DÜŞÜNCE
Varlığın Şuur Etkinliği
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER
Düşünme; mümkün olan / olmayan, gerçek ya da gerçek dışı, olası ya da rastlantı olan (anlamlı rastlaşma)hemen tüm alanları kuşatır. Bununla birlikte, düşünmenin de tamamen kuşatmadığı anlamlar vardır. Örneğin, Mutlak Varlık alanı, düşünmeden daha çok, inanmanın alanına girer(1). Düşünme çeşitli şekillerde ortaya çıkar: Düşünme yeni bir durumu hemen kavrarsa, düşünmenin bu şekline “zekâ” ; belli problemleri tasarlar, onları açık seçik anlatıp açıklarsa buna “akıl” denir. Eğer düşünme bir şeyi ya da bir durumu bir takım kavramlara gerek duymadan hissederse (duyumsarsa), onun bu şekline ise “sezgi” (intuition) denir. Hiçbir kayıt ve koşula bağlı bulunmadan ortaya çıkan düşünme şekli de “hayal” dir.
Tüm bunlara ek olarak, bir şeyi düşünebiliyorsak; o ne kadar soyut olursa olsun, bir yerlerde var demektir. Düşündüğünüz şey / konu bizim bulunduğumuz çevrede hatta dünyada olmasa bile, evrende bir yerlerde var demektir. Çünkü var olmayan bir şey düşünülemeyeceği gibi, kavramla da ifâdeye konamaz. Düşünce söz konusu olunca; “doğru düşünmek” ya da “yanlış düşünmek” kavramları akla gelir: “Pozitif düşünmek gerek…” deriz. İsa Peygamber, “Düşüncelerinizden de sorumlusunuz” demiştir. İlk Çağ filozoflarından ünlü Parmanides’e göre, doğru düşünmek, var olanı düşünmektir. Ona göre varlık vardır ve var olmayan şey yoktur, vb.vb.
Düşünme, “ önermeler arasında bağlantı kurup, bunların birbiriyle olan ilişkilerini ortaya çıkarmak ve bunlardan hareketle başka bir sonuç elde etmektir.” (2) Düşünme konumuz olan bilgiyi bilgi ile sınamak ve bilgiden bilgi elde etmek düşünmekle olasıdır. Her şey gibi bilgi de bir gelişim aracıdır ve onu işletip / işleyip ondan yararlanmak düşünmekle oluyor. Biliyoruz ki, düşünmek, zihnin çalışması ve aklın işletilmesiyle olası. Durum böyle olunca; düşünmeye, özgürce düşünmeye önem vermedikten sonra, bilgi artamaz. Düşünmek, bilgiyi kullanmaktır ve bilgi de kullanılıp uygulansın diye vardır zaten… Kullanılan bilgi çoğalır, paylaştıkça artar ve genişler. Böyle yapıldığı zaman bilgi kendini bireysel iç zeminlerde ve mekânlarda kendini “inşa eder ve kök salar”. Tüm bunlar düşünme, daha da iyisi isâbetli ve becerikli bir kavrayış ile olur.
Düşünce, düşünülmüş ve ortaya konmuş bir fikirdir; düşünme ise, bir eylemdir; aklın eylem durumunda, işler durumda olmasıdır. Bu durumda düşünce, düşünme işinin bir ürünüdür. Düşünerek yararlı / doğru düşünceler üretmek, bildiğini sorgulamakla, bilgiyi bilgi ile sınamakla olasıdır. Bu makbul durum da, aklın; sürekli eylem durumunda, işler durumda olmasıyla olanaklıdır ve esâsen ALLAH da bizden, aklımızı bu şekilde kullanmamızı ısrarla istiyor. Çünkü gelişim açısından, içine girip çıktığımız olguları ve yaşam sınavlarını halletmemiz bakımından çok önemli. İsâbet ve becerikli bir kavrayış ile kullanılan akıl, sağlıklı düşünmek başta olmak üzere; ibret ve öğüt almak, cehâlet içinde kalmamak, (gönül yönünden) kör ve sağır olmamak ve hidâyete ermek (3) bakımından kişiye yarar sağlar. Görülüyor ki, aklı isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanmak, her iki âlemde de işlerin en ulusu ve hayırlısıdır. Hz. Muhammed’den rivâyet edilen şu
hadis de; aklın hem dünyadaki, hem de öte âlemdeki önemini en güzel şekilde vurgulamaktadır: “Cebrail’e, insanlarda ululuğun önderliği neyle olduğunu sordum, ‘Akılla’ dedi.” (Abdurraûf Al Munâvi: Künûz Al Hakayık Fi Hadîsi Hayr Al Halâyık) (4)
Birey zihnini çalıştırma ve aklını isâbetli ve becerikli bir şekilde kullanma duyarlılığı içinde yaşarsa (ki bu düşünce eylemdir); bu duyarlı tutumu onu gerçeklerin keşfine yönlendirir. Bundan dolayı, Kur’an’daki birçok âyette ek olarak; sâdece Hz. Muhammed değil, Hz. Ali de aklın ve akıllıca hareketin erdemini ve “doğru yolu” un (5) akılla bulunabileceğini, aklı bir kenara koyarak, yalnızca imânla hareket etmenin makbul olmadığını ve her vesileyle anlatmaya çalışmışlardır (6). ALLAH bizden böyle olmamızı istiyor ve belki de “ALLAH’a yakın olmanın güzelliği” (Ali İmran 14) buradadır.
Aklı çalıştırmayıp, inanç / imân durumunda kalmak, atâlet sözcüğünde anlamını bulan tembelliktir ki, câhillik (câhiliye) döneminden kalma Araplar, Peygamberin tüm uyarılarına karşın atalarından kendilerine aktarılmış bulunan bilgilerin onları irdelemeden, doğruluk derecelerini anlama zahmetine girmeden uygulamakta ısrar etmişler ve sonunda kaybeden kendileri olmuştur.
Ataların bu şekilde tartışmasız kabul edilerek putlaştırılması (ecdatperestlik); sâdece Müslümanlık’ta değil, Hristiyanlık’ta da insanları körü körüne taklitçiliğe sevk ederek, gelişim açısından ağır bedeller ödemelerine neden olmuştur. Bu, iyiyi kötüden ayırt etme (temyiz) yoksunluğundan kurtulmak için sıkıntılı yaşam sınavları vermek zorunda kalmışlardır. Akıllarını kullanıp, Peygamber’in uyarı ve öğütlerine uymuş olsalardı, bu sıkıntılara ve ıstıraplı eprövlere gerek kalmayacaktı. Örneğin, eğer Mekke müşrikleri akıllarını isâbetle ve becerikli bir şekilde kullanabilen temyiz sâhibi kimseler olmuş olsalardı, atalarını körü körüne taklit etmenin, insanı aşağılatan sefâletine asla düşmemiş; taklit ettikleri şeyin kökenini araştırarak atalardan kalma inançlarını irdeleyerek, taklidin aslında kendilerini yavaş yavaş ALLAH’tan nasıl ulaştırmış olduğunu idrak etmiş olacaklardı. Aklın isâbetle ve (gelişim açısından) olumlu yönde kullanılmaması, vicdan yoksunluğunu ve akıl fukaralığını da beraberinde getirdiğinden; sâdece İslamiyet’te değil, İslamiyet öncesinde de aşikâr ve gizli şirk (7) yaşanmıştır. Bu durum, ne kadar kötü bir talihsizlik ise; aklı, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şekilde işletmek ve kullanmak da o kadar makbul ve erdemli bilge insanlara özgü bir durumdur. Ünlü İslam filozofu Kindî’den öğrendiğimiz kadarıyla, İlkçağ filozoflarından Eflatun akıl gücü üstün gelen insanı meleğe benzetmiştir. Ünlü filozofun bu konudaki söyleminin tamamı şöyledir: “Açgözlülük / doymazlık gücü kendisine üstün gelen kimse; domuz, öfke gücü üstün gelen köpek, akıl gücü üstün gelen ise melektir.” (8) Nefsin egemenliğinden kurtarılmış böyle bir akıl ile kişi birçok şeyi idrak etmekle kalmaz, kendisinin bir yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla bir yaratıcının da olması gerektiğini anlar ki, bunlar “inanıp sâlih amellerde bulunan” (İnşikak 25) kimselere özgü ya da buna aday bireye yaraşır güzel durumlardır. Akıllarını isâbetle ve gelişim yönünde beceriklilikle kullanabilen gönül akıl sâhiplerinden beklenen de budur.
Zihin çalışması ve aklın işletilmesi demek de olan düşünmenin önemine çeşitli açılardan buraya değim değindikten sonra, düşüncenin ve düşünmenin biraz da teknik yanına bakarak yazımızı sonlandıralım: Düşünce, enkarne varlığın aşkın şuurunun (9); mekânı, zamanı ve realitesidir. Varlığın aşkın şuurunun zamanı, mekânı ve realitesi arasında yaptığı gidiş gelişler (sirkülasyon, cevelan) onun “düşünce hareketleri”ni oluşturur. Bedene bağlı öz şahsiyetimizin (10) bedendeki tavırlarından biri düşünce (ler) şeklinde kendini gösterir. İnsan düşünürken bir enerji etkinliği içindedir. Bu enerji, öz şahsiyetimizin şuur enerjisidir (11). Görülüyor ki, düşünce, şuurun, enerjetik etkinliklerinden biridir ve bedende görünen şeklidir. Şuur enerjisi, enkarne varlığın aksiyon alanının gerektirdiği tüm koşullara göre bedende düşünce olarak ortaya çıkar.
Varlığın şuurunun söz konusu enerjetik etkinliği, dünyadaki bedenini terk ettikten sonra da (spatyomda) sürüp gider. Ancak, şuur enerjisinin bu tavırlanması / etkinliği değişik bir şekilde oluşur; o tavır doğrudan doğruya şuur enerjisinin tavrıdır artık (12).
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, düşüncenin kaynaklandığı yer beyin değil, beşerin aşkın yanının şuur etkinliğidir. Enkarne durumundayken özbenliğimizin şuuru, başka enerji mekânları ile bağlantılıdır. Bundan dolayı, ilham alırız, vahy alırız, ruh planlarının lütfettikleri enerjileri alırız.
--------------------------------------------
(1) İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr. Necip TAYLAN
(2) Hüseyin ATAY, CEHALETİN TAHSİLİ
(3) Doğruya/ güzele kılavuzlanmak
(4) İSLAMDA AKLIN ÖNEMİ, Prof. Dr. Ahmet Y.ÖZEMRE
(5) ALLAH’a giden en kestirme yol, “ALLAH’ın İpi”, “en sağlam kulp” (Bkz. Ayetler; Bakara 256, Ali İmran 103)
(6) – “İnsanın dini aklıdır. Aklı olmayanın dini yoktur”
- “ALLAH’a ilimsiz ve cahillik içinde (yani aklını kullamadan) bağlı olan kimse, olduğu yerde dönüp duran ve nereye gittiğini bilmeyen dolap beygirine benzer.” (Bu özlü ifadeler için kaynak eser, dipnot 4’teki kitaptır.)
