durumumuzu) belirleyen, seçimlerimizi ve davranışlarımızı sâdece etkileyen değil, aynı zamanda yönlendiren etmenlerdir. Bunun gibi, sayılamayacak kadar çok beşerî koşulun sonucu ve bu koşullar tarafından, bir bakıma güdümlenir durumdayız. Bu koşullar kararlarımızı, seçimlerimizi belirliyor ve elbette ki, irâdemizi de yönlendiriyor. Bu nedenle, “Ben bunu kendi özgür irademle seçtim.” demek biraz abes olmuyor mu?

Seçimlerimizi belirleyen ve dolayısıyla bizleri yönlendiren koşullara biraz daha yakından bakalım ve pek çok sayıdaki koşuldan sâdece 3 ‘ünü ele alarak bir örnek verelim: Aynı iş yerinde çalıştığınız ama fazla tanımadığınız biri olsun. Sâdece biliyorsunuz ki, sizin şirkette çalışıyor. İş günlerinden bir gün; örneğin, Cuma... Şunu da biliyorsunuz ki, o kimsenin mesâi bitiminde binadan ayrılmasını engelleyecek bir neden yok ortada. O kimse, o gün iş bitiminde binadan ayrılacak mı? Elbette ki, bu üç nedenden dolayı ayrılacak. Sâdece üç koşulu ya da doneyi bilmekle o kimsenin o gün de, mesai bitiminde işyerini terk edeceğini öngörebiliriz. Hattâ o çalışanın özgür irâdesini de işin içine katarak, “İster gider, ister gitmez…” olasılığı da aklımıza gelebilir ama, onun o gün işten çıkıp gideceğini %95 kesinlikle söyleyebilirsiniz. O kimse hakkında pek çok şey bilmediğimiz (yani, onun etkisi altında olduğu pek çok koşulu bilmediğimiz) halde, sâdece üç koşula dayanarak onun o gün %95 olasılıkla mesai bitiminde işten çıkıp gideceğini düşünebiliriz. Ama o kişinin,  etkisi altında olduğu 3 değil de; örneğin, 3oo koşulunu bilseydik, onun ne yapacağını daha kuvvetli / isabetli tahmin edebilirdik.

Bunun gibi, kişinin biraz sonra neye karar vereceğini ve ne yapacağını; kendi “özgür” irâdesinden çok, dış koşullar belirliyor. Birkaç koşul bile bizi yönlendirmeye yeterli. Şöyle bir örnek ile konuyu biraz daha açmaya çalışalım: Bir kimsenin 1oo milyar koşulunu bilgisayara yüklesek, bu koşullar içinde (ya da belli koşullarda)  o kişinin biraz sonra ne yapacağını bilgisayardan alabiliriz. Bu durumda, bireyin etkisi etkisi altında olduğu koşullar değişmedikçe ve mevcut koşullara bir başkası eklenmedikçe, bireyin verdiği / vereceği tepki, yani seçimi değişmez. Eğer bir koşul değişirse, olması gereken olguyu da değiştirebilir. Bir ve Tek Olan Bütünsel’ in çokluk ve çeşitlilik hâlinde tezâhür ettiği bu illüzyonel dualite ortamında bizler, her an bizi etkileyen koşulların tamamının etkisi altında seçimimizi yaparız. Bu, özgür bir seçim midir? Örneğin, yorulmuş isem ve biraz dinlenmeyi seçmiş isem; beni yoran koşulların zorlayıcı etkisinin sonucudur bu seçimim. Dolayısıyla, benim dinlenmemi belirleyen de, kendi özgür seçimim değil, etkisi altında olduğum koşullardır. Her şeyi yapmak elimde iken, bana dinlenmeyi yeğleten, içinde bulunduğum yorucu koşullardır. Bir şeye karar vermeden önce, o kararı verme aşamasındaki koşullar beni belli bir kararı vermeye zorlar. İçinde bulunduğum koşullar bizi belli bir kararı veremeye zorlar. Yani, yukarıdaki örnekte bana, içinde bulunduğum koşullar dinlenmeyi istetiyor. Gerçek bu olmasına karşın; egomuz bize, “Onu ben kendi özgür irademle istedim / seçtim.” dedirtir. İşte, yaşam kültürü içinde bize bir çok şey bu şekilde “istetiliyor”, “ister duruma” getiriliyoruz.

Elbette ki, asıl kendimiz (Yüksek ben) olarak, enkarne olacağımız ortamı (belli koşullardaki ortamı, yaşam planımıza en uygun koşulları, hatta kişilik özelliklerimizi(*) seçiyoruz ama enkarnasyondan sonra (bedensel ben olarak) o koşulların etkisi altına hareket etmekten (hattâ bir ömür boyu öyle yaşamaktan) başka çâremiz de kalmıyor. Daha da kötüsü, söz konusu koşulların tesirliliği altında ve güdümünde, onlarla özdeşleşmemiz durumunda, yaşam planımızı gereği gibi uygulayamadan, geldiğimiz yere dönmek gibi bir tâlihsizlik de ortaya çıkabiliyor. Bu talihsizliğin ortaya çıkmaması, bedenli yaşam nimetinin hebâ edilmemesi bağlamında; sâdece kutsal vahy tarafından değil, seçkin inisiyatik öğretiler tarafından da pek çok uyarının, öğüdün ve anımsatmanın yazılı metinler olarak beşeriyete verilmiş olduğunu biliyoruz.

