ÎMAN HÂLİNİN GÖSTERGESİ BİLGİYE
DAYALI AHLÂKTIR
HAZIRLAYAN: Selman GERÇEKSEVER
Gelişim yolculuğunda beşerî varlıklar olarak çeşitli şeylere inanırız,
inanmanın da ötesinde iman ederiz,
bu doğaldır. Ancak inandığımız ve îman
düzeyinde benimsediğimiz konunun üzerinde aklımızı kullanarak düşünüp, onun
özüne/bilgisine inmeye çalışarak irdelemezsek; o imanın gelişim açısından bir yararı olmaz, daha doğrusu îmanın
gereği olan uygulamaları yapamayız, hatta îman
konusu olan yaptırımlar zaman içinde kalıplaşarak ve "kabuklaşarak"
gelişime köstek bir dogma niteliği kazanır. Kutsal vahiyde îman önerilmiştir ama "aklı işletmek, işlevsel akla
sahip olmak"da önerilmiştir. (1) Hatta, “başı belâden/dertten/sıkıntıdan kurtulmaz...”
anlamında "Aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağar."(Yunus 100)
uyarısında da bulunulmuştur.
İdrakin devreye girdiği durumla ilgili olarak, îmanı
tırmanılacak bir dağa benzetirsek; inanç sahibi varlık varlık “îman dağı”nın eteğine kadar
gelmiş demektir ve idraklenme cehtiyle zirveye ulaşacaktır. Yani hedef, zirveye ulaşmak
ama önce idrak. İman edilen konu,
özüne / bilgisine varılma ve idraklenme yönünde irdelenirse, olgunlaşmaya
vesile olabilir. O düzeye çıkarılan îman
belli bir derecede olgunlaşmıştır. Ancak, bilgisine ulaşılan îmanı da uygulama ile diri tutmadıkça,
bir sonraki îmanın hakikatine
ulaşılmaz. Îman ettiğimiz şey, her
ne ise; onun bilgisine varmak uygulama ile olur. Dolayısıyla idraklenme cehtini
sürekli tutmak gerek. Îman da dahil, uygulamayla idrak
edilmeyen bilgi yük bilgidir, gelişim açısından işlevselliği yoktur. Gelişim süreci(merdiven
basamaklarında yükselir gibi) realiteden realiteye geçilerek sürüp gider. Bu
süreçte, üzerinde bulunduğumuz basamağı özümsememişsek, bir üst basamağa adım
atacak güce ulaşmamışız, hatta bir üst realitenin inancına bile sahip
değiliz(ondan bi-haberiz) demektir.
Bilgiye dayalı ahlak bile gerçek bir îman hâlinin göstergesidir.
Bilgi geliştikçe/derinleştikçe, îmanın kapsamı da genişler. Bu durumda, îmanlı
davranışlar Aşkın Ahlak’â uygun davranışlardır. Peygamber’in , “Ben size
güzel ahlâkı öğretmeye geldim.” demesindeki “güzel ahlâk”
Aşkın Ahlâk’tır. Yani, yüce Peygamber, “Îmanınızın gereğini/uygulamasını yapın ki, o
sizde kökleşsin...” demek istemiş sanki. Samimi uygulamayla bireyde
kökleşmeyen îman “güzel
ahlak”a ve “aşkın ahlâk”a ulaşılmaz. Vahye dayalı bu peygamber sözünde,
Aşkın Ahlâk’ın izlerinin beşerde oluşturulması kastedilmiştir. Aşkın Ahlâk, hem
fikirden, hem düşünceden ve özden de üstündür ve hattâ “Tanrı Gölgesi”nin ta
kendisidir. “Tanrı gölgesi”nden, Aslî İlke’nin(2) tesirliliğinin, evrenin
her zerresine kadar nüfuzunu anlıyoruz. Aşkın Ahlâk evrenlerin kuruluşundaki ve
ilâhî düzendeki özgün makettir. Aşkın Ahlâk bu maketin beşerî varlıklar
tarafından araştırılmasını ve özümsenmesini gerektiren fiillerdir. Ayrıca, Aşkın Aklâk tüm varlıkların içinde potansiyel
olarak gizlidir, yani; bu potansiyel, gelişmeye ve şuurlanmaya zorlayıcı bir
güç olarak “içimizde” vardır. Îman
konusu olan şeylerden hareketle; gelişmemek, ne kadar uzun sürerse sürsün, aşkın
ahlâka ulaşmamak söz konusu değildir.