(7) “Atâlet” kavramı konusunda güzel bir çalışma; KİŞİSEL ATÂLETİ YENMEK, Mümin Sekman
(8) Şirk: Kısaca “putperestlik” demek olan şirkin din literatüründeki açık anlamı; ALLAH’a zatında ya da tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanımaktır. Arapça’da “mülk ve saltanat ortaklığı” anlamına gelen “şirket” sözcüğü de “şirk”ten üretilmiştir.
(9) KİNDÎ, Prof. Dr. Mahmut KAYA, Klasik Yayınları
(10) “Aşkın Şuur”, İLAHİ NİZAM VE KAİNAT bilgilerindeki “şuur ötesi” olabilir mi?
(11) Sadıklar Planı Tebliğleri’ndeki “öz şahsiyetimiz”in, İLAHİ NİZAM ve KAİNAT bilgilerindeki karşılığı“özbenliğimiz” olabilir mi?
(12) Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 649
(13) Sadıklar Planı Tebliğleri, sayfa 566
YARARLANILAN KAYNAKLAR :
* KUR’AN
* SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ
* İSLAM FELSEFESİ, Prof. Dr. Necip TAYLAN
* CEHÂLETİN TAHSİLİ, Prof.Dr. Hüseyin ATAY
* İSLAM’da AKLIN ÖNEMİ, Prof. Dr. Ahmet Y.ÖZEMRE
* İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Dr. Bedri RUHSELMAN * http://www.astroset.com/bireyselgelisim/gun/g63.htm
Sunuş
S U N U Ş
Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.
Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.
SELMAN
GERÇEKSEVER
Kasım
2 0 1 0
B u r s a
Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.
Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.
SELMAN
GERÇEKSEVER
Kasım
2 0 1 0
B u r s a
24 Eylül 2015 Perşembe
3 Eylül 2015 Perşembe
B E D E N Varlığın Gelişim Aracı
B E D E N
Varlığın Gelişim Aracı
Hazırlayan: SELMAN GERÇEKSEVER
Giriş
Yüce
Yunus’un söylemiyle, varlıklar “ete kemiğe bürünür” ; Selman,
Süleyman, Cem, Cemil, Hüsniye, Halime vb.vb. şeklinde görünür. Bir maddesel
ortamdaki (uzaysal objedeki) bedenler sâdece bir görüntüdür. Neyin görüntüsü?
Asıl varlığın / varlıklarının elbette; bunlar da ruhların hizmetinde olan
varlıklardır. Dolayısıyla “ruh+varlık+beden üçlemesi” (trinite) söz konusudur.
Bu çalışmamızda biz, söz konusu üçlemenin beden ucunu ele alacağız. Yukarıda
değindiğimiz, Yunus Emre’nin o kâdim zamanlara özgü ama evrensel bir gerçeği
yansıtan söyleminin teknik ayrıntısını (bu çalışmamızın da temel kaynak
eserimiz olan) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ta görüyoruz: Beden, bir evren varlığının
dünyadaki (ve herhangi bir uzaysal obje üzerindeki) hizmetine verilmiş, kendi
gelişim zorunlluluklarına göre kullanabileceği maddesel bir araçtır (185).
Evren varlığı da, evren üstü olan ruhun evrendeki hizmetlisidir. Bu
duruma göre, ruhu da içine alacak
şekilde bir beden tanımı yapmaya kalkarsak, şöyle demek olası: Bir
beşerî beden, bir ruhun evrendeki tekâmül aracı ve ifâdesi olan varlığın
kullanımına verilmiş madde parça(cık)larından oluşmuş bir bileşimler bütünüdür.
Bu
yapılanma içinde, varlığın dünyadaki bedenine yardımcı olarak (yaşam planı
kapsamındaki vazifesi gereği) değişik gelişim düzeylerindeki planlardan ve
kademelerden (ve elbette ki gene ancak bedenin asıl sâhibi olan varlık
kanalıyla) milyonlarca tesir gelir. Beşeri bedene yönelik bu tesirler sürekli
olarak üst planların kontrolü ve gözetimi altındadır. Dolayısıyla bedene
yönelik bu tesirlerin hiçbirisi; boş, anlamsız, ne olduğu belirsiz, gelişigüzel
ve yersiz değildir. Çünkü bireye yönelik her bir tesir, o bireyin vicdan mekanizmasının
durumuna ve işleyişine göre ayarlanmıştır (186).

|
Enkarne varlığın vicdan
mekanizmasına yönelik tesirleri iki grupta toplayabiliriz. Daha doğrusu “beden”
dediğimiz organizma iki kaynaktan gelen
tesirler altında yaşar: 1- Asıl kendisinden (özbenliğinden ) gelen tesirler, 2-
İçinde bulunduğu (doğup büyüdüğü) enkernasyon ortamından aldığı tesirler. Bu
demektir ki, enkarne varlık bir ömür boyu, kendi öz varlığından gelen
tesirlerle, içinde bulunduğu ortamdan gelen tesirlerin oluşturduğu ortak alan
içinde yaşar. Bu iki temel tesiri bünyede dengelemek ve bu dengenin
sürekliliğini sağlamak sağlıklı bünyede dengelemek ve bu dengenin sürekliliğini
sağlamak sağlıklı yaşamaktır (87+88+89). Bir beşeri bedene yönelik bu iki temel
tesir kaynağından biri olan özbenlikten (yani “düşeyden”) gelen
tesirlerin organizmada yoğunlaştığı yer “beyin hücrelerinin manyetik alanları
sentezi” dir (90).
İLÂHÎ
NİZAM ve KÂİNAT kitabıyla gelen bilgilerle aralanan pencereden baktığımızda
görüyoruz ki, yukarıda özetlediğimiz yapılanma içinde; beden, varlığa hizmet
ediyor, varlık da ruha… Bu üçlemede (trinite) beden, varlığın dünyadaki
simgesi; varlık da ruhun evrendeki simgesi ve temsilcisidir. Bu üçlemede; beden
varlıktan dolayı vardır, varlık da ruhtan dolayı. Başka bir deyişle; varlık
bedenin var olma nedenidir, ruh da varlığın var olma nedeni… Bu yapılanma
içinde, varlık; üst varlıkların yardımıyla bir beden kurar ve o bedenden bir
ömür boyu yararlanarak, gelişim gereksinimlerini karşılarken, hizmetinde olduğu
ruh için özbilgi birikimini de oluşturur (187).
|

İdrâkin Vicdâna Egemen Olması
Yukarıda
değindiğimiz ve özbilgi birikiminin gereği olan uygulama kapsamında toplum
içinde olaylarla yoğrulmak bireyi vazife sezgisine ve Vazife Planı’nın
disiplinine hazırlar. Vazife Planı’nın doğal ve her zaman ki disiplini, dünya
olaylarının sert ve haşin çehreleri karşısında yapabildiğimiz sayısız uygulama
(doğru bildiğini uygulama) ile öğreniliyor. İçsel gelişim ve idraklenme
açısından toplumsal durumlarda beşeri ilişki ve etkileşimlerin önemi buradan
geliyor. Özellikle toplumsal yozlaşmanın her alanda giderek yaygınlaşma
gösterdiği devre sonlarında, her türlü caydırıcı cezp edici ve doğru yoldan
saptırıcı etkiye karşın, bir “yüksek gelişim mekanizması” (6)
olan vicdanın olumlu zıttına değerler yükleme duyarlılığı içinde yaşamak,
enkarne varlığa (yani bu çalışmamızın ana teması olan bedene) ve dolayısıyla
onu özbenliğine (iç varlığına) önemli artı puanlar kazandıracak ve giderek “idrakin
vicdana egemen olması” (117) gibi gelişim açısından çok makbul bir
durum gerçekleşmiş olacaktır. Çünkü enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine
yaklaştıran (103), vicdan mekanizmasındaki böyle olumlu gelişmedir. Vicdan
mekanizmasının bu bağlamdaki gelişiminde uygulamayla ortaya çıkan idraklenmenin
önemine kısaca değindikten sonra, bedenli uygulama alanımız olan toplumsal
(mâşeri) yaşama dönelim.
Toplumsal Yaşamın Önemi
Toplu
halde etkileşim ve ilişkiler örüntüsü içinde yaşarken, olayların özbilgilere
dönüşümleri yine idrak sâyesinde olmaktadır. Ayrıca, varlığın; evrendeki
organizasyon sistemlerine hazırlık aşaması da toplumsal (mâşeri) yaşamla
olasıdır. Dünyada; bitkilerden, hayvanlardan ve insanlardan oluşan çokluk ve
çeşitlilik hâlinde büyük bir varlıklar kadrosu içinde, birbirini yetiştirerek
derece derece sürekli bir üst realiteye gidiş, gelişmek zorunluluğunun bir
gereğidir. Yaratılmışlar için gelişmemek diye bir özgürlük söz konusu değildir.
Gelişmek, hem de toplu halde gelişmek zorunluluğunun en objektif ve üzerimizde
taşıdığımız örneği beden organlarını oluşturan hücre topluluklarıdır: Bizler “hücre”
dediğimiz bu ilkel varlıklarla beden organizmamızın geneli kapsamında ve
toplumsal bir plan içinde kucak kucağa yaşıyoruz. Örneğin, kalbimizi oluşturan
hücreler, gelişimlerinin gereği olarak; nasıl o beşerî bedene muhtaç iseler, o
beşerî bedene enkarne varlıklar da yaşayabilmek için söz konusu hücrelere
muhtaçtır. Bu iki taraftan birinin rahatsızlığı / hastalığı ötekisini
etkileyeceği gibi, her ikisinin de sağlığı da ortak selâmeti sağlar. Demek ki,
tüm bu varlıklar arasında var olan bir aradalık (toplu halde ortak yaşam) boş,
rastgele ve anlamsız değildir.
