Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

11 Şubat 2015 Çarşamba

Ş Ü K Ü R

Ş Ü K Ü R
Kavramının Düşündürdükleri
DERLEYENLER: İlker ÇALIŞKAN + Selman GERÇEKSEVER
           
Ruh varlığı olarak içsel potansiyelimizi (insani değerleri, “Biz insanı kendi suretimizde yarattık” ifadesinde anlamını bulan erdemleri, bir bakıma ALLAH’ın isim sıfatlarını) bedende tezâhür ettirmek ve giderek daha kaliteli kullar olmak için gelişmek durumunda olan enkarne varlıklarız. Ruh varlığı hem senarist, hem oyuncu (ve “mücerrip” – deneyimleyen) olmasından dolayı, bedenli yaşam için gerekli olan tüm araç gereci (gelişim araçları) enkarnasyondan önce hazırlar. Söz konusu araç – gereç ve gelişim olanakları (donanımı) kutsal vahy’de “nimetler” ve “rızk” olarak geçer. Dolayısıyla enkarne varlık, içinde bulunduğu ortamın kendisine sunduğu “nimetleri ve rızk”ı içsel gelişim yönünde (bu evrensel ve varlıksal kaderi yönünde kullanmak ve bunlardan başkalarını da yararlandırmak durumundadır. Biz enkarne varlıklara sunulan “nimetler” ve “rızk”ımız içsel gelişim için olmaz araç gereçtir; gelişimimizi (idraklenerek şuurlanmayı) bu araçlar (nimetler ve rızkımız) olmadan gerçekleştirmek olası görünmemektedir. Bundan dolayı geçici olarak, bedenimiz de dâhil (bir ömür boyu emaneten…) sahip olduğumuz her şeyi, söz konusu varlıksal kaderimiz ve amacımız yönünde kullanmak ve bunları (bir çoğunu bize enkarne olmadan önce) bize hazır eden yüceliklere (Kur’an ifadesiyle ALLAH’a) elbetteki, gerçek anlamda uygar insanlara özgü bir minnettarlık duygusu içinde şükretmek durumundayız. En basit bir çıkarımızı karşılayan, ihtiyacımızı gideren, hattâ egomuzu okşayan arkadaşımız için (otomatikman da olsa) teşekkür eden bir kimsenin, sahip olduğu içsel gelişim olanakları (nimetleri ve rızkı) için şükretmemesi ancak “farkındasızlık”la açıklanabilecek beşeri bir talihsizliktir. Durum böyle olunca, şuurlanmayla gelen belli bir farkındalık düzeyine ulaşmadıkça, yukarıdan beri açmaya çalıştığımız bir şükür duyarlılığa kavuşması pek olası değildir. Böyle bir düzeye ulaşmadan önce işlediğimiz beşeri kusurlardan biri nimeti, görmemezlikten gelmek ve hattâ onu örtbas etmek anlamına gelen “küfr”dür. Dolayısıyla “şükr”ün karşıtı, küfr ve nankörlüktür. Şükür yokluğundan (hatta eksikliğinden kaynaklanan) “küfr” ve nankörlük konusunda beşerin defalarca (Kutsal Vahy ile) uyarıldığını görüyoruz. (1) Yüzyıllar öncesinden yapılan bu uyarılar ve Peygamberlerin dikkat çekmelerine rağmen, “Ne kadar az şükrettiğimiz” ve hatta bu konuda “nankör olduğumuz” birçok Kur’an ayetinde dile getiriliyor. “Ne kadar az şükredersiniz!”(Sebe 13, Yusuf 38, Bakara 243) demek aslında, ne kadar az hayırlı iş (amel) üretir ve ne kadar az (başkalarına / çevrenize karşılıksız) hizmet edersiniz demektir ki bu da belli bir şuur ve farkındalık düzeyine ulaşmamışlığın (hattâ Bakara 6+7+8+9+10+12+13+15+16+17+18+19+20+99+257’deki ifadesiyle “sapmışlık”ın) ifâdesidir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz şuurlanmak ve belli bir farkındalık düzeyini tutturmak, erdemlere dayalı belli bir yaşam şekli ve uygar insana özgü eylemler silsilesidir. Belli ve bizden beklenen (erdemli insanlara özgü) bir şükür duyarlılığı da bundan sonra doğal olarak ortaya çıkan makbul bir durumdur. Başka bir deyişle, şükrün eylem halinde olanı (yâni, sözel olanından çok eylemsel olanı, davranışlara / yaşama geçirilmiş şekli) makbuldur. Eylem hâlindeki şükür; elimizde olan her şeyi içsel gelişim ve başkalarına hizmet niyetiyle kullanmak, hayatı böyle bir titizlik içinde yaşamaktır. Gerçek anlamda uygarca / insanca yaşamak bu olsa gerek…

Yukarıda değinip geçtiğimiz “eylem halindeki şükr” ün nasıl olduğuyla ilgili ayrıntıları da Kutsal Vahy’le gelen âyetlerde görüyoruz. (A’raf 31 + 32, Nahl 8, Bakara 188): Örneğin, bunlardan biri; yemek içmek ama israf etmemek. Yâni eylem hâlindeki şükrün gereği; elimizin altındaki (bu gelişim ortamının tüm olanaklarından) nimetlerden (rızkımızdan) yararlanmak ama savurganlık yapmamak, onları içsel gelişim yönünde, açgözlülüğe / biriktiriciliğe kapılmadan, onları başkalarına yönelik tahakküm ve zulüm aracı yapmadan tüketmek / değerlendirmektir.

