Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

22 Kasım 2010 Pazartesi

YAŞAMIN ANLAMI

YAŞAMIN ANLAMI
DERLEYEN: Selman Gerçeksever

            Ruh varlığı olarak, kesintisiz bir şekilde, yaşamdan yaşama geçerek, sonsuz olan tekamül yolunda ilerlemeye çalışıyoruz.Bu gidişimizi, birbirimizle ve tezahürat ortamının öteki birimleriyle etkileşerek sürdürüyoruz. Bir ömür boyu süren fiziksel bir yaşam, bir etkileşmler ortamıdır. Yaratılmış olan herşey birbirini etkiler. Aslında varlıklar etkileşerek birbirinin gelişimine / şuurlanmasına (saflaşmasına, süptilleşmesine yardım ederler. Fiziksel bir yaşamda söz konusu etkileşim, olaylar içinde karşılaştığımız yaşam sınavları ile (eprövlerle) olur.

      Bir olay, pek çok insan için genel bir olgudur ama herkes kendi gelişmişlik düzeyine (duyarlılığına ve safiyetine) göre, olay onun için değişik ve özel bir (ona özgü) anlam içerir ve bu algılamasının düzeyine göre; herkes de aynı olay karşısında  başka başka hallere / haletlere girer. İşte böyle bir epröv vesilesiyle içine girdiğimiz psikolojik hal ne kadar derin olursa, içsel gelişim açısından o epröv o kadar verimli bir şekilde değerlendirlmiş olur. Yaşanan bu hal ıstıraplı olsa da gelişim açasından yararlıdır ve birey için bir rahmettir / nimettir.(1) O halde, içine herhangi beşeri bir vesileyle içine girilen haletin geçiştirlmemesi, hatta oun derinden  yaşanması, bu ‘nimet’in heba edilmemesi içsel gelişim açısından gereklidir.  Durum böyle olduğuna göre, halet nasıl yaşanmalı ki, içsel gelişim açısından bir yarar sağlasın? Bu sorunun doğru yanıtı, aynı zamanda yaşam sınavlarında başarılı olmanın da (yani idraklenmenin de) yoludur. Halet yaşamanın önemi, aslında onun ‘idraklenmek’le olan ilgisinden gelmektedir. Başka türlü ifadesiyle, idrakin (şuura damlamasının) bir önceki aşaması, eprövle gelen haletleri derinden yaşamaktır. Şöyle ki;

      Eprövle gelen tesirin titreşimsel etkisi, duygu merkezinde haletler yaşatır ve böyle yaşanan haletler tüm merkezlerde,  ama  özellikle duygu merkezinde sirkülasyona / devinime tabi tutulursa, makbul bir uygulama yapılmış (yani içsel gelişim açısından yarar sağlanmış) olur. Sözkonusu sirkülasyonun tam olabilmesi için; merkezlere böyle bir esnekliğin kazandırılmış olması ve gerilimin tüm merkezlerde hissedilmesi gerekir.

Böyle yararlı ve geliştirici bir gerilimin hissedilmesi ve sıkıntı vermesi durumunda  durumunda, dirençlerimiz ve ‘kabuklarımız’ la ilgli sorunlarımız var  demektir.(2) Yukarıda sözünü ettiğimiz ‘merkezler arası sirkülasyon’un sağlıklı olması (yani, haletin derinden yaşanması)  o haletle ilgili tesiri; eterik, astral ve mantal bedenlerimizden geçirerek, planımıza kadar ulaştırmayı olanaklı hale getirir. Merkezler arası sirkülasyonun sağlıklı oluşunun, merkezlerdeki esnekliğe bağlı olduğunu belirtmiştik. Ayrıca, bu esnekliğin de, eprövler içinde yaşanan haletlerin derinliğine bağlı olduğunu biliyoruz. Esasen, eprövlerin(yaşam sınavlarının) amacı da; tüm merkezlerdeki esneklik ve uyumu artırmaktır. İşte bu halet derinliği tutturulduğunda; yani, eprövle gelen tesir, merkezlerde bu şekilde sirküle edildiğinde, alınan tesir; hareket merkezinde coşku ve heyecana, duygu merkezinde sevince, akıl merkezinde doyuma neden olur.
             Şekil 1: Merkezler       
       
      Yukarıda, yazı akışımızın bir yerinde; yaşamın, eprövler ve haletler silsilesi olduğunu belirtmiştik. Elbette ki, belli bir yaşam da dahil olmak üzere, aldığımız her tesir bir epröv niteliğindedir. O halde, yapılacak şey; alınan her etkiyi (eprövü) ‘yaşam sınavı’, bilgi uygulama konusunda kendimizi (asıl kendimize / yüksek benimize karşı) kanıtlama vesilesi olarak kabul etmektir.

       
Sağlıklı Gözlem
Böyle bir anlayış geliştirmek, bireye; başka bir beceri daha kazandırır ki, o da ‘sağlıklı gözlem’dir.(3) Gözlem yeteneğinizi geliştirerek, bir eprövün; yaklaşım tarzını, yayılımını ve kilit noktalarını yakalayabilirsiniz ki bunlar eprövün değerlendirilmesinin aşamalarıdır. Bir eprövün; yaklaşım tarzı, yayılımı , kilit noktaları ve eprövün değerlendirilmesinin sağlıklı bir şekilde yapılması, nasıl olduğunu yukarıda kısaca anlattığımız ‘sağlıklı bir gözlem’ ile olasıdır. Burada ‘olaya egemen olmak’, bilgi açısındandır. Olaya %100 egemen olamayabiliriz ama olaya ne kadar (yukarıda açıklamaya çalıştığımız anlamda) egemen olabiliyorsak, o kadar olayın bilgisini / taşıdığı mesajı yakalayabiliriz.

      Demek ki, önyargısız sağlıklı bir gözlem, bilgi edinmeyi, o da olaya egemen olmayı beraberinde getirmektedir. Ayrıca, ‘alanın bilgisine sahip olmak’ da  sağlıklı / objektif bir gözlem ile olasıdır. Bu konuda titiz bir gözlemcinin yüksek benine (plansal yanına) tesir aktarımı güçlüdür. “Bedensiz bir varlık, düşünme halinde olan bir varlık bile” diyor Sadıklar Planı, “öteki düşünenlerden akseden tesirleri, liyakatine göre alır.” Başkalarının deneyimini, (bu anlamda) onu gözlemek suretiyle alır. Bu kısa notumuzdan da anlaşılıyor ki, böyle bir sağlıklı gözlem yapma becerisi geliştirmek, yaşamın hakkını vermek ve de olaylara egemen olmak açısından çok yararlıdır. 

      Yaşam sınavlarını başarmada ‘sağlıklı gözlem’ yapmanın önemini bu şekilde belirttikten sonra, ‘eprövün değerlendirilmesinin aşamaları’na tekrar dönüyoruz: 
Eprövün yaklaşım tarzı: Düşey mi, yatay mı geliyor, daha önceden de gelmiş miydi...
Eprövün yayılmı: Benimle birlikte başkalarını da ilgilendiriyor mu, etkiliyor mu...
Eprövün kilit noktaları: Benim için sorun olma noktaları, çözemediğim yerleri neler, benden istediği nedir ve benim (içsel / manevi olarak) neremi incitiyor...

Yaşamın, olduğu gibi, eprövler silsilesi olduğunu belirtmiştik. Yukarıdaki açıklamalarımızdan da herhalde anlaşılmıştır ki,’eprövler’ dediğimiz bu yaşam sınavlarının içeriğini (yani, eprövlerle gelen tesiri / bilgiyi) sağlıklı / objektif bir gözlem ile algılamaya çalışmakta büyük yarar vardır. İşte yaşama böyle bir yaklaşımın başka bir yararı da, idraklenmeye olan katkısıdır. Şöyle ki, halet yaşayarak idrak oluşur ama, bu haleti (ya da herhangi bir haleti) yaşamak / deneyimlemek için, illede doğrudan doğruya olayın içinde olmak şart değildir. Sağlıklı bir gözlem hali içinde; baktığımızı görebilir ve gördüğümüzü de anlayabilirsek, gözlem yaparak da halet yaşanır ve idrak oluşur ki; zaten, epröv içinde halet yaşamaktan amaç da budur.

      Uyanık ve iyi bir gözlemci ve yaşama karşı genel bir esneklik de kazanmış isek; kaba eprövleri yaşayarak, ıstıraplı haletler içine girmeye gerek kalmaz. Esasen eprövün / olayın türü de önemli olmayıp; önemli olan, belli bir içsel gelişim ihtiyacının karşılanmasına yönelik halet içine girmek ve kuşkusuz, bunun hakkını vermektir. Çünkü, aynı halet, değişik eprövlerle / olaylarla da yaşanabilir ve tüm bunlardan amaç, idraklenmek ve şuurlanmaktır. Enkarne bir varlık, bu amaca ulaşma cehdi (ya da çabası) içinde, olay à epröv à halet aşamalarından geçtikten sonra; idrake ulaşır, “şuuruna bir idrak damlası damlatabilir”(4). Görülüyor ki, idraklenmenin bir önceki aşaması, olayın içinde yaşanan ruh hali demek olan ‘halet’ tir.

      Bu şekilde, enkarne varlıklar olarak, gelişim ihtiyacı giderme gayreti içinde (bilerek / bilmeyerek) yaşam planlarımızda hedeflenen konuları tamamlamaya çalışıyoruz. Yani, şuurlanmaya, tekamül etmeye, erdemlerle (insani değerlerle) donanmaya çalışıyoruz. Bu nedenle, ıstıraplı eprövler de dahil; başımıza gelen her şey (esasen kendi elimizin / fillerimizin sonucu ve hiç kuşkusuz) bizim hayrımızadır. Mevlana Celaleddin RUMİ’nin dediği gibi, “Şikayet etmek yerine, acı sınavlar birer rahmet olarak görülmelidir.”

      Yaşam olgusu içinde karşılaştığımız olayların ve onlarla gelen eprövlerin şiddetini (kabalığını / inceliğini ) bizim kendi içsel gelişim ihtiyaçlarımız belirler. Yaşam içinde bizleri halden hale sokan uğraşlarımız, aynı zamanda, içsel gelişim ihtiyaçlarımızın giderilmesi yönünde sergilediğimiz etkinliklerdir. İçsel gelişim ihtiyaçlarımızı giderme süreci içinde belirli (yani, çeşitli derinlikte) haletler yaşayarak, yaşam planlarımızda  hedeflenen konuları’ tamamlamaya çalışırız. İşte bu ‘hedeflenen konular’, gerçek gelişim ihtiyaçlarımızın zorunlu olarak belirlediği maddelerdir.

      Enkarne olduğumuz alandaki icaplara da bağlı olarak duyulan ihtiyaçlara yönelirken; bunların, gerçek mi, tali mi olduklarına da çok dikkat etmeliyiz. Bu konuda bir duyarlılık geliştirmekte, titizlik göstermekte yarar vardır. İhtiyaç duyduğumuz bir şeyin (ya da bize empoze edilmeye çalışılan bir şeyin) bizim için ne kadar zorunlu / gerekli olduğuna bakmalıyız. Tali ihtiyaçların eşinde koşmak, ıstıraplı / sıkıntılı eprövlere davetiye çıkartmaktır. Çünkü, bireyleri tali ihtiyaçlara yöneltici koşullandırmalar (günümüz reklam sektöründe yapılmaya çalışıldığı gibi...); uyutucu, makineleştirici ve illüzyonda yoğunlaştırıcı etmenlerdir. Bize ‘ihtiyaç’ olarak empoze edilen bir konu ya da obje ile karşılaşınca, bir sınav karşısında  olduğumuzu ve sadeleşme yönünde gidişimizi engelleyici bir etki karşısında olduğumuzu anımsamakta yarar vardır.

      Böyle bir duyarlılığa sahip değilsek, tali ihtiyaçlara (yapay ihtiyaçlata) takılarak, eprövleşerek gelen olaylara davetiye çıkartmış oluruz. Bundan dolayı suç; eprovde, tesirde, olayda (ya da bunlarla gelen insanlarda) değil, bireyin nefsaniyetinden kaynaklanan açgözlülüğündedir. İşte böyle bir olmaması gerekenden bizi kurtaracak ( hiç değilse; böyle, islaha muhtaç bir yanımız olduğunu  bize gösterecek) olan, yine eprövlerdir ve bu işlevlerinden  dolayı da, eprövler bizler için birer rahmettir. O halde, eprövlerden, yaşam sınavlarında kaçmak yerine; onlardan yararlanarak, içsel gelişim ihtiyaçlarımızı gidermeye bakmalıyız.

      İşte eprövler içinde, bu anlamda bir başarı elde edebilirsek (bu konuda bir ustalık kazanabilirsek); bundaki başarımız oranında, giderek daha ince / latif / süptil  tesirlerle(gözlem, bilgi, sezgi, ilham vb.) temas etmeye başlarız. Bu durum, aynı zamanda; bireyin gelişmişlik düzeyinin belirtilerinden  biridir: Giderek daha ince uyaranlarla yaşıyor / gelişiyor olmak...

      Ruh varlığı olarak kendi kendimiz için hazırladığımız eprövlerin bir amacı da, gelişim için oldukça gerekli olan  esneklik ve uyumu artırmaktır. Herhangi bir olay ile içine girdiğimiz epröv bizi zorluyorsa (sıkıntı / ıstırap veriyorsa), o konuda  yeterli esneklik oluşmamış demektir. Bu nedenle, esneklik ve uyum pratikleri / talimleri yapmak için de eprövlerden yararlanabiliriz.

İşte bu bağlamda, he tesiri (etkiyi) bir epröv vesilesi bilmek; aslında, farkındalığın (Sufizm’deki “ayık gezmek”in)gereğidir.  Bu anlamda farkındalık zaten, eprövde (yaşam sınavında) başarının ön koşuludur. Burada (yani, “farkındalık” söz konusu olduğunda) her zaman anımsamakta yarar olan bir konuda, duygusallığın kontrol altında tutulmasıdır. Çünkü, duygusallık; farkındalığın da önündeki en  önemli enegellerden biridir: Duygusalılk içinde, eprövlere olan yaklaşıkmlar, eprövle gelen tesirin şiddetini, kabalığını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Böyle bir kabalaşmaya sebebiyet vermeme konusunda itizlik göstermede elbette ki yarar bulunmaktadır. Çünkü, bir enkarnasyon ortamnda tesir alış-verişi eprövler aracılığıyla olmaktadır. Ancak, eprövlerle gelen tesirin, işlevini gerçekleştirmesi ve (içsel gelişim açısından) bir yarar sağlaması için; merkezlerde (özellikle de duygu merkezinde) sirküle edilmesinde yarar vardır. Yaşanan haletin metabiyolojik / fizikötesi yanımıza yansıması için, özellikle, o tesirin duygu merkezinden geçirilmesi gerekir. Çünkü, bir halet duygu merkezi aralığıyla fizik ötesi yanımıza yansır. Ama duygular  kontrol altında değilse (yani, duygusallık halledilmemişse, kanaatlerimiz bir takım duygusallıklarla gölgeleniyorsa), sözkonusu sirkülasyon yapılamaz ve önyargılar işi berbat eder. Bu durumda birey, planına (ruhsal ailesine) ‘feedback’ geri bildirim vazifesini yapamıyor demektir. Enkarne bir varlığın, planına / ruhsal ailesine ‘feedback’ gönderme işlevi; ancak, eprövün haletini yaşamak ve onu merkezlerde sirküle etmekle olanaklıdır. Bu işlevin önündeki en büyük engel duygusallıktır.  Duygusallık, eprövden yararlanmayı olumsuz yönde etkiler. Dolayısıyla bu durumlar aynı zamanda, başarılı bir yaşamın önündeki engellerdir. Mealen, “Ahdini bozanlardan olmayın!” Kur’an ayetinde anlamını bulan bu durum, planımıza olan ahdimizi gerçekleştirmenin önündeki barikatlerden biridir. Kuşkusuz, böyle bir duruma düşüldüğünde; eprövün kalitesi düşer, kabalaşır ve şiddeti artar (dolayısıylada bizde uyandırdığı acı artar) ki, bu da aslında birey için (içsel gelişim açısından) bir rahmettir (söz konusu çıkmazdan kurtulması için...)

      Görüldüğü gibi, eprövlerle gelen haletler ile duygusallıklarımız arasında (dolayısıyla, yaşamın başarılı kılınması arasında) sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Bu öneminden dolayı, duygusallık ile haletler arasındaki ilişki üzerine biraz daha durmak istiyoruz: Yukarıda, kontrol altına alınmasına yarar olduğunu belirttiğimiz duygularımız, tesirlerin (yaşam içinde eprövlerle gelen tesirlerin) titreşimsel etkisini algılamak içindir. Bir tesirin titreşimsel etkisi, duygu bedenimizde haletler yaşatır. Bu halet tüm merkezlerde (ama özellikle de duygu merkezinde) sirkülasyona tabi tutulursa, makbul bir uygulama  yapılmış, eprövün hakkı verilmiş olur. Söz konusu sirkülasyonun tam olabilmesi için, merkezlere esnekliğin kazandırılmış olması gerektiğini ve gerilimin tüm merkezlerde  hissedilmesi gerektiğini daha önce e belirtmiştik. Bu uygulama başarıl olarak gerçekleştirilirse, (ama özellikle de duygu merkezinde) sirkülasyona tabi tutulursa, makbul bir uygulama yapılmış, eprövün hakkı verilmiş olur. Söz konusu sirkülasyonun tam olabilmesi için, merkezlere  esnekliğin kazandırılmış olması gerektiğini ve gerilimin tüm merkezlerde hissedilmesi gerektiğini  daha önce de belirtmiştik. Bu uygulama başarılı olarak gerçekleştirilirse, bunun yansıması eterik, astral ve mantal bedenlerimizden geçerek planımıza / ruhsal ailemize kadar ulaşacaktır.