Çokluk ve Çeşitlilik
Çokluk
ve çeşitlilik içinde toplu olarak bir arada gelişmek, varlıklara uygulama
zenginliğiyle gelen deneyim ve görgü birikimi sağlar ki bu durum çokluk ve
çeşitliliğin bereketidir. Bu anlamda özellikle devre sonları; eğer akıllıca
davranılır ve yaşanırsa bire bin ürünün alındığı verimli zamanlardır. “Hakk”
olan gerçeğin tezâhürü de çokluk ve çeşitlilik hâlindedir. Çokluk ve çeşitlilikteki
birliği (vâhid olan kesret) görebilmek de idraklenme cehti içinde şuurlanmakla
olasıdır (1). Ayrıca, varlıklar; çokluk ve çeşitlilik zenginliği içindeki
gelişim ortamlarına her seferinde farklı bir yaşam planı ve farklı bir beden
ile doğarlar: Ruhun hizmetindeki evren varlığı ruha hizmet kapsamındaki gelişim
ihtiyaçlarını karşılamak ve farklı farklı uygulamalar içinde görgü ve deneyim
birikimini arttırmak için farklı özelliklerde bedenlere enkarne olur. Her
enkarnasyonda beden farklılığı varlığa, uygulama çeşitliliği zenginliği ve
dolayısıyla verimliliği sağlar (128+129). Söz konusu çeşitliliğe; bir
organizmayı oluşturan hücrelerden organlara, oradan ortama, topluma /
toplumlara, uzaysal objeye / objelere, aleme ve alemlere kadar her şey dâhildir.
Bu durum ilâhi bir düzen içinde varlıklara lutfedilmiş sonsuz ve sınırsız bir
gelişim olanağıdır (Kur’an dilindeki “nimetler”)(2). ALLAH, Kur’an’da
nimetlerin bolluğuna işaret ettikten sonra soruyor : “Rabbinizin nimetlerinden
hangisini yalanlıyorsunuz!” (Rahman 13+32). Ardından da Peygamber
uyarısını hemen yapıştırıyor: “ALLAH’ın nimetleri hakkında tefekküre dalın
ama ALLAH’ın zâtı hakkında fikir yürütmeyin.” (Aclûnî 1/311). Bizler
günlük yaşamın; ilişki, iletişim ve etkileşimi içinde olur olmadık, gerekli
gereksiz pek çok şeye teşekkür ederiz ama ALLAH’ın bizlere emâneti olan beden
de dâhil, hayatta kalmamız ve gelişmemiz için verdiği olanaklara (“nimetler”e),
tüm bunları ve bizleri kapsayan ve O’nun Rahman ve Rahim olan şuurda uyandırıcı
(kıyam ettirici) etkisine şükretmeyi çok nâdir aklederiz. Nasıl ki, ALLAH bu
durumumuzdan da yakınıyor: “…Peki siz şükrediyor musunuz?” (Enbiya
80), “Şükretmeniz
gerekmez mi!” (Vakıa 70).
Deneyim ve Görgü Zenginliği
Konumuzla
ilgili bu önemli ayrıntıdan sonra, yeniden bıraktığımız yere, çokluk
çeşitlilikle gelen deneyim ve görgü zenginliği bağlamında bedenlerin erkek ve
dişi olmalarına da bir göz atalım: Her enkarnasyonda beden farklılığı varlığa
uygulama çeşitliliği ve zenginliği sağlar demiştik. Örneğin, bir yaşam planını
erkek bedende uygulamak ile dişi bedende uygulamak arasında göz ardı
edilemeyecek farklar vardır... Benzer özelliklerde bedenler olsa bile,
bunlarda; coğrafî, yöresel, ırksal ve hatta astrolojik, meslekî ve kültürel
koşullara göre farklı farklı nitelikler söz konusudur. Bu çokluk ve
çeşitlilikle gelen gelişim olanakları evren varlığına, uygulamayla gelen
deneyim ve görgü zenginliği sağlar.


İdrak ve Beden
Evren
varlığının (öz benliğimizin) maddenin derinliklerindeki bilinen, bilinmeyen tüm
uzaysal objeler gelişim aracı olan bedenler konusunda bu genel açıklamalardan
sonra, yeniden beşeri bedene dikkatimizi çevirerek diyebiliyoruz ki, idrak gelişimiyle
bedenlerin değişip olgunlaşması ve farklanması arasında yakın ilişki
bulunmaktadır. “İdrakin kapsamı artıp değer kazandıkça” (210) o idrak düzeyini
kaldıracak bedenlerde de farklılıklar görülüyor. Başka bir deyişle, farklı
idrak düzeylerindeki varlıklar, kendi idrak düzeylerine uygun nitelikteki
bedenlere enkerna oluyor. “Basit
idrak” (211) düzeyinde ve “yarı idrakli” (50+58) durumda olan
bir varlığın bedeni, “yüksek zaman idraki” (210)
düzeyindeki bir varlığın bedeninden çok farklı niteliklere sâhiptir elbette.
Enkarne
varlık, “yüzeysel zaman idraki” içinde maddesel ortamın tüm zaman–mekân
koşullarından ve bunların kendisine sunduğu gelişim olanaklarından yararlanarak
bedeni aracılığıyla olabildiğince izlenim, görgü ve deneyim birikimi oluşturur
(128+129). Varlığın yaptığı bu uygulama; hem bedenin form değişimleri, hem de
bedenin, içinde bulunduğu âlemin sayısız madde değişimleri sâyesinde olur. Bu
arada temel kaynak eserimizin(*) araladığı pencereden baktığımızda, görüyoruz
ki; bilinen ilk insanlık aşamasından, insan üstü bir plan olan “vazife
bilgisi” ne değin yürüyen, dünya bedeni değil, evren varlığıdır. Yani
tâbi olduğu ruha hizmet etmek için, çeşitli maddeler kullanarak, tüm evren
boyunca gelişe gelişe yürüyen, evren varlığıdır (özbenlik / asıl kendimiz)
(110+112). Beşerî beden bu varlığa sâdece bir araçtır, bir ömür boyu kullanıp
bıraktığı gelişim aracı. Bu gelişim sürecinde varlığın evren boyunca yaptığı,
Vazife Planı’na hazırlanmaktır. Varlık, maddenin derinliklerine, kendisinin
tezahür uzantısı olan fizik bedeni aracılığıyla nüfuz eder. Fizik bedenin “kabalığı”
kaba beşeri realiteler ve “yüzeysel zaman idraki” içinde
uygulama yapıp, deneyim ve görgü birikimine katkı sağlar. Beşerî beden
kullanılarak sağlanan bu deneyim ve görgü birikimi, yaşamlar boyu varlığın
özbilgi birikimini oluşturur ki, ruhun işine yarayan da budur.


Şuur Ötesinden Şuur Merkezine
Evren
varlığının (asıl kendimiz, özbenliğimiz) dünyadaki tezahür uzantısı olan
bedenini şuur ötesinden gelen icaplara göre yönetir. Bunun için varlık, bedenin
şuur merkezini kullanır. Başka türlü bir söylem ile varlık, bedenin şuur
merkezini(bkz.şekil 3) kullanarak, beden organizmasından yararlanır (143).
Beden uykudayken çevreyle bağlantısı hemen hemen sıfıra yakındır; şuur, şuur
merkeziyle birlikte şuurdışına bağlanır. Artık bu merkezler dünya ile değil,
şuur ötesiyle ilgilidirler. Beden uykudayken oluşan bu duruma “merkezin
kendi içine dönmesi” deniyor. Bu durumda şuur ve şuur merkezi dış
ortama (çevreye) karşı pasif, şuurötesine(bkz. şekil 3) karşı etkin ve
hareketlidir. Bu arada, gün boyunca yapılan gözlem ve izlenimler şuurdışına
aktarılır (143). Şuurdışındaki bu gözlem ve izlenim birikimi; “ölüm”
denen geçişe kadar, yani bir ömür boyu şuur dışına sürekli aktarılır.
Böyle
bir “varlık–beden
ilişkisi ” içinde, varlık her ne kadar kendi enerjisinin küçük bir
kısmını beyin hücrelerinin manyetik alanı dışında bırakmış ise de; gelişimin
gereği olarak, bu kısmı da bedenden tamamen ayırmış değil, hatta onunla sıkı
bir ilişki içindedir. Bundan dolayı da tam serbest değildir. esâsen bu iki
kısım arasındaki sıkı ilişki ve etkileşim sayesindedir ki, o varlık dünya
bedenine bağlı kısımlarının; gelişim kapsamındaki etkinliklerinden yararlanır
ve böylece bedenlenmeden amaç gerçekleşmiş olur. İnsan ancak varlığın
(özbenliğinin) kendisine göndermiş olduğu tesirlerin bir kısmıyla canlanır ve
kendisini idrak etmeye çalışır; kendisine gelmeyen kısımlarıyla ilgili bazı
belli belirsiz sezgileri bulunmakla birlikte, bunlar hakkında açık bir idrake
sahip değildir (85+86+87+88+89).
İşte
insanların bazen derin bir; iç denetimi, iç evrenine bakması (murakabesi)
yoluyla sezebildikleri ve “iç varlıklarını”, “özbenlikleri”,
“öz
varlıkları” dedikleri şeyler, bedenin ötesindeki gerçek varlığın
nispeten (bir dereceye kadar) serbest durumlarıdır. Varlık, dünyadaki bedeninin
tüm durumlarını izlemek, o durumların gereklerini yerine getirmek zorundadır.
Bu, onun vazifesidir. Bedenin ölümüyle, bağlı olan kısımları bedenden tamamen
çözülmedikçe, serbest kalan kısmını da tam serbest bir şekilde kullanamaz.
Çünkü bağlı olan kısımlarıyla, bedenin zorluklarından kendisi tamamıyla özgür
kılamaz. Bedene bağlı olan kısımlarıyla az da olsa, bedenden aldığı
izlenimlerin (o ana özgü gelişim zorluklarına göre) hazmedilmesi ve sonuçlandırılarak,
ruha yansıtılması gibi onu, bedeni ile sürekli ilgilendirecek meşgûliyet
alanları vardır (88+89).
------------------------------------------------------------------
(*) Yazımızın akışı
içinde yer yer görülecek bu rakamlar, temel kaynak eserimiz olan İLÂHÎ NİZAM ve
KÂİNAT kitabından yararlandığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) “Varlığın birliği” kavramı için bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh
ve Madde Yayınları
(2) Nimetlerin çokluk,
çeşitlilik ve bolluk hâlinde oluşunu konu eden ayetler: Nahl 18, İbrahim 32+34.
(3) “Vazife Planı” için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar
236-240,313,318,319.
24 Temmuz 2015 Cuma
BEYİN OLUŞUMU “MUCİZESİ”nin ARKA PLANI
BEYİN
OLUŞUMU “MUCİZESİ”nin ARKA PLANI
Hazırlayan:
SELMAN GERÇEKSEVER
Sunuş
Başlıkta “mucize”
sözcüğünü kullandık ama tezâhürat ortamında, “nasıl olduğu bilinmez” lik
anlamında mucize diye bir olgu olmadığını çok iyi biliyoruz. Bilgisayar
diliyle, “doğal ve sâbit disk”imiz olan beyin, 1000’den fazla müzik
konseri büyüklüğünde veriyi depolayabilecek genişlikte hafıza kapasitesine
sâhiptir. Beşerî beyindeki (özellikle de karmaşık düşüncelerde payı olduğu
düşünülen) “gliyal” hücrelerinin sayısı, nöronların sayısından(en az) 10
kat daha fazladır. Söz konusu “gliyal” hücrelerin ilginç
işlevlerinden biri de, aksonların çevresinde “miyelin” adı verilen
kılıfı oluşturmaktır.