İçsel gelişimimiz, idraklenmemiz, şuurlanmamız, belli bir farkındalık ve şükür bilincine ulaşmamız (yâni daha güncel ifâdeyle aydınlanmamız ve uygarlaşmamız ) için bildiklerimizin yanı sıra daha bilmediğimiz (hatta 5 duyumuzla algılayamadığımız için, beşere özgü bir kendini beğenmişlikle inkâr ettiğimiz) geleceğimizle ilgili şükür konusu olan o kadar çok şey bizlere nimet olarak yaratılmış ki; bunları şimdilik (gelişim düzeyimizin yetersizliğinden dolayı bilmiyorsak da, onlar için de ALLAH’a hamd etmek durumundayız. Görüldüğü gibi şükür daha çok; elde etmiş bulunduğumuz nimetler karşılığında yapılan (sözelden çok eylemsel olarak sergilenen ) “hamd” ise, evrensel külli değerlere duyulan hayvanlığın ve minnettarlığın (daha çok) sözel ifadesidir. Söz konusu evrensel külli değerlerin sahibi ALLAH olduğuna göre “övmek” anlamına gelen “hamd” sadece ALLAH’a  yönelik varlıksal bir tavırdır. (Fatiha 2) (Ali İmran 103). Bu haliyle “hamd” şükür türlerinden biri ve ALLAH’a güvenin (ve ona şükretmenin bir vesilesi) olmaktadır.

Hamd gibi, şükür türlerinin kapsamına giren başka bir varlıksal eylem grubunu da tüm ibâdet şekilleri oluşturur. Her türlüsüyle ibâdetler, şükür için birer araçtır / vesiledir. Nimetlerin şükrünü yerine getirmek için ibâdet hâli güzel bir vesiledir. Hayatı, olduğu gibi “ibadet hâli” içinde yaşamak erdemli ve bilge insana (yani, gerçek anlamda uygar insana) özgü şükür uygulamasıdır. Bundan dolayı, şükrün sözelinden çok, eylemsel olanı makbuldür. Akıl ve gönül sahibi takva ehli insandan bu bekleniyor. (Ali İmran 103). Görüldüğü gibi, hamd ve ibadet; şükrün kapsamına giren ve şükrün gereği olan varlıksal tavırlanmalardır.

Son birkaç paragrafta, “eylem halinde şükür” ün kapsamına nelerin girdiğini (Kur’an ışığında) gözden geçirirken; tüm nimetlerden (içsel gelişim yönünde) yararlanmak ama savurganlık yapmamayı, bildiğimiz / bilmediğimiz tüm yaratılmışlardan (tezâhürat birimlerinden) dolayı ALLAH’I hamd ile anmayı irdelemiştik. Yine Kutsal Vahy’den anlayabildiğimiz kadarıyla “eylem hâlinde şükr” ün kapsamına giren başka bir uygulama da, “sâhip olduklarımızı batıl(2) yollara başvurmadan tüketmek, kullanmak  ve değerlendirmek”tir. (Bakara 188)



Görülüyor ki şükür, tüm ibâdet şekillerini ve “hamd” gibi çok makbul bir varlıksal tavırlanmayı da içine alan geniş kapsamlı bir kavramdır. Şükür, fiili (eylemsel) olarak yerine getirilmesi bizlerden beklenen bir gerçek kulluk görevidir. Bu anlamda “kulluk”un, tüm özgürlüklerini efendisine teslim etmiş, seçme özgürlüğünden yoksunluk anlamındaki “kölelik” ile ilgisi yoktur. “Allah’a kulluk”, seçme özgürlüğüne ve özgür iradeye öncelik tanıyan, temelinde içsel gelişim çerçevesinde şuurlanmak şuurda uyanmak, “kıyam”) olan varlıksal eylemler dizisi çerçevesinde giderek ALLAH’a benzemektir. (Sufizm’de Tanrı’nın rengi ile boyamak…) Böyle bir duyarlılık ve titizlik içinde “şükretmenin”, gerçek anlamda uygar insanın doğal tavrı olmasının yanı sıra, başka bir avantajı da Kur’an ile müjdeleniyor= “Eğer şükrederseniz, size nimetlerimi kesinlikle arttıracağım.” – İbrahim 7.

Yepyeni Bir Dönemi’ nin arefesinde, ALLAH hepimize; dünyanın iğvasından ve toplumsal / beşeri koşullandırmalardan arınmış ( ya da bu yatay etkilere karşı güçlenmiş olarak) şükür hâli içinde yaşamak nasip etsin…
------------------
(1)     Küfr  ve nankörlük konulu ayetler: Fussilet 26, Hacc 4 +51, Mearic 19+20+21+22, Bakara 211, Yunus  21+23, İbrahim 7+13+28+29, Zümer 3, Tagabun 10, Saff 8, Maide 103+104.
(2)     “BÂTIL KULLANIM”: “Bâtıl” kavramının kapsamına giren beşeri kusurlarımız: İnsan haklarının istismarı, kamu hakları/malları talanı, nimetleri içsel gelişime hizmet etmeyecek şekilde kullanmak, içsel gelişimin olanaklarını (her türlü birikimi) israf etmek… Tüm bunlara ek olarak, çevrenin sunduğu olanakları hoyratça ve “talan” şeklinde kullanarak dengeleri bozmak da “batıl kullanım”a girmektedir.



YARARLANILAN KAYNAK ESERLER :
* Kur’an
* Fatiha Suresi Tefsiri, Yaşar Nuri Öztürk
* Kendi Dilinden Hz. Muhammed, Yaşar Nuri Öztürk
* 400 Soruda İslam, Yaşar Nuri Öztürk

* Kur’an’daki İslam , Yaşar Nuri Öztürk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder