BULUT UFOLAR
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Hangi zamanda yaşamış olurlarsa olsunlar, insanlar yeni olaylar karşısında(özellikle de daha önce görmediklerine) tepki olarak aynı değilse bile üç aşağı beş yukarı benzer tavır ve tutumu sergilerler. Kişi için, karşılaştığı her yeni durum aslında çözmesi ve zihnen uyumlanması gereken ama egosunun da rahatını kaçıran yeni bir problem niteliğindedir. Kişi böyle bir durumda; inkâr, alay, görmemezlikten gelme ya da “tesâdüf” deyip geçme gibi kaçamak yollara sapmazsa, çalıştıracağı mekanizma; algılama alanına girmiş olan yeni bilgiyi/olguyu/gözlemi/kendisine söyleneni vb.vb. mevcut bilgileriyle karşılaştırma ve onlarla tevil etme hattâ onlarla adlandırır.
Özellikle kadîm zamanların bireyleri tarafından bu mekanizma yaygın olarak sergilenmiştir. Kadîm kabileler, klanlar, aşiretler vb. kendileri için yeni bir olgu olan; örneğin şimdiki konumuz uçan nesneleri gözlemlediklerinde, yukarıda verdiğimiz zorunlu mekanizmaya yönelerek, karşılaştıkları yeni durumu(nesneyi, olguyu) mevcut bilgileriyle karşılaştırarak adlandırmışlar ve yorumlamışlardır.
Bilindiği kadarıyla , dış uzay kaynaklı zeki varlıkların dünyamızı ziyaretlerinin belgelere dayalı geçmişi 45.000 yıl öncelere gider(*). Dış uzaydan gelen ziyaretçilerimiz; gerek görünüş, gerek sergiledikleri hareketler/etkinlikler ve gerekse içinden çıktıkları uzay araçları(UFOlar) ile bu araçların havadaki hareketleri olarak; dünya yerlisi “zeki” varlıkları hayrete düşürmenin de ötesinde korkutacak niteliklere sâhip oldukları için, onlara; tanrı, rabb, melek, ruh vb. gibi adlar vermişlerdir. UFOlar için de; “uçan kalkan”, “alev”, “kasırga”, “bulut”, “bulut direği”, “ışıltılı bulut”, “kerûbi”(Davud Peygamber’in gözlemi – TEVRAT, Mezmurlar, 18/10) gibi adlr vermişlerdir. Modern zamanlarda bile ünlü iş adamı Amerikali Arnold, kendi kullandığı uçakla Washington semâlarından geçerken gördüğü uçan nesnelere “uçan çay tabakları”(flying saucers) adını yeğlemişti gözlemini rapor ederken. Biz Türkler de bu nesnelere “uçan daireler” demişiz o yıllarda.
Şimdi biz bu yazımızda, kadîm zamanlardaki UFO gözlemlerinde “bulut” sözcüğü ve bununla yapılan tamlamalarla adlandırılmış ve literatüre geçmiş olanları ele alacağız. Bu arada, elbette değişik atmosfer koşullarında UFOları çağrıştıracak bulut formasyonları çok nâdir de olsa oluşmaktadır ama bunları hepsini atmosferik koşullarla açıklayıvermek gerçekçi olmaz; başını, kuma gömmüş deve kuşundan farkımız kalmaz…
Orta Doğu’dan Orta Asya’ya, Yunanistan’dan Çin ve Hindistan’a kadar çeşitli zamanlarda yaşamış çeşitli toplumlar UFOları bulutlar ile ilişkilendirmeye, anlamaya ve anlatmaya yönelmişlerdir. Şimdi değişik kültürlerde ve kütürden kültüre değişen, farklı ifadelerle olsa da bulutlarla ilişkilendirilen kadîm zamanların UFO gözlemlerine örnekler verelim:
RABB’in BULUTU: “Ve Rabb’in dağından üç günlük yol öteye göç ettiler. Göç ettikleri zaman Rabb’in BULUTU, gündüzün onların üzerindeydi.”(Tavrat, Sayılar 10/33-4)
BULUT DİREĞİ: Gündüz BULUT DİREĞİNDE ve geceleyin ateş direğinde önlerinden yürüyorsun ve senin BULUTUN onların üzerinde duruyor.”(Tevrat, Sayılar, 14/14)