Bu miyelin kılıf, elektrik
sinyalleri taşıyan aksonların dış yüzlerini izole ederken; uç noktalarda da
iletgenliği artırarak, bilginin en az kayıp ile ve çok yüksek hızla öteki beyin
hücrelerine geçmesini sağlamaktır. (kaynak:www.cocukhayat.com)
Bu arada, sinirsel uyaranları
ileten bu aksonların, dünyanın çevresini 4 kez dolaşacak(160.000 Km.) uzunlukta
olduğunu anımsayalım…Beyin hücrelerinin, aralarında haberleşmek için elektrik
sinyalleri gönderdiği uzun zamandır biliniyor. Bu iletişim şekli, günümüzde;
elektrotlardan, manyetik rezonanslı tarayıcılara(MR) kadar farklı
teknolojilerle kaydedilebilmektedir ama bu verilerin yorumlanması henüz
becerilemiyor. Bu bilinmezlik (Kur’an diliyle) henüz “Gayb” durumunda...
Bu birkaç satır not, beşeri
beynin bilinen en ilginç yanlarından sadece birkaç örnek ama onun elbette ki
bilinmeyen yanları bilinenlerden daha çok. Bu bilinmeyenlerin bir kısmı İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT bilgileriyle
bilinir duruma geldi. Örneğin, bir aileye bebek olarak gelecek varlığın beyin
hücrelerini oluşturan varlıklar spatyomdayken bir arada bulunurlar. Bunları bir
arada tutan etmen, o beyin aracılığıyla bir ömür boyu yönetilecek organizmanın
(dünya bedeninin) asıl sâhibi olan evren varlığıdır. Başka türlü bir söylem
ile, spatyomdaki beyin hücreleri topluluğunun manyetik alanları, enkarne olacak
varlığın tesirliliği (müessiriyeti) altındaydı bebek doğmadan önce(85)(*).
Yani kısacası iş, fizik
dünyada görünür duruma gelmeden çok önce spatyomda başlıyor. Bu da demektir ki,
günümüz maddeci bilimi için “gayb” durumunda olan bilginin bir
kısmı “gayb” olmaktan çıkmıştır…Dünyaya yeniden enkarne olacak varlık
dünyada bir ömür boyu kullanacağı bedeni oluşturma aşamasının başlangıcında;
anne ile babanın erkek ve dişi hücrelerinin birleşmesiyle oluşan “aşılanmış
yumurta ile bağlantı kurar” (85). O bedenin asıl sâhibi varlık, daha spatyomdayken etkisi
altında tuttuğu beyin hücreleri varlıkların manyetik alanlarına etki ederek
aşılanmış yumurtanın ruşeymin beyin hücreleri topluluğunun oluşumunu başlatır.
Ruşeym oluşunca, beyin
hücreleri varlıkları insan varlığının tesir ve yardımıyla kendi bedenlerini
beyin hücrelerini kurarlar; yani bu şekilde oluşan beyin aracılığıyla varlık,
sinir sisteminin kalan kısımlarını ve bedenin tüm öteki organlarını oluşturur.
Ruşeymin ilk devrelerinde beyin hücreleri topluluğuna ancak gerektiği kadar
tesir gönderilir. Ruşeymin oluşumu, fetusun gelişimi ve sonunda insan bebeğinin
doğumu anlarında, ihtiyaca göre, onun; beyin hücrelerinden oluşan manyetik
alana göndereceği ve bağlayacağı tesirlerin miktarı da artar. Bebek doğduğu
anda o bedenin asıl sâhibi olan varlığın tesirlerinin önemli bir kısmı (8’de
7’si) bebek bedene bağlanmış olur (86).
“Beyin ölümü” denen olayda
da, bu oluşun hemen hemen tersi olur: Bu da, beyindeki hücre varlıklarının
bedenlerini terk etmeye başlamalarıyla gerçekleşir. Beyin hücrelerine enkarne
olmuş varlıkların bedenleri olan bu hücreleri terk edişleri, bu hücreler
topluluğunun manyetik alanlarına egemen olan varlığın bedenle olan ilgisini
kesmesi demektir.
Görüldüğü gibi “doğum”
denen enkarnasyon ve “ölüm” denen dezenkarnasyon; ruhsal
varlığın, bir organizmaya tesirini bağlaması ve “ömür” denen sürenin
sonunda da tesirliliğini sonlandırmasından başka bir şey değildir. Biz yukarıda
bir bedenin yöneticisi durumunda olan beynin oluşumunu “fizik ötesi” (**)
görünümünden başlayarak gözden geçirdik.
Esasen döllenmeden ve ruşeym
oluşumundan başlayarak dokuz aylık süre boyunca beyin oluşumunun evrelerini, bu
arada sâdece; temporal, parietol ve frontal lobların oluşumunu değil serebral
korteksin, limbik sistemin ve beyinciğin ortaya çıkışını ayrıntılı bir şekilde
günümüz maddeci tıp biliminden öğreniyoruz. Sâdece bir tek organın oluşumu bu kadar
hayret verici ve muhteşem bir olgu iken pek çok organdan oluşan o küçük yavru
bedenin tamamının tam bir uyum içinde oluşması ve bilinen süre içinde kıpır
kıpır bir canlı olarak annenin kucağındaki yerini alması özellikle ruhçuluk
kültürü olmayanlarımız için başlı başına ilâhi bir “mucize” değil midir? Bir
tek hücrenin içindeki düzen, işleyiş ve bu hücrenin başka hücreler ve çeşitli
moleküllerle etkileşimi bizleri bu kadar hayran bırakırken milyarlarca hücreden
oluşan bedenin tamamının bir ömür boyu canlı kalması ortamla etkileşimi ve
bağlı olduğu ruh varlığına hizmeti için “mikro evren” sözcüğü azdır bile….
(*)Bazı
satır sonlarında görülen rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT adlı eserde alıntıların
sayfa numaralarıdır.
(**) Aslında “fizik
ötesi” demek de doğru sözcük seçimi değildir. Çünkü “fizik ötesi” dediğimiz yer de, dünyayı oluşturan fiziksel ortamın
daha süptil (ince, latif, titreşimi yüksek) bir uzantısından başka bir şey
değildir. Tüm uzaysal objeler, spatyomlarıyla birlikte madde âleminin
içindedir. Âlemlerden oluşan bir evren de (görünmeyen yanları da dâhil)
maddesel bir ortamdır.
29 Mayıs 2015 Cuma
YAŞAM KÜLTÜRÜ KOŞULLARI ve İRADEMİZ
YAŞAM
KÜLTÜRÜ
KOŞULLARI
ve İRADEMİZ
DERLEYEN
Selman GERÇEKSEVER
Seçme
ve irâde özgürlüğünün bir tanımı da; bağlanmamış ağız, körelmemiş göz ve
tıkanmamış kulaktır. Ağzımız bağlanmış değil ama, nelerle koşullanmış ve bizce
neler doğru ise onları o şekilde konuşuyoruz. Gözlerimiz köreltilmiş değil ama,
fehim ve ferâset yeteneğimiz oranında görebiliyoruz.(1)
Kulaklarımız
tıkanmamış ama nelerle koşullanmış ve özdeşleşmiş ya da takıntı düzeyine
getirmiş isek, onları yani “işimize gelenler, realitemize uygun olanları) işitiyoruz.
O halde, konuşmamızı, görmemizi ve işitmemizi engelleyen etmenler, öz kişisel
özgürlüğün önündeki engeller olmaktadır.
Bu
engeller genel anlamda; sâdece hilkatin (yaratılışın) gerekliliklerinden değil,
yaşam kültürünün koşulları ve koşullandırmalarından da oluşur. Bireyin doğum
öncesi ve ölüm sonrası yaşamını da kapsayan öz kişisel yaşamıyla ilgili
seçimlerinin ve irâdesinin özgürleşmesi ile, içinde bulunduğu koşullar arasında
sıkı ilişki vardır. Bir bakıma, bu koşullardan etkilenmeyecek düzeye gelmek öz kişisel
yaşamın özgürleşmesi olmaktadır. Vicdâni
ölçülerin günlük yaşama uygulanması demek olan vicdan özgürlüğü de, içinde
bulunduğumuz koşullar ile kendi aramızdaki etkileşimle yakından ilintilidir.
İçine
enkarne olduğumuz koşulları doğmadan önce biz oluşturmuş değiliz. İçinde
bulunduğumuz yaşam kültürüne enkarne olmadan önce, herkes için zâten var olan
koşulları yeğledik ve onların içine doğduk. Dünya gelişim okulu tüm beşeriyet
içindir. Gelişim ihtiyaçlarımızı gidermek için belli zaman – mekân
koşullarına(astrolojik durumlar da dâhil) ihtiyacımız vardı. Dolayısıyla,
bedensel ben olarak, şimdi bizim elimizde olmayan pek çok şeye (koşula) bağlıyız;
hattâ bunların bazılarıyla özdeşleşerek, onları bağımlılık hâline getirmişiz. Bu
cümleden olmak üzere, yaşam planımıza göre; doğuştan sahip olduğumuz becerilerimiz
bile elimizde değil. Bazı becerilere yatkın doğuyoruz, yaşam planımız ve vazifemiz
gereği. Ama (Yüksek ben / asıl kendimiz olarak) yaşam planımızı da kendimiz
belirledik ve belli vazifelere tâlip olduk. Aslında yaşam planımızı kendimiz
yaptık ama, bunda da tamamen özgür değildik; çünkü her yaşam planı geçmiş
yaşamların ve karmik birikimin zorunlu ama doğal bir sonucudur.
Her
neyse, öyle ya da böyle; yukarıda sözünü ettiğimiz belirli beceri ve
özelliklere göre yaşamak zorundayız. Bunun gibi, kalıtımla gelen genetik yapı
da (bedensel ben olarak)bizim elimizde değil. Tüm bunlar bizi (enkarne
durumumuzu) belirleyen, seçimlerimizi ve davranışlarımızı sâdece etkileyen
değil, aynı zamanda yönlendiren etmenlerdir. Bunun gibi, sayılamayacak kadar
çok beşerî koşulun sonucu ve bu koşullar tarafından, bir bakıma güdümlenir
durumdayız. Bu koşullar kararlarımızı, seçimlerimizi belirliyor ve elbette ki,
irâdemizi de yönlendiriyor. Bu nedenle, “Ben
bunu kendi özgür irademle seçtim.” demek biraz abes olmuyor mu?
