Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

30 Ağustos 2016 Salı

FEDEKÂRLIK
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

“Dünya zamanı idraki” ne (210+211)(*) mensup beşeri varlıklar olarak gelişip insanlaştıkça ortaya çıkan erdemlerden birisi fedakârlık (özveri) olmaktadır. Fedakârlık insanlaşma yolunda o kadar önemli ve erdemli bilge insanlara özgü bir erdemdir ki, Horace Mann adlı düşünür biraz da abartarak, “Başkaları için hiçbir şey yapmamak bizi bir hiçe dönüştürür.” diyebilmiştir. Mann’a göre sanki, kişi başkaları için bir şeyler yapılıyorsa, fedakarlıkta bulunmuyorsa yoktur ya da var olmamız, başkalarına hizmet ile, sürekli vericilikle kadimdir / olasıdır.

Fedakârlık başkalarını düşünmekle onları en az kendin kadar düşünmekle ve başkalarını kendinden çok / önce düşünmekle şeklinde derecelendirilebilir ama burada em makbulü, karşılıksız olan fedakârlık olsa gerek yani en az kendin kadar başkalarını düşünmek ve elbette daha da iyisi kendinden önce başkalarını düşünmek ve onların iyiliğine bir şeyler yapmak. Bu sonuncu fedakârlık türünde “terk” vardır.  Temelinde diğerkâmlık ve varlık sevgisi bulunan bir fedakârlıktır. Çıkarcılığa / beklentiye dayalı bir alışverişten çok uzak olan bu fedakârlık türünde yardımlaşma ve dayanışma bilincinin ortaya çıkışı da vardır. Bunların hepsi erdemli bile kişilerin belirgin özelliklerinden olmak üzere, tüm seçkin inisiyatik öğretilerle dinlerin öğretilerinin hedefinde yer almıştır.

Burada zaten varlık sebebimiz olan vazifelerle, fedakârlık erdemini karıştırmamak gerek: Yapılan bir sözleşme ya da mutabakat gereği ve elbette para karşılığında bir hizmet canla başla ve en iyi şekilde yapılıyorsa, bu zâten böyle olması gereken bir iştir, fedakârlık değildir. Bir siyasal parti ülkeye hizmet için ve halkın parasıyla icraatta bulunuyorsa, bunu fedakârlık olarak gösterip zâten mecburen vermesi gereken hizmetle övünmesi, daha da ileri giderek bunu propaganda konusu yapması basiretli devlet yönetimi ile bağdaşmayan beşeri bir zaaftır. Daha bilimsel düzeyde; bir annenin, bebeğinin bakımını ve yetiştirmesi bağlamında içine girdiği zahmetler ile babanın ailesine karşı sorumluluğu kapsamındaki zorluklara göğüs germesi zâten ananın, babanın vazifelerindendir, fedakârlık değildir. Hele bu hizmetler, egolar incildiği zaman ya da duyusallık kontrolden çıktığı zaman, “saçımı süpürge ettim de sana baktım, bir gecede on kez uyandım emzirdim, altını değiştirdim” vb. şeklinde dillendirilmesi zaten fedakârlıktan uzaklığın sözle beyanı olmaktadır. Aynı şekilde, babanın da Alın terimi helal etmiyorum, ben sizi okutmak, yedirip doyurmak için ne zorluklar/ bâdireler atlattım” vb. şeklinde konuşması beşeri zaafların seslendirilmesi ve itîraflarından başka bir şey değildir.

Feda etmekle “karşılıksızlık” öğesi ve niteliği vardır. Yüksek bir ideal uğruna özveride bulunmak. Burada “yüksek bir ideal” derken, kişinin kendi bireysel çıkarlarından yükseği, kastediyoruz. Tanıdık/ tanımadık insanlar uğruna, toplum uğruna, insanlık idealleri uğruna. Beşeriyete hizmet etmede önder ve örnek olmuş kişiler bu işi, sâhip oldukları bu fedakârlık erdemi ile yapmışlardır.( Ulusal kahramanlar, inisiyatörler, peygamberler)

Demek ki fedakârlık erdeminin gereği; kendi zihinsel ve bedensel konforundan kendi huzurundan, kendi çıkarlarından özveride bulunmak, bunları geçici ya da sürekli olarak terk etmek. Bunlar, dikkat edilirse tamamen uygulamaya dayalı edimlerdir. Yani fedakârlık imajinatif olarak yapılan bir uygulama değildir; tamamen fiziksel ve bireysel bir uygulamadır.  Bunun bir yardımlaşma ve dayanışma bilinci hâline gelene kadar ki aşaması bireysellikten kurtulma tâlimleri olarak düşünülebilir. Esâsen uygulamayla kazanılan bir erdemdir ve birkaç yaşama mâl olabilir.

O halde, genel anlamda kurtuluş için, değişim için, sürdürülebilir bir gelişim temposu yakalamak için gerekli ve kaçınılmaz bir eylem olmaktadır fedakârlık uygulamaları. Bunun ötesi hizmettir, başka varlıkların gelişimine hizmet. Bu nedenle “Halka hizmet Hakk’a hizmettir” Her vesileyle belirttiğimiz gibi, varlık varlığın gelişim aracıdır. İnsanların gelişimine köstek değil, destek olmak gerek. Hakk’ın bizlerden gelecek bir hizmete elbette gereksinimi yok ama başkalarına ve birbirimize yardım etmemizi hayra ve barışa yönelik işler yapmamızı, yani vicdan birim dualitesinin artı (+) yanına değerler yüklememizi istiyor, gelişmemizi ve hatta kendisinin yardımcısı olmamızı istiyor. (***) Bu konuda duyarlılık, aynı zamanda Allah’a yakın olmaktır. (Ali İmran 14) Hak ve barışı  sevenler ve bunun için çalışanlar O’nun sevgili kullarındandır (Enbiya 86, Şuara 83).

Yeniden konumuza dönerek, beşeriyet tarihine baktığımızda görüyoruz ki, tarihte büyük insanların yaşamları fedakârlık örnekleriyle doludur. Bu insanlık uluları yüce varlıklar çevrelerindekilere gerçekleri göstermek, doğru yolu işaret etmek ve onları gaflet ve dalâlet uykusundan uyandırmak için rahatlarını ve hatta hayatlarını fedâ etmişlerdir. Bu yolda pek çok peygamber Yahudi bağnazlar tarafından katledilmiştir. Buna rağmen İsa Peygamber yine o bağnaz ve (Musa Peygamber’in deyişiyle) “Kalın enseli” toplumda doğmuş ve gerçekleri anlatma bahasına eziyet ve işkence ile öldürülmüştür. Hz. Muhammed câhil ve müşrik Araplar tarafından öldürülememiş ama hem kendisi hem de ailesi (özellikle kızları) çok çile çekmiştir. Ortaçağ Avrupa’sının aydın bilim insanı Galileo, dünyanın güneş çevresinde ve kendi ekseni çevresinde döndüğünü kanıtladığı ve bu gerçeği söylediği için enginizasyon mahkemesinde yargılandı. Bruno, Galileo’dan daha az şanslıydı: “Evrende yalnız olamayız, dünya dışında da canlılar olmalı…” dediği için yakılarak şehit edilmişti bağnaz Katolik Kilise tarafından. Bu yüce varlıklar “şehit” sözcüğüne (sıfatına fazlasıyla lâyık) bilim ve bilgi şehitleridir. Demek ki fedakârlık erdemi bir tür yardımlaşma ve dayanışma bilincine dönüşünce, insan tüm rahatı ve yaşamı bahasına onu sergilemekten çekinmiyor.

Besbelli ki, insan varlığındaki potansiyel kutsallık; kanla, terle ve gözyaşıyla ortaya çıkıyor. Ya da isterseniz daha başka şekilde kuralım cümlemizi: İnsanın ilâhi yanı, yaşamlar boyu deneyimlenen ıstıraplar silsilesi içinde filizlenip yeşerebiliyor. “Dünya zamanı idraki”nin (210+211)(*) üzerine çıkıp, “yüksek zaman idraki”ne (210) kapağı atmak hiç de kolay değil. Bunu başarmak kim bilir kaç yaşama mâl olur… Bu nedenle iyi ki tekrardoğuş, hatta tekrar tekrar doğuş var, Yaradan’ın varlıklara sunduğu en büyük nimetlerden biri… Bazıları hâlâ “var mı” “yok mu” ya da olmaz öyle şey” diyedursun, bizler bu konuların öğrencileri olarak bu ilâhi lûtfun değerini bilelim ve ondan içsel gelişim yönünde yararlanalım.

Özbenlikler olarak, bedenlenerek “indiğimiz” madde âlemini bu dipsiz derinliklerinden ancak böyle bir duyarlılık ve farkındalık ile çıkabilir ve içimizde gizli ilâhi yanımızı bedende tezâhür ettirebiliriz. Varlığın bu durumunu yüce Hermes (İdris Peyg.) şu özdeyişiyle binlerce yıl önce sözcüklere dökülmüştü: "Ruh varlığı küreden küreye düşerken, gitgide ağırlaşan bedenlere bürünür. Bu düşüş dünya zindanına kadar sürer.Gitgide maddeye daha çok bağlanmanın verdiği sarhoşlukla mânevî kökenlerinin anısını unutur."

Hermes ve benzerleri, TANRI’yı kalbin tââ derinliklerinde bulmanın sevincinin; ancak böyle bir uygulama ile yaşanacağını, olgun insanlara özgü bir sükûnetle ve çeşitli simgeler kullanarak sözcüklere dökmeye çalışmışlardır. Eğer bizce de bu değerler önemliyse ve kazanılması gereken nitelikler ise, buna samimiyetle inanıyorsak, fedakârlık eylemini / uygulamalarını ciddiyetle ele almalı, nefsin muhalefetine rağmen her fırsatta tâlimlerini yapmalıyız.

Elbette sor ve ıstırap verici bir uygulama. Biraz da neden zor olduğuna bakalım: Aslında fedâ edilen, terk edilen nedir ki bize bu kadar zor geliyor? Bu zorluğun bir kısmı nefsin muhâlefetinden de kaynaklanır ama sâdece o değil; nefs bu kadar terbiye edilmiş yani vicdan birim dualitelerinde ne kadar az değer birikimi varsa, vericilik o kadar doğal ve kolay olur. Ruh varlığı için;  zorluk / kolaylık, kazanılacak / terk edilecek bir şey olmadığına göre, fedakârlık eylemi / uygulaması, tamamen ruhun maddeye bağlanması, maddenin derinliklerine doğru “düşüşü” (Hermes) yani envolüsyonu ile ilgilidir. Bir bakıma yukarıya çıkma / yükselme / merkeze yönelme evolüsyon (tekâmül) kararlılığının bir gereğidir.

Hafifleyerek” yükselişin başarılması için, maddeye bağlanmakla oluşan; tortulardan, bağlantılardan, dünya çamuru”ndan kısaca “kabuklar” dan kurtulmaktır. Burada “hafifleyerek yükselmek” ten kastımız; “kuyudan” (maddenin derinliklerinden) çıkış tezâhürat âleminin “dış halkaları” ndan (maddenin derinliklerinden) merkeze, bir olana, ünite denen idrak birliğine yöneliştir. Demek ki, fedakârlık eylemi; bir bakıma dünyaya bağımlılıklardan kurtulma uygulamasıdır. Bu anlamda “bağımlılıklardan kurtulma uygulaması” tüm dinlerin (yani TANRI Kelâmı’nın) ezoterik özünde önemli ve gizemli yerini almış seçkin inisiyatik öğretilerinde esâsını oluşturmuştur. Dinlerin ve inisiyasyonların içerdiği sırların yüce mürşidleri (büyük inisiyeler ve peygamberler) ile beşeriyetin ulu önderleri tüm yaşamlarını; bir bakıma, “fedakârlık silsilesi” olarak geçirmişlerdir. Bu konuda BÜYÜK İNİSİYELER adlı eser (Ruh ve Madde Yayınları) ibretlik örneklerle doludur.

Bu büyük inisiyelerden biri ve aynı zamanda peygamber olduğu bilinen Hermes bu konuda şunları söylemiş: “Ruh, maddeye karşı olan aşkıyla kökeninin anısını yitirebilir. Fakat onda bulunan ilahı kıvılcım bir gün mutlaka parlaklaşabilme şansına sahiptir.” Burada, “ruhun maddeye karşı olan aşkı”, SADIKLAR PLANI Tebliğleri’ndeki üç bilgiye ve Varlıksal İlkeleri çağrıştırıyor. Ruhun maddeye doğru hem böyle bir çekilimi var ama tekâmül etmesi de gerekiyor ve tekâmül etmek için, maddeyi egemenliği altına alıp ona bağımlılıktan kurtulması gerekiyor. İşte bu noktada, bir bakıma maddenin yapışkanlığından kurtulma çabası ile, önceleri bilmeyerek, daha sonraları bilerek fedakârlık uygulamaları yapmaya başlıyor, fedakârlık tâlimleri ve uygulamaları önceleri karşılıklı, sonraları karşılıksız hizmete dönüşüyor.

Ruhun fıtratında bulunan “ilâhi kıvılcım”ın (Hermes) alev alev yanar hâle gelmesi; yani “beden içinde ruhsal hayatın yaşanması” fedakârlık uygulamalarının varlığın temel karakteri haline gelmesiyle olacaktır. Burada, “beden içinde ruhsak hayatın yaşanması”, öz benliğin çok büyük ölçüde bedende tezâhürü olmanın yanı sıra, maddenin “efendisi” olmak anlamında makbul bir durumdur. Bu aşamadaki fedakârlıkların eşliğinde tevâzu erdemi olmazsa olmazlardandır. Tevâzu (alçak gönüllülük)  gerçek bilgeliğin anasıdır. Alçak gönüllüğü karakterinin belirgin özelliği hâline getirmiş olanlara Kur’an “Rahman’ın kulları” diyor (Furkan 63). Yani alçak gönüllülük (tevâzu) ALLAH’ın sevdiği insanların (takva ehli)   temel özelliklerinden olmaktadır. Bu gibiler elbette “hak ve barış için çalışanlar” dandır. (Şuara 83, Enbiya 68). Bu alçakgönüllü bilgiler “kendini sevmeyeni de seven” (Ali İmran 119+120) insanlardır çünkü sevmeyeni sevmek bir tür fedakârlıktır ve ego bedeli ile bir düzeyde eğitmedikçe buna izin vermez. Egoya rağmen sevmeyeni de sevmek fedakârlıktır. Hz. İsa “Düşmanını da sev!” demişti. Burada fedâ edilen egodur; hepsi değilse bile bir parçasıdır. Ego sizi sevmeyeni sevmenizi istemez ama siz erdemli, ilkeli olmak ve maksatlı ıstırap uğruna sanki egonuzun sizin iradenize karşı çıkan o parçasını koparıp atıyorsunuz.