      O halde, tüm bunlardan anlaşılıyor ki; önemli olan, özellikle acılı haletleri geçiştirmemek, onları olabildiğince derinden hissetmek (“Kucaklamak...”) ve daha da iyisi, onu merkezler arası sirkülasyona tabi tutmaktır. Başka türlü bir deyişle, (Ruhsal tebliğdeki ifadesiyle), ‘eprövün silkeleyici etkisi’ni göğüslemek gerek, böyle bir gücü geliştirmek gerek. Bu anlamda bir ‘silkeleyici etki’  kuşkusuz sadece fizikle sınırlı değildir: birey, eğer belirli bir duyarlılığa / safiyete ulaşmış ise, düşey etki altında da ‘silkelenme haleti’ yaşayabilir...(4) Bu nedenle, görülüyor ki, makbul olan; ‘silkeleyici rahmet’e uyumlanmak ve onun bizi silkelemesine izin vermektir. Yani, haleti geçiştirmeden, tevil etmeden; onu, derinden hissetmek (merkezler arası sirkülasyonda başarıl olmak) önemlidir. “Silkeleyici rahmete uyumlanmak...” dedik: Buradaki ‘uyumlanma’ ve ‘uyum’ boyun eğiş değil, farkındalık kavramında anlamını bulan ‘teslimiyet’ tir. (5)

      Esasen, daha önce de belirttiğimizgibi, bir epröv bizi zorluyorsa (ıstırap ve sıkıntı veriyorsa), o konuda esnekliğimiz az (ya da hiç yok) demektir. İşte yaşam içinde böyle bir esneklik oluşturulursa; “eprövler yüreğimize oturmadan, teğet geçer...”, yaşamın yokuşlu yolları, çıktıkça dikleşmez... Yani, ‘yaşam sınavları’ dediğimiz eprövlereden dolayı ıstırap çekmemize gerek kalmaz. Çünkü, genel olarak biliyoruz ki; tekamül için ıstırap şart değildir. Ama yine de unutmayalım ki, böyle bir koşulun olmaması, yok olması anlamına gelmez: İçinde bulunduğu zaman mekan kesitinde; gerekli sadeliğe ulaşamamış, esneklik ve uyum yeteneği geliştirememiş bir kimse için ıstıraplı epröv bir rahmettir. Istırabın olup olmaması şöyle dursun; ıstırap, onun için bir zorunluluktur, olmazsa olmaz bir ilaçtır. Çünkü, ataletinden ve nefsaniyetinin kabalığından dolayı, o kendisini ıstıraplı / acılı eprövlere müstahak kılmıştır. Dolayısıyla sıkıntılı eprövlerden kurtulma sorumluluğu da kendisine aittir: Kendi kendimize yarattığımız engelleri yine kendimiz ortadan kaldırmak durumundayız. Esasen genel ortalama olarak, dünya beşerinin gelişim düzeyi acılı / tatlılı eprövlere yükselebilecek bir durumdadır.

      Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, bu anlamda yaşamda başarılı olmak, kendini tanıma cehdiyle yakından ilgilidir: Epröv-halet ilişkisi çerçevesinde buraya kadar aktardığımız tüm konuların ‘kendini tanımak’ kapsamında uygulama olduğu herhalde anlaşılmıştır. Birkaç paragraf önce sözünü ettiğimiz ‘silkelenme’ sözcüğünde anlamını bulan durum da, bu kapsamda (yani kendini tanıma kapsamında) ele alınacak / değerlendirilecek bir konudur: Yani, eprövle gelen tesirin, içimize işlemesine izin vermeliyiz. Böyle bir esneklik ve yaşama karşı böyle bir güç geliştirmeliyiz. Özellikle çocuklarımıza bu konuda yardımcı olmalıyız. Bir bakıma tesirin kaynağından çok, kendimize yönelmek durumundayız. Eprövle gelen tesirin ‘içimize şlemesine izin vermedikçe’, ‘silkelenme’ olmaz... Yazımızın akışı içinde yer yer sözünü ettiğimiz ‘esneklik pratikleri’ni bu silkelenme vesileleriyle yakalayabiliriz. Bu anlamda ‘silkelenme’, düşeyden gelen süptil etkilerle de (ilham, sezgi, içe doğuş vb.) deneyimlenebilir. Kısacası; yataydan gelsin, düşeyden gelsin; bu bir rahmettir. Şükür konusu olan bu silkeleyici rahmete uyum sağlamaya çalışmakta (onu “kucaklamakta”) yarar vardır.

Dediğimiz gibi bu, aynı zamanda bir teslimiyettir.  Sözünü ettiğimiz ‘silkekeyici rahmet’e uyum, ıstırapların kabalığında da bir azalmayı beraberinde getirecektir. Çünkü, eprövün bireye ıstırap veren mekanizması, onun; (yani, bireyin) yükseltici tesire uyumsuzluğundan dolayıdır. ‘Yükseltici tesir’e ne kadar uyum sağlayabilirsek, ıstıraplı eprövlerle o kadar az karşılaşırız. Başka bir deyişle; birey, bu anlamda yeterli esnekliğe ulaştığı zaman, eprövün yaşattığı gerilimi ıstırap olarak algılamaz. Çünkü, eprövün bireye ıstırap veren mekanizması, bireyin yükseltici tesire uyumsuzluğundan dolayıdır. Bu uyumsuzluk giderilirse; epröv, ıstırap olarak algılanmaz. Daha doğrusu, o bireyin; ıstırap verici kaba eprövlerle karşılaşmasına gerek kalmaz. İşte, kendini tanıma / bilme çalışması da, bir bakıma, ‘uyanışın ıstırabı’nın en aza indirilmesi çalışmasıdır. Çünkü, bu sayede birey; ama kendini bilen birey, eprövün yaşattığı gerilimi(6) ıstırap olarak algılarız.(7)

      Görülüyor ki, birey; eprövlerden, içsel gelişim yönünde yararlanabildiği oranda, kendini tanıma fırsatını yakalayabilir. Bu nedenle, her etkiyi / tesiri epröv vesilesi (onu bir yaşam sınavı) bilmek, bizce bu yararı sağlamakla kalmaz, farkındalığımızı da artırır. Başka türlü ifadesiyle, her etkiyi / tesiri epröv vesilesi bilmek farkındalığın gereğidir. Başka anlamda bir farkındalık da; içinde bulunduğumuz realitenin alışkanlıklarının (zihinsel ve bedensel konforunun) farkına varıp, onları terketme cehdi içinde bir üst realiteye yükselmektir. Böyle bir ihtiyacı hissetmek ve bu cehdi sergilemektir farkındalık. Çünkü birey, yaşam içinde belli bir realitenin mensubu olarak yaşarken, böyle bir uyanıklık / farkındalık içinde bulunmaz ise; içinde bulunduğu realite ile, bir üst realite arasında geçirdiği teşevvüşün de alışkanlığına kapılma tehlikesine düşebilir. Bu realite ve farkındalık konusunu tekrar ele almak üzere, epröv ve halet konusuna tekrar dönüyoruz.
            Birey, sadece iki realite arasında bulunurken değil, başka nedenlerle de teşevvüş içinde bulunabilir. Bu konuda nedenler ne olursa olsun, bireyin; teşevvüşten dolayı içine girdiği şaşkınlık, kendisini gerilime sokar. Bildiğimiz gibi, içsel gelişim açısından gerekli olan gerilim, varlık alanlarının (bireysel alanların) teğetleştiği noktalarda oluşan eprövlerde  yaşanır. Başka türlü ifadesiyle epröv , aynı zamanda bir gerilim alanıdır ve gerilime maruz kalma prosesine de epröv denir. Yaşamın sürüp giden akışı içinde, epröv, bireyi bir seçim zorunluluğuyla  karşı karşıya bırakır.
                                                                                                                     Şekil 2: Alansal Etkileşim
      Bu seçimde, en genel anlamda, pozitifin ya da negatifin (vicdani ya da nefsani olanın) seçimidir. Şu ya da bu seçimimize göre, değişik değişik eprövlere girip çıkarak yaşamımızı sürdürüp gideriz. Bu gidiş içinde birey, eprövle gelen tesirin içerdiği bilgiyi açığa çıkarabilirse, (ki bu, merkezler arası sirkülasyonla olur); o epröv o bireye geliş amacına ulaşmış demektir. Çünkü, halet yaşanmaksızın, bilginin tesiri alınmaz. Başka türlü ifadesiyle; tesiri alnmayan bilgi, haleti yaşanmayan bilgi, yüzeysel bilgidir. Görülüyor ki, gerilime girmek, gelişme gereksiniminden dolayıdır.

 Gerilimler içinde yaşanan haletler (derinlikleri ölçüsünde), bireyi içsel sükunete ve belli bir realitede gelişmişliğin doruklarına (‘egemenlik’ alt basamağına) ulaştırır. Yani, içsel sükunet, gelişmişliğin belirgin bir göstergesidir ki, bu da; haletlerin derinden yaşanmasına bağlıdır. Makbul bir kisve olan bu durum, aslında (bu şekilde derinden yaşanmış) bin bir haletin aynasıdır ve bireyin gücüne güç ekleyen artı bir puandır. Realitesinde böyle bir güce ulaşmış olan birey, tepkilerini kontrol altına alma gelişmişliğine ulaşmış demektir.

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, makbul olan; yaşanan olay değil, olayla birlikte içine girilen halettir, hatta o haletin derinliğidir. Söz konusu derinliğe ulaşılmasının da, alınan tesirin / bilginin; merkezlerde(9) sirküle edilmesinde (devinime tabi tutulmasında) yarar olduğunu burada bir kez daha anımsıyoruz.
     
Bizleri içsel gelişime yöneltici ve nefsaniyetimizi eğitici sınavlarla dolu olan dünya tekamül okulunda yaşanan haletlerin bir kısmı negatif niteliklidir.(10) ancak makbul olan, içine girdiğimiz negatif haleti fark etmek, asıl (realitemiz gereği) bulunmamız gereken yere yeniden çıkmaktır. Yani,  negatif halet içinde bulunduğumuzu hemen fark edip, ondan hemen sıyrılmak makbul bir tutumdur.