Seçimlerimizi
belirleyen ve dolayısıyla bizleri yönlendiren koşullara biraz daha yakından
bakalım ve pek çok sayıdaki koşuldan sâdece 3 ‘ünü ele alarak bir örnek
verelim: Aynı iş yerinde çalıştığınız ama fazla tanımadığınız biri olsun. Sâdece
biliyorsunuz ki, sizin şirkette çalışıyor. İş günlerinden bir gün; örneğin,
Cuma... Şunu da biliyorsunuz ki, o kimsenin mesâi bitiminde binadan ayrılmasını
engelleyecek bir neden yok ortada. O kimse, o gün iş bitiminde binadan
ayrılacak mı? Elbette ki, bu üç nedenden dolayı ayrılacak. Sâdece üç koşulu ya
da doneyi bilmekle o kimsenin o gün de, mesai bitiminde işyerini terk edeceğini
öngörebiliriz. Hattâ o çalışanın özgür irâdesini de işin içine katarak, “İster gider, ister gitmez…” olasılığı da aklımıza gelebilir ama, onun o gün
işten çıkıp gideceğini %95 kesinlikle söyleyebilirsiniz. O kimse hakkında pek
çok şey bilmediğimiz (yani, onun etkisi altında olduğu pek çok koşulu
bilmediğimiz) halde, sâdece üç koşula dayanarak onun o gün %95 olasılıkla mesai
bitiminde işten çıkıp gideceğini düşünebiliriz. Ama o kişinin, etkisi altında olduğu 3 değil de; örneğin,
3oo koşulunu bilseydik, onun ne yapacağını daha kuvvetli / isabetli tahmin
edebilirdik.
Bunun
gibi, kişinin biraz sonra neye karar vereceğini ve ne yapacağını; kendi “özgür” irâdesinden çok, dış koşullar
belirliyor. Birkaç koşul bile bizi yönlendirmeye yeterli. Şöyle bir örnek ile
konuyu biraz daha açmaya çalışalım: Bir kimsenin 1oo milyar koşulunu bilgisayara
yüklesek, bu koşullar içinde (ya da belli koşullarda) o kişinin biraz sonra ne yapacağını
bilgisayardan alabiliriz. Bu durumda, bireyin etkisi etkisi altında olduğu
koşullar değişmedikçe ve mevcut koşullara bir başkası eklenmedikçe, bireyin
verdiği / vereceği tepki, yani seçimi değişmez. Eğer bir koşul değişirse,
olması gereken olguyu da değiştirebilir. Bir ve Tek Olan Bütünsel’ in çokluk ve
çeşitlilik hâlinde tezâhür ettiği bu illüzyonel dualite ortamında bizler, her
an bizi etkileyen koşulların tamamının etkisi altında seçimimizi yaparız. Bu,
özgür bir seçim midir? Örneğin, yorulmuş isem ve biraz dinlenmeyi seçmiş isem; beni
yoran koşulların zorlayıcı etkisinin sonucudur bu seçimim. Dolayısıyla, benim
dinlenmemi belirleyen de, kendi özgür seçimim değil, etkisi altında olduğum
koşullardır. Her şeyi yapmak elimde iken, bana dinlenmeyi yeğleten, içinde
bulunduğum yorucu koşullardır. Bir şeye karar vermeden önce, o kararı verme
aşamasındaki koşullar beni belli bir kararı vermeye zorlar. İçinde bulunduğum
koşullar bizi belli bir kararı veremeye zorlar. Yani, yukarıdaki örnekte bana,
içinde bulunduğum koşullar dinlenmeyi istetiyor. Gerçek bu olmasına karşın;
egomuz bize, “Onu ben kendi özgür
irademle istedim / seçtim.” dedirtir. İşte, yaşam kültürü içinde bize bir
çok şey bu şekilde “istetiliyor”, “ister duruma” getiriliyoruz.
Elbette
ki, asıl kendimiz (Yüksek ben) olarak, enkarne olacağımız ortamı (belli
koşullardaki ortamı, yaşam planımıza en uygun koşulları, hatta kişilik
özelliklerimizi(*) seçiyoruz ama enkarnasyondan sonra (bedensel ben olarak) o
koşulların etkisi altına hareket etmekten (hattâ bir ömür boyu öyle yaşamaktan)
başka çâremiz de kalmıyor. Daha da kötüsü, söz konusu koşulların tesirliliği
altında ve güdümünde, onlarla özdeşleşmemiz durumunda, yaşam planımızı gereği
gibi uygulayamadan, geldiğimiz yere dönmek gibi bir tâlihsizlik de ortaya
çıkabiliyor. Bu talihsizliğin ortaya çıkmaması, bedenli yaşam nimetinin hebâ
edilmemesi bağlamında; sâdece kutsal vahy tarafından değil, seçkin inisiyatik öğretiler
tarafından da pek çok uyarının, öğüdün ve anımsatmanın yazılı metinler olarak
beşeriyete verilmiş olduğunu biliyoruz.
Durum
bu olduğuna göre, hiç kimse; içinde bulunduğu (içinde bulunduğu yaşam
kültürüyle ve kendi özkişisel özelikleriyle ilgili) koşulların gerektirdiğinden başka bir şey yapamaz ve
seçmekte olduklarından başka bir şey
seçemez. Bu nedenle, bir kimse için; “O
bunu böyle yaptı ama daha iyisini yapabilirdi.”
demek çok isâbetli bir değerlendirme ve yargılama değildir. Hattâ, “Ben onun yerinde olsam şöyle yapardım…”
demek de abestir. Bu ancak, o kimsenin o anda etkisi altında olduğu tüm
koşulların aynen etkisi altında olsaydık, onun gibi hareket etme / seçme
olasılığını yakalayabilirdik ki bu olasılık bile çok kuvvetli değildir. Zaten,
o durumda; bir bakıma o olmuş olurduk ki bu da olanaklı değildir…Kişi aynı
koşullar altında hep aynı şeyi yapar ama koşullar değiştiği ve biz de tekamül
olgusu içinde gelişip değişip farklılaştığımız için, aynı etki altında hep aynı
şeyi yapmayız. Bu nedenle, “Şimdiki aklım olsaydı, 10 yıl önceki o seçimi yapar
mıydım…” demek de abestir. O zamanki koşullar şimdikilerle aynı değildi ki…
Tüm
bunlardan dolayı, aslında özgür olmamak doğaldır ve içinde bulunduğumuz tekâmül
düzeyinin gereğidir. Çünkü en genel anlamda hilkat(yaratılış)
yasaları(Sünnetullah) ve koşullarıyla sınırlıyız. Örneğin, belli bir galaksinin
içinde bulunan (“güneş” adını
verdiğimiz) sıradan bir yıldızın çevresinde belli bir hızda dönen ve belli
astrofizik özelliklere sâhip (“dünya”
adını verdiğimiz) şu uzaysal objenin üzerinde yaşamak ve onun belli oranlardaki
gazlardan oluşan atmosferini solumak zorundayız. Üzerinde yaşamak zorunda
olduğumuz bu yer kürenin tüm fizik ve jeofizik özelliklerine uymak ve onun sunduğu
yaşam olanaklarıyla yetinmek zorundayız. İçinde bulunduğumuz toplumun
yaptırımlarını da bunlara eklersek, ne kadar az özgür olduğumuz açıkça ortaya
çıkar. Hareketlerimizde, yaşayışımızda ve düşünce / tasavvur kapasitemizde daha
pek çok hilkat koşuluyla sınırlı olduğumuzu da aklımızdan çıkarmayalım, irâdemizin
bunlarla da sınırlı olduğunu unutmayalım. İrâdemizin dışında olan,
sayılamayacak kadar çok koşulun güdümündeyiz. Burada özgür irâde nerede?
İçinde
bulunduğumuz; sâdece yaşam kültürünün koşulları değil, öz kişisel
özelliklerimiz de bizleri belirli şeyleri istemeye zorlar. Daha kısa bir söylem
ile, belirli şeyleri istemeye bizi, içinde bulunduğumuz koşullar zorlar. Bu
koşullar bize belirli şeyleri istetir, onları etkisiyle belirli şeyleri ister
hale geliriz ama onları yeğlediğimiz zaman (sözüm ona) “özgür” irâdemizle hareket ettiğimizi sanırız. Kıkarcı emperyalizmin
bir maşası durumunda olan reklam sektörü de bu beşerî
özelliğimizden/zaafımızdan yararlanarak kârına kâr katarak palazlanmaktadır, bu
da ayrı bir konu… Yanlış ya da kusurlu da olsa, yaptıklarımızı, eğilimlerimizi
bizim; görgümüz, bilgimiz, terbiyemiz, realitemiz, sabır ve dayanma gücümüz
belirlemektedir. Özgür irâdemizle herhangi bir şeyi yapmış ya da istemiş gibi
görünsek de, onu yapmamak / istememek zâten ve hemen hemen elimizde değildir.
Ama Yüksek Benimiz (asıl kendimiz) bizim
burada (bu maddesel ortamda) zâten başka bir şey yapamayacağımızı, (gelişip,
değişip, değer kazanmadıkça) bu koşulların ve koşullandırmaların etkisinden
kurtulamayacağımızı elbette ki çok iyi bilir. Hattâ bu koşullar içinde
(değişmediğimiz sürece) biraz sonra ve daha sonra ne yapacağımızı da çok iyi
bilir. TANRI o ki, tüm varlıkların içinde bulundukları tüm koşulları biliyor ve
her an, bir an sonraki (kendi “özgür” iradeleriyle) neyi
seçeceklerini biliyor.(2)
Bu
durumda, şu soru gelebilir akla: Madem ki irâdemiz var ama kullanamıyoruz, hiç
olmasaydı daha iyi olmaz mıydı? Koşulların güdümünde birer kukla mıyız? Elbette
ki değiliz. Dikkat edilirse, koşullar belirlenmiş ama seçim bize bırakılmış.
Dolayısıyla irâdemizi kullanmamız söz konusu ve hattâ irademizi (iyi yönde,
içsel gelişim yönünde, Bütün’ ün hayrı ve kendi hayrımız için) kullanmamız
önerilmiş tüm inisiyatik ve kutsal öğretilerde. Bu durum elbette ki bir
kuklalık değildir. Özgür irâdemizle, “Bir
şeyi ister yaparım, ister yapmam…” duygusu bizde olduğu sürece bizler kukla
değiliz. Ama bu duyguyu kullanış şeklimiz, içsel gelişim yolunda ilerleyişimizi
(hatta karmik yükümüzü) belirlemektedir. Dolayısıyla, seçimlerimizin (yani, irâdemizi
kullanma şeklimizin) sorumluluğu bize aittir. Koşullar belirlenmiş ama seçim
bize bırakılmıştır. Elbette ki, aynı koşullar içinde olmak üzere; erdemli bir
kişinin irâdesini kullanma şekli ile, kendini bilmeyen nefsâni/hodkâm bir
kişinin irâdesini kullanma şekli farklıdır. Dolayısıyla bir kişinin gelişmişlik
düzeyi ile, içinde bulunduğu koşullara karşı tavrı arasında sıkı ilişki
bulunmaktadır.