Benzer şekilde tüm; tutkular, özdeşleşmeler, hobiler, yapay ihtiyaçlar, gurur, kibir, kin, hırs ve olumsuz alışkanlıklar fedâ edilerek beşerî zaaflarımızdır. Bunlar simgesel olarak “kabuklar” ve ayaklarımızdaki “zincirler” olarak da ifâdeye konmuştur. Özdeşleştiğimiz her şey ve kişi gelişim yolumuzda birer ağırlıktır. Bunların hepsi gelişim yolunda kullanılıp bırakılacak araç gereçtir. Bunlar bir bakıma arınmanın da, sâdeleşmeninin de objeleridir. Bu anlamda iyi bir özne olmak istiyorsak, bu nesneleri gözden çıkarıp fedâ etmeliyiz. Bu çok zor bir uygulamadır ve gelişmenin zorluğu da buradadır. Gelişmenin ve değişmenin zorluğunu belirten en güzel özdeyişlerden biri Einstein’e aittir : “Kişinin değişmesi, atomun parçalanmasından daha zordur.” Ama tüm zorluğuna karşın olanaksız değildir değişmek ve gelişmek. Birkaç paragraf yukarıda değinip geçtiğimiz peygamberler ve büyük inisiyeler bunun olanaksız olmadığını ve onlar bunu nasıl başardıklarını bizlere anlatmış ve yaşayarak da göstermişlerdir.

Bu konuda Yeni Ruhçuluk’un ilklerinde de (20 ilke) Bedri Ruhselman’ın bu konuya değindiğini görüyoruz: “İnsanlar her zaman doğru yolu ve gerçeği bulma olanağına sâhiptir. Beşeriyeti ancak ve ancak davranış, düşünce ve niyetlerinin; fedakarlık, diğerkâmlık, sabır hoşgörü, sevgi, merhamet ve şefkat gibi erdemlerle dolu olması geliştirecek ve yükseltecektir. Görülüyor ki, kendimize fedakârlık ya da öteki erdemlerin herhangi birinden doğru yaklaşsak da, iş gene dönüp dolaşıp, kişinin kendisinin eğitilmesine, bunun içinde kişinin kendi kendini tanıma kararlılığına ve cehtine girmesine gelmektedir ve her şey buna araçtır, vesiledir. Burada “kendinden” kastımız, kişinin uyumsuz ve huysuz, doğaya, ilahi irade yasalarına ve kendi gerçek doğasına uymasını engelleyen nefsidir. Kişiyi aşağı çeken, yükselmesini engelleyen, işine gelmeyen gerçekleri ört-bas eden, gerçek bağımsızlığına kavuşmasını engelleyen, dünya kuyusunun derinliklerinde rahatı arayan uyumsuz ve huysuz nefsidir. Eğitilmemiş bir nefs; içimizde bir puttan, her fırsatta bizi doğru yoldan saptırmaya çalışan bir şeytandır. Nefsini belli ölçüde eğitememiş biri, bu puta (içindeki şeytana)tapmıyorsa bile, onun güdümünde ve egemenliği altında demektir.” (Not: A.Nesefi’nin İNSAN-I KÂMİL adlı eserinde (s.46) bu konuyla ilgili güzel örnekler vardır.)

Bedenli olmaktan dolayı varlığın içine girdiği “daralma ve kararma” aslında kaçınılmaz bir durumdur. Ama ruh varlığı her enkarnasyonda bunun üstesinden gelmek için, yaşamlar boyu oluşan deneyim ve görgü birikimiyle bedenli haldeyken de sanki bedensizmiş gibi yaşamının uygulamasını yapabilir. Bu makbul durum, “beden içinde ruh olarak yaşamak” tır. Özbenliğin bedensel bende %100’e yakın bir şekilde tezâhürü demek olan bu durumu Hz. İsa, “Babam ve ben biriz.” şeklinde sözcüklere dökebilmiştir. (Bkz. THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları) Varlık böyle bir uygulama içinde mensubu bulunduğu planın “kalifiye bir işçisi”; başka bir deyişle; ALLAH’ın daha şuurlu, O’na daha çok benzeyen bir kulu (“has kulu”) durumundadır.

Konumuz olan fedakârlık bu gibi varlıklar için artık bir karakter niteliğindedir. Kendilerini, öteki varlıkların gelişimleri için fedâ edercesine enkarne olurlar, her türlü ezâyı cefayı göze alarak. Bunlar bizler için ideal ve taklid edilmeye değer varlıklardır. Beşeriyet olarak gelişim yolunda pek çok kazanımlarımızı bu yüce varlıklara borçluyuz.

Bu varlıkların düzeyine yükselmek için yapılacak ve her an akıldan çıkarılmayacak olan, insanın;
v  esâsen ruh varlığı olduğu,
v  ruh varlığının bir tezâhürü olduğu,
v  ruh varlığının bedenli uygulamaları kapsamında dünyada bulunduğu,
v  yaşayarak İlahi İrade Yasalarına hizmet etmekte olduğu,
v  gelişim yolunda, giderek farklılaşmaya ve değişim içinde olduğu,
v  tüm yapıp ettiklerinin, mensubu olduğu plana ve dolayısıyla İlahi Murad’ın gerçekleşmesine hizmetten ibaret etkinlikler olduğudur. Bunlar, kuşkusuz kolay kolay başarılacak şeyler değil; hele İblis Planı’nın ve onun amellerinin son derece aktif olduğu şu devre sonunda kolay olması bir yana, açıkça ıstırabı gerektiren, bedensel / zihinsel konforumuzu bozan uygulamalardır bunlar.

Bu neden böyledir? Çünkü, fedakârlık ve ferâgat da dâhil olmak üzere; olgunlaşmak, yaşamda “pişmek”, âriflik, değişim / farklılaşma, anlayışın, şuur gelişmesi, esneklik ve uyum ve genel olarak erdemler (insâni değerler) hep “ıstırap” adını verdiğimiz türden deneyim ve hâletlerin yaşanmasından sonra geliyor. Hattâ bazı ıstıraplarımızı da fedakârlık yapamamak oluşturur. Bu konuda başarılı olan büyük inisiyelerin yaşamlarını incelediğimiz zaman (Bkz. BÜYÜK İNİSİYELER, Ruh ve Madde Yayınları), bu büyük insanların gerçekten çevrelerindeki öteki insanlar yüzünden büyük ıstıraplara dayanma gücü sergiledikleri görülür. Hattâ vefâkâr ve cefakâr bu insanlık uluları, dıştan gelen ıstıraplar kesildiği zaman; ya da gelecek olanlara karşı dayanma güçlerini artırmak için, kendilerini maksatlı ıstıraba sokmuşlardır(*) Daha doğrusu maksatlı ıstırabı bizim anladığımı anlamda; kaçınılacak, korunulacak, zararlı bir uyaran olarak değil de; gelişim yönünde yararlanılması gereken bir fırsat ve liyakat sınavı olarak kabul etmişlerdir.

İçtenlikli olarak, kendi kendisini kandırmadan, fedakârlık eylemi sergileyen bir kişi aslında verimli bir uygulama içindedir. Zâten dünya uygulama yeridir ve olabildiğince ve her şeye rağmen vicdâni yönde uygulama yaparak vicdan birim dualitesinin vazifeye yönelik üst kısmına değerler biriktirmek gerekir. Bu makbul durum Kur’an’da “Benliğini arındıranlar, barış ve hayra yönelik iş yaparlar” şeklinde ifadeye konulmuştur. (Ala 14, Enbiya 94) ve bu gibiler aynı zamanda “güzel düşünüp güzel davrananlardır”  (Enam 84).

Az yukarıda değinip geçtiğimiz “uygulama” aynı zamanda yaşamı etkin olarak değerlendirmektir. “Nasıl etkin?” diyecek olursak; duygularını arzularını kontrol altında tutarak, uyumsuz yanımız olan nefsi arındırmaya, sahte benliklerden arınmaya çalışarak yaşamaktadır. Yaşamı etkin olarak değerlendirmek, her karşılaştığımız olayı liyâkat sınavı olarak kabul edip doğru bildiğini yapmakta ısrarcı olmaktır. Yaşamı etkin olarak yaşamak; dünyanın cezp edici ve kendine bağlayıcı etkilerine karşı belli bir duyarlılık ve sakınma içinde, “kapasite artırma gayreti” içinde bulunmaktır. Burada “kapasite arttırmak” tan kastımız, gözlerin, kulakların keskinleşmesini, yâni fehim ve ferâsetin artması ve sürekliliğidir. Yaşamı etkin olarak değerlendirmek, aynı zamanda planın tesirlerine geribildirimde bulunmaktır. Bu tavır aynı zamanda “Yukarı” doğru esnemek de demek olan vicdan şerâitine(koşullarına) uymaktır. Bunun tersi tutum olan, nefsin şeraitine  uymak, içsel gelişim açısından zararda olmaktır. Bu duyarlılık da, devre sonunun rahmân ve rahîm olan şuurda uyandırıcı (kıyam ettirici) tesirine uyum kolaylığı sağlaması bakımından önemlidir. Bu makbul durum aynı zamanda “Yukarı”  doğru esnemektir ki; fedakârlık, ferâgat ve terkten sonra kazanılacak önemli bir meziyettir. Bu güzel durum, “Ne yapıyor olursanız olun, bir eliniz sürekli gökte olsun…” şeklinde sözcüklere dökülmüştür.

Hızla değişmekte olan dünyada, giderek “yoğunlaşmakta” olan zamana, aynı hızda yaklaşmakta olan yeni çağa/bilgi çağına (buna “Altın Çağ” da deniyor) uyum sağlamak zorundayız, savrulmamak için. Bunda başarılı olmanın yolu güçlü olmaktır. Bu güçlülük ise maddesel birikime gelen geçici güçlülük değil, temelinde idraklenme cehti bulunan şuurlanma donanımlı gerçek ve kalıcı güçlülüktür. İşte bunun uygulamalarından birisi de bu yazımızın konusu olan nefsâniyetten ferâgat ve (temelinde yardımlaşma ve dayanışma bilinci bulunan başkaları için) fedakârlık ve hizmettir.

Işıkları dünyanın aşkın (müteal) ufkunda belirmiş olan yeni döneme uyum için ve dolayısıyla daha az ıstırapla “uyanmak” (“dirilmek” / kıyam etmek ) için; bünyemizde “kabuk” durumunda olan her şeyin en aza indirilmesi şarttır. Bunun da gereği, sâdeleşmek, “kabuksuzlaşmak” , fedakârlık, ferâgat ve terktir. Çünkü, “merkez”e yönelebilmek başka türlü olmuyor. Buna aynı zamanda; “planlaşmak” (planda bütünleşmek), kolektiflik şuuru da demek olası… Sevgi, şefkati fedakârlık sergileme çabası içinde ve yaşamın zorluklarına bilinçli bir dayanma gücü (sabır) sergileyerek, “kabukların” pul pul dökülmesi ve yeni kabuklaşmaların önlenmesi kendini tanıma kararlılığının akıllı kişilere özgü tavrıdır. Bunu sürekli kılmak, yaşam planı uygulamasında başarılı olmanın gereğidir. Bunda kararlılık şarttır.

Sebat anlamına da gelen bu kararlılık olmaksızın dünyevî ve uhrevî (göksel, ruhsal, içsel, mânevi) hiçbir iş güzel olmaz, biliyoruz: Beşerî tarih boyunca kadîm zamanlardan günümüze dek dinlerde ve seçkin inisiyasyonlarda üzerinde en çok durulan konu bu olmuştur. Örneğin, bunun Sufizm’deki adı “sülûk” tur. Sülûk, kendi içindeki sonsuzluğu keşfede keşfede vahdete doğru gidiştir. Bedensel ben bakımından yaşamlar boyu olup durmakta olan bu olduğu gibi, varlıksal ve evrensel açıdan da durum farklı değildir: Hidrojen atomundan başlayarak, ruh varlığının “idrak vahdeti” (187) denen Ünite’ye doğru “ilerlemesi” de varlığın kendi içindeki sonsuzluğunu ve yüceliğini keşfede keşfede vahdete doğru gidişidir. (**)  Bu gidiş daha mistik bir yaklaşımla “ALLAH’ın halifesi” olma liyakatine doğru gidiştir. Varlığın, ALLAH’ın halifesi olma liyakatini kanıtlaması cehti, şimdiki gelişmişlik düzeyimize  göre, kıyam etme (şuurda uyanma) cehtidir ki; bu, tarih boyunca tasavvufun en büyük uğraşısı olmuştur. Tasavvuf gibi tüm geçkin inisiyasyonlar fedakârlık eyleminin sistemli bir şekilde öğretildiği ve uygulandığı okullar olmuştur.

Şimdi bizlerin, devresonu enkarnasyonları ve “kıyâmet işçileri” olarak bu uygulamayı olduğu gibi yaşam tarzı yapmamız gerekiyor; gelişmek, şuurlanmak ve insanlaşmak bizler için önemli ise…Bunun için yaşam, olduğu gibi bir inisiyasyon alanıdır aslında. Ayrıca, tüm yerkürenin mâbet (ibâdet yeri) olduğunu Kur’a’dan biliyoruz. Gelişmek için inisiyasyon okulu / kurumu aramaya da gerek yok; yaşamın değerini bilelim ve bu enkarnasyon olanağını idraklenme ve şuurlanma yönünde kullanalım. İçinde bulunduğumuz gelişim ortamında yaşamlar boyu yaptığımız; maddenin esâretinden kurtulup idraklenip şuurlanarak, Hakk’a ulaşmak / planımızla bütünleşmektir. Bunun adı Tasavvuf’taki “fen’a” dır ve esâsı da “terk”e , yâni “fedakârlık” a  dayanır.

Burada “terk” derken neyi kastettiğimizi daha önce de belirtmiştik ama bir kez daha yinelemekte yarar var çünkü “terk” deyince bazı çevrelerce, “terk” kavramı yanlış yorumlanır: “Terk”; evi barkı, çoluk çocuğu bırakıp; inzivaya çekilip, günleri meditasyonla, sürekli, namazla, zikirler geçirmek değil. Bu, bir zamanların uygulamasıydı. O zamanlarda bile bu uygulamayı doğru yapanlar zaman zaman halkın içine karışıp, çarşıda, pazarda bir şeylerle uğraşırlardı. İçinde bulunduğumuz devre sonunda iş daha da zorlaşmıştır, artık tüm dünya inisiyasyon alanı durumundadır ve bu ortamda; maddenin her türlü cazibesine, toplumsal koşullandırmaların, kişinin içinden çok dışa yönlendirici ve uyutucu etkisine karşın, arınmak, “temiz” kalmak, idraklenmeyi sürdürmek ve şuurlanmak durumundayız. Bunun için “terk” kapsamında eşkoşmalarımızı / tutkularımızı, duygusallıklarımızı, arzularımızı ustaca yönetip en aza indirgemek durumundayız.

Hattâ “modern” zamanların enkarneleri olarak, terk etmemiz gerekenler arasında; bu ana kadar kullandığımız gelişim araç-gerecimiz ve donanımlarımız da bulunmaktadır. Uzaya fırlatılan roketin, ilerleyebilmesi için, işi / işlevi biten bölmelerini belirli yüksekliklerde atılması gibi, biz de gelişim yolunda istikrarlı bir ilerleyiş sergileyebilmek için, kullanım süresi dolmuş gelişim araçlarımızı terk etmeliyiz. Bunlar bizleri bir üst realiteye hazırlayıcı bilgiler ve çeşitli dünyasal olanaklardı, onları zamanında bırakmazsak, zaman içinde “yürümemizi”  ağırlaştıran, hattâ yürüyemez hâle getiren köstek olurlar. Kullanım süreleri içinde oluşan alışkanlıktan ve bu alışkanlığın verdiği rahatlıktan dolayı bu “araç – gereci ve donanımı” bırakmak istemeyiz ama bunu istemeyen, onların rahatlığına ve kolaylığına alışmış olan nefsimizdir. Bu nedenle nefsin muhalefetine karşın son kullanım tarihi geçmiş olan araç – gerecimizi biraz zorlansak da “terk” etmemizde yarar vardır ki işte bu da fedakârlıktır, gelişim adına, şuurlanma ve insanlaşma adına bir şeyleri fedâ etmektir. Bu anlamda fedâ edilmesi gerekenler arasında; bir zamanlar kullanıp yararlandığımız, bilimsel ve kutsal bilgilerle inançlarımız da vardır. Bunları özümsedikten sonra; gelişim adına, şuurlanma adına fedâ etmek, “hafiflemek” ve sâdeleşmek / arınmak durumundayız.  