Güzel ahlâka ulaşma kararlılığı ve bunun için kendini tanıma duyarlılığı
içinde bedensel benin arındırılması gerçekleştikçe öz benlik(ruh varlığı/asıl
kendimiz) bedende(düşüncelerde ve davranışlarda, hattâ olduğu gibi yaşam
şeklinde) daha çok tezahür eder ki, gelişim açısından bu makbul durum “beden
içinde ruh olarak yaşamak...” şeklinde (bazı öğretilerde) sözcüklere
dökülmüştür. Bütünsel şuurun bedensel bendeki tezâhürleri; güç, niyet, haslet
ve uyumdur. Bunlardan güç, bütünsel şuur okyanusundaki enerjidir. Niyet,
bütünsel şuurun yoludur. Haslet, bütünsel şuurun damarlarıdır. Uyum ise,
bütünsel şuurun hücreleridir. Bunların hepsi birden de gerçek îmanın
gerekleridir. Burada bütünsel şuur, öz benlikten başlayarak ruhsal plana kadar
yayılan geniş şuur alanıdır. Bu şuur alanı, bedensel bende ne kadar çok tezâhür
ederse, îmanın gerekleri o kadar çok
ve doğal bir şekilde yerine getirilir ve davranışlara ve günlük yaşama yansır.
Bu gerekleri; güç, niyet, huy(haslet), uyum vb. şekillerde sıralayabiliriz ki bunlar
aynı zamanda sağduyu sahibi bilge insanının bazı özellikleridir.
Îman ve vazife söz konusu olduğunda,
elbette vazifenin düzgün ve isabetle yerine getirilmesi îmanın gücüne bağlıdır. Bilgisine varılmış îman ne kadar güçlü ise, vazifede isabet o derece şaşmaz olur.
Bilgisine varılmamış îman gücüyle
yapılan işlerde otomatizma ve “körlük” ne kadar fazla ise,
isabetsizlik ve yersizlik de o kadar fazla görülür. Bu nedenle; “Îman
ve vazife bir kefede, bilgi, çaba/fiil
öteki kefede olmalıdır ve bu kefelerin dengede olmaları makbuldur.”denmiştir.(SADIKLAR
PLANI, celse 6)
Îman ile ilgili olduğunu düşündüğümüz
ahlâk kavramı için standart bir tanım yoktur, ahlâk anlayışı toplumdan topluma,
kültürden kültüre, realiteden realiteye ve hatta bir dinsel inançtan başka bir
dinsel inanca göre değişir. Ama bu konuda erdemlerde(insanî değerlerde) ve
sağduyuda birleşebiliriz. Varlıksal açıdan bunlardan hangisi daha iyidir/makbuldur?
Her realitenin ahlâkı kendisine göre iyidir/doğrudur ama en iyisi o değildir ve
“güzel/aşkın
ahlâk” diye bir ahlâkın da
varlık için söz konusu olduğunu yukarıda
belirtmiştik. Dolayısıyla ahlâk ile gelişim düzeyi ve îman gücü arasında ilişki kaçınılmazdır. Bunun için insanın ahlâkı
da bilgiye dayalı ve bilinçli olmalıdır ve ahlaklı olmasının gereklerini idrak
etmiş olmalıdır. Esasen ahlâk konusundaki bu idrake, beşeri realitelerin alt
basamaklarında ahlâksızlıkları deneyimleme sürecinde kıyas bilgileri(3) elde
ede ede varırız. Bilgiye dayalı ahlâk bir
îman hâlinin göstergesidir. Bilgi
geliştikçe/derinleştikçe, îmanın
kapsamı da genişler. Îmanın, gelişim
düzeyi ve ahlakla olan bağlantısından dolayı, diyebiliriz ki, olgun îmana giden
yolda ilerlemek kendini tanıma duyarlılığı içinde idraklenme cehtini sürekli
kılmakla olanaklıdır. Çünkü Îmanın
ortaya çıkabilmesi; iyi düşünmekle, iyi hükümlendirmekle, iyi duymakla, iyi
görmekle ve iyi uygulamakla olanaklıdır. Gerçi bu “iyi”ler de görecelidir
ama kişi içinde bulunduğu realitenin gereği olan “iyi” konusunda duyarlı
olmalıdır; ancak o zaman bir üst realitenin “iyi”sine aday olabilir.