      Eprövler karşısında, buraya kadar anlatmaya çalıştığımız mekanizmayı çalıştırmakta; beceriksizlik gösterdiğimiz oranda, gelişim açısından bazı eksiklikler oluştururuz ki, onlar bu günün eprövleri olarak karşımıza çıkar. Ancak bu şekilde deneyimlediğimiz eprövdeki bilginin, ‘Yukarı’  daki idesi ile (yani, ağır bilgisi ile) bağlantısı kurulabilir. Bu durum aynı zamanda (yazımızın akışı içinde sözünü ettiğimiz) farkındalık kavramıyla ilintilidir: Şöyle ki, farkındalık bir anlamda, idrakin iki ucu açık halidir.Yani, gözlemin ya da deneyimin, alt ve üst merkezlerle (bkz. ‘merkezler’
şeması) birlikte yaşanması, yüzeysel bir bilginin, idesiyle bağlantısının kurulması, yüzeysel bir bilgi ile ağır bir bilginin (idesinin) aynı anda algılanmasıdır. İşte olayların eprövleşerek gelmesi (yani, ıstıraplı eprövlerin gelmesi) böylece önlenebilir, hiç değilse şiddetleri azaltılabilir. Çünkü, her epröv idrak edilmesi gereken bir bilgi / tesir taşır. Esas olan ve olayın eprövleşerek gelmesini önleyen de  bu bilgiyi,  tesiriyle birlikte almak; yani, bilgiyi idrak etmektir:  Olaylar silsilesinden başka bir şey olmayan yaşam içinde herhangi bir vesileyle aldığımız bilginin, idrake dönüşümünü şöylece formüle edebiliriz:  Olay(epröv)à haletà idrak (bilgi).

      Esasen, idrakin; şuura dahil olacak hale gelmesi de böyle bir mekanizma ile olanaklıdır: Eprövà haletà bilgi. Bu yapılamayınca, idrak, şuurdaki yerini alamaz. Bu olgunun böyle mekanizmal nitelikte ortaya çıkması; eski idraklerin; epröv yaşanması sırasında (ve haleti deneyimlerken), devreye sokulmasından dolayıdır.

      İdraklenme ceddi’ olarak da adlandırılan bu durum, aslında; sonsuz / soyut idraklerin, somuta dönüştürülmesidir. Yani bir eprövle karşılaşıldığı zaman, onun haletini yaşama süreci içinde, merkezler arası sirkülasyonu yaptırırken, daha eskiden edinilen idraklerden birini (ya da birkaçını) devreye sokması ve bu idrak ile tepki vermesidir. Birey bunu başlatabildiği oranda, mantalindeki bir idrakin somuta dönüşmesini de gerçekleştirmiş olur.

      Esasen, her somuta indirgenebilen idrak, bir cehd ürünüdür ki, işte bu da ‘idraklenme cehdi’nden başka bir şey değildir. Ayrıca, böyle bir cehdin sergilenmesinin ve bunda başarının getireceği başka bir yarar da, bireyi, yeni cehd zeminlerine yöneltmesidir. Burada, (az önce sözünü ettiğimiz) ‘idrakin somuta dönüştürülmesi’nden de mantaldeki bilginin kullanılabilir hale getirilmesini kastediyoruz. Ayrıca, yaşam boyunca (bir ömür boyunca) bize özgü / özel eprövlerin genel amacı da budur: Bizdeki bilgiyi açığa çıkarmak...

      Buna başarı; biraz, mantal durumumuz (ve mantal içeriğimizle de) ilgilidir: Şöyle ki, mantalimiz bu duruma hazır ise; yani, gerekli tanzim ve düzenleme zamanında yapılmış ise, bir idrakin mantalden, bedensel bene inmesi zor olmaz. Yani, eprövün kabalaşmasına (olayın eprövleşmesine) gerek kalmaz. Çünkü, biliyoruz ki, “Herkese gelmez bela, erbab-ı istidak arar...” Bu atalar sözündeki, “erbab-ı istidat’dan kasıt, mantal yetkinlik ve mantal içeriğin / konstrüksiyonun uygun olup olmamasıdır. Bu nedenle; mantali, tanzim edilmiş olarak bulundurmak iyidir. Böyle bir mantal, eprövün kabalık derecesini azaltır. Bu yapılmadığı taktirde; hele astralimiz de kirli, biraz ‘kabuklarımız’ da bolca ise, ıstıraplı eprövlerle karşılaşmak kaçınılmaz olur. Daha doğrusu, birey; eprövü acılı / ıstıraplı olarak algılar. Bu durum, içsel gelişim konusunda atalet içinde bulunan bir kimseye şuurda uyandırıcı tesirin kabalaşarak yaklaşmasıdır. Bu tür tesiri birey, kendi ataletinden dolayı kendisi çekmiştir ama; hiç kuşkusuz bu, onun hayrınadır (uyanması, ‘silkelenmesi’ ve kendine gelmesi bakımından...).                                                     
Ama aslolan, hiç kuşkusuz, itilerek kakılarak (ikide birde silkelene silkelene) yürüyenler olmaktan kurtulmaktır, kaba tesirlere müstahak olmadan gelişmektir. İtilerek kakılarak (yani, ikide birde silkelenerek) gitmek, “başkalarının sahipliğinde” (yani otomatik / yarı şuurlu) halde yürümektir. İşte esas olan ve makbul olan; otonom şekilde (kendi kendine yeterli) hale gelerek, “sahipsizlik” anlayışı ile “sahipsiz” olarak yürümektir. Burada, “sahipsizlik” anlayışı ve düzeyine varmak,”otonom yaşar hale gelmek” gelmek ve bir bakıma, içinde bulunduğu realitede ‘kıyam etmek’ şuurda uyanmak demektir.  Başka ürlü ifadesiyle ‘sahipsizlik’; bireyin, kendi özgür iradesiyle, kendi ayakları üzerinde doğrularak ve ikide birde kaba tesirlere maruz kalmadan yürüyebilmesidir.


Şekil 3: Yatay-Düşey Tesirler

Bu durum , daha değişik ifadesiyle, olabildiğince, yataydan gelen tesirlerle beslenmeyecek hale gelmektir. Bunun için de, yaşam olgusu içinde, eprövden epröve girip çıkarak, idraklenme cehdi içinde şuurlanmak ve daha çok, düşeyden gelen tesirlerle beslenir (bu süptil tesirlerle yürür) hale elmektir. Zaten, ‘başarılı bir yaşam’dan anladığımız da budur. Çünkü, bu duruma gelmiş birey, tesirlere karşı duyarlıdır; yaşam içinde yataydan aldığı bir tesire, eski bir idrakiyle tepki vermeyi sanki alışkanlık haline getirmiştir. Bu şekilde, yataydan gelen bir tesirin mantaldeki benzeriyle karşılaştırılmasına ‘idrakli esneklik’ denir. Eprövlere (yaşam sınavlarına) ‘idrakli bir esneklik’le tepki vermek, elbette ki erdemli insanlara özgü bir tutumdur. Çünkü, bu tutum aynı zamanda, idraklenme cehdi içinde ve gerçek ihtiyaçlar yönünde sergilenen bir tutum ve uygulamadır.

Böyle bir uygulama sayesinde birey, daha önceki idraklerini, bir üst idrake yükseltmek şansını da kolay kolay kaçırmaz. Hangi tekamül düzeyinde olursak olalım, esasen; eprövlere girip çıkmamızın bir amacı da daha önceki idraklerimizi, bir üst idrake yükseltmektir ve artık herhalde anlaşılmıştır ki, böyle bir becerikli ve başarılı bir tutum ile, olayların eprövleşerek üzerimize gelmesini de önlemiş oluruz. Karşılaştığımız bir yaşam sınavının içerdiği bilgiyi, tesiriyle birlikte alabilmişsek / alabilirsek, onun (yani, olayın) eprövleşmesine gerek kalmaz: Amaç, epröv geçirmek değildir, amaç yaşam da değildir; amaç, bilgi uygulaması yaparak şuurlanmaktır. Yani, yaşamak değil, nasıl yaşadığımız önemlidir.

 İşte, sadece yaşamak değil de, ‘nasıl yaşadığımız’ bizim için ön plana çıkarsa; idrakli hareket etmek, idrakli cehd sergilemek bizim yaşam tarzımız olur. ‘İdrakli hareket’ten kastımız, soyut / sonsuz idraklerin somuta indirgenmesidir, demiştik yazımızın akışı içinde biryerlerde. İdrakleri somuta indirgediğimiz zaman da, sadece idrakli cehd sergileme şansını / fırsatını yakalamakla kalmayız; epröv, idrak ve cehdin; birlikte çalışmalarına da olanak sağlamış oluruz.