Tüm bunlardan dolayı şunu diyebilir miyiz: Terk edemediklerimiz; realiteden realiteye geçişimizi, zaman zaman sıçramalar yapmamızı “Yukarıya” doğru esneklik kazanmamızı engelleyen “tortulardan” , “ağırlıklardan” başka nedir ki? Söz konusu “tortular ve ağırlıklar” da; yapay ihtiyaçlar, yapay gereklikler, çıkarcılığa dayalı bencilce arzular, doymaz bir açgözlülükle toplayıp biriktirdiklerimiz ve hep kendimiz için sakladıklarımız, bu şekilde “kabuklar” oluşturup, bu “kabuklar” içinde sabitleştirip kıpırdamayacak hâle gelmemize neden olan kir, pasa, tortu ve dirençlerdir.

İşte bunlar “feda edemediklerimiz” i oluşturan durum ve ağırlıklar ile gelişim engellerimizdir. Şuurlanmamızı, “kıyam etmemizi”, yeni döneme daha üst bir realiteyle uyumlanmamızı zorlaştıran “dirençler” de bunlardır. Bu “dirençler” evrensel sevgi enerjisinin bünyemize nüfuz etmesine engel olmasının yanı sıra, tezâhür uzantıları olduğumuz planlarımızdan gelen rahmân ve rahîm olan tesire gereken tepkiyi (geribildirim) vermemizi de engeller.

Fedakârlık kapsamında birlikte gözden geçirdiğimiz tüm bu konular; duygusallık, sadeleşmek, “kabuklar” vb. vb. içinde bulunduğumuz devre sonunun şu son günlerinde daha da özel bir önemi haizdir. Çünkü hızla değişmekte olan dünya, hızla değişmekte olan zaman, hızla yaklaşmakta olan yeni döneme uyum sağlamak zorundayız, devre sonu artıklarından olmamak için… Fedakârlık ve öteki erdemlerin en doğal şekilde yaşanacağı zamanlar (binlerce yıllık devreye göre çok uzak değil. Bu nedenler, “yeni dönemin arifesindeyiz” diyoruz. Dünya beşeriyetinin tüm ilgi planlarıyla birlikte top yekûn / hep birlikte yapacağı “sıçrama hareketi” ile, yani top yekûn kıyam sürecinin tamamlanmasıyla bu yeni döneme geçilecektir. Bu “sıçrama hareketi” nden kasıt, her realite mensubunun bir üst realiteye sıçramasıdır. Bu nedenle yeni dönemde sıçrayacak olanlar, halen dünya beşerî realitelerinin en üst basamağında olanlardır ve bunların sayısı da çok az olsa gerek.

Sonuç
Fedakârlık, tamâmiyle doğru bildiğini uygulamaya dayalı bir erdemdir. Bunun, kişinin kendini tanımasıyla, nefsini eğitmiş olmasıyla ya da uyumsuz yanıyla yakından ilgisi vardır. Fedakârlık, bireysellik gelişim sürecinin tamamlanması sonucunda elde edilecek, yâni bireysellikten kurtulmasıyla ortaya çıkan bir erdemdir. Bu bakımdan seçkin inisiyasyonlar ve dinler tarih boyunca buna önem vermişlerdir. Büyük inisiyelerin, din ulularının ve ulusal kahramanların yaşamları bizler için ibretlik ve taklit edilmeye değer örneklerle doludur. Toplumsal yaşamda yardımlaşma ve dayanışma bilinci içinde bulunmada ve dolayısıyla örnek bir toplumda fedakârlığın önemi büyüktür. Fedâ edilen ve edilecek olan şeyin aslında özellikle ve öncelikle kendi; alışkanlıklarımız, hırslarımız, kinlerimiz, eş koşmalarımız, tutkulara dönüşmüş hobilerimiz, yapay ihtiyaçlarımız, gururumuz, duygusallıklarımız vb. gibi “uyumsuz yanımız” la ilgili özelliklerimiz olduğunu bilmekte yarar var.     



-------------------------------------
(***) Bu konudaki ayetler: Bakara 221, Fecr Suresi, Al-i İmran 68, sâf 14, Muhammed 7+11 
(**) Bu konularla ilgili olarak bkz. İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT sayfalar 191,187,120,121,123,146.

(*) Yazımızın akışı içinde görülecek bu rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabından yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.

18 Haziran 2016 Cumartesi

SÂDELEŞMEK VE GELİŞİM

KISA KISA
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
SÂDELEŞMEK VE GELİŞİM
Günlük hareketlerimizden olan yürüyüş sırasında bile, yükümüz ne kadar az olursa, o kadar rahat ve hızlı yürürüz, gereksiz enerji harcamadan hedefimize zamanında hattâ kısa zamanda varırız, artan enerjimizi de asıl hedefteki amacımıza harcarız. Benzer şekilde, gelişim yolumuzda ilerlerken de, önceki realitemizle ilgili araç gereci kullandıktan sonra, onlarla özdeşleşip zamanında terk edememişsek, ilerlememiz zor olacaktır. Çünkü her şey (bu arada bilgilerimiz de dâhil her şey) gelişim yolunda ilerlemek için kullanılıp bırakılacak, hattâ temiz kullanılıp, başkalarına devredilecek/paylaşılacak birer araçtır. Hiçbir şeyi sâhiplenmenin anlamı yok; her şeyin gerçek sâhibinin TANRI olduğunu unutmamakta yarar var. Bizler her şeyin emânetçileriyiz.  Açık gerçek bu olunca, gelişim yolculuğumuz sırasında, işi biten araç gereci bırakmıyor, bizlere emânet edilenleri sâhiplenmeye ve onlar üzerinde hak iddiasına kalkışıyorsak, bu bırakamadıklarımız/terk edemediklerimiz giderek ayak bağı(“zincir”) olmaya başlar ve hareket edemez hâle geliriz. Enkarne varlık için bu talihsizliğe, inisiyatik ve ezoterik anlamda olmak üzere, “kabuklar içinde sâbitleşip kalmak” deniyor(*).
Yeri geldiğinde, işi bittiğinde, öncekileri (eskimişleri, kullanımdan düşmüşleri vb.vb.) bırakamıyorsak, yenileşmemiz giderek zorlaşır, giderek bağnazlaşırız ve gelişime, değişime dolayısıyla şuurlanmaya ayak uyduramayız. Bu nedenle, gelişimde sâdeleşmek, sâde olarak yaşamak başarının ve insanlaşmanın önemli koşullarından biridir. Sâdeleşmek, (bizler için çok önemli olan bilgiler de dâhil) elimizdeki her şeyin yenilenmesidir. Öncekilerin, özleri alınıp zamanında bırakılmış olmaları gerekir. Elimizdeki kabımıza/dağarcığımıza yeni bir şeyler alabilmek için kabımızda yer olmalıdır. “Eski tuluma yeni şarap konmaz.”(Hz.İsa) özdeyişinde anlamını bulan bir tutum ve duyarlılıkla sürekli olarak dağarcığımızda “yeni”yi hemen alabilmeye hazır yerler/boşluklar bulundurmalıyız. “Yeni”ye ve “yenilikler”e sürekli hazır durumda bulunmak, gerçek anlamda aydınlanmış/aydın kişilere özgü bir duyarlılık ve farkındalıktır.
Sâdeleşmek bağlamında elimizdeki her şeyin “yenilenmesi”nden kastımız, elimizdeki her şeyin özüne yönelme, aslını/esâsını anlama cehtidir, bilginin özüne nüfûz etme gayretidir ve bilginin üzerindeki “örtü”yü kaldırma özlemidir. Eski olandan, işi bitmiş olandan ne kadar arınabilmişsek, söz konusu olan yenileşmeyi o kadar kolay yaparız ve gelişim yolunda gereksiz duraklamalar, oyalanmalar(alan tarama) yapmayız.
Gelişim yolunda ilerlerken belli bir zaman-mekân kesitinde gereksinimimizden fazlasını elde bulunduruyor ve onu terk edemiyorsak, dahası; beşerî koşullandırmaların etkisiyle yapay gereksinimler üretmeye de kalkmışsak, bu tutum biriktiriciliğe girer ki, bu açgözlülükten başka bir şey değildir. Gereksinimden fazlasını elde tutmak, ilerlemeyi / yenileşmeyi yavaşlattığı gibi, bir süre sonra da gelişim yolcusunu kıpırdayamaz duruma getirir. İşte bu olumsuzluk, “kabuklar içinde sâbitleşip kalmak”tır ki, varlıksal bir tâlihsizlik, kozmik bir aldanmışlıktır. Evren varlıkları olan bizler için “gelişmeme özgürlüğü ve lüksü” diye bir şey olmadığına göre, evrensel “gelişim kervanı” bizi çakılıp kaldığımız yerden “bağırta bağırta” söküp atacaktır ki, bu da sıkıntılı/ıstıraplı eprövlere hedef hâline gelmektir.
Gelişim aracımız olan bedenin doğası madde olduğu için, atâlete, birikmeye, biriktiriciliğe ve statükoya yatkındır. Bu nedenle gelişim araçlarımızdan fazlalıkları sarfederek sâdeleşme duyarlılığımızı/farkındalığımızı canlı tutmakta yarar var. Çünkü kişiyi biriktirdikleri batırır… Biriktire biriktire “kabuklar içinde sâbitleşip kalmak” yerine, sâdeleşerek “hafiflemek”, süptilleşip saflaşmak erdemli insanlara özgü ve elbette taklid edilmeye değer bir uygulamadır. O zaman, bilginin de sevginin de ince/süptil titreşimlerine daha kolay uyumlanma şansımızı yaratmış oluruz. Bilgi ve sevgi enerjileri, güzel bir saç örgüsü gibi birlikte hareket ederler. Sâdeleşmek bireyin sâdece süptilitesini artırmakla kalmaz, onun gelişimini de hızlandırır. Varlık sâdeleşirken hızlanır, hızlandıkça da sâdeleşir. Bu makbul gidiş aynı zamanda kalbin “arındırılması”dır: “Kalp-Arş ilişkisi”nin güçlenmesinin yolu budur. Unutmayalım, vicdan kalbin sonsuzluk yoludur. Bu yol dikenli çalılardan, moloz ve toprak yığınlarında temizlenmemişse, o yol işlek yol değildir. Sözün burasında, İsa Peygamber’in “İşlek yol olunuz.” öğüdünü anımsamamak olası mı…
Sâdeleşmenin bir yararı da, düalite ve illüzyonel aldanmalarımızla ilgilidir: İçinde bulunduğumuz düalite/illüzyon ortamının olumsuz etkilerini en aza indirmek için; yapay îcaplardan, yapay gereksinimlerden kurtulmakta(kısacası “sadeleşmekte”) yarar vardır. Burada anımsamakta yarar olduğunu sandığım bir nokta daha vardır ki, o da; bu hayat için yaşam planımıza alıp geldiğimiz bu yaşamla ilgili vazifemizin îcaplar içinde gizli olduğudur. Dolayısıyla icaplardan ne kadar arınabilirsek, özellikle de kendi kendimize, toplumsal koşullandırmaları güdümünde yapay icaplar yaratmazsak, vazifemiz yönünde o kadar kolay ilerleme olanağını yakalayabiliriz.
Yapay îcaplar(gerekilikler)/ihtiyaçlar(gereksinimler) ve daha çok kazanmak amacıyla bireylerin bunlara özendirilme kampanyaları bireyin “uykusunu” derinleştirici etmenlerdir. Bunlar, sâdeleşmeye (dolayısıyla bilgi + sevgi sirkülasyonuna) karşı düzenlenmiş rant amaçlı ekonomik kandırmacalardır, aldanmamak gerek. Bunlar, kapitalist küresellşmenin; sahte benlikleri daha da çoğaltıcı, bu yolla kişiyi kendinden uzaklaştırcı ve ekonomi çarkının bir dişlisi hâline getirici kampanyalarıdır. Bu bağlamda sâdeleşmenin başka bir hedefi de zihinlerin içindeki “çökeltiler ve  tortular”dır. Bu kir, pas, tortu, yukarıdakilere ek olarak; anlamına nüfûz edilmemiş bilgiler ve inançlar ile, özümsenmemiş/idrak edilmemiş yük bilgilerdir. Maddesel ortamın ve beşerî yaşamın tüm bu bâdire ve engellemelerine karşın gelişmek durumundayız çünkü bunun için enkarne olduk. İşimiz zor ama zoru başarmak elimizde… Hepimize kolaylıklar dilerim.
……………………………………………….

(*) “kabuklar” konusunda geçtiğimiz haftalarda bir “kısa kısa” yayınlamıştık; kaçırmış/rastlamamış olanlara kopya gönderebilirim.