Evet,
her şey İlâhi Murad yönünde planlanmış ve Bir ve Tek Olan Bütünsel; çokluk ve
çeşitlilik hâlinde tezâhür etmiştir ama varlıklara da seçme özgürlüğü
verilmiştir. O halde, kukla değiliz. Kukla olsaydık, hareketlerimizden (hatta
düşüncelerimizden bile) sorumlu olur muyduk? Dolayısıyla, “Her davranışımız belirlenmiştir
ve biz buna uymak zorundayız.” söylemi yanlıştır. Bunun doğrusu ise şöyle
olabilir: “Davranışlarımız bizim
tarafımızdan seçilir. Ama başkasını da seçme olanağı yoktur, içinde
bulunduğumuz koşullardan ve o sıradaki tekâmül düzeyimizden dolayı…” Başka
türlü bir deyişle, “Önümde / çevremde
bulunan bir çok seçenek içinden ben istediğimi seçerim ama o andaki isteğim ve
arzum da başka türlüsünü bana seçtirmez.” Dolayısıyla ve besbelli ki, içsel gelişim
yönünde isâbetli seçimler yapmak, isteklerimin inceliğine ya da kabalığına
bağlıdır. Bu nedenle, isteklerin ve arzuların içsel gelişim yönünde
iyileştirilmesi, onların olabildiğince sâdeleştirilmesi ve arındırılması; başta
Budizm olmak üzere, tüm inisiyatik öğretilerde ve kutsal metinlerde hep vurgulanmıştır.(3)
Hilkatin
ve İlâhi İrade Yasları’nın(Sünnetullah) sınırlayıcı ve koşullandırıcı
etkilerinden (ki onların hepsi aslında şuurda uyandırıcı rahmetler
topluluğudur, bu etkilerden) elbetteki kurtulamayız ama içinde bulunduğumuz
zaman mekân koşullarıyla, yaşam kültürünün koşullandırmaları ile nefsin
iğvasından ve beşerî koşullandırmalardan idraklenme cehti içinde kurtulabilir,
bu şekilde özgür irâdemizin daha çok tezâhürüne olanak sağlamış olabiliriz.
………………………….
(*) Kişilik özellikleri konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. KENDİNİ
TANIMA REHBERİ, Akaşa Yayınları
(1) Fehim ve feraset= Anlayış keskinliği, görüş derinliği
(2) ALLAH’ın her şeyi bilici oluşu isim sıfatı à el-Basir
(3) Arzularla / isteklerle ilgili; kutsal ve inisiyatik öğretilerden
alıntılar:
* “Kibir ve kinin başlangıcı aç
gözlülüktür.” (aç gözlülük= kontroldan çıkmış ve doymak bilmeyen arzular)
– Mevlana Celaleddin, Mesnevi, 3458.
* “Sizden hiç biriniz kendi
nefsiniz için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe, müslüman
olamazsınız.”-Hadis (Kaynak: İSLAM’ a GİRİŞ, Prof.Dr. Muhammed HAMİDULLAH)
* “İnsanların en iyisi,
başkalarına iyilik edendir.” –Kur’an, 59/9 (Yani, istekleri, başkalarına
iyilik yönünde ve Bütün’ ün hayrı için olan birey kastediyor.
* “Mutlu olmanın iki yolu vardır:
Ya isteklerimizi azaltmak, ya da
olanaklarımızı çoğaltmaktır.”-Benjamin Franklin.
* “Sahip olmadığı şeylere
üzülmeyen (yani, onları istemeyen) ve sahibolduklarına sevinen kimse
akıllı bir kişidir.”
-Epikteos.
* Eğer tüm arzularımız
gerçekleşseydi, sıkıntılarımız iki kat artardı.” –Amerikan Atalar Sözü
* “Nefsin isteklerini ayaklar
altına almak…” –Sufi deyimi
* “Nefsini susturanın (istekleri
en aza indirenin) ruhu konuşur. ‘Nefsi
susturmak’ oruçtur.” –Sufizm
* “Dünyada(n) oruç tutmazsanız (istekleri
/ arzuları kontrol altıana alamazsanız), Melekutu bulamayacaksınız.”
-Barnba
İncili
* Boş arzularla
özdeşleşmek, ALLAH’ın nimetlerine nankörlük, azgınlık / zulüm ve bilgisizlik;
“kalbin mühürlenmesi” ne yol açan yanlış tutum ve eğilimlerdir. –Kur’an
öğretisi (Burada; isteklerin / arzuların kontrolsüzlüğü, “kalbin
mühürlenmesi” nin nedenlerinden biri olmaktadır.
* Kur’an’ daki; “kalbin
mühürlenmesi / kalp körlüğü” (Bakara 7 ve 1o) à İncil’ de “kulakları olan işitsin” ifadesinin karşılığı olmaktadır. (Burada
da, “kulakların işitmez halde olması” ile, “kalp körlüğü” hemen hemen aynı
ifadelerdir.
YARARLANILAN
ESERLER:
- Kur’an’ı
Kerim
- Barnaba
İncili
- KURGU
Dergisi, Yaşambimin İşlevleri, Prof.İnal Cem AŞKUN
- Konferans
Notları, Işık YAZAN
- KENDİNİ
TANIMA REHBERİ, Akaşa Yayınları
27 Mayıs 2015 Çarşamba
H İ D R O J E N
H İ D R O J E N
Derleyen:
Selman GERÇEKSEVER
İçinde bulunduğumuz evren, âlemlerden
oluşmuş maddesel bir yapıdır. Üzerinde bulunduğumuz dünya, bu âlemlerden biri
olan hidrojen âleminde yer almış bir uzaysal objedir. Dünya gibi gezegenler,
güneş (yıldız) sistemleri galaksiler, nebülözler ve kara delikler gibi uzaysal
objelerden oluşan hidrojen âleminin yapı taşı hidrojen atomudur. Günümüzde
astronominin elinde bulunan araç-gereçlerle âlemin neresine bakılırsa bakılsın
hidrojen atomu “H” saptanmıştır. Bilinen uzaysal objeler de, bilinen “H”
atomunun bileşenlerinden oluşmuş yapılardır. Bu bileşimlerin (elementler
tablosu) bilinenlerin yanı sıra daha pek çok bilinecek (keşfedilecek) olanı
vardır (1).

da, bilinen “H” in de alt yapısını
(kökenini) oluşturan, âlemimizin sonsuz geçmişindeki bu ilk atom
oluşturmaktadır. Madde cevheri olan hidrojen atomunun kimya bilimince henüz
tanınmayan öyle bir yanı vardır ki, bu; insanların atomdan yayılan tüm enerji
tezâhürleriyle ilgili bilgilerin üstünde ve bambaşka kudretlerde cevher
durumlarını arz eder. Beşerî bilim tarafından henüz bilinmeyen bu hidrojen
atomu kademelerinden yayılan ve beşeri idraki zorlayacak kadar seyyal ve
kudretli olan maddesel olanaklar insanların şimdiye dek asla kavrayamadıkları
birçok hadisenin oluşumuna olanak hazırlamakta ve neden olmaktadır (35).

Âlemimizin ilk maddesinin ilk atomu, bugün
temel element olarak bilinen “H” atomunun çok ilkel / kaba
şeklidir. Bu ilk atom bugünkü dünya biliminin tanıyamayacağı / bilemediği kadar
basit bir madde formudur. Bu durumda o “hareketsiz” ve “karanlık” amorfa (2) en yakın bir madde hâlidir / formudur. “Mekanik
gelişim ilkesi” nin egemen olduğu sonsuz geçmişteki bu aşama , “H” atomunun
alt aşaması olan; sonsuz , “karanlık”, “hareketsiz”, “dağınık” ve
amorf bir vasattır (41). (3) Evrenin (ve
dolayısıyla alemin) ilk ve en kaba aşaması, bilinen “H” atomunun ortaya
çıkışından önceki aşamadır. Bu, bize göre en kadîm aşamadaki tüm olup bitenler
Asli İlke’nin (4) gereklerine göre ama Ünite’nin (5) kurduğu “evren kapsamlı yönetim mekanizması” içinde ve bilmediğimiz yollarla
yürütülür. Şekil-2
Görülüyor ki, evrenin ilk madde durumundan
astronomik âlemimize doğru yürüyen madde gelişimi yolunda, dünya insanı (beşer)
için anlaşılması olanaklı olmayan “karanlık” bir alan vardır. Bu alan “kaba”,
“dağınık”, “hareketsiz” ve amorf bir madde bütününden ibarettir. Bu
kaba vasatta oluşmuş bir madde formasyonları yoktur. İşte bu vasattan / alandan
sonra bir menzil gelir ki; bu menzil, hidrojen âleminin başlangıcını oluşturan
ilk atom olmuştur. Bu atom beşeri bilim tarafından, temel element olarak
bilinen “H” atomu değildir. Beşeriyet tarafından bilinen temel element “H” söz
konusu bu ilk atomun çok gelişmiş ve karmaşık bir şeklidir. Dünya bilimi bu ilk
atomu henüz tanımamaktadır. Dünyamız da dâhil, tüm uzaysal objeleri (güneş
sistemleri, galaksileri, nebülözleri vb.) ile tüm astronomik alemin maddesi
(spatyomlarıyla birlikte) bu ilk atomun gelişmiş durumlarının çeşitli
bileşimlerinden oluşmuştur (10).

Şekil -3
Amorf maddenin o noktasındaki
hareketlenmeyle oluşan manyetik alan, dağınık amorfun o noktasını bir araya
toplar. Bunlar amorftaki ilk hareketlenmedir. Bu hareketler bir ruhun,
bildiğimiz “H” öncesi ilk atoma bağlanması kapsamında Asli tesirler
tarafından ayarlanmıştır. Ruhun tekâmül ihtiyaçlarıyla ilgili gereklilikleri
taşıyarak amorf vasata inen Asli Tesir, onun bir atomla bağlantısını
sağlamıştır (42).
Görülüyor ki, ilk hidrojen atomları, böyle
bir birine zıt ama durumunda olan ikişer unsurdan oluşmuş alemimizin en basit
hallerdeki Asli Maddelerini oluşturmaktadır. Bu Aslî Madde, âlemin (bildiğimiz “H”
atomu öncesi) ilk maddesidir. Bu ilk / Aslî Madde de o aleme özgü tüm durum ve
şekillerin özü bulunur (13). Âlemin ilk atomuna bağlanmış olan bir ruh, artık o
atomun varlık aşamasına kadar onu bırakmayacaktır. Bu aşama ruhun “mekanik
/ otomatik tekâmül” aşamasıdır.