BULUTTAN SESLENEN TANRI(Kızılderili şiiri): “Başımın üzerinde duran BULUT, söylediğim sözleri ne güzel yineliyor. Dedim ki, bu kadarını bilirim bana söyleneni. Konuşan sensin; sensin yöneten ve yön
veren. Hükmetmek yetkisi sende ve kudret de sendedir(ESKİ UYGARLIKLARIN ŞİİRLERİ, Talat S.Halman, Türkiye İş Bankası Yayınları)
BULUT-KUL DİYALOĞU: Tevrat’ta yer alan bir “BULUT – kul diyaloğu”, bu kızılderiliye ne yöylenmiş olabileceğini aydınlatıcı niteliktedir: “Ve işe Rabb BULUTTA göründü ve Rabb Musa’ya söyleyip dedi: ALLAH’ınız Rabb, benim. (Tevrat, Çıkış, 16/10-2)
“Tanrılar”ın yolculuk hizmetlerinde kullandıkları bu kutsal nitelikli BULUTLARIN ilginç bir yaklaşımla nitelendirildiği birkaç Tevrat âyeti daha görelim: “Ve, gündüzün yürüsünler diye Rabb onlara yol göstermek için BULUT direğinde, önlerinde gidiyordu…” “Ve, önlerinde giden ALLAH’ın meleği yerini değştirdi. BULUT direği önlerinden yerini değiştirip, arkalarında durdu.”(Tevrat, Çıkış 13/21+14/19) Burada özellikle ikinci âyete dikkat edilirse, yer değiştirme olayı iki ayrı cümlede farklı deyimlerle anlatılmış olup, böylelikle bu “taşıyıcı BULUT”un ALLAH’ın bir meleği konumunda olduğu vurgulamaktadır. Nasıl ki, şu âyette de aynı vurgulamayı görüyoruz: ”Ve, Rabb Musa’ya dedi: İşte meleğim senin önünde yürüyecek.”(Tevrat, Çıkış 32/33-4)
Görüldüğü gibi, kutsal bir bulut türü sanılmakta olan bu “küt uçlu silindirik taşıyıcı” tanrıya taşıma hizmeti gördüğü için, bir “melek” olarak da betimlenebilmiştir. Tanrı ise kullarına doğruyu açıklamak yerine, onların anladığı sözcüklerle hitap etmeyi daha doğru bulmuştur. Şimdi de çöl ortamında ve bir “tanrı BULUT”un önünde bir tapınma ritüelini görelim: “Ve, vâki oldu ki, Musa çadıra çıktığı zaman, tüm kavim kalkar ve herkes kendi çadırının kapısında dururdu. Ve, Musa çadıra girdiği zaman, BULUT direği iner be çadırın kapsında dururdu ve Rabb Musa ile söyleşirdi. Ve, çadırın kapsında duran BULUT direğini tüm kavm görürdü ve tüm kavm kalkar ve herkes kendi çadırının kapısında secde kılırdı.”(Tevrat, Çıkış 33/8-10)
Şimdi de bir UFO’nun renkli bir BULUT ve BULUTUN ise “melek gövdesi” sanıldığı şamanik bir inancı görelim: “Yayık kızıl BULUT sırmalıdır.” (Prof.Dr. Abdülkadir İnan, TARİHTE ve BUGÜN ŞAMANİZM, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları) Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapan bi başka “yayık” ya da kızıl şekilli UFO da Hindistan’da gözlemlenmiş ve çok daha gerçekçi olarak şu şekilde yorumlanmıştır: “Gökyüzünden bize doğru gelmekte olan ve ışıklar saçan bir ateşin alevlerini andıran kırmızı bir BULUT kütlesi gibi bir şey gördük.”(Bilim Arş. Merkezi, VİMAMAN, Tarih Öncesi Uzay Araçları, B.M.A. Yayınevi) Bu “ışıklar saçan BULUTLAR”dan biri antik Yunan’da çok daha yakından izlenerek, açılıp kapanmaları bile fark edilebilmiş: “…Tam bu sırada, yıldırımlar ve şimşekler arasında, altın gibi parlak bir BULUTUN yere indiğini gördük. Bu bulutun içinden bir araba çıktı. Herakles, bu arabaya bindikten sonra, bu aydınlık bulutun içinde Olympe Dağı’na doğru havalandı.”(Cemal Tolluk, MİTOLOJİ, Güzel Sanatlar Akademisi Yayınları)