Epöv, idrak ve cehdin kombine çalışmalarının başka bir yararı da, tesirin formel hale gelmesini kolaylaştırmaktır. Çünkü, tesirin formel hale gelemesi (davranışlarımıza ve yaşamımıza yansıması), epröv, idrak ve cehd üçlüsünün birlikte / kombine çalışmalarıyla olanaklıdır. Tesirin, davranışlarmıza ve yaşammıza yansımasının (yani kullanılır hale gelmesinin) bir önceki aşaması; o tesirin, zihinde form oluşturmasıdır (yani, anlam ve vizyon kazanmasıdır). Kısacası, epröv geldiği zaman; (eski) idraki ve cehdi işe kalarak; epröv + idrak + cehd mekanizmasnı çalıştırmalıyız. Her bellibaşlı yaşam sınavında bunu başarabilirsek; aynı tesiri, deişik koşullar içinde aldığımız zamanlarda bile, farklı haletler ve deneyimler (dolayısıyla, yeni yeni kazanımlar) yaşayabiliriz.

Böyle bir yaşam; içsel mutluluk ve coşku, yasalara uygun tutum ve zaman enerjisine uyumlu davranışlar içinde bulunmaktır ki, bu da; içsel gelişim yönünde ilerlemekten başka bir şey değildir. İşte, yaşamın yürüdükçe dikleşen yokuşları boyunca böyle bir gidiş tutturabilirsek, illüzyondan da daha az etkilenir hale geliriz. İllüzyona karşı böyle bir güç kazanmak; yargılamaktan, hüküm vermekten, beşeri beklentilere girmekten ve nefsani koşullandırmalardan kurtulma şansını yakalayabiliriz. Bu şekilde, illüzyon yanlgısını azaltmak olanaklı hale gelir. Bu, içsel gelişim açısından büyük kazançtır; çünkü, beşeri zaaflarımızdan birisi olan ‘ayırımcılık kusuru’nda da bizi kurtarır:
*    Ben ve benim dışmdakiler”,
*     Biz ve bizden olmayanlar”,
        *      iş yaşamında ve bireyler arasında ayırım,
*    yönetimde çalışanlar arasına ayırımcılık,
*    bireyleri; dış görünüşlerine göre, toplumsal statülerine  göre ayırım,
*   maddesel birikimlere göre ayırım vb.
              Tüm bunlar, takdir edersiniz ki; kendini bilmezliğin, kendini birşey sanmanın, maddeleşmişliğin, beden tarafından yönetliyor olmanın, kısacası illüzyonel yaşamın dünya beşerine özgü belirtileridir.

Böyle bir birey, bu şaşkınlık (teşevvüş) içinde; elbetteki, zaman enerjisinin (hele şu bitiş günlerinin zaman enerjisinin) değişime zorlayıcı etkisini / baskısını ‘ıstırap’ olarak algılayacaktır. Zaten devre sonu ayıklanması da böyle bir proses ile oluşuyor: Tüm (inisiyatik ve dinsel) öğretilere, uyarılara, anımsatmalara ve inceli / kabalı eprövlere rağmen, zamanında ve makul bir süre içinde idraklenme cehdini gösterememiş (kendini, nefsinin zulmünden kurtaramamış) bireyin kendi kendini elemesi / elimine etmesi, hatta devre dışı bırakmasıdır. Başka türlü ifadesiyle; her türlü uyarıya, tembihata, dikkat çekmeye ve ibretlik olaylara rağmen, değişime uyum sağlayamamak, ‘ayıklanma’ nın kaçınılmaz nedenidir. Daha genel anlamda ‘ayıklanma’  aslında, içinde blunulan zaman-mekan kesitinde, orada tezahür etmenin amacına uygun vasfa girememişliğin bir göstergesidir, ‘ayıklanma’. İçindebulunduğu realitede, yeterli safiyete ve sadeliğe ulaşamamış olan bireyin, zaman enerjisinin değişime zorlayıcı etkisini ıstırap olarak algılaması doğaldır. Devre sonunun rahman ve rahim olan, şuurda uyandırıcı (yani,pozitifleştirici) etkisine karşı gerekli esnekliği ve safiyeti kazanamamışsak, değişimi / kyamı ıstıraplı olarak yaşamamız kaçınılmazdır.

Oysa ki; beşeri ve nefsani koşullandırmalara değilde, zaman enerjisine ve vicdann sesine (yani vicdani koşullandırmalara) uyum sağlama gücünü kazanmış bir kimse için durum çok farklıdır. Kısacası, birey; şuur alanındaki kiri / pası / tortuyu ve dirençlerini (yani, simgesel anlamda ‘kabuklarını’) azaltmadıkça, olayları (ve hatta, yaşamı) ıstırap olarak algılamaktan kurtulamıyor.
     
Az önce sözünü ettiğimiz, ‘zaman enerjisine uyum’ konusunda, önemine binaen, tekrar dönmek istiyorum. Çünkü, genel dünya yaşamının gidişatını da yönlendiren, zaman enerjisidir. Devrenin şu bitiş günlerinde, neyimlediğimiz ama uyumlanmakta zorlandığımız zaman enerjisi; aslında, devrenin Rabb’inin zamanıdır. Herşeyin sahibi olduğu bibi, zamanın sahibi de O’dur. İçinde bulunduğumuz zamanlar, bitiş günleri olduğı için de, Rabb’e ait olduğunu bildiğimiz zamanın titreşiminin / tesirliliğinin yükselmesi doğaldır. Bu durumda bize düşen de, ‘yaşam’ adını verdğimiz bu erövler silsilesi içinde bu tesirliliğe uyum sağlamaktan (yani, kendi titreşimimizi O’nunkine uyumlandırmaktan) başka birşey değildir. Esasen yaşamanın / yaşamın hedefi de budur: Bir devre boyunca, enkarnasyonlardan (yenilenerek doğuşlardan) amaç, içinde bulunulan devreyi bitirip, bir üst devreye (titreşim düzeyine, varoluş kesitine) yükselmektir.

-------------------------------------       

(1)      “Biz sizi halden hale sokarız...” mealindeki Kur’an ayeti
(2)      ‘Dirençler’ ve ‘kabuklar’dan kastımız; asl’a (asıl kendimize, daha ince titreşimlere) yönelmemizi, yükselmemizi engelleyen/zorlaştıran (bizi maddeleştiren, madde gibi atıl hale sokan) unsurlardır ki bunlar; kin, öfke, nefret, kıskançlık, kaale alınma isteği, ön yargılar, bencillikler, beklentiler, sahte benlikler vb. giderilmesi gereken ve dolayısıyla, kendini tanıma cehdinin konusu / hedefi olan olumsuzluklardır...
(3)      SAĞLIKLI GÖZLEM: Peşin hükümsüz / önyargısız, duygusallıktan olabildiğince uzak olarak olaya, ‘dupduru gözler’le bakmak. Yaşamı bu şekilde yaşamaktır. Olay karşısında, eprövün içinde; yepyeni ve tertemiz / bakımlı bir kamera gibi olmak gerek. Gözlem sırasında yargılamada bulunmak (ki bu, anı yaşamaktır) gözlemin sağlıklı olmasını, dolayısıyla sağlıklı bir algılama yapmamızı engellemektir. Sağlıksız algılama ise, merkezlere aktarımın sağlıksızlığını beraberinde getirir.
(4)      Ruhsal kanal tebliğlerinden
(5)      Bu anlamda ‘teslimiyet’i başarmış olanların durumu Merkez Yüce Plan Tebliğleri’nde şöyle geçiyor:”Dolgun başaklar da şiddetli rüzgarlarda sallanabilirler. Fakat onların hareketi boyun eğiş değil, sadece rüzgarı geçiştirme şeklinde olmalıdır.”
(6)      Gerilim, duygu merkezinde halet yaşanmasıdır.
(7)      Alfred de MUSSET:”Acı çekmedikçe, insan kendini tanıyamaz.”
Sophokles:”Acıların en acısı, kendi kendimize çektirdiklerimizdir.”
(8)      Evrende tesadüf ve rastgelelik olmadığına göre, bir kimsenin (ya da kendimizin) sıkça karşılaştığı eprövlere bakarak, bireyin yaşam planı hakkında kabaca bir görüşe sahip olabiliriz. Çünkü, yaşam planı; eprövler içinde gerçekleştirilen ve tamamlanması gereken bir projedir / tezdir.
(9)      Duygu merkezinde halet yaşanması, gerilimin nedenidir. 
(10)   Bunlar, nefsaniletin ve sahte benliklerin tatmini yönünde yaşanan haletlerdir.                    


SESLER ve BİZLER

SESLER ve BİZLER
Hazırlayan: Selman GERÇEKSEVER

Seslerin ve müziğin yeni yeni keşfedilen etkileri kadim zamanlardan
beri biliniyordu. Pramitlerin yapımıyla ilgili teorilerden biri, tonlarca
ağırlığındaki o taş blokların belirli titreşimdeki seslerle levite edil-
diği yönündedir. Bazı hayvanlar hatta bakterilerin bizim işitemediği-
miz seslerden etkilendikleri yeni keşfedildi. Kadim kültürlerde bazı
hastalıkların tedavisi müzikle yapılıyordu. Her türden sesin bombar-
dımanı altında bulunduğumuz gezegenimizde bizler bundan acaba
nasıl etkileniyoruz?

Radyo ve televizyonun ortaya çıkışı ve yayılışıyla; müzik, günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Yaşamı onsuz düşünmek kolay değil…Batıda pek çok kimse müziği sadece bir eğlence aracı olarak görür; müziğin, bireyi  derinden etkileyen tesiri hemen hiç anlaşılmamıştır. Müziğin, yüz yıllar boyunca terapi amaçlı kullanıldığı belgelere dayalı gerçeği pek bilinemez. Oysaki, belli türdeki müziğin, merkezi sinir sistemi üzerinde göz ardı edilemez etkisi vardır. Müziğin bu amaçla dinlenmesi ve değerlendirilmesi; sadece içsel huzuru değil, moral yükselişi de beraberinde getirir.