Ruh bu aşamada da yukarıda belirttiğimiz şekilde yakaladığı ilk atomun gelişim
sürecine tabi olarak kendi mekanik / otomatik tekâmülünü sürdürür. Bu aşamada
henüz ruh, atoma egemen değildir. Çünkü henüz ruhun; sezgi, idrak ve seçme
özgürlüğü yoktur. Bundan dolayı ruh henüz kendisine bir tekâmül aracı (yani “varlık”)
oluşturacak durumda da değildir. Ruh darmadağınık amorf vasatın yapısı içinde
ilk oluşan atomlardan birinden ötekine ve tamamen onlara bağımlı bir şekilde
sıçrar durumdadır (42).
Tüm bu hareketlilik Aslî Tesirler’in
gereklerine bağlı olarak, maddeden maddeye atlayarak yapılan mekanik / otomatik
uygulamalardır (42+43). Amorf vasatta ilk atomun ortaya çıkışından, ilk varlık
oluşuncaya dek, atomun bünyesinde egemen olan tesir esasi (yani Aslî İlke’den
gelen) tesirdir. Bu esâsi tesirin bir cephesi de, o atoma bağlanmış ruhla
ilgilidir (şekil 3). Başka türlü bir söylemle, atoma inen Aslî Tesir’de; bir
atomun bünyesiyle ilgili maddesel cephe, bir de o atoma bağlı ruhla ilgili
olarak ruhsal bir cephe vardır. Bu atom, bugün kimyanın bildiği ve günümüzde
bilinen / bilinmeyen tüm uzaysal objeleri içinde bulunduran maddesel alemimizin
yapı taşı “H” olmayıp, âlemimizin “anası” olan bir madde bileşimidir (“Aslî
Madde”). Bugün kimyanın bildiği “H” bu Aslî Madde’nin (amorftan
oluşan bir atomun) çok ileri ve gelişmiş şeklidir (44).
Amorftan oluşan bu ilk atom (bilinen “H”
atomuna dönüşünceye dek) var oluşunu ve gelişimini dualite ilkesini ve değer
farklanmasını mekanizma kapsamında sürdürmüştür (6).
Elbette ki söz konusu ilke de Aslî tesirlerin egemenliği altındadır. “H”
atomunun var oluş sahnesine çıkıncaya kadar aradan geçen süreç, sonsuz bir
mekanik gelişim vasatında olmuştur. Bu vasat Asli Madde olan amorfa yakın,
dağınık bir yapı olan “karanlık” bir alandır. Aslî
Tesirler bir “karanlık” ve dağınık yapıda olan bu alanda ilk çekirdeği (“ilk
atomu”) oluşturduktan sonra, onun çevresinde başka cüzüleri de
(parçacıkları da) toplayarak, giderek daha karmaşık oluşumları meydana
getirirler. Böylece ortaya çıkmış yeni ve amorftan sonraki ilk oluşumun
ortasındaki Aslî Tesir bu yeni oluşumdan geçtikten (“kullanıldıktan”) sonra
içeriği / niteliği değişmiş ve dolayısıyla asli durumunu yitirmiş olarak bu
yeni oluşumdan (madde) yeniden dışarı doğru yayılmaya başlar. Bu yayılım
(yansıma, ışıma, emisyon) bu yeni oluşumun manyetik alanıdır. İşte içinde
bulunduğumuz hidrojen âleminin en küçüğünden (bilinen “H” çekirdeği) en
büyüğüne dek tüm parçacıkları (cüzüleri) şu şekilde ortaya çıkmıştır (44).
Böylece Asli Tesirin tesirliliği (ve
dolayısıyla egemenliği) altında kurulan bilinen “H” öncesi ilk çekirdek
(Asli Madde) en son gelişim aşamasına dek (yani varlık hâline gelinceye dek)
Aslî Tesir ile, o çekirdeğe bağlı ruhun tesirliliği altındadır. Çekirdeğe (Aslî
Madde’ye) yönelik bu iki tür tesir, başka bir söylemle; Aslî Tesirler’in
ruhlarla ilgili “tekâmül değerleri” ile, maddelerle ilgili esasi tesirlerdir.
Ruhun çekirdeğe bağımlı bu durumu, onun tekamülünün bir tür “pasif
adaptasyon(uyum) aşaması” dır. Bu aşamada çekirdeklere yönelik yatay
tesirler (yani evrenin başka varlıklarıyla ilgili tesirler) gelmez (45). Bu
tesirler altında atom, giderek karmaşıklaşarak, bildiğimiz “H” aşamasına doğru
sürekli ilerler.
Bugün bildiğimiz “H” atomu evrenin bir
âleminde oluştuktan sonra bu durumla ilgili vazifeli varlıklardan tesirler
gelmeye başlar. Tüm bu olup bitenler Ünite’nin yüksek kontrolü altındadır.
Vazifeli varlıklardan atoma yönelik bu tesirler tali tesirlerdir (yataydan).
Yataydan, varlıklardan; düşeyden, Ünite’den atoma gelen bu tesirler altında
önce bildiğimiz “H” ve daha sonra da daha karmaşık atomlar ve bunlardan da
çeşitli cisimler oluşur. Bu cisimler varlıkların gelişimi için çok gereklidir.
Cisim oluşumundan sonra, onların atomlarına artık esasi tesirler inmez olur,
onların yerine tali tesirler geçmiştir. Artık cisimler tamamen varlıkların
elindedir.
Görülüyor ki, amorftan oluşan, bildiğimiz “H”
öncesi atomun, bildiğimiz “H” atomu haline gelene kadar, asli
tesirlerin tesirliliği altındadır. Bilinen “H” atomu ortaya çıktıktan sonra,
asli tesirlerin yerini evren varlıklarından gelen tali tesirler alır ve çeşitli
cisimler (elementler) bundan sonra oluşur (45+46). Bu arada ruh, amorftan
(esasi maddeden) başlayarak bağlanmış olduğu atomu etkisi altında tutmayı
sürdürmektedir. Ruhun bu etkisi atoma doğrudan değil, asli tesirin ruhla ilgili
olan kısmından (tekâmül değerler olarak) gelir. Kısacası, artık bildiğimiz “H”
atomu oluşmuştur ve bu atom iki tür tesir altındadır; Aslî Tesirler’in
bünyesinde (ruhtan gelme) tekîmül değerleri (düşeyden) ve vazife varlıklardan
gelen tali (yataydan) tesirler. Tâlî tesirler atomun bünyesine müdahale edecek
durumda değildir. Atomun bünyesi tâli tesirlerin tesirliliği altındadır. “H”
atomunun her türlü bileşimleri (yani öteki elementlerin / cisimlerin oluşumu)
değişik gelişim düzeylerindeki varlıkların tesirliliği (tâlî tesirler) altında
ortaya çıkar.
Aslî Tesirler’in tesirliliği / egemenliği
altında, atoma biriken değerler (?);
birbirileriyle birleşmeden, tam bir uyum ve denge içinde kaynaşarak (?) hidrojen atomunun o andaki
içeriğini karakterize eden bünyesini oluştururlar (47). Hidrojen çekirdekleri (?) bileşenlerinden oluşan “H”
atomunun bünyesinde birçok partikül (parçacık) olduğu ve her partikülünde bir
manyetik alanı bulunduğu için, bu yeni ortaya çıkmış atomun manyetik alanı da
onu oluşturan parçacıkların manyetik alanlarının sentezidir. Atomların
birbirleriyle ve varlıklarla olan tüm ilişkisi ve etkileşimleri bu manyetik
alanlar aracılığıyla sağlanır. Bu alanlara gelen tali tesirler; şiddetlerine,
kudretlerine ve yönlerine göre, onların tabi bulundukları maddelerin
bünyelerinde (dualite ilkesi ve değer farklanmasının kuralları altında);
çeşitli değişimler, dağılmalar ve toplanmalar yapabilirler (47). Benzer şekilde
varlıkların, maddelerden yararlanmaları, onları halden hale sokabilmeleri de bu
rolle olur (48).
Henüz varlık aşamasına girmemiş “ilk
hidrojen” kademelerinde uygulama gören ruhlar, maddenin bu aşamasında
pasif ve mekanik olarak, maddeyi (atomu) egemenlik altına almaya hazırlanırlar.
Maddenin gelişiminin bu aşamasındaki atomlar (“ilk hidrojen”) uygulama
görecek ruhların (“acemi / talebe ruhlar”-38,39,40) egemenliği ve yönetimi
altında değildir. Bu atomlar yüksek ilkelerin gereklerine (şekil 2) göre, Ünite’den gelen tesirlerle evrendeki
ilk “talebe
/ acemi” ruhların madde hareketlerine alıştırılmaları sağlayacak birer
zemin olmak üzere kurulmuşlardır. “Acemi / talebe” ruhlar maddenin
(amorftan sonraki aşaması olan) “ilk hidrojen” aşamasında maddenin
gelişiminin bu aşamasında onun gelişimine mekanik / otomatik bir yürüyüşle
tabidir (50).
Madde amorf aşamasından sonra, Aslî
Tesirler’in belirlediği yönde ilerleyerek “ilk hidrojen” aşamasını da kat
ederek, bugün kimya bilimince bilinen aşamaya gelir. Maddenin bu gelişim
süresince, onunla birlikte ve tamamen ona tabi olarak (atomdan atoma atlayarak)
onları sanki yakalamaya çalışan “acemi / talebe” durumunda olan ruh
varlıkları vardır. Bu süreç boyunca ; madde gelişir, ruh tekamül eder. “İlk
hidrojen” atomu böyle geliştikçe, ona bağlı olan ve onun hareketlerine
uyumlanmaya çalışan ruh da mekanik / otomatik bir şekilde son derece yavaş
olarak (tedric) tekâmül etmektedir. “İlk hidrojen” atomu (bilinen “H”den
önceki) Aslî Tesirler’in belirlenmiş olduğu yönde gelişip değişerek bugün
bilinen “H” atomuna dönüştükten sonra da gelişimini sürdürerek,
manyetik alan sentezleri ve bünyesi daha karmaşık, nitelik kazanır (51).
