Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

13 Mart 2023 Pazartesi

ÎMAN HÂLİNİN GÖSTERGESİ BİLGİYE DAYALI AHLÂKTIR

 

ÎMAN HÂLİNİN GÖSTERGESİ BİLGİYE DAYALI AHLÂKTIR

HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER

Gelişim yolculuğunda beşerî varlıklar olarak çeşitli şeylere inanırız, inanmanın da ötesinde iman ederiz, bu doğaldır. Ancak inandığımız ve îman düzeyinde benimsediğimiz konunun üzerinde aklımızı kullanarak düşünüp, onun özüne/bilgisine inmeye çalışarak irdelemezsek; o imanın gelişim açısından bir yararı olmaz, daha doğrusu îmanın gereği olan uygulamaları yapamayız, hatta îman konusu olan yaptırımlar zaman içinde kalıplaşarak ve "kabuklaşarak" gelişime köstek bir dogma niteliği kazanır. Kutsal vahiyde îman önerilmiştir ama "aklı işletmek, işlevsel akla sahip olmak"da önerilmiştir. (1)  Hatta, “başı belâden/dertten/sıkıntıdan kurtulmaz...” anlamında "Aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağar."(Yunus 100) uyarısında da  bulunulmuştur.

 

İdrakin devreye girdiği durumla ilgili olarak, îmanı tırmanılacak bir dağa benzetirsek; inanç sahibi varlık varlık “îman dağı”nın eteğine kadar gelmiş demektir ve idraklenme cehtiyle zirveye ulaşacaktır. Yani hedef, zirveye ulaşmak ama önce idrak. İman edilen konu, özüne / bilgisine varılma ve idraklenme yönünde irdelenirse, olgunlaşmaya vesile olabilir. O düzeye çıkarılan îman belli bir derecede olgunlaşmıştır. Ancak, bilgisine ulaşılan îmanı da uygulama ile diri tutmadıkça, bir sonraki îmanın hakikatine ulaşılmaz. Îman ettiğimiz şey, her ne ise; onun bilgisine varmak uygulama ile olur. Dolayısıyla idraklenme cehtini sürekli tutmak gerek.  Îman da dahil, uygulamayla idrak edilmeyen bilgi yük bilgidir, gelişim açısından işlevselliği yoktur. Gelişim süreci(merdiven basamaklarında yükselir gibi) realiteden realiteye geçilerek sürüp gider. Bu süreçte, üzerinde bulunduğumuz basamağı özümsememişsek, bir üst basamağa adım atacak güce ulaşmamışız, hatta bir üst realitenin inancına bile sahip değiliz(ondan bi-haberiz) demektir.

 

Bilgiye dayalı ahlak bile gerçek bir îman hâlinin göstergesidir. Bilgi geliştikçe/derinleştikçe, îmanın kapsamı da genişler. Bu durumda, îmanlı davranışlar Aşkın Ahlak’â uygun davranışlardır. Peygamber’in , “Ben size güzel ahlâkı öğretmeye geldim.” demesindeki “güzel ahlâk” Aşkın Ahlâk’tır. Yani, yüce Peygamber, “Îmanınızın gereğini/uygulamasını yapın ki, o sizde kökleşsin...” demek istemiş sanki. Samimi uygulamayla bireyde kökleşmeyen îmangüzel ahlak”a ve “aşkın ahlâk”a ulaşılmaz. Vahye dayalı bu peygamber sözünde, Aşkın Ahlâk’ın izlerinin beşerde oluşturulması kastedilmiştir. Aşkın Ahlâk, hem fikirden, hem düşünceden ve özden de üstündür ve hattâ “Tanrı Gölgesi”nin ta kendisidir. “Tanrı gölgesi”nden, Aslî İlke’nin(2) tesirliliğinin, evrenin her zerresine kadar nüfuzunu anlıyoruz. Aşkın Ahlâk evrenlerin kuruluşundaki ve ilâhî düzendeki özgün makettir. Aşkın Ahlâk bu maketin beşerî varlıklar tarafından araştırılmasını ve özümsenmesini gerektiren fiillerdir. Ayrıca,  Aşkın Aklâk tüm varlıkların içinde potansiyel olarak gizlidir, yani; bu potansiyel, gelişmeye ve şuurlanmaya zorlayıcı bir güç olarak “içimizde” vardır. Îman konusu olan şeylerden hareketle; gelişmemek, ne kadar uzun sürerse sürsün, aşkın ahlâka ulaşmamak söz konusu değildir.

 

Güzel ahlâka ulaşma kararlılığı ve bunun için kendini tanıma duyarlılığı içinde bedensel benin arındırılması gerçekleştikçe öz benlik(ruh varlığı/asıl kendimiz) bedende(düşüncelerde ve davranışlarda, hattâ olduğu gibi yaşam şeklinde) daha çok tezahür eder ki, gelişim açısından bu makbul durum “beden içinde ruh olarak yaşamak...” şeklinde (bazı öğretilerde) sözcüklere dökülmüştür. Bütünsel şuurun bedensel bendeki tezâhürleri; güç, niyet, haslet ve uyumdur. Bunlardan güç, bütünsel şuur okyanusundaki enerjidir. Niyet, bütünsel şuurun yoludur. Haslet, bütünsel şuurun damarlarıdır. Uyum ise, bütünsel şuurun hücreleridir. Bunların hepsi birden de gerçek îmanın gerekleridir. Burada bütünsel şuur, öz benlikten başlayarak ruhsal plana kadar yayılan geniş şuur alanıdır. Bu şuur alanı, bedensel bende ne kadar çok tezâhür ederse, îmanın gerekleri o kadar çok ve doğal bir şekilde yerine getirilir ve davranışlara ve günlük yaşama yansır. Bu gerekleri; güç, niyet, huy(haslet), uyum vb. şekillerde sıralayabiliriz ki bunlar aynı zamanda sağduyu sahibi bilge insanının bazı özellikleridir.

 

Îman ve vazife söz konusu olduğunda, elbette vazifenin düzgün ve isabetle yerine getirilmesi îmanın gücüne bağlıdır. Bilgisine varılmış îman ne kadar güçlü ise, vazifede isabet o derece şaşmaz olur. Bilgisine varılmamış îman gücüyle yapılan işlerde otomatizma ve “körlük” ne kadar fazla ise, isabetsizlik ve yersizlik de o kadar fazla görülür. Bu nedenle; “Îman ve vazife bir kefede, bilgi,  çaba/fiil öteki kefede olmalıdır ve bu kefelerin dengede olmaları makbuldur.”denmiştir.(SADIKLAR PLANI, celse 6)

 

Îman ile ilgili olduğunu düşündüğümüz ahlâk kavramı için standart bir tanım yoktur, ahlâk anlayışı toplumdan topluma, kültürden kültüre, realiteden realiteye ve hatta bir dinsel inançtan başka bir dinsel inanca göre değişir. Ama bu konuda erdemlerde(insanî değerlerde) ve sağduyuda birleşebiliriz. Varlıksal açıdan bunlardan hangisi daha iyidir/makbuldur? Her realitenin ahlâkı kendisine göre iyidir/doğrudur ama en iyisi o değildir ve “güzel/aşkın ahlâk” diye bir ahlâkın  da varlık  için söz konusu olduğunu yukarıda belirtmiştik. Dolayısıyla ahlâk ile gelişim düzeyi ve îman gücü arasında ilişki kaçınılmazdır. Bunun için insanın ahlâkı da bilgiye dayalı ve bilinçli olmalıdır ve ahlaklı olmasının gereklerini idrak etmiş olmalıdır. Esasen ahlâk konusundaki bu idrake, beşeri realitelerin alt basamaklarında ahlâksızlıkları deneyimleme sürecinde kıyas bilgileri(3) elde ede ede varırız.  Bilgiye dayalı ahlâk bir îman hâlinin göstergesidir. Bilgi geliştikçe/derinleştikçe, îmanın kapsamı da genişler. Îmanın, gelişim düzeyi ve ahlakla olan bağlantısından dolayı, diyebiliriz ki, olgun îmana giden yolda ilerlemek kendini tanıma duyarlılığı içinde idraklenme cehtini sürekli kılmakla olanaklıdır. Çünkü Îmanın ortaya çıkabilmesi; iyi düşünmekle, iyi hükümlendirmekle, iyi duymakla, iyi görmekle ve iyi uygulamakla olanaklıdır. Gerçi bu “iyi”ler de görecelidir ama kişi içinde bulunduğu realitenin gereği olan “iyi” konusunda duyarlı olmalıdır; ancak o zaman bir üst realitenin “iyi”sine aday olabilir. Bunun da gereği; iyi düşünmek, iyi değerlendirmek ve iyi uygulamadır. Bunlar aynı zamanda konumuz olan îmanı olgunlaştıran, güçlendiren tavır ve tutumlardır. Söz konusu “iyi uygulamalar”, “îman” kavramıyla bağlantılı olarak beşerî ilişki ve etkileşimler için de doğrudur.

 

Özellikle çeşitli amaçlarla bir araya gelmiş bireylerden oluşan topluluklarda, toplantılarda, grup çalışmalarında herkes kendi düşüncesi kadar bir alana sahiptir. Topluluk içinde ama oradaki başka bireylerle mantal birliktelik içinde olmayan bir kimse ya da kimseler aslında birbirinden ve topluluğun ortak alanından mesafelerce uzaktadırlar ve aradaki bu boşluk yabancı ve hattâ zararlı tesirlerle doludur. Burada bunun tersi durum “îmanlı olmak”tır. Bu îman o topluluğu/toplantyı bir araya getiren amaca/ilkeye yönelik îmandır. “Bu îmandan doğan sevgi bireyleri bir araya getirebilir. Gerçek bir sevginin ortaya çıkabilmesi için herkesin hakkıyla vicdan sesine kulak vermesi gerekir. O zaman bireyler birbirine karşı sevgiyle hareket edebilirler.” İyi bir topluluk için başka çare de yoktur.(4)

Dünya beşeri olarak duygusal varlıklarız; bundan dolayı, îmanımızın konusu olan bir vazifeyi yaparken de duygusallık işin içine girebilir ve vazifeyle ilgili savsaklamalar ortaya çıkabilir, hattâ îmanımızın gereğini tam olarak yerine getiremeyebiliriz. İdealimiz olan ya da yaşam planımızın gereği olan vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmek için duygularımız ile vazifeyi birbirinden ayırma gücünü de gelişim sürecinde kazanmış olmamız gerekir. Bu konuda SADIKLAR PLANI’nın meâlen şöyle bir önerisi var: “Duygularımız imaj ve hükümlerden; vazife olarak bildiklerimiz ise îmandan ve hakikatten beslenir. İnsan karmaşık bir varlıktır. İnsanın bu karmaşık yapısı, imajlarının ve kanılarının hem eksik ve geçici olmasından, hem de îmanlı ve bazı hakikatleri bilmesindendir. Yani kişi, kanısıyla hakikati bir arada tutabilir ama bunlar birbirine karışabilir. Bunun gibi, imajinasyonu ile îmanı da birbirine karışabilir. İşte burada şuur zenginliği devreye girer: Yaşamın her türlü kargaşasına ve zorluğuna karşın, daha önce ruhsal çaba ile elde etmiş olduğu îmanın sarsılmaması ve bildiği gerçekleri ne olursa olsun yerine getirmesi şuur zenginliğine bağlıdır.”(5) Görülüyor ki, vazife duygumuz ve duyarlılığımız îman düzeyinde değilse, yaptığımız vazifenin genel gelişimimize kayda değer bir katkısı söz konusu değildir. Bunlar vazife diye sergilenen zoraki ya da nefs tatminine(heva-hevesine) yönelik işlerdir, kişinin gelişimine katkı sağlamak yerine; başına, telafisi zor bedeller de ödetir.

Bilgiye dayalı îmana yönelik gelişim sürecinde, ruh varlığının amacı; parça parça belirli mekânları değil, bir yaşam planının gereği içinde bulunduğu mekânın bütününden haberdar olmaktır, işin ideali budur. Bunu akıl ile başarmaya çalışırız ama yeterli olmaz çünkü akıl da ‘belirli bir mekân içinde birleştirme/sentez işlemi‘nden başka bir şey değildir. Bu sentezler sadece belirli bir realitenin içinde, belirli mekânların anlaşılmasına vesile olur. İçinde bulunduğumuz mekânın bütününden haberdar olmak ise îmanlı hareketle olasıdır. “Bu bakımdan somut bilgi de, bu zaman-mekân koşullarında îmanın süzgecinden geçen bilgidir. Îman bir müjdecidir ve elbette ki, realitenizin en üstünüdür.”(6) Buradan bir yan bilgi olarak belirtmeliyiz ki, her realitenin bir îman düzeyi vardır ve belli bir realitede en üst îman düzeyine de o realitenin tamamen özümsenmesinden sonra ulaşılır. Buna, SADIKLAR PLANI, “realitenin îmanı” demiştir.(7) Dolayısıyla her realitede (gelişim açısından) hedef, o realiyenin îmanıdır.  Yani o realitenin verebileceği en üst bilginin özüdür.

Îman kavramıyla bağlantısı olması bakımından, bedenlenmeyle birlikte doğal ve kaçınılmaz olarak sahip olduğumuz nefsâniyet, gözlerin önünde ince bir tülbent gibidir. Tülbentin dokusu seyreldikçe, çizgiler ve renkler belirginleşir. Ancak, bu ortamda tülbentsiz olmak da olası ve olanaklı değildir. Bunun îmanla da bağlantısı vardır: Îman odur ki, önünde tülbent değil, kalın bir bez olduğu halde, kişi öte tarafı bu tarafmış gibi bilir. Îman odur ki, bildiğini ve bileceğini bildiğinden ayrı bilemez. Îman odur ki, bilgisine yeni bilgiler katmak için bilmediğini bilir. Îman odur ki, hem “ben”, hem “sen” kalkar da, hep “biz” olur. Hep “biz” oluş, Yukarı’nın “eli ayağı” oluştur. El ve ayak ancak başa uyar. Ama el ve ayak olmak, her şeyden önce, el ve ayağı bilmekle başlar.(8)

Sonuç olarak; Îman odur ki, bastığımız yerde, baktığımız şeyde, işittiğimiz her seste ilâhî bir koku, ilâhî bir ses, ilâhî bir iz buluruz. Tanrı’nın ilâhî bir gölgesi olan aşkın zaman içinde zamanlar yaşarız. Zamansızlık; “Tanrı gölgesi”nin altında kalan tüm yaratıkların, kendilerini bu gölgenin koyuluğu içinde idrak edebilecekleri durumdur. Varlıklar bu durumu, gelişmişlik düzeylerine îman olgunluklarına göre  değişik şekillerde algılarlar. (9)

.............................................................

(1)     “aklı işletmek” konulu âyetler için bkz.: A'RAF 169 - HÛD 51  -  NAHL 69  - BAKARA 171 - ALİ İMRAN 118 - MÜMİN 67  - YUNUS 16+42 - BAKARA  73+242  - ENBİYA 67

(2)     “asli ilke” için bkz.: syf. 19-20-25-32-63-64-73-79-175¬190-191-229-230-231-232-233

(3)     “kıyas bilgileri” için bkz.: syf. 61-119-122-123-124-125-126¬127-144-181-184-203-204

(4)     SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse 74)

(5)     A.g.e. celse 75

(6)     A.g.e. celse 53

(7)     A.g.e. celse 53

(8)     A.g.e. celse 6, syf.31+32’dan özet.

(9)     A.g.e. celse 6’dan özet

 

 

 

 

DOĞAL ÂFETLERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 DOĞAL ÂFETLERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER

Genel anlamda gelişim ve değişim devreseldir. Bizler şimdi dünya beşeriyeti olarak da 6-7 bin yıllık(kabaca Sümerliler’den beri) bir devrenin son yıllarındayız. Devre sonları; sıra dışı olayların ortaya çıktığı değişimleri hızlandığı, yerkürenin manyetik alanının ve iklimlerin değişmeye başladığı, bunlara bağlı olarak da doğa olaylarının felâket şiddetinde âfetlere dönüşerek ve can kayıplarına neden olduğu görülmektedir. Ancak, bu olup bitenlerin fizik dayanakları beşerî bilimin ilgili dalları tarafından; ayrıca, spiritüel dayanaklarının da dinsel öğreti ve inisiyatik öğretilerle beşeriyete anlatılmıştı.

Aslî İlke’nin gerekleri ve İlâhî İrade Yasaları kapsamında yeryüzünün kendi doğal gelişiminin ve değişiminin doğal sonuçları olan bu olaylardan; insanların, hayvanların ve bitkilerin etkilenmemesi elbette düşünülemez ama bu etkilenme de rastgele değil; dünyanın görülüp, gözetilmesi veeğitilmesiyle ilgili ruhsal planın(dünya Rabbi RİM’in) kontrolü altındadır. Dünya Rabb Planı’nın kontrolü ve yönlendirmesi kapsamında, her türden toplumsal ve doğal olaylarla(özellikle de doğal âfetlerle) ilgili vazifeli varlıklar tarafından senkronize edilerek, olaylar çok yönlü olarak değerlendirilir. Dolayısıyla hidrojen âleminde (vazife planına geçiş kapısı olması bakımından) önemli bir gelişim ortamı olan dünyada bireysel ve toplumsal ve hatta küresel düzeyde her ne olursa olsun, Rabb Palanımız olan RİM’in kontrolunun yanı sıra, O’nun rahman ve rahim olan kıyam ettirici(şuurda uyandırıcı) tesirliliği altındadır.

“Hiç de iç açıcı olmayan bir dünya hayatının giderek sıklaşan sarsıcı tesirlerinin hem de somut tesirlerinin insanlığı birçok yönden taciz ettiğini görüyoruz. Ruhçuluk anlayışına göre, insanlık sarsıntı devrini yaşamaktadır. İnsanların doğa ile olan ilişkilerinden doğan şuurlanma ve uyanma sürecinin hızlanması için kasıtlı ıstırap temrinlerinin çeşitli boyutlarda düzenlenmeleri ile karşı karşıyayız. İster bireysel ister toplumsal her türlü sarsıcı olaya karşı göstereceğimiz mâkul sabır, yönlendirilen kasıtlı ıstırap, sürecinin hedefini oluşturur. Istırabın amacı insanda irade gücünü artırmak, daha doğrusu kullanılması gerektiği gibi kullanma melekesini geliştirmektir.” Ergün Arıkdal, DEVRE SONU – Syf:31,33

Evrende rastgelelik/tesadüf olmadığına göre; dünyada, özellikle de devre sonlarında, tekamül bakış açısından, bir seleksiyon, bir tahrik ve vicdani kaynaşma, maksat olarak ele alınmıştır. Söz konusu “vicdanî kaynaşma”yı doğal âfetlerde ibretle izliyoruz. Bu durum bireyler için gelişim açısından büyük sınanmadır. Herhangi bir nedenle ortaya çıkan ve algılama alanımıza girmiş olan bir olay genel anlamda bunu algılayan/izleyen herkes için bir etkidir. Burada olayın kendisinden daha önemli olan, bireylerin etkiye verecekleri tepkidir. Çünkü insan varlığı her şeyden daha önemlidir. Bu tepkinin türü o bireylerin genel gelişim düzeyleri hakkında ipuçları içerir. Çünkü herkes aldığı bir tepkiye idrak kapasitesine ve gelişmişlik düzeyine göre tepki verir. Kimisi algılamaz, kimisi algılar ama aldırış etmez, başka biri de derinden etkilenir. Bu konuda Sadıklar Planı’na kulak verelim; “…Dünyanızda meydana gelen her hadise, ancak o hadiseye sahne olan yer ve o yerin varlıkları ile vicdanı ve sempatik alakalar duyabilen insanlar için bir kıymet taşır. Bu hadiselerde, muhakkak ki, tekamül nokta-i nazarından bir seleksiyon, bir tahrik ve vicdani kaynaşma, maksat olarak ele alınmıştır. Bu üç nokta üzerinde düşündüğünüz zaman bir takım meseleleri kolaylıkla izah edebilirsiniz.”(celse 138)

Bu şeklindeki açıklamalar; deprem ve benzeri doğa olaylarının görünmeyen nedenlerini anlamaya çalışan ve fikir çilesi çeken bizler için önemli ipuçları içerir, “bakar kör” olmamayı ve Kur’an âyetlerine hedef hâline gelmemeyi bizlere sağlar.(*) Biliyoruz ki, esâsen olup biten her şey ve dünyanın tüm olanakları enkarne varlıkların gelişimleri, idraklenip şuurlanmları içindir. Rabb Planı’nın yüce vazifelileri tüm bunlardan ve doğal âfetlerden yararlanarak, afetler ile gelişim ihtiyaçlarımızı eşzamanlı duruma getirerek bizlere gece gündüz yardım etmeye çalışyor. Bu ilâhî teveccühün ve yardımın değerini bilip, şükr hâli içinde yararlanmaya ve bu konuda liyakatimizi artırmaya çalışalım. Bunun da yolu, kendini bilme duyarlılığı içinde idraklenme cehtimizi sürekli kılmak ya da başka türlü ifadesiyle vicdan birim düalitemizin (vazife planına yönelik) olumlu öğesinde değerler biriktirme duyarlılığı ve uygulaması içinde olmak.

Deprem olur, kaza olur, sel olur, ama bunların hepsi, ASLÎ İLKE’nin GEREKERİ kapsamında ve İLÂHÎ İRADE YASALARI içinde ortaya çıkarlar ve varlıkların yararınadır, onları “cezalandırmak” için asla değildir. Vazife Planı’nın yüce varlıklarında ve hele Aslî İlke’den böyle bir şey beklenemez, bunu

düşünmek bile abestir, ayıptır. Doğal afetlerle gelen yıkımı kadere bağlamak ve ALLAH’a fatura etmek, temelinde kendini ve haddini bilmezlik olan dinci cahil zihniyete özgü edepsizliktir. Depremleri fırsat bilip, masum insanları ALLAH ile korkutmak da; ne yaptıklarının ayırdında olmayan dinci cahillerin birbirlerini ALLAH ile aldatmalarıdır. Yazımızın akışı içinde geldiğimiz bu noktada Ergün Arıkdal’a kulak verelim: (Doğal afetler kastedilerek) “Bu olaylar insanların ağlaması için değildir. Bu olaylar insanların vicdanlarının harekete geçmesi içindir, gözyaşları için değil. Bu tip olayların ortaya çıkması insanlara zulüm olsun diye de değildir. Aksine, kendi kendilerine yaptıkları zulümden kurtulmaları içindir. Kendilerine artık zulmetmekten vazgeçsinler, vicdanlarının sesini dinlesinler diye bu olaylar ortaya çıkıyor.” (ANADOLU MİSYONU, Ergün Arıkdal, syf.124)

Yukarıdaki özdeyişte, “bireyin kendi kendine zulmetmesi”nden kasıt, dinsel öğreti ve inisiyasyonlarla gelen tüm uyarılara rağmen nefsin heva-hevesi yönünde hareket edip, vicdan sesine kulak tıkamasıdır; daha teknik ifadeyle, vicdan birim düalitesinin dünya maddesine dönük olumsuz öğesinde değerler biriktiriyor olmasıdır. Bu birey elbette ziyandadır ve kendisi için sürekli olarak, zamanı geldiğinde telâfi etmek zorunda kalacağı negatif karma biriktirmektedir. ALLAH zulmetmez, insan kendi kendine zulmeder.(**) “ALLAH insanları, işledikleri suçlar yüzünden cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı.” (Kur’an, Fâtır 45)(***)

............................................

(*) “gören gözler için çevreniz âyetlerle dolu” mealindeki âyetler: Neml 52, Fussilet 53, Secde 26, Naziat 26, Bakara 171, Rûm 21+22+23+24, Casiye 3+4+13.

(**) “Allah zulmetmez” mealindeki âyetler: Yûnus 44, Bakara 185, Nahl 61+118, Ali İmran 118, Nisa 40+147, Tevbe 70, Hûd 101, Fussilet 46, Tûr 18, Rûm 9, Hac 10.

(***) “İnsan kendi kendine zulmeder” mealindeki âyetler: Nisa 64, A’raf 160, Kehf 35, Ali İmran 11

31 Aralık 2022 Cumartesi

SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ’nde “GÜZELLİK” KAVRAMINI DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ’nde “GÜZELLİK” KAVRAMINI DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

İyi, iyilik, güzel ve güzellik kavramları sadece felsefede değil, ilahiyatta da(din felsefesinde) ele alınıp irdelenmiştir. Bizim temel bilgi kaynaklarımızdan olan Sadıklar Planı tebliğlerinde de güzellik kavramı meâlen,    Doğruya, ilahi irade yasalarına, evrendeki düzenin yansımasına, veriteye ve hakikate uygun olan her varlık doğrudur ve güzeldir.”şeklinde ifadeye konmuştur.(*) Burada “doğru”, varlığın kendi realitesinin doğrusudur ama onun bir derece yukarısı için “doğru”, bir üst realitesinin doğrusudur. Varlık kendi realitesinin doğrularını savunup uygularken (bilmeyerek de olsa) varlıksal hedefi, bir üst realitenin doğrusudur. Dolaysıyla ruh varlığı(öz benlik) bir üst realitenin doğruları yönünde yasalara uyumlu ne kadar çok uygulamalar içinde bulunabiliyorsa, o kadar doğrudur güzeldir.

İlâhî İrade Yasaları’ na uymamak söz konusu değildir ama varlık gelişim(idraklenme & şuurlanma) yolunda ilerledikçe, yasalara uyum konusunda da (önceleri bilinçsizce, sonraları daha farkında olarak) şuurlanır. Bu süreçte evrenin, yasalar ile İlâhî İrade’ye uygun bir işleyiş içinde olduğunun, evrende rastgelelik ve yersizlik olmadığının önce farkına varır, sonra yasaların işleyişini öğrenir ve çok ileri aşamalarda bu yasaları kullanarak, sürüp giden yaratılışa(ALLAH’ın sünnetine/tavrına, yani Sünnetullah’a) etkin olarak katkı ve hizmet sağlar. Varlığın bu yönde ilerlemesi ve bu duruma gelmesi de varlıksal bir güzelliktir.

Bu duruma gelmiş olan varlıkta; evrendeki ilâhî düzen, varlığa yansımış ve onda tecelli etmiştir ki, bu da varlık için ideal ve hedef olan bir güzelliktir. Yani evrendeki ilâhî düzenin varlıkta tecellisi de bir güzelliktir. Vazife planındaki organizasyon sistemlerinde(**) vazife yapan varlıklar bu durumda olsa gerek. Bu arada, şimdiki bizler için de varlıksal ve evrensel hedef vazife planıdır ve dünyada sürüp giden tüm hareket vazife planına genel bir hazırlıktan başka bir şey değildir ve oradaki güzellik içinde vazife/hizmet yapmaktır. Bu düzeyin ve varlıksal başarının elde edilmesinin gereği, yaşamlar boyu veriteye ve hakikate uygun olarak yaşama duyarlılığıdır. Gelişimin bize göre daha önceki aşamalarında varlık elbette bunun farkında değildir ama yeniden yeniden doğuşlar sürecinde, görgü ve deneyim birikimini artırarak şuurlandıkça; her realitenin ve gelişim aşamasının bir üstü olduğunu ve varlıksal gelişimin ebedî olduğunu, her veriteden sonra başka bir verite, her hakikatten sonra başka bir hakikat olduğunu anlayacaktır/anlamaktadır. Esâsen idraklenmeyle gelen şuurlanma da bundan başkası değildir ki, bu da bir varlıksal  güzelliktir.

Ebedî gelişim sürecinde kendini İlahî İrade Yasaları’na ve veriteye uyulmamış varlık, güzel olan varlıktır. Kur’an’da yer yer yinelenen, “Bana karşı gelmekten sakının.” uyarısından; “Yasalara karşı gelmekten sakının, onları anlamaya çalışın ve onlara uyulmanın.” anlıyoruz. Bu uyarı biz varlıkların güzel olması, idraklenip şuurlanmaları içindir. Sadıklar Planına göre, verite, âlem kapsamlıdır, âlemin gerçek maketi, âleme özgü maket... Verite, âlemin tüm öğelerini belirleyen esastır. Bu maketin/veritenin çeşitli bölümleri ise realitelerdir. Verite, maketin bütünü; realite ise onun bölümleridir. Her âleme özgü bir verite söz konusudur. Her verite kendinden büyük bir veritenin realitesidir.(SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse 44) Varlıksal gelişimin ebedî sürecinde realiteden realiteye geçerek veritelere ulaşmak, ulaşılan veritenin gerektirdiği durumlara uyum sağlamak söz konusudur. Bu durumda, her realitenin özü, o realitenin veritesi/hikmeti olmaktadır.  Ulaşılan yeni veritenin sağladığı hareket özgürlüğü ile bir üst realitede yeni uygulamalarına başlanır.

 

Varlıksal ve evrensel güzelliğe doğru gelişim sürecinde; veritelere ve İlâhî İrade Yasaları’na ek olarak, hakikatler de olduğunu yukarıda belirtmiştik. “Yarı idrakli otomatik gelişim”(***) sürecinde; realite basamaklarında ilerlerken, objelerin bazı hakikatleriyle karşılaşırız ki, bunlar realitenin göreceli hakikatleridir. Bunlara Sadıklar Planı “realite-hakikat kesişmeleri”diyor.(SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse 54) “Hakikat-realite kesişmesi”durumunda başvurulacak en akıllıca tavır vicdan sesine kulak vermektir. Sadıklar Planı, Her yanlışın karşısına hakikati koyunuz.” diyor(SADIKLAR PLANI Tebliğleri, celse 75). Burada “hakikat”, akıl süzgecinden geçirerek kabul ettiğimiz bilgiler ve vicdan sesimizdir. Bu aynı zamanda “makul vicdan uygulaması” dır. Bu duruma göre “hakikat”; bir bakıma, içinde bulunduğumuz belli bir gelişim aşamasındaki kendi vicdan sesimiz, dolayısıyla kendi hakikatimiz olmaktadır. “İnsanlar hakikatlerinin %80’ini Yukarı’da görür. Ama bunu Yukarı’ya geçmeden aşağıda sezmek en iyisidir. Bu da, üstün bir idraki gerektiren bir durumdur.”( SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse 26) Bu demektir ki, bedenli halde(enkarne durumda) ulaştığımız bir hakikatin gerçekten ne olduğunu, yani onun idesini dezenkarnasyondan sonra Yukarı’da fark ederiz ki, bu da son derece doğal ve varlığın fıtratına uygun bir durumdur. Esasen, iş öz benliğin işidir, beden, “iğreti dünya yaşamında”(****) geçici bir araçtır, onun gerçekten ne yaptığının/ne olduğunun farkında olmasının çok önemi yoktur.

 

Bu ayrıntıdan sonra, yeniden, “evrensel ve varlıksal güzellik” konumuza dönecek olursak, görünen o ki;  Bireyin kendi realitesini hakikat olarak kabul etmesi beşerî bir yanılgıdır ve yukarıda belirttiğimiz, “yarı idrakli otomatik gelişim düzeyi” (***) için normaldir.  Oysa hakikatler sonsuzdur ve gelişim süreci hakikatten hakikate geçilerek sürüp gider. “Varlık, gelişimin ebedî yolculuğunun belli bir zaman-mekân kesitinde, orada geçerli kozmik yasalara tâbidir ve o yasalar arasında “gider gelir”. Bu gidiş gelişler; o varlıkta, içinde bulunmuş olduğu saf hakikatin, çeşitli açılardan izlemesini sağlamak içindir. Varlığın içinde bulunduğu saf hakikat karşısındaki davranışına/tepkilerine göre durum realite değişimleri olur.”(SADIKLAR PLANI Tebliğleri ,Celse 47). Bununla bağlantılı olarak, SADIKLAR PLANI Tebliğleri’ nde şu bilgiyi de görüyoruz:  Her dönemin bir hakikati ve fakat tüm hakikatlerin bir birliği vardır.”(SADIKLAR PLANI Tebliğleri , Celse 75) Buradan anlıyoruz ki, beşeriyet için her devrenin de dünya için RİM tarafından uygun görülmüş bir genel hakikat(“hakikatler birliği”) söz konusudur ki bu da varlıksal ve evrensel bir güzelliktir.

 ...............................................

(*) SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse 49

(**) “Organizasyon sistemleri” için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.

(***)  ”yarı idrakli otomatik gelişim” için bkz. aynı eser, syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.

 

(****) “iğreti dünya yaşamı” için bkz. Kur’an, Ahkâf 20  - Zuhruf 35  - Necm 29   - Naziat 38   - A'lâ   16.

 

   

10 Eylül 2022 Cumartesi

NEFSİN GELİŞİM AŞAMALARI SÜRECİNDE İNSANLAŞMAK

 NEFSİN GELİŞİM AŞAMALARI SÜRECİNDE İNSANLAŞMAK

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Âlemlerden oluşan evren varlıklar için bir gelişim ortamıdır. İçinde bulunduğumuz hidrojen âlemi de biz ve bizler gibi varlıkların gelişim ortamıdır. Hidrojen âlemi, çok yüce varlıklardan oluşan bir organizasyon sisteminin(*)(rabbül âlemîn) gözetimi ve yönetimi altında olduğu gibi, hidrojen âlemindeki her bir uzaysal objenin de(gezegen, güneş sistemi, galaksi, nebülöz, galaksi kümeleri vb.) bir yönetici sistemi/planı(Ruhsal İdare Mekanizması - RİM) vardır. O yönetici sistem, gözetimi altında bulunan uzaysal objeye enkarne olmuş, onu beden edinmiş durumdadır (Bkz. Çizim 1). Kendi uzaysal objemiz dünyaya gelecek olursak, dünyanın rabbi durumunda olan RİM de, gezegenimizin rabbi olarak (tüm gelişim kademeleri/realiteleriyle birlikte) dünyaya enkarne durumdadır. Bu yapılanma içinde, en basit gelişim düzeyinden başlayarak, beşerî realite basamaklarının en yükseğine kadar O'nun rahman ve rahim olan geliştirici/yetiştirici tesirliliği(müessiriyeti) altındayız.

Böyle bir enkarnasyon/gelişim ortamındaki enkarne varlıklar idraklenme cehti içinde kazandıkları gelişim düzeyine göre kendiliğinden öbek öbek tesir kuşakları içindedirler ve bunların şuur kalite ve kapasiteleriyle ilgili gelişim ihtiyaçları da ortaktır. Her varlık kendi şuur birikimine ve kapasitesine göre belli bir tesir kuşağı içinde konuşlanmış durumdadır. Kabaca diyebiliriz ki, bir tesir kuşağı; "Benzer titreşimdeki ve gelişim düzeyindeki varlıkların içten dışa tesir yayınlarının birbirine kenetlenmesiyle oluşmuş bir ortak alandır.” Böyle bir tesir kuşağı, gerektiğinde dıştan bir tesir kuşağıyla sarılıp sarmalanır, bir bakıma koruma altına alınır ve belli bir vazife için kullanılır. Bu “dıştan sarış” ruhsal bir halkadır ki, SADIKLAR PLANI buna “vazife merkezleşmesi”diyor. Belli bir tesir kuşağı içindeki varlıklardan yayılan tesirlerin ortak uyumu o tesir kuşağının süptilitesini belirler. (Celse 28,31,67,75,77,79).

7/8’lik bir konsantrasyonla bedene bağlanan öz benlik(ruh varlığı) kendi durumunun farkındadır ama bedensel ben, aslından kopmuşçasına, tam bir yabancılaşma, aymazlık ve uyurgezerlik içinde manevî kökeninin anısını unutmuş durumdadır. Yani, enkarnasyon ile bedensel ben, öz benliğine/asıl kendine hemen hemen tamamen yabancılaşır ve kendini bedenden ibaret bir varlık sanır. Bu durumun en güzel söylemlerinden birini Hermes(İdris Peygamber) öğretisinde görüyoruz: “Ruh varlığı küreden küreye düşerken, gitgide ağırlaşan bedenlere bürünür. Bu düşüş dünya zindanına varıncaya kadar sürer. Gitgide, maddeye daha çok bağlanmanın verdiği sarhoşlukla manevi kökenlerinin anısını unutur.” Tasavvuf literatüründe ve M.Celaleddin öğretisinde bu duruma, “ayrılık” deniyor. Bu “ayrılık” enkarnasyonlar boyunca süren bir ayrılıktır ama varlık gelişim süreci içinde; kendini tanıdıkça, bedenden ibaret olmadığını, esâsen ruh varlığı olduğunu fark ettikçe, neden ve niçin “ayrıldığını” sezinlemeye başlar.

Bedensel benin, asıl kendisinden(öz benliğinden) “kopuk”luk duygusunun nedeni, bedenlenmeyle ortaya çıkan nefsaniyeti ve nefsinin kabalığıdır. İşte bu kabalık, gelişim süreci içinde giderildikçe; bedensel ben, kendisinin, ruh varlığının bir tezahürü olduğunu önce sezinlemeye ve zaman içinde de(belki yüzlerce enlarnasyonlar sürecinde) idrak etmeye başlar. Nefsin kabalığının giderilmesi sürecine tasavvufta “seyr-i sülûk” denmiştir. “sülûk”, yola koyulmak, yol yürümek anlamında bir sözcüktür. Sülûk, varlığın ebedî gelişim etkinliğidir, bir ömür içinde ölüm ile bitmez. Bu ebedî seyr durumu tüm varlıklar için geçerlidir; yani, tüm varlıklar seyr-i sülûk hâlinde, sürekli gelişmek ve değişmek durumundadır. Yaratılmış olan her şeyin sülûk hâlinde oluşunun geçtiği âyetler; Nahl 68+69, Müdessir 40+62. Ayrıca sülûk, (gelişimle ve değişimle gelen) bir aydınlanma sürecidir(İşrakî felsefe).

Seyr-i sülûk süreci aşamalı bir gelişim yoculuğudur. Bu aşamalar; kötülüğü emreden nefs(nefs-i emare), kınayan(levvame) nefs, ilham alan(mülhime) nefs, nefs-i mutmaine(ALLAH’a teslim olmuş nefs)’tir. Bazı sufiler bu dört aşamaya iki aşama daha eklemişlerdir ki, bunlar; ALLAH’tan razı olmuş nefs(nefs-i râzıyye) ve ALLAH’ın rızasını kazanmış nefs(nefs-i marzıyye). Aslında gelişim aşamaları böyle sayılarla da sınırlı değildir çünkü gelişim ebedîdir. Bu aşamalar silsilesi aynı zamanda bir arınma sürecidir. Bu arınma ve nefsin inceltilmesi(edeplendirilmesi) sürecinde varlık bir tesir kuşağından öteki tesir(daha süptil tesir) kuşağına yükselerek ilerler. Tasavvuftaki seyr-i sülûkun aşamaları ile, (SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse 106’da gördüğümüz) “tesir kuşakları” kavramı arasında benzerliğe değinmekte yarar olabilir:

İlk tesir kuşağında beşerî varlık, tam bir otomatizma içinde, hayvanlarınkine çok benzer şekilde, idrakten yoksun olarak ve tamamen bedenden ibâret bir robotmuş gibi yaşar. Bu aşamada bireyler, içinde bulundukları enkarnasyon ortamı ile (yeryüzündeki öteki canlılar gibi) tam bir uyuşma içinde, onlardan biriymiş gibi yaşarlar. İlk insanların idrakleri yok denecek kadar az ya da ortaya çıkmaya yeni yeni yüz tutmuş durumdadır. “İdrakleri,

henüz otomatik sezgi düzeyinde bulunan ilk insanlar daha çok ferî yaşam geçiriyorlardı. O zamanın gelip geçici toplulukları; açlık endişesi, korku, cinsiyet ihtiyaçları gibi çok basit birkaç içgüdüsel sezgiden mütevellit ihtiyaçlar altında ortaya çıkar.” (**) Gelişim düzeylerinin doğal sonucu olan bu durumlarıyla bağlantılı olarak o insanlar, yukarıda da değindiğimiz gibi, içinde bulundukları enkarnasyon ortamı ile (yeryüzündeki öteki canlılar gibi) tam bir uyuşma içinde, onlardan biriymiş gibi, hemen hemen onlardan farksız yaşar durumdadırlar.

Tasavvuftaki seyr-i sülûkun ilk aşaması olan kötülüğü emreden(emmare) nefs aşamasında da birey bedensel hazlara eğilimli olup; cimrilik, hırs, haset, gazap niteliklerine sahiptir ki; bunlar kendini bedenden ibaret sanan, kendinden(aslından, özünden) habersiz kimsenin nitelikleridir. Kontrol altına alınmamış, eğitilmemiş kaba nefsin doğal özellikleridir bunlar. Bu durumdaki nefs; iyilik, fedakârlık dışında her şeyi(her türden kötülükleri, erdemsizlikleri) yapa yapa ve yapıp ettiklerinin acı sonuçlarıyla karşılaşa karşılaşa hırpalanarak biraz incelecek ve iyi olmanın, iyilik yapmanın daha akıllıca bir tutum olduğunu anlamaya başlayacaktır ki, bu onun için görece iyi bir noktadır. Bu durumdaki enkarne varlık, insanlaşma yolunda, (SADIKLAR PLANI bilgilerine göre) “birinci/ilk tesir kuşağı” ndadır.(Celse 106) Bu, tam bir otomatizmanın egemen olduğu, beşerî gelişimin) ilk aşamasıdır. Varlık birinci tesir kuşağında(kötülüğü emreden nefsinin egemenliği altında) otomatik olarak yaşama sürecinde edindiği “kıyas bilgileri” sayesinde, zaman zaman aklını kullanarak otomatizmanın dışına çıkmayı, nefsinin her istediğini yapmamayı da denemeye başlar. Bu başlangıç, varlığın ikinci tesir kuşağından “esintiler” aldığının işaretidir.

İkinci tesir kuşağı, otomatizma ile mantıklılık arasındaki ortak alandır.(***) İkinci tesir kuşağında varlık; otomatik olarak yaptıklarının sonuçlarıyla, aklını kullanarak yaptıklarının sonuçları arasındaki farkı duyumsamaya başlamıştır. Kusurlarının/yanlışlarının sonucunda ortaya çıkan olumsuzluklardan/zarardan/ziyandan dolayı pişmanlık duymaya, her zaman uygulayamasa da kusurları yinelemek istememeye karar vermeye ve hatta kendi kendisini kınamaya başlamıştır. Tasavvufta seyr-i sülûkun bu aşamasına “kınayan(levvame) nefs” deniyor. Bu tesir kuşağında enkarne varlık artık yapıp ettiklerinin bir determinizmaya bağlı olduğunu sezinlemeye başlamış, kötülüklerin, körü kürüne otomatizmanın olumsuz sonuçlarından sakınmaya yani aklını kullanmaya başlamıştır.