27 Mayıs 2016 Cuma

TOPLUM HÂLİNDE YAŞAMAK VE SEVGİ

 TOPLUM  HÂLİNDE YAŞAMAK VE SEVGİ 
(Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER)

İlâhî İrâde Yasaları(TANRI Yasaları, Sünnetullah) kapsamında Dünya Rabb Planı’nın bizlere sunduğu “nimet” niteliğindeki gelişim olanaklarından biri de toplum hâlinde yaşamaktır. Canlıların topluluklar hâlinde yaşamasının bir hikmeti de “organizasyon sistemleri”ndeki(111,139,186)(*) gelişim düzeyine hazırlıktır. Toplu halde yaşamak varlıklar için bir gelişim olanağıdır. Toplu halde irili ufaklı ortak alanlar içinde yaşarken, beşerî ilişkiler / etkileşimler kapsamında halden hâle girer, “…bir durumdan başka bir duruma uğratılırız.”(Kur’an, İşikak 19) Bu bağlamda, realitemizin ve yaşam planımızın gereği olarak türlü türlü uygulamalar yapmaktayız. Bu etkinlikler, yaşam planlarımızın gereği olan gelişim gereksinimlerimizi karşılama kapsamında aldığımız yaşam sınavları ve sınanmalarıdır(eprövler).
İşte bu beşerî uygulamalarımızın en önemlilerinden biri de sevgi kapsamında yapıp ettiklerimiz ve başımıza gelenlerdir. Özbenliğimizdeki(asıl kendimizdeki) kudretlerin (vicdan, idrak, bilgi ve realite gibi) bedensel bende yansıması olan sevginin, Vazife Planı’na hazırlayıcı bir hikmeti olduğunu da İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’la gelen aydınlatmalardan biliyoruz. Bu nedenle, “sevgi bir yüksek gelişim mekanizması”dır(60). Bu bağlamda bilerek / bilmeyerek (çeşitli beşerî nadenlerle/vesilelerle/bahânelerle) yaptıklarımızı ve durumumuzu kısaca gözden geçirdiğimizde dış görünüş olarak (“zâhiren”); bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerimizde, sağlıklı/sağlıksız bir yaşam içinde çeşitli okulları bitirip, türlü türlü mesleklere girip çıkıyoruz, aile yaşamı, iş/işsizlik yaşamı vb.vb. Ama bu görünenin ötesinde gerçekten ne yapıyoruz? Evet, ilk aklımıza gelen yanıt, genel anlamda içsel gelişim düzeyimizi yükseltme kapsamında “insanlaşmak”. Bu bağlamda neler yapıyoruz? Biraz daha yakından bakacak olursak şunları söyleyemez miyiz: 1- Bilerek / bilmeyerek egomuzu inceltmeye/edeplendirmeye çalışıyoruz çünkü kaba ego; idraklenmenin, şuurlanmanın, içsel gelişimin, dolayısıyla “insanlaşmanın” önündeki en büyük engel. 2- Bu kapsamda gururdan, kibirden, kendini beğenmişlikten, kendini bir şey sanmaktan kurtulmaya çalışıyoruz. 3- Derîn hâletler içinde; vicdan kanalımızdaki “kiri, pası, tortuyu”(kısaca, “kabuklarımızı”) gidermeye, bir bakıma “yakmaya” çalışıyoruz(**). 4- İçsel dengeye ve sükûnete ulaşmaya, duygusal karmaşadan kurtulmaya çalışıyoruz. 5- Bu gidiş içinde egomuzun değişik cepheleri olan sahte benliklerimizi azaltmaya çalışıyoruz. Yani, yüce M.Celaleddin’in söylemi ile, “Göründüğümüz gibi olmaya, olduğumuz gibi” görünür hâle gelmeye çalışıyoruz. 6- Görünenin  arkasındaki görünmeyen ama aslında dünyada bulunuş (hattâ evrensel / varlıksal) amacımız kapsamında kendi üzerimizde başarılı olabildiğimiz oranda çevremizdekilere (en azından ilgilenenlere/talepkâr olanlara) yardımcı olmaya çalışıyoruz. 7- Ancak toplu halde yaşayarak yapabileceğimiz/yapmakta olduğumuz bu uygulamalar sâyesinde, olgunluk sözcüğünde anlamını bulan; erdemli bilge kişilere özgü sâfiyet, sâdelik ve saflaşma ortaya çıkıyor. Bunda başarılı olabildiğimiz oranda, görüyoruz ki; bireyler arasında sevgi enerjisi de sirküle etmeye başlıyor.
Her vesileyle söylediğimiz gibi, toplu halde yaşamak, bir amaç değil, araçtır. Dolayısıyla nasıl yaşadığımızdır önemli olan ve insanca yaşamak zordur. Yarı “idrakli”(50,58) beşerî varlıklar olarak, insanca yaşamanın tâlimlerini yapıyor ve insanlaşmaya çalışıyoruz. “Sevgi Planı”na(12,24,57) geçmenin, oradan Vazife Planı’na(57,101,102,133,182) yükselmenin gereği bu.
……………………………………..
(*) Yazının akışı içinde zaman zaman görülecek rakamlar; İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabından yapılan alıntıların sayfa numaralarıdır.

(**) “Kabuk” sembolizmiyle neyi kastettiğimizi ayrı bir not olarak okurların incelemesine sunacağm.

28 Mart 2016 Pazartesi

K A N S E R “Kanserleşme denen müşevveş durum” (252) (*) Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER

K A N S E R
“Kanserleşme denen müşevveş durum” (252) (*)
Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER

Her gelişim ortamının, varlıklara sunabileceği gelişim olanakları, o ortamın kendi maddesel yapısıyla sınırlıdır. Zâten gelişim ortamına da, o ortamın sunabileceği olanaklara gereksinimi olan varlıklar belirli devrelerde enkarne olur. Örneğin, dünya gezegeni ruh varlıkları için bir gelişim okuludur. Bu “okul” doğal ve kültürel özellikleri farklı sınıflardan (coğrafi bölgelerden, uluslardan, dinlerden, inanç gruplarından vb.vb.) oluşmuştur. Belli bir devre boyunca dünya gelişim okulunda gelişecek varlık kadrosunu oluşturan varlıklar kendi gelişim gereksinimlerine göre bu “sınıflara” dağılmış durumdadır. Varlıklar enkarne olurken, kendi yaşam planlarına göre bu farklı nitelikte ve düzeydeki sınıfları seçmekle de yetinmez, enkarne olacağı zamandaki uzaysal objelerin bile dünya gezegenine göre gökyüzündeki konumlarını da (astrolojik, astroloji) göz önüne almak durumundadır.

Belli bir gelişim ortamına enkarne olan varlıklar, zaman içinde o ortamdaki gelişimlerinin en üst düzeyine ulaştıkları zaman, bir üst gelişim ortamına (“sınıfa”) yükselme liyakatine de kavuşmuşlar demektir. Fıtratlarında bulunan (yaratılıştan gelen) gelişim dürtüsü (bir üst “sınıfa” atlayana değin) onları sıra dışı / alışılmamış davranışlara, hallere ve uygulamalara sokar. Bu müşevveş durumun (teşevvüş hâlinin) bireysel düzeydeki güncel örneklerden birisinin, maddeci tıp tarafından “hiper aktif” olarak nitelendirilen çocuklar oluşturur. Bu çocuklar (enkarne varlıklar), eğer fizyolojik ve psikolojik bir rahatsızlıkları yoksa, tipik “kristaller” ya da “indigolar”dır. Örneğin, indigo çocuklarının tipik özelliklerinden bir kaçı şunlardır: Mutlak otorite karşısında uyum zorluğu yaşamak, yaratıcılık gerektirmeyen ve ritüel yönelimli sistemler karşısında düş kırıklığı ve sıkıntı yaşarlar, herkesin alışık olduğu bir sisteme uyum sağlamakta zorlanırlar. Bu uyumsuzlukları nedeniyle verdikleri tepkilerden  dolayı “sistem yıkıcı” gibi görünürler, gereksinimlerini bildirmekten çekinmezler, suçluluk duygusu verilerek disipline edilemezler.

İndigolar 90’lı yılların başlarından başlayarak enkarne olmaya başlamışlardı. 2000 yılına doğru da kristallerin enkarnasyonu başlamıştı, günümüze gelinceye kadar da bu tip enkarnasyonlar artarak sürmektedir. Maddeci tıpta “ruh” ve “ruhsal varlık” vb. kavramlar olmadığı için; kristal çocukların doğuştan gelen ruhsal yetenekleri de, tıpkı indigolarda olduğu gibi, yanlış değerlendiriliş ve bu varlıklara psikolojik rehabilitasyon uygulanarak sıradan çocukların düzeyine indirgenmeye çalışılmış, kimisine de ilaç tedavisi uygulanmış, bir kısmı da otistiklerle karıştırılmıştır. Konumuz indigolar ve kristaller olmadığı için burada kesip, ana konumuza dönüyoruz; ancak son olarak, bu varlıkların doğuştan psişik olduklarını belirtmeden geçemeyeceğiz. Evet, gerçek kristaller, bebeklik döneminde; rehber ruhları net bir şekilde görülebilirler, insanların zihinlerini okuyabilirler ve çevresindeki kimselerin enerji olanaklarını (auralarını) algılayarak, onlara güvenip güvenmeme konusunda kararlarını verebilirler (1).

Bireysel teşevvüşün (“müşevveş” durumun) kristallerdeki ve indigolardaki boyutuyla ilgili bu örnekleri okuyan dikkatli ve eleştirel bir zihine sâhip okuyucunun aklına şu soru gelebilir: “Madem ki varlık, enkarne olacağı ortamın zaman -  mekân koşullarını kendi seçiyor, kendi gelişim düzeyine uygun olmayan ortamı ve çevreyi neden seçsin?” Genel ruhçuluk kültürümüzden biliyoruz ki, varlık varlığın gelişim aracıdır ve “uyanmış” olanlar “uyanmakta zorluk çekenler” in uyanmalarına yardım etmekten sorumludur. İşte bu kapsamda bir indigo / kristal, genel toplumun gelişimine katkı sağlamak amacıyla, kendini feda edercesine yaşam planına böyle bir vazifeyi almış olarak doğabilir. Ruh varlığı deneyimci (tecrübeci, mücerrip) bir varlıktır, en akla gelmedik şeyleri bile deneyimlemek ve hizmet amacıyla yaşam planı hazırlayıp enkarne olabilir. Bu fedakârlık onun için, deneyim ve görgü birikimi sağlaması bakımından kaçırılmaması gereken ve gelişim açısından bol kazançlı bir fırsattır. Yukarıdaki son birkaç paragrafta gelişim yolundaki teşevvüşün bireysel düzeydeki görünümünü irdeledik. Teşevvüşün, elbette ki toplumsal düzeydeki görünümü de vardır. Demek ki, belli bir gelişim ortamında gelişimini tamamlamış bir varlık şu ya da bu nedenle aynı ortama enkarne olduğu zaman; o ortamda hâlâ gelişimlerini sürdüren varlıkların yaşam şekillerine uymakta zorlanıyor ve onun bu durumu tolere edilmez ise, bazı uyumsuzluklar ve davranış bozukluğu” denebilecek dışavurumlar sergileyebiliyorlar.

Toplumsal Düzeyde Teşevvüş
Bir beşeri toplum bireyden oluştuğuna göre, elbette ki toplumlar da gelişim yollarında teşevvüşlere girip çıkarlar ve sosyoloji biliminde buna “anomi” denmiştir. Anomi, beşeri yaşamda büyük değişimler öncesi görülen toplumsal; belirsizliğin düzensizliğin ve karışıklığın genel adıdır. Felsefe de Emile Durkheim tarafından da gözlenmiş ve incelenmiş olan anominin temelinde, bireyin peşinden koştuğu amaçlar ve bunların gerçekleşme olasılığında baş gösteren belirsizlik ve huzursuzluk toplumda yaygınlaştığı zaman, anomi denen toplumsal karmaşa(müşevveş durum) ortaya çıkıyor. Bireyin peşinden koştuğu amaçların temelinde (o bilse de bilmese de, maddeci bir kafayla bunu yadsısa da, onun fıtratında) kişisel gelişim vardır. Yazımızın akışı içinde de yer yer belirttiğimiz gibi bireyin enkarnasyon ortamının (toplumun) zaman – mekân koşullarıyla gelişim olanakları kişisel gelişim düzeyinin gerisinde kaldığı zaman ve bu durumu toplumun bireylerinde yaygınlaştığında,  anominin alt yapısı oluşmuş demektir. Bu durumda olan bireylerin toplamı kritik bir düzeye geldiğinde; toplumda kişilerin davranışlarına yön veren ve toplumsal yaşamını düzenleyen kuralların değişmemesinin arefesine gelinmiş demektir. Elbette ki statükonun değişmesini istemeyen ve yenileşmeye / değişime karşı olan kesim ile çatışma kaçınılmaz olur ve toplumsal düzeyde anomi deneyimlenerek yeni bir düzene geçilir. Dünyamızda her büyük inkılap öncesi (temel kaynak eserimizdeki söylemiyle) “…yozlaşma, soysuzlaşma ve sanki boğazlanırcasına (mezbuhâne) bir çırpınış (252)” görülmüştür. Bu, bir bakıma, bu yazımızın konusu olan “kanserleşme”dir.

Yukarıda değinip geçtiğimiz kişisel gelişim ve değişimle gelen bireysel düzeydeki teşevvüşü, sosyoloji profesörü Ünver GÜNAY “kimlik sorunu” olarak nitelemiş ve bu “sorunun” bireysel düzeyden toplumsal teşevvüşe (anomiye) evrilmesini şöyle ifâdeye koymuştur: “Kimlik olgusu aynı zamanda dinamik bir süreç olduğu içindir ki, pek çok durumlardan çok çeşitli toplumlar için; kimlik arayışı (özdeğişim), kimlik bunalımı, kimlik kayması vb. gibi olgu ve süreçlerden geçer ve özellikle hızlı değişim öncesinde ortaya çıkan kültürel kırılmalar, ‘çatlaklar’,’boşluklar’ ya da en azından belirsizlikler ve anomi halinde bir tür kimlik sorunlarını toplumlarda yaşamsal sorunlar olarak ortaya çıkar.” (2) Beşeriyet tarihimizde büyük değişimlerden önce yaşanmış anomi örneklerini hepimiz biliriz; ülkemizde Cumhuriyet öncesi, Batı’da Rönesans öncesi ve sanâyi devrimi öncesi vb.vb. anomi durumların örneklerini tarihin kadîm toplumlarına kadar gerilere götürmek olasıdır.

İşte son birkaç paragraf içinde ele aldığımız “anomi” olayı da, bu yazımızın esas teması olan kanserleşmenin toplumsal düzeydeki görünümü olmaktadır. Kolayca anlaşılacağı gibi; hem hücre düzeyinde, hem beden düzeyinde, hem de toplumsal düzeyde kanserleşmenin temelindeki etmen gelişim ve değişimdir. Gelişip değişen varlığın, gelişimi için çevredeki gelişim olanakları yetersizleşmeye başladığı zaman, “kanserleşme” dediğimiz müşevveş durum ortaya çıkıyor.

MU HARİTASI
 
MU HARİTASI.jpgGezegenimizde kanserleşmenin yaşandığı örneklerinden belki de en büyüğü kadîm MU’dur (251). MU halkı o zamanki zaman – mekân koşullarının ve bu koşullarda sınırlı gelişim olanaklarının zirvesine ulaşmışlardı. (yaklaşık 60.000 yıl önce). MU Kıtası sularla gömülmeden önce, o zamanki koşullarda gelişimin “zirvesine” ulaşan insanların bu durumu, kendilerinde öyle bir gurur ve her şeye kaadir olabildikleri iddiasını (ve yanılgısını elbette…) öyle aşırı bir durum ortaya çıkarmıştır ki, bu durum onları; maddenin ve maddesel değerlerin içine daha çok gömerek, dünyanın doğal koşullarını ve gelişim olanaklarını sıra dışı yollardan bozmaya yönelik bir takım uygulamalara yöneltmişti. Sonunda, MU günümüzden altmış bin yıl önce sulara gömüldü.

İçinde bulunduğu gelişim ortamının olabilecek en üst düzeyinde (“zirveye”) gelmiş olan varlıkların, maddeyi didiklercesine yeni gelişim olanakları arayış durumunun dışa vurumuydu bu müşevveş hâl. Bunun başka bir görünümü de; lükse, zenginliğe, konfora, maddeperestliğe, hodkâmlığa ve her türden hırsa kapılmak şeklinde uygulamalardır. Kadîm MU’da da böyle oldu: Bugünkü dünyada da bunlar yok değil. Kadîm MU’nun son zamanlarında; bilim adına da, hidrojen atomunun kaba bileşimlerinin içine gömüldüler ve tüm mutluluklarını bu bileşimlerden beklediler ki, bu da son haddine gelmiş maddesel gelişimlerin varlıklara sunduğu bir tür çırpınışlar içinde yozlaşma ve hatta soysuzlaşma uygulamalarıydı. İşte onbinlerce yıl öncesi MU dünyasının batacağı âna rastlayan zamanlardaki toplumsal kanserleşmeydi  bu (anomi) (3).