Öte yandan, karışık ve kaba bir ritim üzerine yapılmış müzik sadece yapıcı olmaktan uzak olmakla kalmaz, aynı zamanda yıkıcıdır da; çünkü o bireyde kızgınlık ve saldırganlık gibi dengesiz ve kolay kolay kontrol edilemeyen duygusallaşmalara neden olur. Günümüz gençliğinin büyük çoğunluğu böyle kaba titreşimli gürültü türünden müziğe açık hedef durumdadır. Bu tür müziğin bireye getirdiği; düşmanca/vahşice değilse bile, kaba saba davranışlardan başka bir şey olmadığı bilimsel araştırma ve gözlemlerle de ortaya çıkarılmıştır.

Kadim Çin’in, adı günümüze kadar ulaşmış üstatlarından Könfüçyüs’ün müzikle ilgili unutulmayan bir özdeyişinde şu bilgiyi buluyoruz:”Varlıksal  yapımızla yakın ilişkisinden dolayı; müziğin, yersel ve göksel titreşimleri içeren etkin bir niteliği vardır.” Kadim kültürlerde dinsel düşünceler ve ritüeller arasında her zaman yakın bağlantı olagelmiştir: Şamanlar, trans hallerine davul ritmi ve fülüt türünden bir enstrümanın eşliğinde girerdi. M.Ö. 1500 yıllık bir papürüste belirtildiğine göre, hastalık tedavisinde hastalara korodan ilahiler dinletilirdi. Şifa amacıyla kullanılan tapınaklarda, tapınak müzisyenleri tarafından yapılan müzik ile hastalar sakinleştirilir ve rahatlamaları sağlanırdı.

Kadim Mısır’da müzik terapi uygulamalarını etüd etmiş olan Yunanlı yazar Theophratus’un bugün bizlere aktardığına göre, fülüt ile yapılan müzik, sadece romatizmal ağrıların değil, böcek sokması acılarının da azaltılmasında kullanılırdı. Resmi işlerde çalışan Mısırlılar’a ise, (onların günlük yorgunluklarını gidermek için)  arp, flüt ve lir çalınırdı. Bu enstrümanlar kadim müzisyenler arasında (belki, kişiyi sakinleştirici etkisinden dolayı) çok popülerdi. Tibet’in Budist keşişleri ile, Japonya’nın Şinto keşişleri meditasyonda içsel sükuneti yakalamak için müzikten (chants) yararlanırlardı. Bu tür dinsel müzik Hıristiyan kiliselerinde spiritüel şuura ulaşmayı kolaylaştırmak için hala kullanılır.

Mısır’ın kadim tanrıçalarından Hathor, başlığı lire benzeyen bir kostüm giyerdi. Bu arada yine müzikle ilgili olmak üzere, Eski Ahid’ten; Davud’un, zamanın kralını sakinleştirmek amacıyla ona lir çaldığını anımsıyoruz. Tüm bunlardan ayrı olarak, kadim Yunan mitolojisinde; müziğin şifa verici gücü hep vurgulanmıştır: Orefe, yer altı dünyasına karısını (Eurydice) aramak üzere indiği zaman, elinde bir lir vardı. Çünkü yer altı dünyasında çok başlı köpek (Cerberus) ile karşılaşacağını ve bu yaratığın ancak lir sesi ile sakinleştirlebileceğini biliyordu. Lirin bu canavar üzerindeki etkisi, onu sakinleştirmenin de ötesinde, uyutucuydu. Homer’in Odyssey’ideki Ulysses fena halde yaralandığında, arkadaşı (Autolycus) baş ucunda ona, kanı dindirmek için majik bir melodi mırıldanmıştı.

Kadm Yunanlılar müziği dinleyicinin mantal tepkisine göre 4 kategoriye ayırmış: Bunlardan “Phrygian” türü müzik; hızlı ritmli, animasyon içeren, canlı bir havaya sahipti ve heyecanları tahrik etmek amacıyla dinletilirdi. “Aeolian”, yavaş ve sakinleştirici, stres giderici bir etkiye sahipti. “Lydian” türünün dinlendirici ve gevşetici bir etkisi vardı. Dördüncü kategorideki “Dorian” müzik hepsinden en etkilisi olup, spiritüel yükselmeye yönelik çalışmalarda kullanılırdı.

Ünlü kemancı Yehudi Menuhin de diyor ki; “Müzik terapidir ve hep böyle olmuştur. Ama biz bugün müziğin rehabilitasyon amaçlı kullanılışının tekniklerini yeni yeni keşfediyoruz.” Ünlü bir piyanist olan Yehudi’nin kız kardeşi Hepzibah zamanının büyük bir kısmını psikiyatri hastanelerinde akıl hastalarına çalıp söylemekle geçirmiştir. Hepzibah’ın kendi ifadesine göre, sanki müzik doğrudan doğruya yitirilmiş akıllara hitap etmektedir;  bu şekilde kendini toplumdan yalıtmış olan hastalar (müzik sayesinde) kendilerini çevreye bağlayan bir kanal bulmuş olmaktadır. Otistik çocuklar, ritmik seslere olumlu tepki verir. Yeni beceriler öğrenmede zorluk çekenler üzerinde müziğin olumlu etkileri olduğu görülmüştür.

Gezegenimiz üzerindeki yaşam sürekli olarak zararlı ve yararlı ses bombardımanı altındadır. Aşağı yaşam düzeyli canlılar buna tepki verir; bu yaratıklar bizim işitme sınırımızın altındaki/üstündeki sesleri işitebilir. 1989 Ekim ayında bunun ilginç bir denemesi yapılmış ve bir at yarışında en önde giden at (yarışı bitirmeye çok az kala) beşer kulağının işitemediği bir ses ile ürkütülerek yarış dışı bırakılmıştı.

Köpek eğitiminde de, eğitilmemiş vahşi köpekler yine beşer kulağının işitemediği seslerle etkilenir. Bu esastan hareketle, yılan oynatıcısı da yılanlarını kontrol altında tutmak için müzikten yararlanır. Çiftçiler hayvanlarında süt sağarken, bir yandan da müzik çalarlar. Belli bir notta çalınan müzik ile bir cam bardağı bile kırabilirsiniz. İnce kum taneleri belli tonlardaki müzik ile simetrik şekiller oluşturur.

Ses dalgalarının etkisi üzerindeki araştırmalar ortaya çıkarmıştır ki,belirli müziksel titreşimlere (daha iyi büyümek suretiyle) olumlu tepki vermektedir. Örneğin, Bach’ın  Brendenburg Konçertosu dinletilen bazı çiçekler (örneğin bir “geranium”) daha hızlı büyümektedir. Lyle Watson “Supernature” adlı eserinde bakterilerin bile müzik ile etkilendiklerini yazmaktadır: Bu bakteriler müziğin belli bir ferekansında hızla çoğalmakta, başka bir frekansında da yaşayamamaktadır. Daha az travmatik olması için, bugün bebek doğumlarında müzik kullanılmaktadır. Annelerin egenellikle ebebeklerini uyuturken, onlara ninni söylemeleri de boşuna olmasa gerek.

Tüm bu keşifler ve teorilerden sonra, kadim kültürlerde müziğin hastalık tedavisinde niçin bu kadar aygın olarak kulanıldığını anlamak zor olmasa gerek. Şimdi biz o kadim zamanların insanlarının müzikten niçin bu kadar yaygın olarak yararlandıklarını yeni yeni keşfediyoruz. Müziğin, psikolojimiz ve zihinsel durumumuz üzerindeki olumlu etkisi yeni yeni keşfediliyor. Alternatif bir terapi şekli olarak müziğin olumlu etkileri yeni yeni anlaşılıyor.

Bu arada, sadece beşeri müzik değil, doğada hazır olarak bulunan müzik bile şifalı (therapeutic) etkilere sahiptir: Pırıl pırıl bir yaz sabahı şafakla birlikte, koruluktaki kuşlar korosunun yavaş yavaş yükselen sesi, çiçek dolu bir bahçede arı vızıltılarının alçalıp yükselen tonlaması ve deniz kıyısını sakin sakin yalayan  dalgaların sesi pek çok besteciye ilham kaynağı olmakla kalmamış, bu ilhamla bir çok meditasyon müziği yapılmıştır… Müziğin bilinen bilinen/bilinmeyen etkilerinden dolayı artık özel müzik dinletileri de yapılmakta; bu işten analayanlar, konferans dinlemeye gider gibi, bir yerlere müzik dinlemeye gitmeketedir.  Örneğin, İngiliz Müzik Terapisi Derneği, Guildhall Müzik Okulu’ nda düznlediği dinletilerle tanınmış bir kuruluştur.
…………………………
Yararlanılan Eser: PSYCHIC HEALING THROUGH THE AGES, Joyce Cooper

İLETİŞİM ALANIMIZIN KÜRESELLİĞİ

İLETİŞİM ALANIMIZIN KÜRESELLİĞİ
DERLEYEN: Selman Gerçeksever

Bildiğimiz kadarıyla, ruh varlığının kozmik görevi, ruhsal alemlerle maddesel alemler arasındaki iletişimi gerçekleştirmektir. Ruhsal alemden maddesel aleme, maddesel alemden ruhsal aleme tesir(bilgi) alışverişi (iletişim ve etkileşim) özellikle “ara plan” durumunda olan enkarne ruh varlığı aracılığıyla olur. Bu iletişim ve etkileşim sayesinde maddesel alemler gelişir. Ruh varlığı söz konusu iletişim işlevini bedenlenerek yapar.