Şimdi de, beyaz BULUTA benzetilen UFOların onuruna kurulan bir din, bir tapınak ile, tanrıların bu din mensuplarını ziyaret edişlerini görelim: “Maniheizm’in bir başka adı ‘Beyaz BULUT Dini’dir. Bu dine göre beyaz renk kutsal olup, rahiplerin giysilerinin ve kukuletalarının rengi hep beyazdır.”(Porf.Dr.Bahaeddin Öğel, TÜRK MİTOLOJİSİ, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları) “Ölümsüz varlıklar”ın Tibet’in kuzeyindeki Kun-Lun Dağı’nda bulundukları zamanlarda, onlar ara sıra kendilerine bağlı olanlarla konuşmak için, Pekin’in güneybatısında bulunan Beyaz BULUT Tapınağı’na gelirlerdi.” (Dr.Muhaddere Nabi Özerdim, ÇİN’in MENŞEİ MESELESİ ve DİNÎ İNANÇLAR, Bellten, c.26,syf.101, Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara 1962)
Söz konusu kutsal BULUTLARDAN bazılarının, şekli elips görünümündeydi; bunların anılarının festivallerde de yinelendiğinin yazılı kayıtlarına bir örnek görelim şimdi de: “Beyaz madenlerden yapılan VİMANALAR havadayken, yumurta biçimli bulutlara benzemekteydiler.” (Scognamillo Giovanni, DÜNYAMIZIN GİZLİ SAHİPLERİ, Koza Yayınları) Vimanaların ne olduğuyla ilgili, antik Hint toplumlarının şu tanımı yeterli bilgiyi içeriyor: “Gökteki parlak BULUTU andıran vimana, her yere gidebilen kusursuz bir hava aracıdır.” (Bilim Arş. Merkezi – VİMANA, Tarih Öncesi Uzay Araçları –B.A.M. Yayınevi)
Tevrat’ta geçen Kızıl Deniz’in yarılması olayının “BULUT UFO’lar”la olan olası bağlantısını da gözden geçirerek bu yazımızı sonlandıralım: “And olsun ki, Musa’ya kullarımı geceleyin yürüt; denizde onlara kuru bir yol aç, batmaktan korkma ve endişe etme diye vahyettik. Firavun ordusuyla onları izledi, deniz de onları içine alıverdi.” (Tâha 77, Diyanet İşl.Bşk. KUR’AN’I KERİM ANLAM) Görüldüğü gibi, Musa Peygamber’e batmaktan korkmaması söylenmektedir ki, böyle bir endişenin oluşabilmesi için; hem deniz üzerinden, hem de su görünümü veren bir yoldan geçilecek olunmalıdır. Deniz dibindeki bir yoldan geçişin olanaksızlığını gördük, geceleyin yürünecek olması böyle bir geçişi daha da olanaksızlaştırmaktadır. Bu nedenle, batma olasılığının olmadığından söz edilen yol, tabanda bir kum yol değil, yüzeyde bir yol olmalıdır. Nasıl ki, Tevrat’ta yer alan şu âyetlerle, bu durum tamâmen netleşmektedir: “Firavunun ordusu Kızıl Deniz’de battı. Taşlar gibi derinliklere indiler.”(Tevrat, 2:15/4-5)
İşte Tevrat’ın bazı âyetlerinden, deniz suyunun geri çevrilerek, denizin kara hâline getirilmesi anlaşılıyorsa da, bu âyet ile kastedilenin başka bir şey olduğu açıklık kazanmaktadır. Şimdi bir Kur’an âyetiyle; üzerinden hem geçilen, hem de geçilemeyen bu yolun nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışalım: “ALLAH da şöyle buyurdu: Kullarımı geceleyin yola çıkar; kuşkusuz, izleniyor olacaksınız. Deniz sâkinken geride bırak. Doğrusu onlar suda boğulacak bir ordudur.”(Duhan 23) Belki, olası endişelerin en aza indirilmesi için, üzerinden gece geçilecek bu yol, denizden bir parça ama sâkin bir parçadır. Daha açık bir söylemle, denizin sâkinleşmiş, yâni donmuş yüzeyi üzerinden, buzdan bir yoldan geçiş yapılmıştır.