O  zamanki enkarnasyonlar, gelişmek (ve bunun için yeni gelişim olanakları aramak) kapsamında, o zamanki dünyanın doğal koşullarını sıra dışı yollardan kurcalamaya / zorlamaya ve zaman zaman da onları bozmaya çalışsalardı, nefslerini kontrol altında tutmayı sürdürüp, gurur ve benlik duygusu eşliğinde gelen “her şeye kaadir olma zehabına kapılmasalardı, belki de bu doğal teşevvüş dönemini kazasız belâsız ve daha insanca atlatacaklardı…” Elbette ki bu durum, yüzde yüz tüm MU halkı için geçerli olamaz. Çünkü olların arasında elbette ki söz konusu; bireysel düzeydeki teşevvüş, toplumsal düzeydeki anomi durumlarını bilge ve erdemli insanlara özgü bir beceriklilikle atlatmış olanlar vardı. İşte bunların bir kısmı “naakaller” olarak (MU Kıtası sulara gömülmeden önce) dünyanın başka yerlerine göç ederek, kadîm MU bilgilerini o diyarlara taşımışlardı.

MU Uygarlığı’nın o günlerdeki müşevveş ve anomi durumunu şimdi bizler, bugünkü ahlâk anlayışımıza göre bir talihsizlik olarak anımsıyorsak da, varlığın gelişimi ve bu gelişim için gerekli gelişim olanakları açısından baktığımızda şu bakımdan onlara hak vermek belki de olasıdır: Bildiğimiz kadarıyla ruh için tekâmül, madde için gelişim olguları devreseldir. Belli bir zaman – mekân kesitinden ve belli bir gelişim ortamında, belli bir devre boyunca enkarne olan varlıklar kadrosu zaman içinde oranın maddesini de bir dereceye kadar geliştirir (ihya eder) titreşimini bir dereceye kadar yükseltebilirler.

Maddenin bu anlamda gelişimi bir düzeye dek yükseldikten sonra, ruh varlığının gelişim gereksinimlerini karşılayamaz olur. Ama ruh varlığı (fıtratında bulunan “üç bilgisi” sinden biri olan) “tekâmül et” buyruğunun bir şeyler yapmaya zorlayıcı itilimiyle ilerlemek zorundadır. Çünkü ruh varlığı evrenin ve yaratılışın “aktif elemanı” dır (4). Başka bir deyişle varlıklar bir an gelir ki, daha ileri gidebilmek için; gereksinim duydukları maddesel olanakları, enkarnasyon ortamındaki maddelerden sağlayamaz olurlar (251). Yani enkarne oldukları ortamlarda maddenin olanakları ve koşulları onların ileri hamleler yapmalarına olanak sağlayamayacak kadar kısırlaşır. Oysa varlıkların gelişim hamleleri asla durmaz (aslında durmaması da gerekir) ve hiçbir sınır tanımadan, sürekli ileri doğru atılmak isterler. Hattâ buna zorunludurlar, bağlı oldukları ruhlara hizmet kapsamında…

Gelişebilmek için, maddenin sağladığı gelişim olanaklarını muntazam ve sürekli olarak bulan varlıklar, maddede söz konusu elverişsizlikler ortaya çıkınca daha doğrusu, maddesel olanaklar kendilerine yetersiz gelmeye başlayınca, elindeki maddeden ve ona bağlı maddesel olanaklardan, “belki bundan biraz daha yararlanabilirim, bu maddenin şimdiye dek gizlide kalmış bir özelliği olabilir mi…” umuduyla maddenin doğasına uygun olmayan girişimlerde / analizlerde bulunma yoluna girer. Bunun günümüzde bilinen şekilleri / örnekleri; klonlama, gen mühendisliği, DNA’nın özelliklerini değiştirme girişimleri, çevre koşullarını ve doğanın dengesini olumsuz yönde etkileyen ve iklim değişimlerine, bazı gıdaların özgün yapılarının bozulmasına(buna yozlaşmaya bağlı olarak değişik ve yeni yeni rahatsızlıkların ortaya çıkmasına) bile neden olan uygulamalar vb. vb. şeklinde basına yansımaktadır.Elbette ki, bunların bir kısmı insan sağlığı ve refahı açısından olumlu ve memnuniyet verici sonuçlar getirmiştir ama olumsuz sonuçların sayısı da az değildir. Bunlardan en günceli ve günlük yaşantımızda olmazsa olmaz olarak bilinen buğday ve unluların tamamıdır:  Maddenin temel ve doğal özelliklerinin bozulmasına neden olan ve elbette ki maddenin fıtratına aykırı olan bu uygulamaların genel görünümünün bir parçasını oluşturmaktadır.

Toplumda, hatta beşeriyetin büyük bir kısmında gözlediğimiz bu makro oluşumun mikro düzeydeki örneği bir mikro kosmoz olan bedende de ortaya çıkar. Değişik yapılarda ve işlevlerde organlardan oluşan bedenimizin, kendisi bir organizma olduğu gibi, milyarlarca minik organizmanın da enkarnasyon ve gelişim ortamıdır. Örneğin, tüm vücudumuzu oluşturan, (yani vücudun kendi) hücre sayısından birkaç kat fazla hücre ( yararlı / zararlı olmak üzere, probiyotik ) bağırsaklarımızın iç yüzeyinde konuşlanmış durumdadır (bağırsak florası). Bu yazımızın ilk yarısını oluşturan genel dünya toplumu örneğinde, dünya ana “gaia”nın bedenini, farklı unsurların binbir türü ile bitkiler ve hayvanlar âlemi oluşturduğu gibi, beden organizmamızı da farklı organlar oluşturur. Bitkiler ve hayvanlar âleminde (canlı küre biyosferden) örnekler eklenebilir.

Benzer şekilde, bir güneş sistemi farklı niteliklerdeki uzaysal objelerden oluşmuştur, bir galaksi bu güneşlerden (yıldızlardan, güneş sistemlerinden, nebülözlerden, kara deliklerden vb.) oluşmuştur, bir âlem bu fosillerden ve nebölözlerden, bir evren de bu âlemlerden oluşmuştur. Görünen o ki, birbirine benzer yapılar mikro ve makro düzeyde sürüp gidiyor. “Yukarıdaki aşağıdakine benzer, aşağıdaki de yukarıdakine benzemeye çalışır…”  ezoterik söylemi söz konusu yapılanmayı îmâ etmiyor mu?
EVRENİN BÜYÜKLÜĞÜ.jpg
Metin Kutusu: EVRENİN BÜYÜKLÜĞÜMikro ve makro düzeydeki yapılanmanın benzer olduğunu bu şekilde örneklendirdikten sonra, yeniden beden organizmamıza dönerek konumuzu işlemeyi sürdürelim. Beden organizması içinde bulunan hücre varlıklarının kendi paylarına düşen maddesel gelişim ortamları, onların daha ileri gidebilmelerine yol vermez duruma getirmişti. Örneğin, bedeni dıştan saran derinin bir hücresinin o bedende kendisine verilmiş belirli bir işlev alanı vardır. Bu hücrenin bu alanın üstüne/dışına çıkmasına bedenin somatik durumu uygun değildir (251). Böyle bir çıkış organizmanın genel uyumuna ters düşer. O hücreyi kendisine bir gelişim vasatı yapmış olan basit varlık, ilk zamanlarda işlevini kusursuz yaparken, muhtaç olduğu gelişim gereksinimlerini sağlayabiliyordu. Fakat bir an geldi ki, o bu gelişim devresini bitirdi. Daha üst gelişim otamlarına ve olanaklarına hazırlanma ihtiyacı duymaya başlandı. O hücrenin içinde bulunduğu her zamanki biyolojik koşullar ve olanaklar bu ileri etkinlik gereksinimlerini karşılayacak durumda değildirler. Bundan dolayı o hücre varlığı bedene (kendi bedenine) “sığamaz” oldu. İşte bu durumun sonucu olarak, önceleri örneğin; normal bir deri hücresi her zamanki yollarla usulü ile kullanan o basit varlık şimdi, bedeni düzeni ve uyumu dışına doğru yönlenmiş olarak sanki “çırpınmaya” başladı.Bu “çırpınış”, o hücrenin deri toplumu içinde o topluma uymayan bir takım durumlara neden oldu ki, bu da doğal olarak onun gelişiminde “kanserleşme” denilen teşevvüş durumunu oluşturdu (252). Şurası da kesindir ki, deri hücresinin bu kanserleşmiş ve deri toplumu içindeki uyum ve düzen dışı etkinliklere yönelmiş durumu; artık bir gelişim aşamasını bitirip, daha üst bir aşamaya geçmek için “çırpınan”, fakat içinde bulunduğu koşullarda buna olanak bulamayan bir varlığın “boğazlanırcasına” (mezbuhâne) yaptığı hamlelerden başka bir şey değildir (252).
           
Kanser konusu günümüz maddeci tıbbının yaklaşımına ruhçu pencereden baktığımızda aslında durum çok farklı değil; yani bu konuda , maddeci yaklaşım ile ruhçu yaklaşımı yer yer bağdaştırmak olası: Daha iyi gelişim olanakları arama telaşı / teşevvüşü içinde, bu durumda olan hücreye bu konuda yardımcı olacak gibi görünen maddeler (%80-90 oranında) vücut dışı kaynaklıdır. Çünkü zâten vücudun kendi maddeleri ve olanakları bu hücreye gelişim için yetersiz kalmıştı. Değişim açlığı ve hırsı içinde bulunan bu hücre varlığının, işine yarar zannıyla sarıldığı maddeler günümüz tıbbının “kanserojen” olarak adlandırdığı ve hepsi de dış kaynaklı (vücudun dışından gelen) maddelerdir. Bunlar, başta şeker olmak üzere şöyle sıralanmaktadır (5): Hidrokarbonatlar, aflatoksin (küf mantarı tarafından sentezlenir) nikel, krom, sigara(nikotin), yiyeceklerdeki katkı maddeleri, ilaçların çoğu, parfümeride kullanılan bazı kimyasallar.

Hücrede enkarne varlık, fıtratından kaynaklanan gelişme itilimini kontrol altına alamayıp, sanki her şeyden medet uman bir akıl hastası gibi, ya da bağımlısı olduğu uyuşturucusu kalmamış bir bağımlının kıvranması gibi, sıra dışı tavır ve tutumlar içine girer. İşte vücudunda bu durumun eşiğine gelmiş hücreler olan bir kimse az önce sıraladığımız “kanserojen maddelere”de mâruz kaldığında, ya da bir şekilde kansere neden olan virüsler (onkojenik) kendisine bulaştığında, hücrenin teşevvüş durumları artık yozlaşma (“kanserleşme”) ve öteki sağlıklı hücrelere ve tüm vücuda zarar verme aşamasına giriyor. Bu yozlaşma kapsamında hücrenin kendisinde ve çevresinde olan ve vücudun genel âhengiyle bağdaşmayan değişiklikleri günümüz tıbbı şöyle sıralıyor:
·        DNA’nın hasarı sonucu, hücre(ler)in kontrolsüz şekilde ya da normal olmayan bir şekilde büyümesi ve çoğalması,
·        Böyle bir değişime uğramış hücreleri topluluğuyla tümörler oluşur. Bu tümör(ur) oluşumu bu hücre varlıkları için vücutta yeni bir deneyim ve gelişim ortamıdır.
·        Vücudun bağışıklık sisteminin zayıflaması da, gelişim düzeyleri uygun olan hücre varlıklarının “kanserleşme”  deneyimine girmeleri için güzel bir vesile ve fırsat oluşturmaktadır. Bu durum, bu tür deneyime girmeleri ve görgü birikimlerine katkı yapmaları bakımından güzel bir fırsattır ama vücudun genel sağlık açısından tehlikeli bir durumdur. Bu nedenle günümüz tıbbı bağışıklık sisteminin güçlü olmasını önerir ve gerekli önlemler konusunda duyarlı olmamızı söyler. Bununla birlikte, vücudun asıl sâhibi olan özbenliğin (varlığın) böyle bir rahatsızlık ile deneyimleyeceği bazı haller ve hâletler söz konusu ise, pek çok bahane ve vesilelerden biri nedeniyle vücutta kanserleşme oluşur ve yine çeşitli beşeri bahânelerle bu durum çok geç fark edilir ve iş işten geçmiş olur. Vücudun sâhibi varlık da bu oluşumu gelişim açısından gereği gibi değerlendirebilirse, amacına ulaşmış olur.(“Hastalklar / rahatsızlıklar, varlıkların tesirleri kontrol etme tâlimleridir.” Ergün ARIKDAL) Dahası, o vücutta kanserleşme deneyimi ile bir “yükselme” gereksinimi içinde olan hücre varlıkları da amaçlarına ulaşmış olurlar. Hattâ bununla da sınırlı kalmaz; hastanın yakın çevresi, onun iyileştirmeye çalışan doktor, hemşire, hasta bakıcı ve hatta bu konuda araştırma yapan akademisyenler de bu durumla bağlantılı olarak pek çok ve kaotik etkileşim / iletişim içine girerek görgü ve deneyim birikimlerine katkıda bulunurlar. Örneğin, bu akademisyenlerden biri olan Prof. Dr. Ying Xu, uzun gözlem ve denemeler sonunda kanserleşen hücrelerin oksijenle olan bağlantısını keşfetmiştir.   

Prof.Xu, bilimsel adı “Hipksiya” olan hücrelerdeki olması gerektiğinden düşük oksijen düzeyinin bazı kanser türlerinde önemli bir etken olduğunu kanıtlamıştı. Dünyada görülen yüksek kanser oranlarının sâdece genetik mutasyonlarla açıklanamayacağını belirten Porf. Xu, biyolojik ve biyoenformatik bilimin araştırmacılarına kansere yeni bir ışık altında bakma olanağı sunduğunu da kaydetti.

Günümüz maddeci tıbbının önerdiği verileri de göz önünde bulundurarak, yukarıdan beri irdelemeye çalıştığımız kanserleşme durumu; aynı gelişim düzeyine ulaşmış başka hücreler için de düşünülebilir ve böyle hücrelerin hep birlikte, örneğin deri toplumu (dokusu) içindeki uyum ve düzen dışı etkinlikleri dokunun tamamının kanserleşmesine neden olabilir. Burada mağdur olmuş gibi görünen beden organizmasına gelince, o da aslında hiçbir şey yitirmiş değildir; başka varlıkların (hücrelerin) gelişmelerine zemin hazırlamak konusunda yüklenmiş olduğu otomatik bir yardım vazifesini gerçekleştirmiştir(252). Beden organizması bu vazifesini yapmakla, o da kader mekanizması kapsamında,  daha üst bir kader tezahürü olan mekânsal liyakatleri kazanacak ve bir üst düzeye geçebilmenin geniş olanaklarından böylece yararlanmış bulunacaktır ki, bu da onun ileri bir merhaleye atlaması yani gelişmiş olması demektir.

Görülüyor ki, 21 Y.Y. beşeri toplumu bakımından en kötü rahatsızlıklardan biri olarak kabul edilen kanser, aslında evrensel gelişim olgusunun beden organizmasının gelişim vasatındaki bir tezâhürüdür ve aynı şeyin toplumsal düzeydeki görünümü de sosyolojinin ve hukuk felsefesinin alanlarına giren(“anomi” vb.) yozlaşma türleridir. Tıp alanındaki tüm gelişmelere karşın son zamanlarda giderek artan çeşitli kanser vakalarının ortaya çıkıyor olması da; varlıkların gelişim gereksinimlerini karşılamadığının işaretidir. En küçüğünden (hücre, beden) en büyüğüne (birey, toplum) kadar her varlık birbirine dayanarak, birbirinden bir şeyler alıp vererek sürekli ileriye doğru hamleler yapmakta ve “yükselmektedir”. Bu “yükselişe” yönelik hareket ve tekinliklerin hiçbirinde, hiçbir varlık için ceza, ödül, zulüm, vefasızlık, açmazsızlık, felâket vb. söz konusu değildir. Her şey kader mekanizmasının (6) ölçüsü ile kazanılmış liyakatlerin ve bu yolda sergilenmiş cehitlerin sonucudur.       