Enkarne durumda olan her varlık, kendisi bilsin ya da bilmesin, yüce ruhsal tesirlerin enkarnasyon ortamına aktarılmasında hizmetlidir. Ruhsal planlardan akıp gelen “tekamül ettirici tesirler”in  fizik planlardaki dağılımını ve işlevlerinin düzenli bir şekilde oluşmasını sağlamak için, bu tesirlerin aktarılmasında, enkarne varlıklar olarak görev alırız. Bu cümleden olmak üzere, seçme özgürlüğümüzü ve vazife yapma hakkımızı kullanarak aldığımız göreve göre, plansal organizasyon içindeki yerimiz belirlenir.

Başka türlü ifadesiyle, varlıkların şuursal gelişim düzeyine ve vazife yapma hakkını kullanış şekillerine göre; bir kısım varlıklar aldıkları tesiri sadece taşır, yansıtır ve (otomatik bir şekilde) aktarır. Bir kısım varlıklar ise; yerli yerine, zamanında aktarır ve bu aktarımı neden yaptığının bilgisine de sahiptir. Kısacası, kutsal olanın; maddesel ortamlarda sürekli tezahürüne araç ya da aracı olmak ruh varlığının en büyük görevidir.

Bu iş tüm evrenlerde planlar halinde yapılır. Plansal topluluklar halinde bulunan ruh varlıkları belirli bir zaman-mekan kesitinde, iradesi ve iktidarı sayesinde uyum sağladığı bir ortama yönelir(şuurunu oraya yansıtır…). Bu yönelişi belirleyen faktörler; seçme özgürlüğü, plan içindeki vazife yapma hakkı ve o zaman-mekan kesiti içindeki içsel gelişim ihtiyaçlarıdır. Varlığın bu ihtiyacını da, büyük ölçüde, özündeki bilginin kullanılabilirlik yüzdesini artırma eğilimi ve idraklenme cehti belirler.

Bu yönelişle ruh varlığı enkarne olacağı ortamı, zaman enerjisini kullanarak (1) enkarne olacağı ortamı etkisi altına alır. Kendi alanı ile yöneldiği alan arasındaki ortak alanı “endüksiyon” yoluyla oluşturur ya da bu oluşumun zamanını bekler. Yukarıda söz konusu edilen iletişimin/etkileşimin gerçekleşmesi için, bu iki alanın en azından  birbirine teğet olması gerekir. Bir ortak alan oluşumu için bu, asgari ve yeterli koşuldur. Ama iki alan çemberlerinin (sınırlarının) kesişip iç içe olması daha güzeldir. Bu aşamadan sonra enkarnasyon, mantal düzeyden fizik/biyolojik düzeye indirilmiş olur. Bundan sonra, ruh ve madde arasındaki iletişim tekrar tekrar doğuşlar süreci ve silsilesi içinde mensup olduğu planın genel vazife kapsamı içinde bir devrenin sonuna kadar sürüp gider.

KOZMİK İŞLEVLER  
Bu şekilde, enkarnasyonlardan oluşan iletişim süreci içinde ruh varlıkları hem yukarıda belirtilen kozmik işlevlerini(2) gerçekleştirirler, hem de maddeyi geliştirirler ve bu yolla da kendileri için daha süptil düzeyde maddesel formları da hazırlarlar.

Söz konusu süreç içinde olan öyle maddesel ortamlar vardır ki, biz onları ruh zannedebiliriz. Bu bakımdan ruhun özündeki bilgisinin uygulamasının da, maddenin gelişiminin de sonu yoktur. Ruh ve madde arasındaki bu etkileşim süreci içinde ruh, maddesel ortamlarda sürekli olarak enkarne durumdadır.(3) Ne kadar ince düzeye olursa olsun, ruh hiçbir zaman bedensiz (araçsız) olarak madde aleminde bulunmaz.

Dolayısıyla enkarnasyon, evrenler boyunca sürüp giden iletişim ve etkileşimin kaçınılmaz gereğidir.Her iletişim süreci bir enkarnasyonu gerektirir. Bildiğimiz kadarıyla, enkarnasyon-
suz iletişim olmamaktadır. En aşkın (müteal) anlamda öz olarak da düşünsek, özün madde ile iletişimini sağlayan, onun cevheridir. Öz olarak, ruh varlığı söz konusu iletişime geçebilmek için, cevheriyle en genel anlamda zaten maddeye enkarne durumdadır.

 GELECEĞE ENKARNASYON…
Bu genel girişten sonra,koşulları ve genel durumu bizlerce az çok belli olan ve şu zaman-mekan kesitinde bulunan kendimize iletişim ve enkarnasyon açısından bakalım: Ruh varlığı için, iletişim aracının çeşitli bedenler olduğunu yazımızın giriş kısmında belirtmiştik. Bu iletişim aracıyla, herhangi bir yaşamda bulunurken, genel anlamda belirli bir yaşam planı uygulamak için bir enkarnason ortamında tezahür ediyoruz demektir. Bu genel uygulama içinde yaptığımız işleri 2 ana grupta toplayabiliriz:
1-       Yaşam planımızla ilgili uygulamalar,
2-       Eski yaşamlarımızda noksan bıraktığımız uygulamalar.
Bu bakımdan, ruh varlıklarının belli bir enkarnasyondaki iletişim alanı, geçmiş ve gelecek yaşamlarını da kapsayan bir küresellik içindedir. Yani bu günkü yaşam planı uygulamamızı yaparken, bağlı olduğumuz plan içinde vazife yapma hakkını kullanırken, zaman zaman eski realitemizle ilgili noksanlarımızı da tamamlayabildiğimiz gibi, zaman zaman da gelecekteki enkarnasyon alanımızla ortak alan oluşturma girişimlerinde (uzaktan etkileme, endüksiyon şeklinde) bulunuruz. Bu anlamda zaman zaman gelecekte yaşadığımızı ve bu şekilde geleceğimizi hazırladığımızı söyleyebiliriz. Geleceğe beklide bu şekilde şimdiden enkarnasyon girişimlerinde bulunuyoruz…

ORTA YOLDA OLMAK…
Bu durumda, bizlerin belli bir zaman ve mekan kesiti içinde (şimdi ve burada) “iletişim etki alanımız” küresel bir görünüm arz eder. Yaam planımızın ve o yaşamdaki vazifemizin gerektirdiği kadar bir şuur konsantrasyonu ile dünya bedeninde bağlıyken bile, dünya şuuruyla uzanabildiği kadar, zaman zaman da olsa, geçmişe ve geleceğe yöneliriz.  Ayrıca, ruh varlığı olarak konsantrasyonumuzun geri kalan kısmıyla düşünemeyeceğimiz kadar çok yönlü bir iletişim etkinliği içinde bulunuyoruz ve bu etkinlik, hazırlık ve uygulama aşamalarında da  tek yönlü bir iletilişim şeklinde doğrusal (linear) değildir ve bu, geçmiş ve gelecekle bağlantılı olarak sürüp gider.

Bu şekilde küresel olduğunu gördüğümüz bu iletişim sadece dünya bedeni ve onun uzantılarıyla gerçekleştirmeye çalıştığımız yönüne tekrar dönecek olursak; bu iletişimin kuşkusuz, sağlıklı ya da sağlıksız olması söz konusudur. Burada “sağlıklı iletişim” dünya maddesiyle %5o oranında bir alışverişle gerçekleşen iletişimdir. Bu bizim yaşamda, madde içindeyken ruhsal dünyanın yasalarını burada fizik alemde uygulamamız gereken gerekli ve yeterli koşuldur. Maddesel cazibeye rağmen maddeye kapılmadan, onun (yolun) esiri ve oyuncağı olmadan her iki tarafın da hakkını vererek iletişimi sürdürmektir ki, bu tutum “orta yolda olmak”tır. Eğer bu denge, maddenin doğal cazibesinden ve beşeri koşullandırmalardan dolayı madde lehine bozuluyorsa, o zaman “sağlıksız iletişim” söz konusudur. Sağlıksız iletişimde; ruh varlığı olarak kendi açımızdan düşünürsek, bize oranla madde daha çok ve hızlı gelişiyor demektir. Oysaki, bizden beklenen; maddeyi geliştirmek ama aynı zamanda, kendi özümüzdeki bilginin o mekandaki kullanılabilirlik yüzdesini maksim düzeye çıkartmaktır. Bu şekilde, belirli bir siklus içinde(devre sonuna kadar) başlangıçtaki ahdimizi(4)  planımızla birlikte gerçekleştir-
mektir. Sonunda, “bize söylendiği gibi olmak”tır. Bu sayede de , eşyanın hakikatine maksimum düzeyde nüfuz etmiş olmaktır.(5)

SABIR VE TAHAMMÜL
Yukarıda söz konusu ettiğimiz istenmeyen tehlikeye karşı, bedenli ruh varlıkları olarak bizler taa eski dönemlerden beri uyarıldık. Dinlerin ve inisiyatik öğretilerin ortak hedefi bu değil miydi? Aslında uyaran da biziz, uyarılan da… Sadece inisiyatik ve dinsel öğretilerle değil, toplumsal ve doğal afetelerle de gelen tüm uyarılar çerçevesinde biliyoruz ki, söz konusu iletişimimiz sağlıksız olduğu zaman, icaplar ortamında ıstırap hazır… Çünkü yine ıstıraplar eprövler sayesinde biliyoruz ki, daha çok bize ıstırap veren şeylerde hikmet ve rahmet bulunmaktadır. Ayrıca, ıstırap halinin uyanık tutucu bir yararı olduğunu da biliyoruz. Biraz uyanık olunabilirse, ıstırapta “sabır ve tahammül hali” vardır (ya da kişi ıstırap çektiği zamanlarda sabır eve tahammül hali içine girer) ki, bu hal de  kişi için, bağlı olduğu ruhsal plandan düşey tesirleri aldığı en elverişli durumdur. Başka bir ifadeyle, enkarne varlığın, planıyla iletişiminin yoğunlaştığı zamandır/durumdur.

ISTRAPLARDAN YARARLANMAK…
Bu nedenle, maksatlı ıstırap halinin önemi tüm ciddi inisiyasyonlarda vurgulandı durdu. Çünkü şu belirli birenkarnasyon ile geçmiş olduğumuz iletişimden beklenen değişimin, gelişimin , farkındalığın, anlayışın ve uyanışın gerçekleşmesi için, söz konusu iletişimin sağlıklı sürmesi yönünde titizlik göstermek durumundayız. Ya da olası ve istenmeyen bir “sapma” ortaya çıktığında da ıstıraplardan yararlanma yönünde titizlik göstermeliyiz.

Bir enkarnasyon ile sağlanmış bulunan iletişimin sağlıklı oluşunun başka bir yan ürünü de sağlıklı bir yardımlaşma ve dayanışma bilincidir. Çünkü iletişimde bir şeyleri(düşünce, duygu, bilgi) paylaşmak söz konusudur. Paylaşmak ise ancak sağlıklı bir iletişim halinde “yardımlaşma ve dayanışma bilinci” içinde olur. Bu nedenle, yardımlaşma ve dayanışmanın hedefi de, plansal anlamda bir iletişimdir. Bu durumda en önemli katalizör ise sevgidir. Çünkü sevgi enerjisinin en büyük işlevi ortak alan kurdurma etkisidir. Evrensel sevgi enerjisi gereği, varlıklar enkar-
nasyonlar süreci içinde sağlıklı iletişim eve etkileşim  ile yardımlaşmaya ve dayanışmaya giriyorlar. Bu şekilde, “varlık varlığın gelişim aracıdır..” ya da “her şey birbirini tekamül ettirtmek için vardır…” bilgisinin gereğini yerine getirmiş oluyorlar.

Bu durum aslında, plansal büyüklükte ve küresellik halinde bir plan içinde olup duran en belirgin süreçtir. Planın payına düşen bilginin, tüm plan katmanları ve varlıklarınca emilmesi, paylaşılması ve hazmedilmesidir. Plansal bir yapı en kusursuz ortak alan olduğu
gibi, o aynı zamanda; yardımlaşama ve dayanışma bilincinin en kusursuz şekilde gerçekleştiği bir mekandır. Söz konusu yardımlaşma ve dayanışma sadece plan bünyesinde değil, bir üst ve bir alt planlarla da bağlantılı olarak gerçekleşir. İşte bu iletişime katılma şeklimizi ve plansal hiyerarşi içindeki yerimizi genel tekamül düzeyimiz belirliyor.

EVRENLERİN AKTİF UNSURU
Yukarıda sözünü ettiğimiz iletişimin temelinde, hem plansal hem de dünyasal anlamda fedakarlık vardır.(6) Çünkü söz konusu iletişime sağlıklı bir şekilde katılmak; maddenin üzerimizdeki cazibesini %50’ye kadar indirmekle olasıdır. Bu ise fedakarlığı gerektiren bir zorunluluktur. Bunu için maddenin cazibesiyle ortaya çıkan ataletten uzak olarak iletişimin gereği olan sağlıklı ve içsel gelişim yönündeki etkinliklere önem vermekte yarar vardır.

Evrenlerin aktif unsuru(elemanı) ruhtur. Bu nedenle, hem bedenli ruh varlığı olarak, hem de “sağlıklı iletişim”in doğal gereği olarak kendimizi her an hatırlar halde uyanık tutmaya  özen göstermeliyiz. Başka bir ifadeyle, madde ile iletişim halinde bulunduğumuz şu durumda aktivitemiz ne kadar yoğun ise, iletişimimizin “kalitesi de o denli yüksek olacak demektir. Bu “kalite”, aynı
zamanda ruhsal rahmetten yararlanma oranımızı da belirler, unutmayalım…

S  O  N  U  Ç
Tüm bu açıklamalardan sonra, içsel gelişim açısından ortak alan kurmanın ve onu sağlıklı ilişkiler ve etkileşim içinde sürdürmenin önemi herhalde ortaya çıkmıştır. Çünkü besbelli ki; anlayıştaki ve sezişteki olası tıkanıklıkların giderilmesi ve ruhsal gücün tezahürü ortak alanın verimli zemini içinde olasıdır. Şuursal darlığın anlayışa dayalı iletişimle giderilmesi de ortak alanın verimli ortamında deneyimlenebilecek  güzel bir başarıdır. Ayrıca, anlayışa dayalı böyle bir iletişim ile; konuların/kavramların derin anlamlarına varılması da ortak alanda olasıdır. Bu şekilde, “anlayışına/idrakine varılan bilgi”nin uygulaması da içtenlikle/sabırlı tahammül ile böyle etkili bir ortak alan çalışmasından sonra olasıdır. Bu nedenle, irşadından yıllardan beri yararlanmayı sürdürdüğümüz yüce Sadıklar Planı Tebliğleri’nde, “…ikili üçlü gruplar oluşturarak çalışınız….” anımsatmasının bir çok celsede yinelenmiş olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz.
…………………..
(1)     Zaman enerjisinin en büyük işlevi , olgunlaşma yönünde değiştiriciliktir. Ruh varlığı tesirliliğini Zaman Enerjisi ile gösterir. Evrenlerde, Zaman Enerjisinin etkisi altında olup da, tekamül etmeyen hiçbir şey bilmiyoruz. Ruh varlığı yaratma eylemine, Zaman Enerjisini kullanarak başlar. Başka türlü ifadesiyle, bir yerdeki/zemindeki tezahüratı (yaratılışı)  Zaman Enerjisi (Kronos Tanrı) başlatır. Gerçek anlamda “zamanı yaşamak”, “çağdaşlık”, “zamana uymak” emek, bulunduğumuz mekandaki Zaman Enerjisinin en ince titreşimine uyum sağlama performansı sergilemek demektir.
(2)     Ruh varlığının kozmik işlevini şöylece özetleyebiliriz:
* Ruhsal alem ile maddesel alem arasında iletişim.
* Yüce ruhsal tesirliliğin maddesel evrenlerde sürekli tezahürüne araç olmak canlı (ve hele zeki) varlıkların görevidir. Bu, ebedi ve en kutsal görevimizdir. Bu görevimizi giderek daha iyi yapar haele getirmek durumundayız.
*  Enkarne olan her varlık, bilerek/bil-
meyerek yüce ruhsal etkileri aktarır/yayar ya da yansıtır. Ruh varlığı bu işlevini ortak alan kurarak gerçekleştirir.
(3)     Bir maddesel ortamın fiziğinden astraline çekilmesi (hatta, tekrar bedenlenmek üzere) o ortamın spatyomuna çekilmesi, oradan ayrılmışlığını ifade etmez.
(4)     “Ahdini bozanlardan olmayın!” mealindeki Kur’an ayetleri için bkz. Bakara: 11,63; Nahl: 34; İsra: 34,37,38.
(5)     Eşyanın hakikatini görme duasını sadece  Muhammed Peygamber değil, Hermes de yapmıştır: Kadim Mısır’ın yüce inisiyesi Hermes, “eşyanın hakikatini görme arzusu”nu dile getirdiğinde; kendisini önce, içinde tüm canlı formların kıpır kıpır hareket ettiği latif bir ışığın esiri dalgaları içine gömülmüş halde hissetmiş, ardından yoğun maddeye özgü karanlıkların  çine dalmış ve o anda bir ses işitmişti. Bu ses ışığın sesiydi(*) Aynı anda derinliklerden bir ateş fışkırmış, bunun üzerine de kaos birden kayboluvermiş, her taraf sütliman olmuş ve aydınlanıvermişti.(*)Bu ışk, yıldızların ışığından önce yaratılmış bir ışık; yani, anlamakla kavranılabilen bir ışıktı.(Kaynak: Büyük İnisiyeler (sayfalar 291,292), Ruh ve Madde Yay.
(6)     “Feda etmek”, “terk etmek”, “sadeleşmek” sözcüklerinde anlamını bulan  “fedakarlık” adına, sevdiğinizden dolayı, bir çok şeyi feda edebilirsiniz. Feda etmesini öğrenmek sevgi pratikleriyle olur ve vericiliğin,
elciliğin (digerkamlığın) en doğal şekli
de sevgi ile olur. Bunların ileriki aşamalarında bir yerde; çok daha yüksek bir hedef için sevdiğinizi feda edersiniz…