Durum bu olduğuna göre, hiç kimse; içinde bulunduğu (içinde bulunduğu yaşam kültürüyle ve kendi özkişisel özelikleriyle ilgili) koşulların  gerektirdiğinden başka bir şey yapamaz ve seçmekte olduklarından  başka bir şey seçemez. Bu nedenle, bir kimse için; “O bunu böyle yaptı ama daha iyisini yapabilirdi.” demek çok isâbetli bir değerlendirme ve yargılama değildir. Hattâ, “Ben onun yerinde olsam şöyle yapardım…” demek de abestir. Bu ancak, o kimsenin o anda etkisi altında olduğu tüm koşulların aynen etkisi altında olsaydık, onun gibi hareket etme / seçme olasılığını yakalayabilirdik ki bu olasılık bile çok kuvvetli değildir. Zaten, o durumda; bir bakıma o olmuş olurduk ki bu da olanaklı değildir…Kişi aynı koşullar altında hep aynı şeyi yapar ama koşullar değiştiği ve biz de tekamül olgusu içinde gelişip değişip farklılaştığımız için, aynı etki altında hep aynı şeyi yapmayız. Bu nedenle, “Şimdiki aklım olsaydı, 10 yıl önceki o seçimi yapar mıydım…” demek de abestir. O zamanki koşullar şimdikilerle aynı değildi ki…

Tüm bunlardan dolayı, aslında özgür olmamak doğaldır ve içinde bulunduğumuz tekâmül düzeyinin gereğidir. Çünkü en genel anlamda hilkat(yaratılış) yasaları(Sünnetullah) ve koşullarıyla sınırlıyız. Örneğin, belli bir galaksinin içinde bulunan (“güneş” adını verdiğimiz) sıradan bir yıldızın çevresinde belli bir hızda dönen ve belli astrofizik özelliklere sâhip (“dünya” adını verdiğimiz) şu uzaysal objenin üzerinde yaşamak ve onun belli oranlardaki gazlardan oluşan atmosferini solumak zorundayız. Üzerinde yaşamak zorunda olduğumuz bu yer kürenin tüm fizik ve jeofizik özelliklerine uymak ve onun sunduğu yaşam olanaklarıyla yetinmek zorundayız. İçinde bulunduğumuz toplumun yaptırımlarını da bunlara eklersek, ne kadar az özgür olduğumuz açıkça ortaya çıkar. Hareketlerimizde, yaşayışımızda ve düşünce / tasavvur kapasitemizde daha pek çok hilkat koşuluyla sınırlı olduğumuzu da aklımızdan çıkarmayalım, irâdemizin bunlarla da sınırlı olduğunu unutmayalım. İrâdemizin dışında olan, sayılamayacak kadar çok koşulun güdümündeyiz. Burada özgür irâde nerede?

İçinde bulunduğumuz; sâdece yaşam kültürünün koşulları değil, öz kişisel özelliklerimiz de bizleri belirli şeyleri istemeye zorlar. Daha kısa bir söylem ile, belirli şeyleri istemeye bizi, içinde bulunduğumuz koşullar zorlar. Bu koşullar bize belirli şeyleri istetir, onları etkisiyle belirli şeyleri ister hale geliriz ama onları yeğlediğimiz zaman (sözüm ona) “özgür” irâdemizle hareket ettiğimizi sanırız. Kıkarcı emperyalizmin bir maşası durumunda olan reklam sektörü de bu beşerî özelliğimizden/zaafımızdan yararlanarak kârına kâr katarak palazlanmaktadır, bu da ayrı bir konu… Yanlış ya da kusurlu da olsa, yaptıklarımızı, eğilimlerimizi bizim; görgümüz, bilgimiz, terbiyemiz, realitemiz, sabır ve dayanma gücümüz belirlemektedir. Özgür irâdemizle herhangi bir şeyi yapmış ya da istemiş gibi görünsek de, onu yapmamak / istememek zâten ve hemen hemen elimizde değildir. Ama Yüksek Benimiz (asıl  kendimiz) bizim burada (bu maddesel ortamda) zâten başka bir şey yapamayacağımızı, (gelişip, değişip, değer kazanmadıkça) bu koşulların ve koşullandırmaların etkisinden kurtulamayacağımızı elbette ki çok iyi bilir. Hattâ bu koşullar içinde (değişmediğimiz sürece) biraz sonra ve daha sonra ne yapacağımızı da çok iyi bilir. TANRI o ki, tüm varlıkların içinde bulundukları tüm koşulları biliyor ve her an, bir an sonraki (kendi “özgür” iradeleriyle) neyi seçeceklerini biliyor.(2)

Bu durumda, şu soru gelebilir akla: Madem ki irâdemiz var ama kullanamıyoruz, hiç olmasaydı daha iyi olmaz mıydı? Koşulların güdümünde birer kukla mıyız? Elbette ki değiliz. Dikkat edilirse, koşullar belirlenmiş ama seçim bize bırakılmış. Dolayısıyla irâdemizi kullanmamız söz konusu ve hattâ irademizi (iyi yönde, içsel gelişim yönünde, Bütün’ ün hayrı ve kendi hayrımız için) kullanmamız önerilmiş tüm inisiyatik ve kutsal öğretilerde. Bu durum elbette ki bir kuklalık değildir. Özgür irâdemizle, “Bir şeyi ister yaparım, ister yapmam…” duygusu bizde olduğu sürece bizler kukla değiliz. Ama bu duyguyu kullanış şeklimiz, içsel gelişim yolunda ilerleyişimizi (hatta karmik yükümüzü) belirlemektedir. Dolayısıyla, seçimlerimizin (yani, irâdemizi kullanma şeklimizin) sorumluluğu bize aittir. Koşullar belirlenmiş ama seçim bize bırakılmıştır. Elbette ki, aynı koşullar içinde olmak üzere; erdemli bir kişinin irâdesini kullanma şekli ile, kendini bilmeyen nefsâni/hodkâm bir kişinin irâdesini kullanma şekli farklıdır. Dolayısıyla bir kişinin gelişmişlik düzeyi ile, içinde bulunduğu koşullara karşı tavrı arasında sıkı ilişki bulunmaktadır.