Bu şekilde “H” birçok kademelerden
geçe geçe; oksijen, fosfor, bakır, gümüş vb. bilinen / bilinmeyen (henüz
keşfedilmemiş olan) elementlere dönüşür. Bugünün beşeriyeti tarafından bilinen
hidrojen atomu sayısız nitelik ve durumlarla sınıflandırılmış bir madde
halidir. Bilinen hidrojen atomunun daha karmaşık şekli olan uranyum atomu bunun
birçok misli kere fazla ve karmaşık hareketleri bünyesinde taşır (12). Tüm bu
olup bitenler hep, Aslî Tesirler’in (sürekli olarak ruhların tekâmüllerini
hedef alan) büyük uyumu içinde cereyan eder. Bu olgunun; amorf vasatın (aslî
madde) ilkel maddelerini etkileyen Asli Tesirler’le başlatıldığını ve “ilk
hidrojen” ve “bilinen hidrojen” aşamaları
boyunca, yine bu tesirlerle sürdüğünü daha önce belirtmiştik. Bu arada, ruhun
tekâmül gereksinimleri sürekli olarak, gelişme halinde olan atoma
aksettirilmiştir. Hidrojenin bu gelişim aşamasında, atom bünyesine yönelik
(varlıklardan kaynaklanan) tali tesirler söz konusu değildir. Bu arada atom
doğrudan doğruya Aslî Tesirler iner. Aslî Tesirler, Ünite’den süzülen ve
maddelerle ruhlara ait etkiyi / tesirliliği içeren tesirlerdir. Bu durum “ilk
hidrojen” in varlık (yani bilinen “H” ) durumuna gelene dek sürer
(51).
Hidrojen atomu ilk oluşumundan başlayarak,
sonunda öyle bir aşamaya gelir ki, orada çok suptil ve karmaşık madde bileşimleri
halinde, günümüzde henüz keşfedilmemiş bir takım enerjileri yaymaya başlar.
Atom, bu yüksek titreşimli karmaşık enerjileri yayabilecek gelişim düzeyine
geldiği zaman; zaten onun bu düzeye gelmesine Aslî İlke yönünde neden olan ruh
da artık maddeler arasındaki ilişkilerin ve hareketlerin içgüdüsel
davranışlarına, uzun bir uygulama döneminden sonra, sahip olabilecek bir
tekâmül düzeyine ulaşmış bulunur. Hidrojen atomu, dünyanın da içinde bulunduğu
hidrojen âlemindeki gelişimiyle öyle kudretli ve karmaşık enerjiler yaymaya
başlar ki, artık bunlar dünya maddesinin malı olmaz.
Yarı Suptil Âlem
İşte dünya maddesinin en üst sınırındaki
yüksek hidrojen atomu öyle kudretli ve karmaşık enerjiler yaymaya başlar ki
artık bunlar dünya maddesinin malı olamaz. Bununla beraber, bu enerjiler de
toplu değil, darmadağınık durumdadır. Fakat onların bu dağınıklığı ile, daha
önce sözünü ettiğimiz ilkel vasatlardaki amorf maddelerin dağınıklığı arasında
çok büyük fark vardır. Öncekileri şekilsiz, basit, hareketleri çok ilkel ve
atalete yakın kaba maddelerdi. Bunlar ise çok karmaşık hareketli, bünyeleri
karmaşık, zengin madde bileşimlerinden oluşmuş üstün değerli enerjiler halinde
bulunan kudretli ve değerli maddelerdir. Bunların bulunduğu yere “Yarı
Süptil” deriz. Bu yarı süptil vasat hem hidrojen atomu altındaki amorf
vasattan, hem de ilk hidrojen atomlarının oluşturduğu astronomik nebülözlerden
daha çok yüksek ve yepyeni bir âlemin basamağını oluşturan yüksek enerjilerden
müteşekkil bir tür nebülözdür ki, dünyanın üstünde bulunan böyle bir Yarı
Süptil Vasat’ın oluşumu, başka bir deyişle, hidrojen âleminin yavaş yavaş
(tedric) üst aleme kayış anlamına gelir (52). Yarı Süptil Âlem, dünyanın içinde
bulunduğu alemin yapı taşı olan hidrojen atomunun en yüksek bileşimleriyle ilgili
enerjiden oluşmuş bir âlemdir. Yarı Süptil Âlem, dünyanın (hidrojen aleminin)
en üstün ve gelişmiş hidrojen bileşimlerinin yüksek vazifeli varlıkların
kontrolleri altında yaydıkları ince enerji parçacıklarından oluşmuş bir madde
halidir (315).
“İlk hidrojen”
kademesinden başlayarak, gelişip varlık aşamasına geldiği an da (yani
bildiğimiz “H” olduğu anda), Aslî Tesir’in maddelerle ilgili esâsi tesir
kısmı, yerini tâli tesirlere terk eder (Şekil 3). Evrende ruhun temsilcisi ve
hizmetkârı (hademesi) durumunda bulunan varlığın yapı taşı da hidrojendir. Bu
varlık aslında atıl görünen ilk hidrojen atom maddesinin “yüksek” bir
aşamasından başka bir şey değildir. Bu durumda hidrojen; ruhun hizmetine
ayrılacak / verilecek kadar gelişmiş bir enerjidir artık (53).
Beşeriyetin henüz tanımadığı, “H”
atomunun “ilk çekirdek / nüve” hâli, yani astronomik araç gereçlerimizle
gözlemleyebildiğimiz; güneş sistemlerini, nebülözlerin ve tüm uzaysal objelerin
ana maddesini ( yapı taşını) oluşturur. Yarı Süptil Arasat’ın ana maddesi
hidrojenin (dünyada belirli bir tezahür göstermeyen) “yüksek” enerjileri
oluşturur. Başka türlü bir söylemle; hidrojen atomunun, dünyada belirli bir
tezâhür göstermeyen “yüksek” enerjilerinden hidrojen âleminin bir üstündeki Yarı
Süptil Vasat oluşmuştur (54).
“Acemi / talebe” ruhlar
hidrojen aleminin varlık aşamasına henüz girmemiş “kaba” atomları ve
onların “kaba” bileşimleri arasında aktif olarak uygulama yapmak
durumundadır (55).
Vazife Planı

Şekil -4
İnsanlık aşamasının (yani hidrojen atomu
devresinin) sonrasında başlayan vazife organizasyonlarına varlıklar birden bire
sokulmazlar. Bunun için; uzun hazırlıklardan sonra, Vazife Planı’nın
gereklerine uygun bir idrak düzeyine (“tam idrak” 74) ulaşmış olmak gerek.
Bu yüzden de ancak, hidrojen âleminin en ilkel kademelerinden en üst
kademelerine dek geçecek uzun, hem de çok uzun bir hazırlık devresinden sonra
olur (77).
Vazife Planı’nın Varlıkları
İleri gelişim düzeyine varmış bedenlerin
gelişimleriyle ilgili her türlü olanakları yönetmekten sorumlu Vazife Planı’nın
kudretli varlıklarının bedenleri, hidrojen âlemine ait olmayan daha yüksek
madde vasatlarından toplanmış materyallerle yapılmıştır. Bunlar sistemlerinin
çeşitli düzeylerinin uygulamalarında vazife gören, Vazife Planı’na mensup
varlıklardır. Vazife Planı’nın söz konusu kudretli varlıkları uzaysal
objelerdeki sıradan (oralara ait) bedenlilerin gelişimlerine çeşitli
yardımlarda bulunurlar.
Nihayet belki bir sistemin en ileri düzey
uzaysal objesini de (örneğin bizim sistemde dünyamızı) tamamlamış bedenli
varlıklar hidrojen âlemini bitirmiş, üst âleme liyakat kazanmış duruma
girerler. Şu halde evrenin üst vazife âlemine, hidrojen âleminin sayısız
nebülözünün, milyarlarca sisteminin, milyarlarca gelişmiş küresinden,
milyarlarca varlık geçmektedir. Güneş sistemimizde hidrojen âleminin gelişim
mertebelerini tamamlayarak üst aleme terfi edecek varlıkların toplandıkları yer
dünyadır (262+263).
Hidrojen Aleminin “Çıkış Kapısı”
Hidrojen âleminin son olgunluk noktalarına
kadar ulaşmış olan beşeri varlıklar aleminin “çıkış kapısına”
gelmişlerdir. Ancak bu kapının eşiği idrak ve bilgi olgunluğuyla aşılır. Ruhlar
için hidrojen aşaması onların tekâmüllerinde ilk madde aşamasıyla ilgili “karanlık”
muazzam ve ebediyet kadar uzun mekanik bir tekâmül aşamasını izleyen varlıklar
âleminin başlangıcıdır. Ruhların (“acemi / talebe” ruhların) burada;
yeni hidrojenin dağınık halde yaydıkları enerjileri bir araya toplayarak,
kendilerine hizmet edecek varlık oluşturduklarını (116) geçtiğimiz
paragraflarda belirtmiştik (260+261).
Âlemin söz konusu başlangıcı insanların
mensubu bulundukları ve içinde yaşadıkları hidrojen âlemidir. Dünya insanı
(beşer) için bu âlem, her ne kadar
sonsuz görünse de, gerçekte madde cevherinin sayısız / sınırsız gelişim
aşamalarını içeren evrenin, sâdece hidrojen atomu olanaklarıyla sınırlı ve
küçük bir kısmından ibarettir ki; buna, “hidrojen aşaması âlemi” diyoruz.
Dünya, “hidrojen aşaması” denilen bu çok uzun ve “yarı idrakli”(50+58)
madde âleminin en son duraklarından biridir (260+261). Hidrojenin gelişiminin
beşeriyet kademesinde yarı idarkli sübjektif bir gelişim yaşanır (193).
Hidrojen âlemindeki “yüzeysel zaman mekânı” da (211) kaderin bu âleme özgü
tezâhürüdür (7) (231). Hidrojen âleminin muazzam
bir madde varlığı içinde , bir nokta kadar değeri olmayan dünya, gerçekte
hidrojen alemi içinde o kadar küçük ve önemsiz değildir (261).
-------------------------------------------------------
(1)
HİDROJEN, John S. Rigden – ODTÜ Yayınları
(2)
Amorf: Madde öncesi “karanlık”, “hareketsizlik” bir vasat olan asli maddedir (Kaynak eser sayfalar
39,41,52,191)
(3)
Yazımızın akışı içinde genellikle
paragraf sonlarında ve bazen de satır aralarında görülecek rakamlar kaynak eser
İLÂHÎ NİZAM VE KÂİNAT ’ tan yapılan
alıntılamanın sayfa numaralarıdır.
(4)
Asli İlke: Evren ve ruhlar üstü , her şeyi
çepeçevre kuşatmış yaratıcı kudret. Asli İlke’nin “gerçekleştirici kudretine” gereklilikler deniyor Bu konuda daha fazla
bilgi için bkz. Kaynak eser sayfalar 38,190,191,237,240,232,294.
(5)
Ünite: Evrenin en üst sınırlarındaki (39) varlıklar ve gereklilikler
birliğidir. Bu durumuyla Ünite aynı zamanda bir “idrak birliği” olmaktadır (195).
(6)
Dualite ilkesi ve değer farklanması: Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Kaynak eser
sayfalar 21, 23, 25, 36, 40, 44, 48, 61, 62, 82, 97, 98 ,99, 101, 103, 104,
139.
(7)
Kaynak eserimizde “kader” kavramı için bkz. Sayfalar 230, 240, 252, 277, 294.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)