Şimdi de Tevrat’ın M.Ö.270 yılında yapılan Yunanca çevirisinde bulunan çok ilginç bir bilgiyi izleyerek, bu mucizevî yolun oluşumunda ne tür bir “tanrısallığın” söz konusu olabileceğini görelim: “Bilgelik, Kızıl Deniz’den geçmelerini sağladı.”(Kitabı Mukaddes Şti., Kitabı Mukaddesin Deuterokanonik Kitapları, 3:10/18 – İst. 1987) İşte burada sözü edilen bilgelik, tanrı ve meleklerinin ya da daha büyük bir olasılıkla dünya dışı zekî varlkların teknolojilerinden başka bir şey olmayıp, yine bir başka bilgeliğin ürünü içerisinde ise bu bilge varlıklar yer almaktadır: “Ve Rabb ateş ve BULUT direğinden Mısırlılar’ın ordusuna baktı.”(Tevrat, 2:14/24)
İşte mucizevî yol, tanrının içerisinde yer aldığı bu BULUTTAN uzanmış bir el ya da daha gerçekçi düşünülecek olursa, soğuk hava püskürten bir cihaz ile oluşturulebilmiştir: “Ve Rabb Mısır’daki deniz dibini büsbütün yok edecek; ırmağın üzerinde, elini kavuran yeli ile sallayacak ve onu vurup yedi yol
açacak ve insanları çarıklarla geçirecek”(Tevrat, 17:11/15) Bu sözler Musa Peygamber’in değil, İşaya Peygamber’in olup, aynı mucizenin gelecekte yeniden gerçekleşme olasılığından söz etmektedir. Fakat anlatım tamâmen Musa Peyg. döneminde gözlemleneni değil, biraz daha aşırılaştırılmış bir hâli anlatsa da; temelde, aynı olay vurgulanmaktadır. Dahası, denilebilir ki; tamâmen değil de, belli bir bölgenin dondurulduğu, mucize sırasında da çok soğuk bir hava söz konusudur. Öyle ki, bu yel
“kavurucu” olarak tanımlanabilmiştir. Bilindiği gibi, çok düşük derecelerdeki ısıların insan tenine bir anlık temâsı bile tıpkı aşırı sıcak gibi haşlayıcı bir etki yapar.
İşte bu tanımlandığı söylemle, bu “kavurucu” soğuktaki yel deniz yüzeyi üzerinde sallanmış ve tüm gece diye nitelenen uzun bir süreç sonunda ise buzdan bir yol oluşturulmuştur ve o teknolojiyle bu oluşum hiç de zor olmamıştır. Tanrının mucize için seçtiği yer, Kızıl Deniz’in “dil” ya da “ırmak” olarak adlandırılan dar uzantısıdır. Evet dondurulan mesafe işte bu denli kısa, sanki uzunca bir köprü niteliğindedir. Ancak bu buzdan köprü deniz düzeyinde olmayıp, biraz daha aşağılarda oluşmuştur: “Burun (uzanrısındaki) deliklerden çıkan rüzgâr, suları üst üste yığıyordu. Ve öfkenin soluğu ile sular yayıldılar. Akıntılar yığın gibi durdular. Derinlikler denizin ortasında dondular”(Tevrat, 2:15/9) (**)
……………………………………………….
(*) Bkz. ÇAĞLAR BOYU UÇANDAİRELER, Ruh ve Madde Yayınları – YILDIZLARDAN GELEN TANRILAR, Sınır Ötesi Yayınları
(**) Yararlanılan Eserler: BULUTTAKİ TANRI, Çağın Okurlar, Ozan Yayıncılık
Sunuş
S U N U Ş
Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.
Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.
SELMAN
GERÇEKSEVER
Kasım
2 0 1 0
B u r s a
Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.
Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.