Bunun da gereği; iyi düşünmek, iyi değerlendirmek ve iyi uygulamadır. Bunlar
aynı zamanda konumuz olan îmanı olgunlaştıran,
güçlendiren tavır ve tutumlardır. Söz konusu “iyi uygulamalar”, “îman” kavramıyla bağlantılı olarak
beşerî ilişki ve etkileşimler için de doğrudur.
Özellikle çeşitli
amaçlarla bir araya gelmiş bireylerden oluşan topluluklarda, toplantılarda,
grup çalışmalarında herkes kendi düşüncesi kadar bir alana sahiptir. Topluluk
içinde ama oradaki başka bireylerle mantal birliktelik içinde olmayan bir kimse
ya da kimseler aslında birbirinden ve topluluğun ortak alanından mesafelerce
uzaktadırlar ve aradaki bu boşluk yabancı ve hattâ zararlı tesirlerle doludur.
Burada bunun tersi durum “îmanlı olmak”tır. Bu îman o topluluğu/toplantyı bir araya
getiren amaca/ilkeye yönelik îmandır.
“Bu
îmandan doğan sevgi bireyleri bir araya getirebilir. Gerçek bir sevginin ortaya
çıkabilmesi için herkesin hakkıyla vicdan sesine kulak vermesi gerekir. O zaman
bireyler birbirine karşı sevgiyle hareket edebilirler.” İyi bir
topluluk için başka çare de yoktur.(4)
Dünya beşeri olarak
duygusal varlıklarız; bundan dolayı, îmanımızın
konusu olan bir vazifeyi yaparken de duygusallık işin içine girebilir ve
vazifeyle ilgili savsaklamalar ortaya çıkabilir, hattâ îmanımızın gereğini tam olarak yerine getiremeyebiliriz. İdealimiz
olan ya da yaşam planımızın gereği olan vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmek
için duygularımız ile vazifeyi birbirinden ayırma gücünü de gelişim sürecinde
kazanmış olmamız gerekir. Bu konuda SADIKLAR PLANI’nın meâlen şöyle bir önerisi
var: “Duygularımız imaj ve hükümlerden; vazife olarak bildiklerimiz ise
îmandan ve hakikatten beslenir. İnsan karmaşık bir varlıktır. İnsanın bu
karmaşık yapısı, imajlarının ve kanılarının hem eksik ve geçici olmasından, hem
de îmanlı ve bazı hakikatleri bilmesindendir. Yani kişi, kanısıyla hakikati bir
arada tutabilir ama bunlar birbirine karışabilir. Bunun gibi, imajinasyonu ile
îmanı da birbirine karışabilir. İşte burada şuur
zenginliği devreye girer: Yaşamın her türlü kargaşasına ve zorluğuna
karşın, daha önce ruhsal çaba ile elde etmiş olduğu îmanın sarsılmaması ve
bildiği gerçekleri ne olursa olsun yerine getirmesi şuur zenginliğine bağlıdır.”(5) Görülüyor ki, vazife
duygumuz ve duyarlılığımız îman
düzeyinde değilse, yaptığımız vazifenin genel gelişimimize kayda değer bir
katkısı söz konusu değildir. Bunlar vazife diye sergilenen zoraki ya da nefs
tatminine(heva-hevesine) yönelik işlerdir, kişinin gelişimine katkı sağlamak
yerine; başına, telafisi zor bedeller de ödetir.