Evet, her şey İlâhi Murad yönünde planlanmış ve Bir ve Tek Olan Bütünsel; çokluk ve çeşitlilik hâlinde tezâhür etmiştir ama varlıklara da seçme özgürlüğü verilmiştir. O halde, kukla değiliz. Kukla olsaydık, hareketlerimizden (hatta düşüncelerimizden bile) sorumlu olur muyduk? Dolayısıyla, “Her davranışımız belirlenmiştir ve biz buna uymak zorundayız.” söylemi yanlıştır. Bunun doğrusu ise şöyle olabilir: “Davranışlarımız bizim tarafımızdan seçilir. Ama başkasını da seçme olanağı yoktur, içinde bulunduğumuz koşullardan ve o sıradaki tekâmül düzeyimizden dolayı…” Başka türlü bir deyişle, “Önümde / çevremde bulunan bir çok seçenek içinden ben istediğimi seçerim ama o andaki isteğim ve arzum da başka türlüsünü bana seçtirmez.”  Dolayısıyla ve besbelli ki, içsel gelişim yönünde isâbetli seçimler yapmak, isteklerimin inceliğine ya da kabalığına bağlıdır. Bu nedenle, isteklerin ve arzuların içsel gelişim yönünde iyileştirilmesi, onların olabildiğince sâdeleştirilmesi ve arındırılması; başta Budizm olmak üzere, tüm inisiyatik öğretilerde ve kutsal metinlerde hep vurgulanmıştır.(3)

Hilkatin ve İlâhi İrade Yasları’nın(Sünnetullah) sınırlayıcı ve koşullandırıcı etkilerinden (ki onların hepsi aslında şuurda uyandırıcı rahmetler topluluğudur, bu etkilerden) elbetteki kurtulamayız ama içinde bulunduğumuz zaman mekân koşullarıyla, yaşam kültürünün koşullandırmaları ile nefsin iğvasından ve beşerî koşullandırmalardan idraklenme cehti içinde kurtulabilir, bu şekilde özgür irâdemizin daha çok tezâhürüne olanak sağlamış olabiliriz.

………………………….
(*) Kişilik özellikleri konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. KENDİNİ TANIMA REHBERİ, Akaşa Yayınları
(1) Fehim ve feraset= Anlayış keskinliği, görüş derinliği
(2) ALLAH’ın her şeyi bilici oluşu isim sıfatı à el-Basir
(3) Arzularla / isteklerle ilgili; kutsal ve inisiyatik öğretilerden alıntılar:
* “Kibir ve kinin başlangıcı aç gözlülüktür.” (aç gözlülük= kontroldan çıkmış ve doymak bilmeyen arzular) – Mevlana Celaleddin, Mesnevi, 3458.
*  “Sizden hiç biriniz kendi nefsiniz için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe, müslüman olamazsınız.”-Hadis (Kaynak: İSLAM’ a GİRİŞ, Prof.Dr. Muhammed HAMİDULLAH)
*  “İnsanların en iyisi, başkalarına iyilik edendir.” –Kur’an, 59/9 (Yani, istekleri, başkalarına iyilik yönünde ve Bütün’ ün hayrı için olan birey kastediyor.
*  “Mutlu olmanın iki yolu vardır: Ya isteklerimizi azaltmak, ya da  olanaklarımızı çoğaltmaktır.”-Benjamin Franklin.
*  “Sahip olmadığı şeylere üzülmeyen (yani, onları istemeyen) ve sahibolduklarına sevinen kimse akıllı bir kişidir.”
                                                                                                                                                                                   -Epikteos.
*  Eğer tüm arzularımız gerçekleşseydi, sıkıntılarımız iki kat artardı.” –Amerikan Atalar Sözü
*  “Nefsin isteklerini ayaklar altına almak…” –Sufi deyimi
*  “Nefsini susturanın (istekleri en aza indirenin) ruhu  konuşur. ‘Nefsi susturmak’ oruçtur.” –Sufizm
*  “Dünyada(n) oruç tutmazsanız (istekleri / arzuları kontrol altıana alamazsanız), Melekutu bulamayacaksınız.”    
                                                                                                                                                                                   -Barnba İncili
*  Boş arzularla özdeşleşmek, ALLAH’ın nimetlerine nankörlük, azgınlık / zulüm ve bilgisizlik; “kalbin mühürlenmesi” ne yol açan yanlış tutum ve eğilimlerdir. –Kur’an öğretisi (Burada; isteklerin / arzuların kontrolsüzlüğü, “kalbin mühürlenmesi” nin nedenlerinden biri olmaktadır.
*  Kur’an’ daki; “kalbin mühürlenmesi / kalp körlüğü” (Bakara 7 ve 1o) à İncil’ de “kulakları olan işitsin” ifadesinin karşılığı olmaktadır. (Burada da, “kulakların işitmez halde olması” ile, “kalp körlüğü” hemen hemen aynı ifadelerdir.
YARARLANILAN ESERLER:
  • Kur’an’ı Kerim
  • Barnaba İncili
  • KURGU Dergisi, Yaşambimin İşlevleri, Prof.İnal Cem AŞKUN
  • Konferans Notları, Işık YAZAN
  • KENDİNİ TANIMA REHBERİ, Akaşa Yayınları


27 Mayıs 2015 Çarşamba

H İ D R O J E N

H İ D R O J E N
Derleyen: Selman GERÇEKSEVER
İçinde bulunduğumuz evren, âlemlerden oluşmuş maddesel bir yapıdır. Üzerinde bulunduğumuz dünya, bu âlemlerden biri olan hidrojen âleminde yer almış bir uzaysal objedir. Dünya gibi gezegenler, güneş (yıldız) sistemleri galaksiler, nebülözler ve kara delikler gibi uzaysal objelerden oluşan hidrojen âleminin yapı taşı hidrojen atomudur. Günümüzde astronominin elinde bulunan araç-gereçlerle âlemin neresine bakılırsa bakılsın hidrojen atomu “H” saptanmıştır. Bilinen uzaysal objeler de, bilinen “H” atomunun bileşenlerinden oluşmuş yapılardır. Bu bileşimlerin (elementler tablosu) bilinenlerin yanı sıra daha pek çok bilinecek (keşfedilecek) olanı vardır (1).