---------------------------------------------
(*) Yazımızın akışı içerisinde , bazı satırların sonunda görülecek rakamlar; temel kaynak eserimiz İLAHİ NİZAM ve KAİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) KRİSTAL ÇOCUKLAR, Doveen Virtue İNDİGO ve KRİSTAL ÇOCUKLAR, Mustafa Akkaş
(2) DİN SOSYOLOJİSİ, Sayfa 420, Prof. Dr. Ünver GÜNAY, İnsan Yayınları, 2010
(3) MU Medeniyeti ve bağlantılı konular hakkında ayrıntılı bilgi için, temel kaynak eserimiz İLAHİ NİZAM ve KAİNAT’tan başka şu eserlere başvurulabilir: KÖKEN, Sinan Meydan (İnkılap Yayınları) ve ( Ruh ve Madde Yayınları’nın) KAYIP KITA MU, BATIK KITA MU ÇOCUKLARI
(4) “Üç Bilgi” konusunda bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ (1988 Baskı), sayfalar 41,57,87.
(5) Gülfiliz Ekinci, genetik Bilim Sitesi, Internet ortamı
(6) Kader Mekanizması, Yüksek kader ilkesinin evrendeki tezahürüdür (233).


                     


15 Şubat 2016 Pazartesi

KALBİN SONSUZLUK YOLU

KALBİN SONSUZLUK YOLU
“Vicdan birim düalitesinin alt ve üst zıtları arasındaki denge
 ya da  dengesizlik, kalbin durumunu belirliyor.”(*)
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
G i r i ş
Kaçınılmaz değişimin ortaya çıkarmakta olduğu yeni koşulları açıklayan İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT eserle gelen bilgilerden öğrendiğimiz kadarıyla, özbenliğin bedensel bene bağlanma noktası beyindir. Daha teknik bir söylemle, bir “süptil enerji topluluğu”(55)(*) olan varlığın sekizde yedilik kısmıyla dünya bedenine bağlandığı yer, beynin “şuur merkezi” denen belli bir lokalidir(139). Varlığın beşerî beyine bağlı olan kısmına “şuur”, kalan kısmına da “şuur ötesi” deniyor. Yani kısacası, enkarne varlıklar olarak bizler, özbenliğimiz (asıl kendimiz) aracılığıyla sonsuz uzaklıklardaki ışıklı ortamlara bağlandığımız yer beynimizin  “şuur merkezi” oluyor.

Bunun yanı sıra, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdanımız var. Vicdanın, bir “yüksek gelişim mekanizması”(6) olduğunu, hattâ vicdanın; olumlu / olumsuz zıtlarıyla, tam bir birim düalite olarak, enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine yaklaştıran kudretli bir mekanizma(315)(*) olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla kalbin sonsuzluk yolu olan vicdana da egemen olan idrak oluyor(117). Çünkü varlığın o “sonsuzluk yolu”nda ilerlemesi idraklenmesiyle olası… Başka türlü bir söylem ile diyebiliriz ki, varlığın gelişim süreci içinde; idrak, giderek vicdana egemen olur(117). İdraklenme(ve dolayısıyla da şuurlanma) arttıkça, “vicdan mekanizması vicdan düalitesi”ne evriliyor. Varlıktaki (özbenlikteki) kudretlerden birinin yansıması (maddeselgörünümü) olan vicdan için az yukarıda kullandığımız “kalbin sonsuzluk yolu” söylemi biraz daha anlam kazanmış oluyor.
Buradan  hareketle, kadîm bilgelikteki ve dinsel öğretilerdeki; “selîm kalp”, “TANRI’nı nazarı mü’min kulunun kalbinedir”, vb. söylemleri daha bir anlam kazanmaktadır. Örneğin, tasavvuftaki; “kalbin bakış gücü”, “kalp-arş ilişkisi”, “yaratıcı kudretten kaynaklanan ve sonsuzluğu yakalayan idrak”in basîret oluşu ve basîretin de “kalbin arındırılması” ile ve “kalp temizliği” ile gelen “derinlemesine bakış gücü” söylemleri, enkarne varlığın, özbenliğiyle(dolayısıyla planı ve daha Yukarılarıyla) bağlantısının güçlülüğünü düşündürüyor. Kaldı ki, Sadıklar Planı bilgilerimizden de, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan için, “RİM-birey bağlantısının en uç noktası” dendiğini biliyoruz.
Tüm bu metapsişik ve kadîm bilgilerimize ek olarak, son yıllarda maddeci bilimin kuantum dalında da kalp kavramına yönelik düşündürücü yaklaşımların bulunduğunu memnûniyetle görüyoruz:  Bilime göre her şey gibi organlarımız da ve bu arada kalbimiz atomlardan oluşuyor. Atomun içinde bulunduğu alanı değiştirdiğimizde, atomu da değiştirebiliriz. Vücut organları içinde kalp en güçlü manyetik alana sahiptir. Kalbin manyetik alanı beyininkinden de güçlüdür. Kalbin bu güçlü manyetik alanı ile kendimizi ve başkalarını etkilemek olasıdır. Nasıl ki, Çin’de 1000 yıldır bunun uygulamaları yapılmakta ve konvensiyonel tıp dışındaki yollarla iyileştirmeler sağlanmaktadır. Çinli bilim insanlarının kanser tümörlerini birkaç dakika içinde yok ettikleri bugün bilinmektedir (1). Bu “yok etme”  kanserin yok edilişidir, hücrelerin değil. Buna klasik anlamda bu ruhsal şifa da denebilir. Ruhsal şifada da olan, bir mekanik proses değildir. Bu bizim kalp gücümüzün (manyetik alanın) dışarılaşmasıyla ilgili bir fenomendir. Çin’de bir kısım tıp doktorunun kanserli tümörü iyileştirmesi de bundan başka bir şey değildir. Bu bilim insanları tümörü (“kötü” damgası vurarak yargılamadan) onun, pek çok kuantum olasılıklarından biri olduğunu ve başka olasılıklarda bulunduğunu bilerek başarmaktadırlar. Böyle bir yaklaşımla yeni bir olasılığı davet etmiş oluyorsunuz. Yani mevcut olanı yargılamadan mevcudun yerine bir başka olasılığın ortaya çıkmasına zemin hazırlıyorsunuz.
Yukarıda değinip geçtiğimiz kalp–arş bağlantısının ya da RİM ile ilişkisinin gücü, içsel gelişimle gelen “kalp temizliği” ne bağlıdır. “Kalp temizliği” nin tasavvuftaki karşılığı “kalb-i selîm” dir. Beşeri olumsuzluklardan / zaaflardan ve dünyasal negatifliklerden arınmış kalbe Kur’an’da da “selîm kalp” deniyor (Bkz. Şuara 89, Saffat 84). İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerinde de bu makbul durum, “vicdan birim düalitesinin olumlu zıttının pozitif değerlerle yüklü olması” (117+153) şeklinde ifadeye konduğunu görüyoruz. Dünya dediğimiz bu enkarnasyonun ve gelişim ortamındaki tüm gelişim olanaklarını enkarne varlıkların selîm bir kalbe sâhip olmaları için bir araçtır ki, TANRI’da böyle arınmış bir kalp ile aslımıza dönmemizi bekliyor bizden (Şuara 89).
Eğer bizler için önemliyse, “TANRI’ya giden tek yol” da bu olsa gerek. Bu yoldan (sırat-ı mustakîm) sapıldığında (yâni vicdanın mekanizmasının alt unsurları daha çok beslendiğinde”- 153), Kur’an’ın “teferruk”  dediği “parçalanma” (En’am 153) ortaya çıkıyor. Durum böyle olunca, belki de; dünya gelişim okulunu (hidrojen âlemini) bitirecek düzeye gelmek ile, “selîm kalbe sâhip olmak” aynı İlâhi Murad, insanoğlundan son kertede bunu beklediğine göre, dünya gelişim okulu için öngörülmüş olan dinsel öğretinin de hedefi bu olmaktadır: Selîm kalbe sâhip olmak.  Selîm kalbin bulunmadığı benlikte din, sâdece bir kuru iddia, kuru bir inanç  ve aldanış olsa gerekir. Selîm olmayan kalbin durumunu da ele alacağız ama, günümüz maddeci biliminin, sonunda; kuantum fizik alanındaki gelişmeler sayesinde telaffuz edebileceği vücut organlarının ve özellikle de kalbin alanının güçlü olması Kur’an’daki selim kalbe karşılık olabileceğini önermek istiyoruz.
Günümüz bilimi, her şeyin bir alanı (çevreye etki gücü, tesirliliği) olduğu gerçeğinden hareketle, doğanın da bir etkileme gücü (aşanı) olduğunu düşünüyor ve bana “doğanın zihni” ve “matriks” adlarını uygun görüyor (1). “Doğanın zihni” adlı, ünlü astronot (2) Edgar MITCHEL’in önerisidir. Aynı kavrama, biraz abartılı / radikal olsa da Stephen HAWKING(4) “Tanrı’nın zihni” demiş. Hatta Max PLANCK’da(3) (1940’lı yıllarda) bu alan kavramı için matriks” sözcüğünü yeğlemiş. Görülüyor ki, tezâhür ortamı, irili ufaklı iç içe alanlar örüntüsünden oluşmuş. Bu alanlar sürekli etkilenir durumda. Her tezâhürat birimi (alan) hem etkileyen (müessir) hem de etkilenen durumda. Bundan hareketle bilim diyor ki, “doğanın zihnini”  etkileme olanağımız var ve bu etkileme aracımızda kalbimiz olmaktadır. Kalbimizin alanı ne kadar güçlü ise, yani kalbimiz ne kadar “selîm” nitelikli ise bu tesirliliğin gücü de o kar fazla / yüksek. Elbette bu “selîm” niteliği de, kalpten kalbe değişik durumdadır: Az “selîm”, daha az “selîm” çok “selîm” , daha çok “selîm”  gibi. Durum böyle olunca, önerimiz odur ki, birkaç paragraf yukarıda paylaştığımız Çinliler’le ilgili örnekteki(1) kanserli tümörün iyileştirilmesi çok selîm kalbin ( ya da kalpler topluluğunun) tesirlilik gücü (alansal etkisiyle) olasıdır. Kalbin bu doğasını daha iyi tanımak bakımından “az selîm” hattâ “çok az selîm” kalbin durumlarını, niteliklerini ve bunun beşerî edimlere yansımasını ele almakta da yarar görüyoruz.
Selîm Olmayan Kalbin Durumu
Yukarıdaki paragrafta belirttiğim niteliklere (alansal güce) henüz ulaşmamış (“hidâyete ermemiş”) kalp sahiplerinin Kur’an’ı anlayamayacağını belirtiyor TANRI (Kaf 37). Kalp arınmışsa, olumlu nitelikleri kazanmışsa, “yok” sayılıyor sayıyor Kur’an’da. Bu durumdaki kalp, alansal tesirlilik gücü çok zayıf yürek organından başka bir şey olmamaktadır. Demek ki, bu anlamda “kalpsizlik” yürek demek oluyor. Kalp “selîm” niteliğini kazanmamışsa, sadece kan pompalayan bir organdır (yürek). Bu anlamda “kalpsizlik”i Hac 46’da görüyoruz. Ayrıca, bu durumdaki kalpsizliğin “körlük” anlamı da vardır. Çünkü ayetleri görmeyi engelleyen körlük, kafa gözlerinin körlüğü değil,  “kalp körlüğü” dür. (Hac 46). Başka bir âyette de meâlen , Çevreniz ayetlerle doludur, gören gözler için…” deniyor. (Bkz. Fussilet 53, Neml 52, Secde 26, Naziat 26, Bakara 171). Bu anlamda gözleri görür hâle getirmek de, kalbe ölümsüz hakikati ve ölümsüzlüğü yakalayan fark edişi, evişi ve seziş kudretini kazandırmakla olasıdır. Kalbin bu kudreti kazanması için, önce (Kur’an terminolojisi ile) “marazî” (hasta) niteliğinden arındırılması gerekir. Yürek durumundaki kalbi “kalp-arş” ilişkisinden söz etmek zordur. Kur’an’da “kalbin marazı”ndan söz edelim âyetlerde (Nûr 50, Ahzab 12+32, Muhammed 20+29, Münafikûn 3, Bakara 10, Maide 52, Enfal 49, Tevbe 125, Hac 53) gördüğümüz “iç – dış farklı olmak illeti” (nifak) ile bağlantılı gösterilmiştir. İki yüzlülük (riyakârlık); “dilin kalbe ters düşmesi” , “dilin kalpte olmayanı söylemesi”, “dil–kalp farklılığı”  gibi değişik şekillerde ifadeye konmuştur (Hucurat 14, Ali İmran 167, Mâide 41, Tevbe 8, Fetih 11). Bunlar kalbin, hemen hemen en kötü marazlarını (rahatsızlıkları) olmaktadır.
Bu anlamda kalp hastalıklarının davranışlara ve yaşama / topluma yansıyan belirtileri; doymazlık (açgözlülük), hırs (Ahzâb 32), derbederlik (sefihlik) ve “şeytan fitnesine yataklık” tır (Tevbe 125, Hac 53). Daha önceki paragrafta değinip geçtiğimiz “kalp kararması”(kasvet) nedeni, söz konusu bu “kalp hastalığı” dır. Kur’an’da “kasvet” şeklinde de ifadeye konmuş olan kalbin bu makbul olmayan durumunun, insanın; sonsuzluğa, iyiye /güzele, kısaca “TANRI’ya giden yol” un önünde bir engel / belâ olduğu belirtilir. Örneğin, Zümer 22’de şöyle dendiğini görüyoruz: “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara!” Kalp kasveti rahatsızlığını körükleyen bir numaralı etmenin, sonu gelmez arzular, emeller, tutkular ve hırslar olduğunu da Hadid 16’da görüyoruz.
“Kalp katılığı” nın Kur’an’da yer alan ve beşeriyete örnek olarak sunulan toplumu Yahudiler’dir. Kadîm Yahudi toplumu TANRI’ya verdikleri sözü tutmadıkları için, kalp kasvetine uğramış ve lânetlenmişlerdir (Mâide 13). Aslında, bu söylem, tersinden alındığında daha doğrudur: O toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğu, kalp kasvetine uğramış ve dolayısıyla “kalp kararmasına” sâhip oldukları için; TANRI’ya verdikleri sözü tutamamışlar ve peygamberleri aracılığıyla da gelen tüm ilâhi uyarılara da kulak asmadıkları için lânetlenmişlerdir.
Hastalanan ve Paslanan Kalp
Bunlara ek olarak “kalp bozulmaları” kapsamında iki olumsuz durum daha vardır ki, bunlar Kur’an’da da “zeyğ” (Ali İmran 7, Tevbe 117, Saff 5) ve “lehv”dir (Enbiya 1+3). Bunlardan “zeyğ” denge noktasından sapma ve kaosa mâruz kalma demektir. “Lehv” ise, gaflet anlamına gelen bozukluktur. Yaşam içinde beşerî kusurlar dolayısıyla; başımıza gelenlerden ibret almayıp, uyarılara da aldırmayıp inatla kusur işlemeyi sergilemek ve tevbe edip TANRI’dan af dilemeye de yanaşmamak “kalp paslanması” (Mutaffifin 13+15) durumu ortaya çıkıyor ki, bu durum; sonsuza ve gerçeğe açılabilecek “pencerelerin” bitme noktasına yaklaşması demek olan büyük bir tâlihsizliktir birey için. Bu duruma gelen benlik, sanki Tanrı  ile arasına tam bir perde çekmiş oluyor.
Bu anlamda “hastalanan ve paslanan” kalp sonunda “körleşir” ve benlik için esas olan körlük de budur (Hacc 46). “Kalp körlüğü” insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren tüm fakülteleri dumura uğratır. Bu duruma gelen kalp, aklı da işlemez duruma getirir (Hacc 46). Bu durumdaki kalp, inceden inceye düşünüp; âyetlerini göremez, sırları keşfedemez duruma gelmiştir (A’raf 189). Bu durumdaki kalplerin sahiplerinin; gözleri görmez, kulakları işitmez ve kalpleri anlamaz durumdadır (A’raf 179). Bu durunda “kalp körlüğü”nü kalbin; “damgalanması”, “kilitlenmesi”, “perdelenmesi” ve “mühürlenmesi”  gibi olumsuzluklar izler. Üst âlemlere tüm kapıların kapanması ve dünya yaşamındaki sınavların kesin kaybı anlamına gelen bu son aşama, Kur’an’da “kalbin tab edilmesi” (A’raf 101, Tevbe87+93, Yunus 74, Rûm 56), “kalbin hatmedilmesi” (Bakara 7, Câsiye 23, En’am 46) ve “kalbe kilit vurulması” (Nisa 155, Muhammed 24). “kalbe perde çekilmesi” (En’am 24, Kehf 57) şekillerinde ifadeye konmuştur. Yukarıdakilerden,  “kalbin mühürlenmesi” deyiminde anlamını bulan olumsuzluğun nedenleri de; boş arzuları ilâh edinme (Câsiye 23), TANRI’nın nimetlerine nankörlük (A’raf 101), azgınlık ve zulüm (Yunus 74), bilgisizlik (Rûm 56, tevbe 87) olmaktadır. Kalpleri bu durumlarda olanlar, insanca; ne görebilirler, ne anlayabilirler, ne de yaşayabilirler (Bakara 7, Münafikün 3, Tevbe 87,93, En’am 46 ).
Bir Halden Başka Bir Hâle… 
Kalp sözcüğü Arapça’da “bir şeyi bir yönden ötekine çevirmek”  anlamına gelen bir sözcüktür. Türkçe’de de “kalbetmek” , “bir halden bir başka hâle çevirmek” demektir. “Kalp” ten türetilmiş olan “inkılap”  sözcüğü de, “bir halden bir başka hâle geçiş / geçirme” anlamına gelir. Kalp sözcüğünün; inkılap gibi değişmek / değiştirmek, çevirmek / çevrilmek gibi anlamlara gelen değişik türevleri (tekallüb, münkalib, münkaleb vb) 30’dan fazla Kur’an âyetinde geçer. Özbenliğin kudretlerinden birisi bu dünya bedenindeki yansıması olan kalp gelişim süreci içinde bir halden bir hâle geçerek nitelik değişimine uğrar. Bu değişim süreci içinde ortaya çıkan kalp türleri Bakara 74’te belirtilmiştir: “katı kalp” , “yukarıdan aşağıya düşen kalp”, “yarılıp içinden su fışkıran kalp”. Kalbin bu değişimiyle ortaya çıkan olgunlaşmanın yönü “gönül” e(mânevî kalbe) doğrudur. Bu evrilmenin İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerindeki karşılığı , vicdan birim düalitesinin olumlu zıttının pozitif değerlerle yüklenmesidir kanımızca. Gönül anlamında olmak üzere “fuad” sözcüğü de Kur’an’da 20’ye yakın yerde geçer. Gönül, halden hâle geçmeye yatkın bir yapıya sâhip olduğundan, onu hep aynı yüksek titreşimde (“selîm” niteliğinde) tutmak için ünlü sufiler halvetin/uzletin ihmal edilmemesini önermişlerdir.
Gerçek hadislere göre “gönül” anlamındaki kalp, aynı zamanda “TANRI’nın evi”  ve “TANRI’nın arşı” kabul edilmiştir. Dahası, Kur’an’a göre, TANRI buyurmuştur ki, “Beni, yerim ve göğüm içine alamamıştır ama mü’min bulunan kalbine sığmışımdır.” Hz. Muhammed de, TANRI’yı anarken,  “Kalpleri halden hâle sokan TANRI…” demiştir.  Bu söylemin Arapçası, “Muhallib el-kulûb” dur. Buradaki “kulûb”, Arapçada kalp  anlamına gelen sözcüktür ve Kur’an’da bu şekilde 130’a yakın yerde geçer. Hadisteki kalp sözcüğünde anlamını bulan değişimi Kur’an bir olumsuzluk olarak gösterir, kişiyi bundan kurtarmaya ve “kararlı bir benlik” kazanmaya özendirir. Kararlı bir nitelik kazanmış benliği, Kur’an; insanın gerçek benliği; ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan fark ediş, eriş ve seziş kudreti olarak tanımlamaktadır.
Kalbi Gönül Niteliğinde Tutmak
Saadet Devri (Asr-ı Saadet) denilen H. Muhammed’in sağlığındaki yılların gönül uluları, Peygamber’in vefatından sonra; kalplerinin kararlılığını, arılığını ve duruluğunu, bu arada da dinin sâfiyetini korumak için halveti kurtuluş çâresi olarak sürdürmüşlerdir. Mâlik b.Dînar’ın şu sözleri bu konuda tanıklık edecek özlü bir bilgi içerir: “Gönül uluları birbirlerine şu üç şeyi önerirlerdi: Dilini tut, çok istiğfar et, uzleti bırakma. Uzleti terk edip halkın içine dalanlar rezîl oldu.” Kalbi belli bir performansta (“gönül” niteliğinde) tutmak için bu insanlar zaman zaman halvete / uzlete çekilirler, bu arada toplumdan da uzak kalmazlar ama halkın arasında bulunurken de halvet hallerini sürdürürlerdi. Ünlü ilahiyatçı filozof Prof. Dr. Muhammed İKBAL bu durumu “Herkesle yürü ama yalnız ol.” şeklinde dizelerine dökülmüştür. (CAVİDNAME,230)
İki paragraf yukarıda, Kur’an’a göre; makbul kalbe sâhip insan (kararlı benlik) takva için sınanır (Hucurat 3). Takva sınavlarından büyük ölçüde başarıyla çıkanların rahmet ve ref’ete lâyık duruma gelmiştir (Hadid 27). Böyle bir kalp için; kasvet, körlük, gaflet gibi beşerî zaaflar söz konusu değildir. Körlük ve gaflet içinde olan kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu ise yumuşaklığa (lînet) çıkar. Kasvet, körlük ve gaflet nasıl kalp katılığı ve kalabalık getiriyorsa; TANRI’yı zikrederek (**) takva sınavlarında başarılı olmak da insana sükûnet, ferahlık, huzur ve doygunluk verir (Ra’d 28, Hadid 16, Hac 35, Müminûn 60, Enfâl 3). Rahmet ve ref’et (sıcaklık, merhamet) ile dolu selîm kalp sâhipleri öyle insanlardır ki; ibâdet hâlinde yaşarlar, başlarına gelene sabrederler ve sâhibolduklarından başkaları için pay çıkarırlar (Hac 35, Enfal 3).
Sonsuzluk yolcusu gönül erinin işi TANRI ile olduğundan, söz ile dostluğu hemen hemen yoktur. Sükût hâli (samt), yani az konuşmak, iç dünyayı kontrol altında tutmanın (murakabe) önemli bir yoludur. Bu nedenle gönül uluları, beşerî ilişki ve iletişimde gönül diline (sessiz / sözsüz konuşmaya) öncelik vermişlerdir. Tüm bu duyarlılığın amacı kalbin; sâfiyetini, arılığını / duruluğunu (bir bakıma, çevreyi olumlu yönde etkileme performansını) belli bir düzeyde tutmaktır. Ünlü sufilerden Zünnûn el-Mısrî (ölm.895) “Kalbine en iyi şekilde sâhibolan kimdir?” sorusuna, “Diline en iyi sâhibolan kişisdir.” yanıtını vermiştir.  Mısrî gibi gönül erlerinin kalbinin bakış ve görüş gücü olan basiret, tanrısal ışıkla aydınlandığı için, kalbin imanla da bağlantısı vardır. Bundan dolayı îmânı bir kalp olayı olarak ele almak yanlış olmaz. Nasıl ki, Kur’an’da da, “îman edenler TANRI’ya sevgi bakımından çok engin ve derindirler.” deniyor (Bakara 165). Îman ve kalbin bu sıkı ilişkisinden dolayı İslam bilginleri îmanı, “kalp ile tasdik” olarak görmekte tereddüt etmemişlerdir.
Parapsikoloji ve kadîm bilgeliğin bakış açısıyla “mânevî kalp”in kalp çakranın içinde olduğunu da söyleyebiliriz. Çakra temizliği ve dengelenmesi gibi çalışmalar de göz önüne alındığında, kalp çakranı durumuyla, “kalbin gönül hâli” arasında göz ardı edilmeyecek bir bağlantı olduğunu düşünüyor ama bunu ayrı bir çalışmamıza bırakarak, tekrar kalbin hallerinden devam ediyoruz.
Yukarıda kalp ile ilgili kavramlardan basîretin, kalbin bakış ve görüş gücü olduğunu belirtmiştik. Bazı Kur’an ayetlerinde basîretin, aynı zamanda kalp gözü olduğunu da görüyoruz (En’am 103+104, Kıyamet 14). Kadîm bilgelikten de biliyoruz ki, kalp gözünü çalıştırma ve geliştirme kurumu tasavvuftur. Tasavvufa göre basîret, Yaratıcı Kudret’ten kaynaklanan ve sonsuzu yakalayan bir idraktir. İnsan, iç dünyasının inceliklerini, idrakinin bu ileri düzeyi ile yakalayabilir. Örneğin, Peygamberin çağrıları basîret üzeredir. Böyle bir kalbin (günlük kullanımdaki söylemiyle “kalp temizliği” nin) ölüm ötesinde varlığın temize çıkmasında yararı büyüktür. Ölüm ötesinde varlığın kendi kendine hesaplaşması konusunda, Kur’an’da şöyle dendiğini görüyoruz: “…ne mal yarar sağlar onlara ne de çocuklar. Orada tertemiz bir kalp getirenlerden başkası kurtulamaz” (Şuara 89).
İdrakin ileri bir düzeyinde kazanılan böyle bir kalbin, realiteyi doğrudan algılayabilme gibi bir niteliği olduğunu da yazımızın akışı içinde bir yerlerde değinmiştik. Dikkat edilirse, realiteyi doğrudan algılayabilen ve dolayısıyla Tanrısal ışıkla aydınlanmış böyle bir kalbin sıfatı olan “selîm”  sözcüğü ile, TANRI’nın dininin adı olan “İslam” aynı köktendir: “silm” (selam, selâmet). “silm” barış, huzur, güven anlamında bir sözcüktür. O halde “selîm kalp” de; barış, huzur, güven ve sükûnetle dolu kalp demektir. Bu insâni değerlerin (erdemlerin) elde edilmesiyle, “selîm kalp”in ortaya çıkarılması tüm dinsel ve seçkin inisiyatik öğretilerle kadîm bilgeliğin ana hedefi olmuştur. Dünya, en azından bu devrede indirilmiş olan ve Muhammed Peygamber ile tamamlanmış bulunan toplam dinsel öğretinin genel adı “İslam” sözcüğünün “teslim olmuş / olan” anlamı da vardır.
TANRI’ya Teslîmiyet
Bu durumda İslam sözcüğü ile kök ortaklığı bulunan “selîm” sözcüğü de “TANRI’ya teslîmiyet” anlamına sâhiptir. Bu durumda “selîm kalp”  aynı zamanda “TANRI’ya yeterince teslim olmuş kalp” demektir. Böyle bir kalbe sâhip olan enkarne bir varlıkta; özbenlik, bedensel bende %100’e yakın bir oranda tecelli etmiştir. Beden ve özbenlik hemen hemen bir olmuş ve enkarne varlık (bedensel ben) özbenliği (asıl kendisi) aracılığıyla planına (ve oradan da sonsuz uzaklıktaki ışıklı ortamlara bağlanmış durumdadır. Bu anlamda olmak üzere, dünyadayken sonsuzluklara bağlanmış olmanın en özlü söylemini İsa Peygamber’de görüyoruz: “Babam ve ben biliriz.”
Bu durumdaki selîm kalbi Kur’an, “mübin” diye anmaktadır. “Mübin”, “yönelmiş / bağlanmış” anlamında bir sözcüktür. Mübin kalp, TANRI’dan gizli bir yolla ve “Rahman için ürperen bir kalp”tir (Kaf 33). “Mübin kalp” ile “selîm kalp” arasında bağlantı açıktır: Nasıl ki,  “mübin kalp” ten söz eden âyet, bu kalbin sonsuzluğa geçişinin “selâm” ile olacağını söylemektedir. “Selam” sözcüğünün, selîm sıfatının kökü olduğunu düşünürsel, “mübin kalp”in “selîm kalp”e geçiş basamağında olduğunu anlarız. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “selîm” ya da “mübin” kalbe ulaşmanın yolları / aşamaları tüm dinsel ve inisiyatik öğretilerde ve kadîm bilgelikte verilmiştir.
Kâmil İnsan
“Kâmil insan” deyiminde anlamını bulan olgunluk (gelişmişlik düzeyi) yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız anlamda “makbul bir kalp”e sahip olmakla olası olduğu anlaşılıyor. Hikmetlerle dolu” (Yunus1, Câsiye 2) ve “eşsiz yücelikte bir kitap” (Fussilet 41+42) olan Kur’an’a göre “makbul kalp” e sâhip insan “kararlı bir benlik”tir. Böyle bir benlik, özbenliğiyle ve sonsuz yüceliklerle olan bağlantısını (kalp-arş ilişkisini) sağlamlaştırmış ve sürekli hâle getirmiş bir benliktir. “Kamil insan” deyiminde anlamını bulan böyle bir benliği “âlemlerin Rabb’inden bir indiriliş” (Hakk 43) olan Kur’an; “nitelik kazanmış kararlı bir benlik; insanın gerçek benliği, ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan fark ediş, eriş ve seziş kudreti” olarak tanımlamaktadır.
Görülüyor ki, “kâmil insan”, kendisinden kerâmetler zuhûr eden insan değildir. Kâmil insan odur ki, halk ile düşüp kalkar, onların arasında dolaşır, onlarla alışveriş eder fakat Hak’tan bir an gâfil olmaz. Yani, sürekli olarak TANRI’nın huzurunda olduğu bilinci (süreli ibâdet hâli) içinde yaşamak… Erdemli bilge insanlara özgü bu durum “dışta, dış görünüş olarak halk ile ama içte Hak ile olmak” tır. TANRI’nın, “O mü’minler öyle er kişilerdir ki; ne ticaret, ne de satış onları TANRI’nın zikrinden alıkoyar.” (Nûr 37) dediği gönül ulularıdır. İşte bu durumda olan insanın kalbi; nefs kaynaklı düşüncelerden, vesvese veren şeylerden arınmış ve gönül hâline evrilmiştir.
Kalbin, bu anlamda gönüle dönüşmesi, büyük ölçüde; nefsin terbiye edilerek edeplendirilmesiyle olur. Daha teknik bir söylem ile, vicdan birim düalitesinin pozitif zıttında daha çok değer birikmesi ve bunun süreklilik kazanması (58,101,103,182,22). Bu makbul durumun sürekli hâle getirilmesi, kişinin , süreli olarak kendi nefsânî hareketlerine, niyetlerine ve düşüncelerine karşı duyarlı olması yanî sürekli kendi kendini kontrol ve muhasebe etme titizliği içinde olması ile başarılacak bir iştir. Bedenli dünya yaşamında bu anlamda nefs denetimini / muhasebesini ne kadar başarılı ve sürekli yaparsak, ölüm ötesinde; şuur dışında biriktirdiklerimizi gözden geçirirken, (yani ölüm ötesi muhasebede) o kadar az üzülürüz. Kendi kendimizle hesaplaşmamız o kadar az sıkıcı olur.
Yukarıda anlattığımız gibi, nefsin denetim altına alınarak terbiye edilmesi sürecinde; kalp de gönüle evrilmeye başlamıştır. Bu güzel değişimin sürekli kılınmasıyla tasavvufta “ayna” ya benzetilen “gönül” e içten doğru “vasıtasız bilgiler” de yadsımaya başlar. Çünkü bireyin iç zemini, süptil tesirlerin enkarne olmasına elverişli süptiliteye gelmiştir. Bu demektir ki, kişi; bir yandan dıştan/yataydan (kitaplardan, kulaklardan, gözlemlerinden vb.) aldığı bilgilerle ilerlerken, içten kaynaklanan ve gönül aynasına yansıyan bilgilerle de beslenmeye başlar. Nefsin terbiye edilip, kontrol ve denetim altına alınmasıyla kalbin gönül hâline evrilmesinin önemi şu hadiste de ifâdesini bulmuştur: “Yerim ve göğüm benim içine alamamıştır ama mü’min kulunun gönlü almıştır.”(Hadisi Kudsî, KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N.ÖZTÜRK)
Kur’an’da “gönül gözü” (“Lübb”) olarak geçen “gönül”, akıl ötesi bir gücü ifade eden bir sözcüktür. Bu öylesine akıl ötesi bir güçtür ki, Kur’an’ın bazı âyetleri “lübb sâhipleri” tarafından anlaşılır. Gönül hâline evrilmiş bir kalbin çevreye olan tesirliliği de artmıştır. Günümüz maddeci biliminin bazı özgür düşünceli bilim insanları bu tesirliliği kendilerine göre açıklamaya çalışmaktadır(Bkz. Dipnot web adresinde bulunan video). Gönül hâline gelmiş kalbin bu durumunu ünlü ilahiyatçı filozof Prof. Dr. Muhammed İKBAL’in CÂVİDNÂME adlı eserinde de yerini almıştır: “Kutludur o er ki; ‘Hû’ derdemez, dokuz felek çevresinde tavâf etmeye başlar.”
“Hidâyete Erdikten Sonra…”
Kendini bilme duyarlılığı içinde idraklenilerek gelişildikçe, kalbin mânevi kalbe (gönül) evrilmesi süreci içinde nefs de büyük ölçüde eğitilmiş ve kontrol altına alınmıştır. Ancak nefs, Peygamber’in yaptığı gibi “Müslüman edilse” de %100 paklanması  söz konusu değildir. Nefs ve nefsâniyet giderek “incelir” ama her realitelerde o vardır, İblis planının bir uzantısı olarak fıtratında bulunan iğva, sınama ve test etme görevini hep yapacaktır ki bu da onun vazifesidir, varlığa hizmet bağlamında. Nasıl ki bunun uyarısı Kur’an’da da bulunmaktadır: Meâlen, “kalplerimizi hidayete erdirdikten sonra, oradan saptırma” (Ali İmran 8). Görülen odur ki, “hidâyete erdikten” sonra da, oradan sapmak (gerilemek değil) söz konusudur. Ne kadar gelişmiş olursa olsun, yaratılmış olan her varlık bir üstüne göre kusurludur. Kusurlar giderek azalır, incelir, lâtifleşir ama hiçbir zaman sıfırlanmaz çünkü gelişim sonsuzdur. Varlık ne kadar gelişmiş olursa olsun; bilmediği, bilemeyeceği (gayb) şeyler ebediyen hep olacaktır. Varlık için gayb hep olacaktır ve her realite için, “gaybı bilen” elbette ki Tanrı’dan başkası değildir.
Yeniden konumuza dönerek diyoruz ki, vicdan birim dualitesinin olumsuz tarafı olan nefsten kaynaklanan her şey kalp ve onun ileri şekli olan gönül için bir tehdittir, tehlikedir. Sâdece kalbin değil, gönlün de “çer-çöp” le kapanmasa bile, kirlenmesi(çakra kirliliği) “rahatsızlanması” (maraz) her zaman söz konusudur. Eğer “kalp temizliği” (selîm kalp durumu) bizler için önemliyse, ona karşı duyarlılığımızı sürekli kılmalıyız. Çünkü bu konuda hep sınanıyor durumdayız. Bu sınanmalar, kalp temizliği konusunda başarılı olup güçlenmemiz içindir çünkü gelişmek / gelişmişlik, bu sınanmalarda başarılı olmakla olası. Bu konudaki başarısızlıklar derece derece olduğu için, bunlara değişik adlar verilmiştir: Kalp kararması (kasvet), kalbin körlenmesi (basîretsizlik), kalbin gaflete düşmesi ( Enbiya 1+3), kalbin paslanması ( Mutaffifin 13+15) , kalbin hatmedilmesi (Bakara 7,Câsiye 23), Kalbe kilit vurulması (Nisa 155, Muhammed 24), kalbe perde çekilmesi (En’am 24, Kehf 57) vb. vb. Yazımızın son kısmında da bu olumsuzlukları irdeleyerek çalışmamızı tamamlayalım.    
Kalbin arınmışlığıyla ilgili bu olumsuzlukların hepsinin birden toplam adı “kalp marazı” dır. Kalp marazı, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan kanalındaki akışkanlığın önündeki engeldir (“çer-çöp”), başka türlü bir deyişle vicdan birim düalitesinin olumsuz zıttındaki ağırlığı oluşturan tortudur. Bu tortu aynı zamanda, enkarne varlığın “kalp- arş” ilişkisi için bir dirençtir ve özbenliğiyle olan bağlantısını zayıflatan olumsuz bir etmendir. Sanki kişinin kalbini mahvederek, onun sonsuz ve ölümsüz olan özbenliğiyle bağlantısını zayıflatan söz konusu marazlardan beşerî gelişimde en yaygın olanı (nefsin kabalığından kaynaklanan) kibirdir, kibre saplanmaktır. Beşeri kibrin Kur’an’daki sözcüğü “istikbâr”dır. Kibir sözcüğünde anlamını bulan, kendini büyük ve güçlü görme kusuru İblis’in en belirgin karakteridir (Bakara 34, Zümer 59). Kibir, büyüklük kuruntusudur ve elbette ki bir kalp marazıdır. Kibir marazına sahip kalpler “mühürlenmiş kalpler” kategorisinden sayılmaktadır (Nahl 22).
Bu anlamda kalp “bozukluğu” nun, beşeri ilişkilerde en tehlikeli görünümü kişinin kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kalp-dil uyuşmazlığı, bireyin kalbine (vicdanına) karşı ihânetidir (Bakara 283). Kalp ile dilin ters düşmesi, kalpte olmayanı dilin söylemesi, dil–kalp farklılığı / uyuşmazlığı gibi durumlar  îmansızlığın belirtilerindendir (Hucurat 14, Fetih 11, Tevbe 8, Mâide 41, Ali İmran 167). Bu durum aynı zamanda riyakârlıktır. Münafıkların belirgin alâmetlerinden biri de riyâdır (Nisa 142). Riyakâr kimse TANRI için sergilediğini söylediği fiilini kullar için sergileyerek bir yalan; TANRI’dan beklediğini iddia ettiği karşılığı kuldan bekleyerek bir başka yalan içine girer. Kur’an riyâya öylesine ağır ve şiddetli bir olumsuzluk yüklemiştir ki, riyakâr kimse otomatik olarak din dışı ilan edilebilmektedir.
Bu illetten arınmış bir kalp, insanı; özbenliğiyle doğrudan ilişkilendirmenin yanı sıra, eşya ve olayların gözlenip irdelenmesiyle olup bitenleri anlamlandırmada en güvenilir rehber olur. Kalbin sonsuzluk yolu olan vicdanın verdiği yargının güvenilir olması, akıl ve bilim açısından gerekli incelemelerin de  yapılmış olmasına bağlıdır. Bu nedenle, kalbin gösterdiği yolda aklı kullanarak yürümek gerek. Yani ilhama/ sezgiye körü körüne uymak her zaman çok sağlıklı bir tutum olmayabilir. Bilgiyi bilgiyle sınayarak benimsedikten sonra; onu, idraklenme cehti içinde özümsemek gerek. Unutmayalım ki, kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan mekanizmasının zıtları arasındaki ilişkinin kuruluş ve bağlanışları idraklenme ile olmaktadır (117). Varlığın gelişim süreci içinde, idrak giderek vicdana da egemen olur (117).
Sonuç
Görülüyor ki, bu çalışmamızın ana temasını oluşturan “selîm kalp”e sâhip olmak; kendini tanıma duyarlılığı içinde, idraklenme cehtini sürekli kılmakla olasıdır. Aslında bu, varlığın sonsuzluk yolunda ilerlemesinin de gereğidir. Kalbin sonsuzluk yolu olan vicdana egemen olan da idraktir(117). Bu sonsuzluk yolunda ilerleyen varlığın idraklenmesiyle gelen şuur düzeyi yükseldikçe,” vicdan mekanizması” da “vicdan düalitesi”ne evrilir. Çünkü kalbin sonsuzluk yolu olan vicdan, varlıktaki (özbenlikteki) kudretlerden birinin bedensel bendeki tezâhürüdür.
Dünya dediğimiz bu enkarnasyon ve gelişim ortamındaki tüm gelişim olanakları enkarne varlıkların selîm bir kalbe sâhip olmaları için bir araçtır ki, TANRI’da; bizden, bu gelişim olanaklarından (“nimetler”den) yararlanarak, arınmış bir kalp ile aslımıza dönmemizi istiyor (Şuara 89).  Kalp arınmamışsa, olumlu nitelikleri kazanmamışsa, “yok” sayılıyor Kur’an’da. Bu durumdaki kalp, alansal tesirlilik gücü çok zayıf yürek organından başka bir şey olmamaktadır. Demek ki, bu anlamda “kalpsizlik”, yürek demek oluyor. Kalp “selîm” (yani “mânevî kalp”) niteliğini kazanmamışsa, sâdece kan pompalayan bir organdır(yürek).
Günümüz maddeci biliminde de, kuantumdan hareketle; kalbin, yürekten başka bir şey olduğu yönünde yaptığı açıklamaları memnuniyetle karşılıyoruz. Zâten bu bilim parapsikoloji dalıyla 100 yıla yakın bir zamandan beri insanın gerçek doğasına değişik açılardan yaklaşmaktaydı. Bu bağlamda yeri gelmişken, Prof. Baret, Prof.W.James, Prof. Lodge, Prof.McDougal, Prof. Rhine, Prof.  Richet, Prof. Krippner, Prof.Tenhaef, Prof.Lozanov, Prof.Vasiliev, Prof.Kogan, Prof. Motoyama ve medyomlar Ingo Swan, Uri Geller, Ted Serios, H.Edwards, R.Marybrown vb.vb. bu değerli insanları saygıyla anıyoruz.
………………………………………………..
(*) Yazımızın akışı içinde yer yer görülecek bu rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT adlı kaynak eserimizden yapılan alıntıları bulunduğu sayfa numaralarıdır.
(**) Zikir: TANRI’yı anmak. Bu arada “zikir” aynı zamanda Kur’an’ın sıfatlarından biridir (Ali İmram 58, Hicr 6, Nahl 44, Enbiya 50, Kalem 51+52, Sâd 1, Talak 10)
(1) www.youtube.com/watch?v=13Z2NqLSne8
(2) Edgar MITCHEL : NASA’nın, Ay’da yürümüş ve Ay yüzeyinde dokuz saat geçirmiş 6. astronotu. Emekli olduktan sonra dünya dışı zeki yaşamın mevcudiyeti yönünde de ilginç açıklamalarıyla bilinen bir bilim insanıdır.
(3) Max PLANCK : Almanların ünlü fizikçisi Max Planck, 1858 yılında Almanya’da doğmuştur. Berlin üniversitesini bitirmiş ve 1879 yılında akademik kariyerine başlamıştır. 1892 yılında Berlin Üniversitesinde kurumsal fizik bölümü profesörü olmuştur. 37 yıl bu görevi yürütmüştür. Planck Işıma Kuramı adıyla bilinen yasayı 1900 yılında Berlin’de sunmuştur. Bu yasa, belirli ısı altında cisimlerden yayılan çeşitli frekanslarda ki ışınlar ve onlara bağlı enerjiler hakkındadır. Titreşen atomlar sürekli enerji yaymakta ve bu enerjiyi gelişigüzel yaymaktadırlar. Bu parçacıklara “kuantum” ismi verildi. Kuantum, titreşen atomların belirli noktalarda enerji yaydığını ve emdiğini göstermektedir.  E=h.v olarak gösterilen bu formül, Planck sabiti olarak tarihe geçmiştir. Max Planck, 1918 yılında Nobel Fizik Ödülünü almıştır. 1926 yılında Londra Royal Society üyeliğine, 1930 yılında Kaiser Wilhelm Kurumu başkanı olmuştur. Max Planck, 1947 yılında hayatını kaybetti. Çağın en büyük fizikçisi kabul edilen Max Planck, en devrimci bilim adamı olarak bilinir ve çevresi onun geleneksel değerlere bağlı ve saygılı bir adam olarak bilmektedir.
4) Stephen HAWKING : 1942 yılında Oxford kentinde doğan Stephen Hawking University College'da ve Trinity College'da öğrenim gördü. Daha sonra Caius College'da öğretim görevlisi oldu. 1960'ların başında tedavisi olmayan amyotrofik lateral Buna rağmen çalışmalarına devam etti. Görelilik kuramı ile kuvantum mekaniğinden yararlanarak kara deliklerin özelliklerini kuramsal olarak ortaya koydu. Stephen Hawking, Einstein'den bu yana dünyaya gelen en parlak teorik fizikçi olarak kabul edilen matematik profesörüdür. Kuantum fiziği ve kara deliklerle ilgili iddialarıyla, bugün yaşayan bilim adamları arasında dünyada en çok tanınan isim, Hawking. Kitapları, 40 dile çevrildi. Son kitabı “Ceviz Kabuğundaki Evren” de, dünyanın büyük bir felâketle karşı karşıya kalabileceğini belirterek, uzayda insan kolonileri kurulmasını gündeme getirmiştir. Bir fenomen hâline gelen ve milyonlarca satan “Zamanın Kısa Tarihi” kitabı, Hawking e asıl şöhreti getirmişti.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
·          KUR’AN
·          İLÂHÎ NİZAM  ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman, Ruh ve Madde Yayınları
·          KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Yaşar N.Öztürk, Yeni Boyut Yayınları

·          KUR’AN’ın TEMEL KAVRAMLARI, Yaşar N.Öztürk, Yeni Boyut Yayınları