Bilgiye dayalı îmana yönelik gelişim sürecinde, ruh
varlığının amacı; parça parça belirli mekânları değil, bir yaşam planının
gereği içinde bulunduğu mekânın bütününden haberdar olmaktır, işin ideali
budur. Bunu akıl ile başarmaya çalışırız ama yeterli olmaz çünkü akıl da ‘belirli
bir mekân içinde birleştirme/sentez işlemi‘nden başka bir şey değildir.
Bu sentezler sadece belirli bir realitenin içinde, belirli mekânların
anlaşılmasına vesile olur. İçinde bulunduğumuz mekânın bütününden haberdar
olmak ise îmanlı hareketle olasıdır.
“Bu
bakımdan somut bilgi de, bu zaman-mekân koşullarında îmanın süzgecinden geçen
bilgidir. Îman bir müjdecidir ve elbette ki, realitenizin en üstünüdür.”(6)
Buradan bir yan bilgi olarak belirtmeliyiz ki, her realitenin bir îman düzeyi vardır ve belli bir
realitede en üst îman düzeyine de o
realitenin tamamen özümsenmesinden sonra ulaşılır. Buna, SADIKLAR PLANI, “realitenin
îmanı” demiştir.(7) Dolayısıyla her realitede (gelişim açısından)
hedef, o realiyenin îmanıdır. Yani o realitenin verebileceği en üst
bilginin özüdür.
Îman kavramıyla bağlantısı olması bakımından, bedenlenmeyle
birlikte doğal ve kaçınılmaz olarak sahip olduğumuz nefsâniyet, gözlerin önünde
ince bir tülbent gibidir. Tülbentin dokusu seyreldikçe, çizgiler ve renkler
belirginleşir. Ancak, bu ortamda tülbentsiz olmak da olası ve olanaklı
değildir. Bunun îmanla da bağlantısı
vardır: Îman odur ki, önünde tülbent
değil, kalın bir bez olduğu halde, kişi öte tarafı bu tarafmış gibi bilir. Îman odur ki, bildiğini ve bileceğini
bildiğinden ayrı bilemez. Îman odur
ki, bilgisine yeni bilgiler katmak için bilmediğini bilir. Îman odur ki, hem “ben”, hem “sen” kalkar da, hep “biz”
olur. Hep “biz” oluş, Yukarı’nın “eli ayağı” oluştur. El ve ayak ancak
başa uyar. Ama el ve ayak olmak, her şeyden önce, el ve ayağı bilmekle başlar.(8)
Sonuç olarak; Îman odur ki, bastığımız yerde,
baktığımız şeyde, işittiğimiz her seste ilâhî bir koku, ilâhî bir ses, ilâhî
bir iz buluruz. Tanrı’nın ilâhî bir gölgesi olan aşkın zaman içinde zamanlar
yaşarız. Zamansızlık; “Tanrı gölgesi”nin altında kalan tüm
yaratıkların, kendilerini bu gölgenin koyuluğu içinde idrak edebilecekleri
durumdur. Varlıklar bu durumu, gelişmişlik düzeylerine îman olgunluklarına göre
değişik şekillerde algılarlar. (9)
.............................................................
(1)
“aklı işletmek” konulu âyetler için
bkz.: A'RAF 169 - HÛD 51 - NAHL 69
- BAKARA 171 - ALİ İMRAN 118 - MÜMİN 67 - YUNUS 16+42 -
BAKARA 73+242 - ENBİYA 67
(2)
“asli ilke” için bkz.: syf. 19-20-25-32-63-64-73-79-175¬190-191-229-230-231-232-233
(3)
“kıyas bilgileri” için bkz.: syf. 61-119-122-123-124-125-126¬127-144-181-184-203-204
(4)
SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse
74)
(5)
A.g.e. celse 75
(6)
A.g.e. celse 53
(7)
A.g.e. celse 53
(8)
A.g.e. celse 6, syf.31+32’dan özet.
(9)
A.g.e. celse 6’dan özet