Ancak, âlemimizin sonsuz geçmişindeki asıl yapı taşı, bugün bilinen “H” den çok farklı bir yapıdır ve bugün kimyanın bildiği “H” onun oldukça gelişmiş, bilinen fizik âlemi oluşturacak şekle gelmiş görünümüdür. Başka bir söylemle, âlemimizin asıl yapı taşı bugün bilinen “H”den çok farklıdır. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT adlı eserin içerdiği bilgileri esas alarak yaptığımız bu derlemenin konusunu                                           Şekil-1
da, bilinen “H” in de alt yapısını (kökenini) oluşturan, âlemimizin sonsuz geçmişindeki bu ilk atom oluşturmaktadır. Madde cevheri olan hidrojen atomunun kimya bilimince henüz tanınmayan öyle bir yanı vardır ki, bu; insanların atomdan yayılan tüm enerji tezâhürleriyle ilgili bilgilerin üstünde ve bambaşka kudretlerde cevher durumlarını arz eder. Beşerî bilim tarafından henüz bilinmeyen bu hidrojen atomu kademelerinden yayılan ve beşeri idraki zorlayacak kadar seyyal ve kudretli olan maddesel olanaklar insanların şimdiye dek asla kavrayamadıkları birçok hadisenin oluşumuna olanak hazırlamakta ve neden olmaktadır (35).  
şekil 2.jpg
Âlemimizin ilk maddesinin ilk atomu, bugün temel element olarak bilinen “H” atomunun çok ilkel / kaba şeklidir. Bu ilk atom bugünkü dünya biliminin tanıyamayacağı / bilemediği kadar basit bir madde formudur. Bu durumda o “hareketsiz”  ve “karanlık” amorfa (2) en yakın bir madde hâlidir / formudur. “Mekanik gelişim ilkesi” nin egemen olduğu sonsuz geçmişteki bu aşama , “H” atomunun alt aşaması olan; sonsuz , “karanlık”, “hareketsiz”, “dağınık” ve amorf bir vasattır (41). (3) Evrenin (ve dolayısıyla alemin) ilk ve en kaba aşaması, bilinen “H” atomunun ortaya çıkışından önceki aşamadır. Bu, bize göre en kadîm aşamadaki tüm olup bitenler Asli İlke’nin (4) gereklerine göre ama Ünite’nin (5) kurduğu “evren kapsamlı yönetim mekanizması”  içinde ve bilmediğimiz yollarla yürütülür.                                                                                                                      Şekil-2

Görülüyor ki, evrenin ilk madde durumundan astronomik âlemimize doğru yürüyen madde gelişimi yolunda, dünya insanı (beşer) için anlaşılması olanaklı olmayan “karanlık” bir alan vardır. Bu alan “kaba”, “dağınık”, “hareketsiz” ve amorf bir madde bütününden ibarettir. Bu kaba vasatta oluşmuş bir madde formasyonları yoktur. İşte bu vasattan / alandan sonra bir menzil gelir ki; bu menzil, hidrojen âleminin başlangıcını oluşturan ilk atom olmuştur. Bu atom beşeri bilim tarafından, temel element olarak bilinen “H” atomu değildir. Beşeriyet tarafından bilinen temel element “H” söz konusu bu ilk atomun çok gelişmiş ve karmaşık bir şeklidir. Dünya bilimi bu ilk atomu henüz tanımamaktadır. Dünyamız da dâhil, tüm uzaysal objeleri (güneş sistemleri, galaksileri, nebülözleri vb.) ile tüm astronomik alemin maddesi (spatyomlarıyla birlikte) bu ilk atomun gelişmiş durumlarının çeşitli bileşimlerinden oluşmuştur (10).

şekil 3.JPGHidrojen âleminde “karanlık ve dağınık” (41) olan ilk aşamasında ortaya çıkan ilk hareketlenme, tekâmüllerinden (bu dağınık maddeyi toplayabilecek kadar) ilerlemiş olan “acemi” / “talebe” (38, 39, 40, 50) ruhları etkilemesiyle olur. “Karanlık ve dağınık” olan amorf maddeyi etkileyebilecek duruma gelmiş olan ruhun tekâmülüne katkı sağlayıcı tesir Ünite’den gelen bu tesir; birisi, o maddeyi “yakalayabilecek” duruma gelmiş olan ruhla ilgili, diğeri ise oluşum aşamasında bulunan maddenin bünyesiyle ilgili olmak üzere birbirini destekleyen ve tamamlayan iki tesirden oluşur. Elbette bunların (Şekil-3) ikisi de Asli Tesir’in evrende tezahür etmiş iki cephesidir. Yani Asli Tesir’in evrendeki bu tezahürü / görünümü, birbirine zıt karakterde birleşmiş unsurlardan oluşmuş “ikili madde vahdeti” dir (41). Bu unsurlar amorf maddenin bir kısmının, gelen tesirler altında hareketlendirilerek bir araya toplanmış şekilleridir(42).
                                                                                                                                                                                                                                 Şekil -3
Amorf maddenin o noktasındaki hareketlenmeyle oluşan manyetik alan, dağınık amorfun o noktasını bir araya toplar. Bunlar amorftaki ilk hareketlenmedir. Bu hareketler bir ruhun, bildiğimiz “H” öncesi ilk atoma bağlanması kapsamında Asli tesirler tarafından ayarlanmıştır. Ruhun tekâmül ihtiyaçlarıyla ilgili gereklilikleri taşıyarak amorf vasata inen Asli Tesir, onun bir atomla bağlantısını sağlamıştır (42).

Görülüyor ki, ilk hidrojen atomları, böyle bir birine zıt ama durumunda olan ikişer unsurdan oluşmuş alemimizin en basit hallerdeki Asli Maddelerini oluşturmaktadır. Bu Aslî Madde, âlemin (bildiğimiz “H” atomu öncesi) ilk maddesidir. Bu ilk / Aslî Madde de o aleme özgü tüm durum ve şekillerin özü bulunur (13). Âlemin ilk atomuna bağlanmış olan bir ruh, artık o atomun varlık aşamasına kadar onu bırakmayacaktır. Bu aşama ruhun “mekanik / otomatik tekâmül”  aşamasıdır. Ruh bu aşamada da yukarıda belirttiğimiz şekilde yakaladığı ilk atomun gelişim sürecine tabi olarak kendi mekanik / otomatik tekâmülünü sürdürür. Bu aşamada henüz ruh, atoma egemen değildir. Çünkü henüz ruhun; sezgi, idrak ve seçme özgürlüğü yoktur. Bundan dolayı ruh henüz kendisine bir tekâmül aracı (yani “varlık”) oluşturacak durumda da değildir. Ruh darmadağınık amorf vasatın yapısı içinde ilk oluşan atomlardan birinden ötekine ve tamamen onlara bağımlı bir şekilde sıçrar durumdadır (42).

Tüm bu hareketlilik Aslî Tesirler’in gereklerine bağlı olarak, maddeden maddeye atlayarak yapılan mekanik / otomatik uygulamalardır (42+43). Amorf vasatta ilk atomun ortaya çıkışından, ilk varlık oluşuncaya dek, atomun bünyesinde egemen olan tesir esasi (yani Aslî İlke’den gelen) tesirdir. Bu esâsi tesirin bir cephesi de, o atoma bağlanmış ruhla ilgilidir (şekil 3). Başka türlü bir söylemle, atoma inen Aslî Tesir’de; bir atomun bünyesiyle ilgili maddesel cephe, bir de o atoma bağlı ruhla ilgili olarak ruhsal bir cephe vardır. Bu atom, bugün kimyanın bildiği ve günümüzde bilinen / bilinmeyen tüm uzaysal objeleri içinde bulunduran maddesel alemimizin yapı taşı “H” olmayıp, âlemimizin “anası” olan bir madde bileşimidir (“Aslî Madde”). Bugün kimyanın bildiği “H” bu Aslî Madde’nin (amorftan oluşan bir atomun) çok ileri ve gelişmiş şeklidir (44).

Amorftan oluşan bu ilk atom (bilinen “H” atomuna dönüşünceye dek) var oluşunu ve gelişimini dualite ilkesini ve değer farklanmasını mekanizma kapsamında sürdürmüştür (6). Elbette ki söz konusu ilke de Aslî tesirlerin egemenliği altındadır. “H” atomunun var oluş sahnesine çıkıncaya kadar aradan geçen süreç, sonsuz bir mekanik gelişim vasatında olmuştur. Bu vasat Asli Madde olan amorfa yakın, dağınık bir yapı olan “karanlık” bir alandır. Aslî Tesirler bir “karanlık” ve dağınık yapıda olan bu alanda ilk çekirdeği (“ilk atomu”) oluşturduktan sonra, onun çevresinde başka cüzüleri de (parçacıkları da) toplayarak, giderek daha karmaşık oluşumları meydana getirirler. Böylece ortaya çıkmış yeni ve amorftan sonraki ilk oluşumun ortasındaki Aslî Tesir bu yeni oluşumdan geçtikten (“kullanıldıktan”) sonra içeriği / niteliği değişmiş ve dolayısıyla asli durumunu yitirmiş olarak bu yeni oluşumdan (madde) yeniden dışarı doğru yayılmaya başlar. Bu yayılım (yansıma, ışıma, emisyon) bu yeni oluşumun manyetik alanıdır. İşte içinde bulunduğumuz hidrojen âleminin en küçüğünden (bilinen “H” çekirdeği) en büyüğüne dek tüm parçacıkları (cüzüleri) şu şekilde ortaya çıkmıştır (44).

Böylece Asli Tesirin tesirliliği (ve dolayısıyla egemenliği) altında kurulan bilinen “H” öncesi ilk çekirdek (Asli Madde) en son gelişim aşamasına dek (yani varlık hâline gelinceye dek) Aslî Tesir ile, o çekirdeğe bağlı ruhun tesirliliği altındadır. Çekirdeğe (Aslî Madde’ye) yönelik bu iki tür tesir, başka bir söylemle; Aslî Tesirler’in ruhlarla ilgili “tekâmül değerleri” ile, maddelerle ilgili esasi tesirlerdir. Ruhun çekirdeğe bağımlı bu durumu, onun tekamülünün bir tür “pasif adaptasyon(uyum) aşaması” dır. Bu aşamada çekirdeklere yönelik yatay tesirler (yani evrenin başka varlıklarıyla ilgili tesirler) gelmez (45). Bu tesirler altında atom, giderek karmaşıklaşarak, bildiğimiz “H” aşamasına doğru sürekli ilerler.

Bugün bildiğimiz “H” atomu evrenin bir âleminde oluştuktan sonra bu durumla ilgili vazifeli varlıklardan tesirler gelmeye başlar. Tüm bu olup bitenler Ünite’nin yüksek kontrolü altındadır. Vazifeli varlıklardan atoma yönelik bu tesirler tali tesirlerdir (yataydan). Yataydan, varlıklardan; düşeyden, Ünite’den atoma gelen bu tesirler altında önce bildiğimiz “H” ve daha sonra da daha karmaşık atomlar ve bunlardan da çeşitli cisimler oluşur. Bu cisimler varlıkların gelişimi için çok gereklidir. Cisim oluşumundan sonra, onların atomlarına artık esasi tesirler inmez olur, onların yerine tali tesirler geçmiştir. Artık cisimler tamamen varlıkların elindedir.

Görülüyor ki, amorftan oluşan, bildiğimiz “H” öncesi atomun, bildiğimiz “H” atomu haline gelene kadar, asli tesirlerin tesirliliği altındadır. Bilinen “H” atomu ortaya çıktıktan sonra, asli tesirlerin yerini evren varlıklarından gelen tali tesirler alır ve çeşitli cisimler (elementler) bundan sonra oluşur (45+46). Bu arada ruh, amorftan (esasi maddeden) başlayarak bağlanmış olduğu atomu etkisi altında tutmayı sürdürmektedir. Ruhun bu etkisi atoma doğrudan değil, asli tesirin ruhla ilgili olan kısmından (tekâmül değerler olarak) gelir. Kısacası, artık bildiğimiz “H” atomu oluşmuştur ve bu atom iki tür tesir altındadır; Aslî Tesirler’in bünyesinde (ruhtan gelme) tekîmül değerleri (düşeyden) ve vazife varlıklardan gelen tali (yataydan) tesirler. Tâlî tesirler atomun bünyesine müdahale edecek durumda değildir. Atomun bünyesi tâli tesirlerin tesirliliği altındadır. “H” atomunun her türlü bileşimleri (yani öteki elementlerin / cisimlerin oluşumu) değişik gelişim düzeylerindeki varlıkların tesirliliği (tâlî tesirler) altında ortaya çıkar.

Aslî Tesirler’in tesirliliği / egemenliği altında, atoma biriken değerler (?); birbirileriyle birleşmeden, tam bir uyum ve denge içinde kaynaşarak (?) hidrojen atomunun o andaki içeriğini karakterize eden bünyesini oluştururlar (47). Hidrojen çekirdekleri (?) bileşenlerinden oluşan “H” atomunun bünyesinde birçok partikül (parçacık) olduğu ve her partikülünde bir manyetik alanı bulunduğu için, bu yeni ortaya çıkmış atomun manyetik alanı da onu oluşturan parçacıkların manyetik alanlarının sentezidir. Atomların birbirleriyle ve varlıklarla olan tüm ilişkisi ve etkileşimleri bu manyetik alanlar aracılığıyla sağlanır. Bu alanlara gelen tali tesirler; şiddetlerine, kudretlerine ve yönlerine göre, onların tabi bulundukları maddelerin bünyelerinde (dualite ilkesi ve değer farklanmasının kuralları altında); çeşitli değişimler, dağılmalar ve toplanmalar yapabilirler (47). Benzer şekilde varlıkların, maddelerden yararlanmaları, onları halden hale sokabilmeleri de bu rolle olur (48).

Henüz varlık aşamasına girmemiş “ilk hidrojen” kademelerinde uygulama gören ruhlar, maddenin bu aşamasında pasif ve mekanik olarak, maddeyi (atomu) egemenlik altına almaya hazırlanırlar. Maddenin gelişiminin bu aşamasındaki atomlar (“ilk hidrojen”) uygulama görecek ruhların (“acemi / talebe ruhlar”-38,39,40) egemenliği ve yönetimi altında değildir. Bu atomlar yüksek ilkelerin gereklerine (şekil 2)  göre, Ünite’den gelen tesirlerle evrendeki ilk “talebe / acemi” ruhların madde hareketlerine alıştırılmaları sağlayacak birer zemin olmak üzere kurulmuşlardır. “Acemi / talebe” ruhlar maddenin (amorftan sonraki aşaması olan) “ilk hidrojen” aşamasında maddenin gelişiminin bu aşamasında onun gelişimine mekanik / otomatik bir yürüyüşle tabidir (50).

Madde amorf aşamasından sonra, Aslî Tesirler’in belirlediği yönde ilerleyerek “ilk hidrojen” aşamasını da kat ederek, bugün kimya bilimince bilinen aşamaya gelir. Maddenin bu gelişim süresince, onunla birlikte ve tamamen ona tabi olarak (atomdan atoma atlayarak) onları sanki yakalamaya çalışan “acemi / talebe” durumunda olan ruh varlıkları vardır. Bu süreç boyunca ; madde gelişir, ruh tekamül eder. “İlk hidrojen” atomu böyle geliştikçe, ona bağlı olan ve onun hareketlerine uyumlanmaya çalışan ruh da mekanik / otomatik bir şekilde son derece yavaş olarak (tedric) tekâmül etmektedir. “İlk hidrojen” atomu (bilinen “H”den önceki) Aslî Tesirler’in belirlenmiş olduğu yönde gelişip değişerek bugün bilinen “H” atomuna dönüştükten sonra da gelişimini sürdürerek, manyetik alan sentezleri ve bünyesi daha karmaşık, nitelik kazanır (51).

Bu şekilde “H” birçok kademelerden geçe geçe; oksijen, fosfor, bakır, gümüş vb. bilinen / bilinmeyen (henüz keşfedilmemiş olan) elementlere dönüşür. Bugünün beşeriyeti tarafından bilinen hidrojen atomu sayısız nitelik ve durumlarla sınıflandırılmış bir madde halidir. Bilinen hidrojen atomunun daha karmaşık şekli olan uranyum atomu bunun birçok misli kere fazla ve karmaşık hareketleri bünyesinde taşır (12). Tüm bu olup bitenler hep, Aslî Tesirler’in (sürekli olarak ruhların tekâmüllerini hedef alan) büyük uyumu içinde cereyan eder. Bu olgunun; amorf vasatın (aslî madde) ilkel maddelerini etkileyen Asli Tesirler’le başlatıldığını ve “ilk hidrojen” ve “bilinen hidrojen” aşamaları boyunca, yine bu tesirlerle sürdüğünü daha önce belirtmiştik. Bu arada, ruhun tekâmül gereksinimleri sürekli olarak, gelişme halinde olan atoma aksettirilmiştir. Hidrojenin bu gelişim aşamasında, atom bünyesine yönelik (varlıklardan kaynaklanan) tali tesirler söz konusu değildir. Bu arada atom doğrudan doğruya Aslî Tesirler iner. Aslî Tesirler, Ünite’den süzülen ve maddelerle ruhlara ait etkiyi / tesirliliği içeren tesirlerdir. Bu durum “ilk hidrojen” in varlık (yani bilinen “H” ) durumuna gelene dek sürer (51).

Hidrojen atomu ilk oluşumundan başlayarak, sonunda öyle bir aşamaya gelir ki, orada çok suptil ve karmaşık madde bileşimleri halinde, günümüzde henüz keşfedilmemiş bir takım enerjileri yaymaya başlar. Atom, bu yüksek titreşimli karmaşık enerjileri yayabilecek gelişim düzeyine geldiği zaman; zaten onun bu düzeye gelmesine Aslî İlke yönünde neden olan ruh da artık maddeler arasındaki ilişkilerin ve hareketlerin içgüdüsel davranışlarına, uzun bir uygulama döneminden sonra, sahip olabilecek bir tekâmül düzeyine ulaşmış bulunur. Hidrojen atomu, dünyanın da içinde bulunduğu hidrojen âlemindeki gelişimiyle öyle kudretli ve karmaşık enerjiler yaymaya başlar ki, artık bunlar dünya maddesinin malı olmaz.

Yarı Suptil Âlem
İşte dünya maddesinin en üst sınırındaki yüksek hidrojen atomu öyle kudretli ve karmaşık enerjiler yaymaya başlar ki artık bunlar dünya maddesinin malı olamaz. Bununla beraber, bu enerjiler de toplu değil, darmadağınık durumdadır. Fakat onların bu dağınıklığı ile, daha önce sözünü ettiğimiz ilkel vasatlardaki amorf maddelerin dağınıklığı arasında çok büyük fark vardır. Öncekileri şekilsiz, basit, hareketleri çok ilkel ve atalete yakın kaba maddelerdi. Bunlar ise çok karmaşık hareketli, bünyeleri karmaşık, zengin madde bileşimlerinden oluşmuş üstün değerli enerjiler halinde bulunan kudretli ve değerli maddelerdir. Bunların bulunduğu yere “Yarı Süptil” deriz. Bu yarı süptil vasat hem hidrojen atomu altındaki amorf vasattan, hem de ilk hidrojen atomlarının oluşturduğu astronomik nebülözlerden daha çok yüksek ve yepyeni bir âlemin basamağını oluşturan yüksek enerjilerden müteşekkil bir tür nebülözdür ki, dünyanın üstünde bulunan böyle bir Yarı Süptil Vasat’ın oluşumu, başka bir deyişle, hidrojen âleminin yavaş yavaş (tedric) üst aleme kayış anlamına gelir (52). Yarı Süptil Âlem, dünyanın içinde bulunduğu alemin yapı taşı olan hidrojen atomunun en yüksek bileşimleriyle ilgili enerjiden oluşmuş bir âlemdir. Yarı Süptil Âlem, dünyanın (hidrojen aleminin) en üstün ve gelişmiş hidrojen bileşimlerinin yüksek vazifeli varlıkların kontrolleri altında yaydıkları ince enerji parçacıklarından oluşmuş bir madde halidir (315).

“İlk hidrojen” kademesinden başlayarak, gelişip varlık aşamasına geldiği an da (yani bildiğimiz “H” olduğu anda), Aslî Tesir’in maddelerle ilgili esâsi tesir kısmı, yerini tâli tesirlere terk eder (Şekil 3). Evrende ruhun temsilcisi ve hizmetkârı (hademesi) durumunda bulunan varlığın yapı taşı da hidrojendir. Bu varlık aslında atıl görünen ilk hidrojen atom maddesinin “yüksek” bir aşamasından başka bir şey değildir. Bu durumda hidrojen; ruhun hizmetine ayrılacak / verilecek kadar gelişmiş bir enerjidir artık (53).

Beşeriyetin henüz tanımadığı, “H” atomunun “ilk çekirdek / nüve”  hâli, yani astronomik araç gereçlerimizle gözlemleyebildiğimiz; güneş sistemlerini, nebülözlerin ve tüm uzaysal objelerin ana maddesini ( yapı taşını) oluşturur. Yarı Süptil Arasat’ın ana maddesi hidrojenin (dünyada belirli bir tezahür göstermeyen) “yüksek” enerjileri oluşturur. Başka türlü bir söylemle; hidrojen atomunun, dünyada belirli bir tezâhür göstermeyen “yüksek” enerjilerinden hidrojen âleminin bir üstündeki Yarı Süptil Vasat oluşmuştur (54).
“Acemi / talebe” ruhlar hidrojen aleminin varlık aşamasına henüz girmemiş “kaba” atomları ve onların “kaba” bileşimleri arasında aktif olarak uygulama yapmak durumundadır (55).