Nefsin eğitiminin bu ikinci aşamasında kötülüklere, açgözlülüğe eğilim elbette ki sıfırlanmış değildir ama varlık kötülüklerden sakınır, daha az kötülük yapmaya çalışır, kötülüklerinin kabalığı/vahşiliği azalmıştır. Bunun için aklını kullanır, kötülük ya da herhangi bir erdemsizlik yaptığı zaman bundan pişmanlık duyar ve kendi kendini kınar ve hatta işine gelmese de laf anlar/söz dinler duruma gelmiştir. Bu iyileşmenin bir yan ürünü de, kendini en büyük ve kusursuz görme zaafından biraz olsun kurtulmuş olmasıdır. Birinci tesir aşamasında(kötülüğü emreden nefs aşamasında) birey kendinin üstünde “ilah” tanımazken, kendi üstünde kudret olduğunu kabulden çekinmez. Çünkü birinci aşamada nefs kendine tapar(kendi heva ve hevesine hizmet eder) durumdayken, ikinci aşamada bu böbürlenmeden epeyce arınmıştır.

Üçüncü aşama(tesir kuşağı), aklın ve determinizmin egemen olduğu gelişim düzeyidir. Varlık bu gelişim düzeyinde özgürlüğünün farkına varmış ve sorumluluğunu duyumsar duruma gelmiştir. Cömertlik, kanaatkârlık, alçak gönüllülük, sabır bu tesir kuşağına bağlanmış varlığın özelliklerindendir. Aç gözlülükten ve kötülüklerden olabildiğince arınmış olan bu bireyde nefs epeyce incelmiş, vicdan üzerindeki baskısı azalmış ve ilham almaya elverişli düzeye yükselmiştir. Tasavvufta bu aşamanın karşılığı “mülhime” yani “ilham alan nefs”tir. Bu kalitedeki nefsiyle birey, kötü olan her şeyden tiksinti duyarak sakınır ve iyi ile, iyilik ile gelen mutluluk duygusuna kucak açar. (****)

Nefsin eğitilmesinde ve inceltilmesinde dördüncü tesir kuşağı(aşama), yüksek sezgilerin yönetiminde, determinizma farkındalığı içinde ve vazife bilinci duyarlılığıyla yaşama düzeyidir. Bu gelişmişlik düzeyi, ancak devre sonlarında bazı varlıkların ulaşabildiği noktadır. Bundan önceki aşamalar; çok yöresel olarak ve çoğunlukla da üçüncü aşama olarak yaygındır. İnsanlaşma yolunda gelişim(seyr-i sülûk) elbette bu aşamada bitmez çünkü, yukarıda da belirttiğimiz gibi, o ebedî bir yolculuk ve varlıksal bir uğraştır. Simgesel olarak “ALLAH’a gidiş” olarak da adlandırılan bu yolculukta ilerlendikçe, sanki ALLAH ile varlık arasında bir takım “perdeler”in birer birer ortadan kalkmasıdır. Bunlar elbette

bedenin “karanlığı”ndan(zulmetinden) kaynaklanan, dolayısıyla varlıkla ilgili “perdeler”dir. Varlık, ebedî gelişim yolculuğunda ilerledikçe daha süptil bedenlere enkarne olur. Hatta öyle süptil bedenler vardır ki, biz onları(elbette yanlış olarak) ruh sanabiliriz.

...............................................

(*) “Organizasyon sistemi” için bkz. İLAHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.70,74,79,168,173,245.

(**) İLAHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 164,165.

(***) SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse 106

(****) KUR’AN ve SÜNNETE GÖRE TASAVVUF, Prof. Yaşar N. Öztürk

12 Mayıs 2022 Perşembe

İNSAN

 

 İNSAN

Hazırlayan: Selman Gerçeksever

İnsan yatay ve düşey tesirlerin kesişmesinden oluşan bir tesir yumağıdır. Bunlardan yatay tesirler, enkarnasyon ortamından(bedenden ve beden aracılığıyla ortamdan, toplumsal koşullandırmalar, yer küre ve yerkürenin içinde bulunduğu uzaysal ortamdan)gelenler, düşeyden gelenler ise, vicdan kanalıyla enkarnenin öz benliğinden ve onun aracılığıyla sonsuz yüceliklerden gelen tesirlerdir. Gelişim süreci içinde esas olan, bu iki tesir kanalını bünyede dengelemektir. Bu denge öyle hassas bir denge olmalı ki, herhangi bir “sarsıntı”dan sonra, denge düşeyden gelen tesirlere meyilli olmalıdır. Bu makbul durum (SADIKLAR PLANI Tebliğleri’nde), “Ne yaparsanız yapın, bir eliniz Yukarı’ya dönük olsun.” şeklinde simgesel/mecazî olarak verilmiştir. İnsan dediğimiz enkarneyi oluşturan tesir yumağının ortasındaki ışıklı nokta vicdan kanalının bünyedeki son ucudur. Enkarne varlık yataydan gelen tesirlerden ne kadar arınmış durumda ise, bu nokta o kadar parlaktır. “Dünyanın yönetimiyle vazifeli RİM’in(Ruhsal İdare Mekanizması’nın) yüce/göksel(ulvi) ve akışkan(seyyal) bağlantısını sağlayan bu parlak nokta vicdanınızdır. Vicdanınız, kademeli bir inişle Âlemlerin Rabbi’nden sayılır. ‘Kendinde Hakk’ı bulmak’, içte bulunan o parlak odak noktasını temaşa etmek demektir. Kadîm zamanlarda bunu deneyimleyenler olmuştur.”(SADIKLAR PLANI Tebliğleri, syf. 438,+439)

 

Bu duruma göre İnsan(enkarne durumda varlık) ne bedendir, ne de ruh; beden + ruhtur. Bir tarafımızla evrenin yüksek/süptil tesirlerine açık iken, öteki tarafımızla geri/kaba tesirlere açığız. Böyle geri (titreşimi düşük) ve yüksek tesirlerin bir mekânda müştereken bulunabilmesi insan düzeyinde ve bu düzeyin gerektirdiği çeşitli gelişim aşamalarında bulunur. Bunun dışında geri ve yüksek tesirler bu derecede birbirine girmiş durumda değildir. Bu hâlimizle geri tesir olarak nefsimiz, yüksek tesir olarak vicdanımız vardır. Nefs ve vicdan(sesi) hakkında bilgilerimizi artırmakta, onları tanımakta yarar vardır. Kendini tanımanın önemi burada da ortaya çıkıyor. İçinde bulunduğumuz “yarı idrakli beşerî düzeyde”( İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.), ince nefsaniyetler ile vicdan sesi genellikle birbirine karışır ve bunun bedeli olarak sıkıntılı telâfilerle karşılaşırız.

 

Gelişim süreci içinde makbul olan, varlığın; “inançta sorumluluğunu idrakten, vicdanda sorunluluğunu idrake geçmesi gerçekleşmesi kesinleşmiş bir kaderdir. İnsan, sorumluluğunu vicdanda idrak etmemiştir, sâdece inancıda idrak etmiştir.(SADIKLAR PLANI Tebliğleri, syf. 341 ) Bunun en makbul yolu, doğru bildiğimizi uygulamayla mümkün olan idraklenme cehtini sürekli kılmak ve idrakli yaşamaktır. Enkarne varlığın doğru yoldaki ikna araçları; vicdan sesi, aklı, ilkeleri ve realitesinin doğrularıdır. Doğru yoldan sapmamak bunlarla olanaklıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi enkarne varlıklar olarak iki ana tesir bünyemizde(bedensel bende) birbirine girişim durumunda olduğundan,  beşerî kusurlar/suçlar( taksirat) hemen hemen kaçınılmaz oluyor. “O halde, ALLAH böyle yaratmış, yapılacak bir şey yok.” demek olmaz elbette. Bu durumda isek, bu durumun zorluklarının üstesinden gelebilecek gücümüz de, potansiyel olarak var demektir. Kendini bilme/tanıma duyarlılığı içinde, idraklenme cehtini de sürekli kılarak bu potansiyeli ortaya çıkarabiliriz. Gelişim yolculuğunda bizlerden ilerilerde olanların bunu başardıklarını biliyoruz.

 

Düşey ve yatay tesirlerin bünyede bir yumak oluşturduklarını, çizim olarak birbirini kesen iki daire olarak gösterebiliriz(SADIKLAR PLANI Tebliğleri, syf. 477+478). Bu iki dairenin kesiştiği ortak alan bedensel bendir(enkarne durumdaki bireydir). Bu durumla ilgili olarak SADIKLAR PLANI’nın, hepimizin işine yarayacak önemli bir önerisi var(syf. 477+478): “Daireler birbirinden ayrıldığı zaman; nefs nefs olarak, vicdan da vicdan olarak belirecek ve fert bir ‘ayıklanma’ ya tabi kılınacaktır. Hangi daire içinde kalabilme liyakati elde edebilmişse orada kalacaktır. Demek oluyor ki, sizler bugünkü gelişmişlik düzeyinizle, ince nefsâniyetinizi vicdan sesinizden kolay kolay ayırt edemeyeceksiniz. Bu durumda sizleri yanılmaktan kurtaracak şu uygulamaları yapabilirsiniz: Bir harekete başlamadan önce, onun yeri olan mekândaki koşulları inceleyin. Elinizdeki olanakları gözden geçirin. Tamamıyla akla uygun ve mantık dahilinde olmak üzere kendinizi onların yerine koyarak inceleyin. Eğer duygularınız, düşünceleriniz ve istekleriniz zayıf ve nefs kanalından geliyorsa; bu açık, deneyimlenmiş kanıtlar ve düşünceler karşısında sapacaktır(inhiraf edecektir)(örnek için bkz.478 (“birine bir şey yapmak/vermek/söylemek...”). Eğer vicdan sesiniz, vicdan sesi olarak karşınızda ise, hareketleriniz düşüncelerinizin düzeyine çıkacak ve bir uygulama yapacaksınız. Birkaç iç denetim(murakabe) ve öz eleştiri bu fiilinizin ömrünü kısa kesiyorsa, bilin ki, bir vicdan sesinden değil, ince bir nefsaniyetle hareket ediyorsunuz demektir. Bu arada, tevilci olmayıp, objektif kalmayı bilmek gerek. Bununla birlikte öyle olaylar vardır ki, vicdansal bir tepki olmakla beraber, ferdin kendisine bin bir soru içinde nefsaniymiş gibi de görünebilir. Bu durumda gene akla uygun ve mantıklı olmakta(mâkul kalmakta) yarar vardır.

 

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, insan ancak; sınamak, görmek, iyice düşünüp taşınmak suretiyle(teemmül) yükselir. Olaylar içinde gözlemlenen ile alınan tesir arasındaki ve bunun bir izdüşümü olan vicdanî kanaatin bileşkesini/ortalamasını(muhassalasını) de sürekli olarak incelemek zorunluluğu vardır. Gelişmek, insanlaşmak kolay değil. Gelişmemek söz konusu olmadığına göre bunu başaracağız ve vazife planına(*) katılmaya aday varlıklar hâline geleceğiz.

...................................

(*) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 70-74-103-106-110-135-160-162¬163-164-166-168-169-171-173-174¬194-197.

 

10 Mayıs 2022 Salı

YÜKSEK KADER İLKESİ

 YÜKSEK KADER İLKESİ

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Günlük yaşamda, genellikle olumsuz durumlar için olsa da, başımıza gelenler için “kaderimiz buymuş, nap’çen, yapçek bi şi yok....”deriz geçeriz. Her nedense, hoşumuza giden olguları deneyimlediğimiz durumlarda böyle düşünmeyiz, belki şükretmek bile aklımıza gelmez. Belli zaman mekân koşullarında, belli doğa yasaları altında yaşamak, erkek ya da dişi beden sahibi olmak kaderimizdir. Kader diye tanımladığımız şeyin bir kısmı bireyden bireye değişir, bir kısmı hepimiz ve tüm canlılar için geçerlidir. Dünya gezegeninde yaşamak tüm dünya canlıları için aynı kaderi paylaşmaktır. Başka uzaysal objelerde enkarne durumda olan varlıklar da bizim tâbi olduğumuz kaderden başka bir kadere tâbidirler elbette. Çünkü orada koşullar başkadır, doğa yasaları, daha doğrusu evrensel İlâhî İrade Yasaları’nın oralardaki tezahürü farklıdır. Demek ki, kader kavramı için; mekândan mekâna, varlıktan varlığa bir değişkenlik söz konusudur. Burada ard arda gelen birkaç cümleden de anlaşılacağı gibi, kader kavramı yerine “alın yazısı” deyivermek oldukça yetersiz ve kısır bir niteleme olmaktadır. Nitekim İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT adlı eserde Önder Plan’ın verdiği bilgilerden anladığımız kadarıyla kader, “kader mekanizması” şeklinde, evren ötesinden kaynaklanan ve evren kapsamlı, evrendeki ilâhi düzenle ilgili bir kavramdır.

Dünya mekânı, Kader İlkesi’nin dünyadaki işlevinin sonucudur(1). Kaderin hidrojen âlemindeki tezâhürü "yüzeysel zaman mekânı"dır. Yüzeysel zaman, dünyada dünya idrakine hitap eden zamandır(bkz. syf. 112+205+209+231). Evren ötesi Aslî İlke’ye bağlı kader ilkesinin dünyadaki işlevinin sonucu, bizlerin enkarnasyon ortamı olan dünya mekânıdır.

Ünite’den süzülerek evrene giren Aslî İlke’nin içinde, Aslî Zaman İlkesi ve Yüksek Kader İlkesi bulunur. Yüksek Kader İlkesi’nin evrendeki tezâhürü Kader işleyişidir(mekanizmasıdır). Yüksek kader ilkesinin gereklerinin evrendeki tezahürü “kader işleyişi(mekanizması)” olmaktadır(2). Ünite’den süzülerek evrene giren Aslî İlke’nin içinde, Aslî Zaman İlkesi ve Yüksek Kader İlkesi bulunur. Yüksek Kader İlkesi’nin evrendeki tezâhürü Kader Mekanizması’dır.

Kader işleyişi de kader ilkesinin evrendeki akışıdır(3). Bu durumda; tesirin tezâhürünün “hareket” olduğu gibi, kader işleyişinin madde ortamındaki tezâhürü de “mekân” olmaktadır. Dolayısıyla evrensel kader işleyişi farlıklı özelliklerdeki maddesel ortamlarda farklı şekillerde tezahür eder. Mekânı ifade eden maddenin her şekli ile, olayların her durumu “ kaderin bir tecellisi "dir.(4) Bu anlamda kader, Aslî Gerekler’in yerli yerinde uygulanmasını sağlar(5). Bu söylemlerden de anlaşılacağı gibi, haşmetini sezinlemek bile bizler için çok zor olan ilâhî düzen, denge(adalet); Aslî İlke’nin gereklerine, İlâhî İrade Yasaları’na, ve Yüksek Kader İlkesi’ne göre kurulmuş ve sürmektedir.

İlâhi düzen denge ve ölçü üzerine kurulmuştur(6) ve bağlı olarak adalet üzeredir. Esâsen adalet, denge demektir. Doğal olarak adaletsizlik, dengesizlik demektir ki bu ilâhî düzen için düşünülemez. Kader ise; ölçü, düzen, uyum anlamlarına gelen bir sözcüktür ki bunların hepsi evren için geçerlidir. İlâhî düzende ölçü ise şaşmaz İlâhî İrade Yasaları ile sağlanır ve her şey hesap-kitap ve akıl almaz ölçü üzeredir. İlâhî İrade Yasaları kutsal metinlerde Sünnetullah(ALLAH’ın sünneti) olarak geçer. “Sünnet” ise, tavır/tarz/yöntem demektir; yani “ALLAH’ın sünneti, tarzı/tavrı”... Sünnetullah’ın bizlerin bildiği madde ortamındaki adı doğa yasalarıdır. İlâhî İrade Yasaları’nın tezahürleri olan doğa yasaları farklı uzaysal objelerde ve beşerî toplumlarda farklı görünümlere bürünür ama ALLAH’ın sünneti evrenseldir, değişmez(7). Görüldüğü gibi, alıntıladığımız bu değerli ve derinlikli bilgiler ışığında, klasik kader anlayışımızda düzeltmelere ve iyileştirmelere gitmekte yarar vardır. En sıradan anlamıyla, kader; “alın yazısı” olmadığında öte, aslında kısa vadede yapıp ettiklerimizin (evrensel nedensellik yasasına göre) olmazsa olmaz sonucudur. Dar çerçevede bir kader anlayışımız varsa bile; bu, kendi edimlerimizin sonucudur. Bu sonucun faturasını başkalarına ve ALLAH’a çıkarmanın bir anlamı yoktur.

...................................

(1) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 274

(2) a.g.e. syf. 231,233,234,274

(3) a.g.e. syf. 238

(4) a.g.e. syf. 235

(5) a.g.e. syf. 232

(6) Kur’an, Rahman 5, Nisa 86, Hıcr 4+19+21, Ra’d 8, Sâd 27

(7) Kur’an; İsra 77, Ahzâb 62, Fâtır 43

24 Mart 2022 Perşembe

HAYATI YAŞANMAYA DEĞER KILAN NEDİR?

 

HAYATI YAŞANMAYA DEĞER KILAN NEDİR?

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

“ ‘Bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder!’ sözleriyle Montaigne, “amaçlı yaşam”ın önemini anlatır. Modern yaşamda giderek artan nüfusun, paylaşım yerine körüklenen aşırı tüketimin, insan gerçeğiyle ve doğayla uyumsuz kentleşme ve teknolojinin beraberinde getirdiği yabancılaşma, amaçlı olmayı ve anlamlı yaşamlar sürdürmeyi zorlaştırıyor, maalesef! Çeşit çeşit anti-depresanların sıralandığı reçeteleriyle doktor ofislerinden çıkarken, o kutularda mutluluğu bulabileceğini zanneden insanların dramının altında yatan gerçeklik de aslında bu: Hiçleşme ve amaçsızlık!” Doç. Dr. Şafak Nakajima

 

Hayatı yaşanmaya değer kılan, varlığın gelişimine ve dolayısıyla ruhun tekâmülüne hizmet ediyor olmasıdır. Gelişmek ve ruhun tekâmülüne hizmet etmek ise varlığın evransel ve varlıksal görevidir. Kişinin yaşamdan bu anlamda daha çok yarar sağlaması için kendisinin; gerçek doğası haklında, yâni kendisinin esâsen ruh varlığı(enkarne durumda bir ruh varlığı) olduğu bilincine/sezgisine sâhip olması gerekir. O zaman, kendisinin başına gelenler, çevrede olup bitenler, yâni olduğu gibi yaşam daha çok anlamlanır ve yaşamdan gerçek anlamda daha çok yarar sağlanır. Hayatı yaşamaya değer kılan gerçek amaç ve hedef de bundan başkası değildir.

 

Bizler esâsen tüm dünya beşeriyeti olarak “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”(*) varlıklarıyız. Burada, “otomatiklik”le kastedilen, kendi gerçek doğasından habersizlik anlamında, “gerçekten, ne için ve neden yaşadığını bilmeden yaşamak”tır(**). Bunun da nedeni, kişinin kendi gerçek doğasından habersizliği, ruh varlığı olarak yüceliğinden habersizliği ve kendini bedenden ibaret bir organizma sanmasıdır. Bu durumun varlıksal öneminden dolayı kendini bilmek/tanımak kavramı tüm dinsel öğretinin ve belli başlı inisiyatik öğretilerin temel konusu olmuştur. “Kendini tanımak”tan maksat, beşerî egonun/nefsin tanınması ve gelişim yönünde gereklerinin yapılmasıdır. Ego/nefs ile kastedilen; beşerî kusurlar, zaaflar, çıkarcılıklar, bencillikler, olumsuz duygular ve sahte benliklerdir. Bunlar “reziletler” olarak inisiyatik öğretilere geçmiştir. İşte “dünyaya gelmek”yaşamaktan maksat; kişinin kendini tanıma duyarlılığı içinde reziletlerden kurtulup/arınıp, faziletleri(erdemleri) kendisinde tezahür ettirmek ve yaşama geçirmektir. “Dünya Realitesi’nde temel eylem, nefsaniyete (egoizmaya) egemen  olma eylemidir. Nefsaniyeti ortadan kaldırabilme olanakları yeryüzünde mevcut değildir ve oluşumunda da zaten yoktur. O halde insanın, yaşayan ruhun, en büyük amacı nefsini tanıması, kendini bilmesidir.”(Ergün Arıkdal, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER)

Toplumda tüm kötülüklerin, haksızlıkların, bencilliklerin, adâletsizliklerin, hukuksuzlukların, kısaca erdemsizliklerin(reziletlerin) kaynağı kendinden habersizliktir. Kişinin kendi hakkındaki bu cehaletinin giderilmesi, “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli” beşerî varlığının “insan”a evrilmesi ruh varlığı olarak insanın başarabileceği en zor işlerden biridir. Beşerîvarlığın esas ve varlıksal işi de budur zâten... Einstein bu “zorluğu”, “İnsanın değişmesi, atomun parçalanması kadar zordur...” şeklinde sözcüklere dökmüştür. Aynı zorluğu, Hz.Muhammed, “cihad” sözcüğüyle kendinden habersiz beşeriyete anlatmaya çalışmıştır ve “Gerçek mücahit, kendi nefsiyle mücadele edendir.” demiştir.  Bu anlamda cihad, yaşamın  gâyesi olarak; iyi bir insan olmak, bu uğurda nefsin meşrû olmayan, gelişim açısından işe yaramayan arzularına karşı koymak, istekler/arzular bakımından sâdeleşmektir.  Bu anlayışta, başkalarına yönelik; baskı, şiddet ve zorlama olmaksızın İlâhî İrade Yasaları’na ve yaşama uyumlanmak vardır. Bu bağlamda, hayra, barışa ve erdemlere yönelik iş ve değerler üretmek söz konusudur.

Ruh varlığının gelişip, değişip, değer kazanması(kısaca “insanlaşması”) yeniden yeniden bedenlenişler silsilesi içinde olur. Bu nedenle tekrardoğuş olgusu varlık için ilâhî bir nimettir. Tekrardoğuş olanağı varlığa gelişim yönünde çokluk ve çeşitlilik hâlinde deneyimlerden ve yaşam sınavlarından geçme, uygulama ile idraklenme ve şuurlanma olanağı sağlar. Yaşam sınavları(eprövler); idraklenip şuurlanmamız, dolayısıyla beşerî zaaflardan kurtulup insanlaşmamız için İlâhî Adâlet kapsamında ve Sebep-Sonuç Yasası'na göre önümüze ilâhî bir lütuf olarak çıkarılan fırsatlardır.  Ayrıca, gördüğümüz/görmediğimiz her şey bu varlıksal hedef için birer araçtır. Ancak, bu araçlardan şuurlanma yönünde yararlanma yerine, kendini bilmemezlikten kaynaklanan beşeri bir zaaf ile; onlarla özdeşleşip biriktiriciliğe kalkışırsak, sıkıntılı eprövlerle telâfi edilecek yeni ek uğraşlara girmek zorunda kalırız. Çünkü madde ve maddesel birikim gelişim için amaç değil, araçtır. İşte bu gerçeği anlayıp, duyumsayabildiğimiz ve uygulamayla yaşama geşirebildiğimiz oranda yaşam sınavlarımızda başarımızın artmasının yanı sıra gelişim hızımız da ivme kazanır…

 

Görüldüğü gibi, önce kişinin kendisinin gerçekten ne olduğunu merak etmesi, kendinin gerçek doğasının (öz benliğinin, asıl kendinin) esâsen beden ötesinde olduğunu sezinlemesi  ya da bu konuda bir duyarlılığa sâhip olmasıdır. Başka türlü bir söylemle, “Kendini bilmek ve bulmak için, ruhun beden üzerinde kurtarıcı bir güç kazanabilmesi için; önce, ruhun beden üzerindeki nüfuz ve egemenliğine inanmak, sonra da tasavvur gücünü güzele doğru çevirerek irâdeyi kuvvetlendirip, arttırıp islâh etmek gerek.” (RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, Ergün ARIKDAL Ruh ve Madde Yayınları, Baskı 1991, sayfa 105)

 

Öz benlik olarak ruh varlığının dünya bedeni(organizma) üzerindeki bağlantı gücü yaklaşık “%80”dir(İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT) Bu rakam, öz benlik ile bedensel ben arasındaki bağlantı oranıdır. Ancak varlığın beden üzerinde kurtarıcı güç kazanabilmesi, yâni bu %80’lik(7/8’lik) gücün tamamen bedende tezâhür etmesi) idraklenip şuurlanma ile ortaya çıkan varlıksal bir kazanımdır ve hayatı tüm zorlukları ve sıkıntılarıyla yaşanmaya değer kılan da budur. Bu kazanım, aynı zamanda maddî ve mânevî özgürlüğe gerçek anlamda kavuşmak ve kendini tanımaktır. Bu cümleden olmak üzere,  Tüm yersel ve göksel bilgi kaynaklarının en önemli işlevleri, beşeriyeti; mekanik, duygusal ve entelektüel esâretten yavaş yavaş kurtararak, insanın kendini ve özünü tanımasına yardım etmek ve onu özgür hâle getirmektir. Dünyanın her türlü câzibesinden kurtulmaya namzet hâle gelebilen bir beşeriyetin durumu kıyâmetin(şuurda uyanmanın) nedenini oluşturur. Her türlü esâretin ortadan kalkacağı, BİR’lik ve küresellik yaşamının deneyimleneceği, eş koşmaların zar kadar inceleceği zamanlara hazırlanan beşeriyetin önünde, oldukça zorlu ve ıstıraplı liyakat sınavları bulunmaktadır. (Ergün ARIKDAL, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, syf.126)

..........................................................

(*) İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.

(**)  a.ge. 180