Vazife Planı
şekil 4.jpgDünyamız, tüm hidrojen âleminin en karmaşık ve ileri madde oluşumlarına sahip uzaysal objelerinden biridir. Esasen, dünyamızın tüm olanaklarını kullanarak ve oradaki uygulamalarını bitirerek, onu (dünyanın) tamamen terk eden bir varlığın aynı zamanda hidrojen âleminin de terk etmiş duruma gelmesi söz konusudur(59). Milyarlarca güneş sisteminin oluşturduğu bir galaksiye ve sayısız galaksilerle nebülözlerin oluşturduğu bir âleme ve nihâyet, hidrojen realitesi dışında ve gene sayısız âlemlerden oluşmuş evrenin bütününe gelen tesirler karışımının bir zerresini bile insan idraki layıkıyla kavramaktan âcizdir (91). Böyle bir evrenin Ünitesi’ne bağlı yönetim mekanizmaları da vazife almak için tam idrake varmış olmak ve insan üstü düzeye gelmiş bulunmak gerekir. Esasen Vazife Planı da, ancak hidrojen aşamasının bitirilişinden sonra başlar (74).     
                                                                                                          Şekil -4   
İnsanlık aşamasının (yani hidrojen atomu devresinin) sonrasında başlayan vazife organizasyonlarına varlıklar birden bire sokulmazlar. Bunun için; uzun hazırlıklardan sonra, Vazife Planı’nın gereklerine uygun bir idrak düzeyine (“tam idrak” 74) ulaşmış olmak gerek. Bu yüzden de ancak, hidrojen âleminin en ilkel kademelerinden en üst kademelerine dek geçecek uzun, hem de çok uzun bir hazırlık devresinden sonra olur (77).

Vazife Planı’nın Varlıkları
İleri gelişim düzeyine varmış bedenlerin gelişimleriyle ilgili her türlü olanakları yönetmekten sorumlu Vazife Planı’nın kudretli varlıklarının bedenleri, hidrojen âlemine ait olmayan daha yüksek madde vasatlarından toplanmış materyallerle yapılmıştır. Bunlar sistemlerinin çeşitli düzeylerinin uygulamalarında vazife gören, Vazife Planı’na mensup varlıklardır. Vazife Planı’nın söz konusu kudretli varlıkları uzaysal objelerdeki sıradan (oralara ait) bedenlilerin gelişimlerine çeşitli yardımlarda bulunurlar.

Nihayet belki bir sistemin en ileri düzey uzaysal objesini de (örneğin bizim sistemde dünyamızı) tamamlamış bedenli varlıklar hidrojen âlemini bitirmiş, üst âleme liyakat kazanmış duruma girerler. Şu halde evrenin üst vazife âlemine, hidrojen âleminin sayısız nebülözünün, milyarlarca sisteminin, milyarlarca gelişmiş küresinden, milyarlarca varlık geçmektedir. Güneş sistemimizde hidrojen âleminin gelişim mertebelerini tamamlayarak üst aleme terfi edecek varlıkların toplandıkları yer dünyadır (262+263).

Hidrojen Aleminin “Çıkış Kapısı”
Hidrojen âleminin son olgunluk noktalarına kadar ulaşmış olan beşeri varlıklar aleminin “çıkış kapısına” gelmişlerdir. Ancak bu kapının eşiği idrak ve bilgi olgunluğuyla aşılır. Ruhlar için hidrojen aşaması onların tekâmüllerinde ilk madde aşamasıyla ilgili “karanlık” muazzam ve ebediyet kadar uzun mekanik bir tekâmül aşamasını izleyen varlıklar âleminin başlangıcıdır. Ruhların (“acemi / talebe” ruhların) burada; yeni hidrojenin dağınık halde yaydıkları enerjileri bir araya toplayarak, kendilerine hizmet edecek varlık oluşturduklarını (116) geçtiğimiz paragraflarda belirtmiştik (260+261).

Âlemin söz konusu başlangıcı insanların mensubu bulundukları ve içinde yaşadıkları hidrojen âlemidir. Dünya insanı (beşer) için bu âlem, her ne  kadar sonsuz görünse de, gerçekte madde cevherinin sayısız / sınırsız gelişim aşamalarını içeren evrenin, sâdece hidrojen atomu olanaklarıyla sınırlı ve küçük bir kısmından ibarettir ki; buna, “hidrojen aşaması âlemi” diyoruz. Dünya, “hidrojen aşaması” denilen bu çok uzun ve “yarı idrakli”(50+58) madde âleminin en son duraklarından biridir (260+261). Hidrojenin gelişiminin beşeriyet kademesinde yarı idarkli sübjektif bir gelişim yaşanır (193). Hidrojen âlemindeki “yüzeysel zaman mekânı” da (211) kaderin bu âleme özgü tezâhürüdür (7) (231). Hidrojen âleminin muazzam bir madde varlığı içinde , bir nokta kadar değeri olmayan dünya, gerçekte hidrojen alemi içinde o kadar küçük ve önemsiz değildir (261).

-------------------------------------------------------
(1)     HİDROJEN, John S. Rigden – ODTÜ Yayınları
(2)     Amorf: Madde öncesi “karanlık”, “hareketsizlik” bir vasat olan asli maddedir (Kaynak eser sayfalar 39,41,52,191)
(3)     Yazımızın akışı içinde genellikle paragraf sonlarında ve bazen de satır aralarında görülecek rakamlar kaynak eser İLÂHÎ NİZAM VE KÂİNAT ’ tan yapılan alıntılamanın sayfa numaralarıdır.      
(4)     Asli İlke: Evren ve ruhlar üstü , her şeyi çepeçevre kuşatmış yaratıcı kudret. Asli İlke’nin “gerçekleştirici kudretine” gereklilikler deniyor Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Kaynak eser sayfalar 38,190,191,237,240,232,294.
(5)     Ünite: Evrenin en üst sınırlarındaki (39) varlıklar ve gereklilikler birliğidir. Bu durumuyla Ünite aynı zamanda bir “idrak birliği” olmaktadır (195).
(6)     Dualite ilkesi ve değer farklanması: Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Kaynak eser sayfalar 21, 23, 25, 36, 40, 44, 48, 61, 62, 82, 97, 98 ,99, 101, 103, 104, 139.

(7)     Kaynak eserimizde kaderkavramı için bkz. Sayfalar 230, 240, 252, 277, 294.