SELMAN
GERÇEKSEVER
Kasım
2 0 1 0
B u r s a
26 Eylül 2016 Pazartesi
16 Eylül 2016 Cuma
İ H T İ Y A Ç L A R
İ H T İ Y A Ç L A R
HAZIRLAYAN : Selman
Gerçeksever
Günlük yaşamda çokluk ve çeşitlilik hâlinde
hemen sürekli hareket hâlindeyizdir. Bu hareketlerin her biri hem sebep, hem de
sonuçtur. Bir hareket ya da eylem başka hareketleri (kaotik) ya da bir sonraki
hareketi (lineer, doğrusal) başlatması bakımından onların / onun bir nedenidir.
Ama o hareketin de bir başlatıcısı, bir nedeni vardır. Bir harekette bulunmak
için bazı ihtiyaçlar hissederiz. Yani bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman harekete
geçeriz. Bu yazımızın konusu hareketlerimizin nedeni ihtiyaçlar olacaktır.
İLÂHİ
NİZAM ve KÂİNAT öğretisinden biliyoruz
ki, bir tesir madde ortamında hareket (ler) şeklinde tezâhür eder. Bir yerde
bir hareket varsa, bu hareket bir tesirden dolayıdır. Hattâ maddedeki
hareketler aşkın anlamada ve simgesel olarak “ruhların kıpırdanışları”
nın (38) (*) ifâdesidir. Bu durumda hareketlerimizin arka planındaki ihtiyaçlar
sâdece fiziksel etkilerden değil, ruhsal tesirlerden de kaynaklanmaktadır. Açlık,
susuzluk, acı, korku vb. gibi fiziksel etmenler ile harekete geçtiğimiz gibi vicdâni
ya da nefsâni itilimlerle de harekete geçeriz.
Örneğin, tatile çıkmak için pek çok neden /
ihtiyaç vardır ama en sıradan ve yaygın neden dinlenme ihtiyacıdır. Neden orada
değil de, şurada tatile gitmemizin nedenleri de herkese göre farklı ihtiyaçlara
dayanır. Bir süre çalıştıktan sonra dinlenme ihtiyacı hissederiz, kalkıp
uzanırız ya da elimizden kalemi / mausu (fareyi) bırakır, oturduğumuz yerde
şöyle bir doğruluruz. Susamışızdır, su içeriz; acıkmışızdır, yemek molası
veririz. Kitap okumak, araştırma yapıp bir yazı kaleme almak için, bilgilenmek
ihtiyacı hissetmemiz gerekir. Dış görünüşümüzle insanları etkilemek için, kaale
alınma ve ilgi toplama açlığı ihtiyacı içinde olmamız gerekir.
Görüldüğü gibi, bir harekette bulunmak, aksiyona geçmek için, o hareketle ilgili bir
şeyin ihtiyacını hissetmemiz gerekir.
Tüm yaşam hareketler silsilesi ya da bir aktivite topluluğu / akışı olduğuna
göre; hareketlerin, davranışların, etkinliklerin temelinde ihtiyaçlar vardır.
Durum böyle olunca, oldukça önemli bir konuyla karşı karşıyayız demektir:
Genellikle ihtiyaçlarımızın neler olduğu, ihtiyaçların kökenleri,
ihtiyaçlarımızın ne kadarı, nasıl karşıladığımız, ihtiyaçlarımızı
karşılayamadığımız zaman ne yaptığımız vb. konular önem kazanmaktadır. Ortaya
çıkan herhangi bir ihtiyaç bize yönelik bir etkidir(uyarandır); bu etkiye nasıl
ve ne şekilde tepki vereceğimiz gelişim düzeyimiz hakkında da ip uçları içerir.
Kendi gelişim ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz ve
başkalarının gelişim ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı olacağımız zaman-mekân
koşulları içine enkarne oluyoruz. Ne türl koşullar içine ne zaman enkarne
olacağımızı da; geçmişten getirdiğimiz karmik birikimimiz ile, seçme
özgürlüğümüzü ve özgür irâdemizi kullanma şeklimiz belirliyor. Ama bir
enkarnasyonda tüm gelişim ihtiyaçlarımızı karşılamamız söz konusu değildir. Bir
tek enkarnasyonda gidermeyi yaşam planımıza aldıklarımızın da bir kısmını bu
zor gelişim koşulları içinde gideremiyoruz ve bir takım noksanlarla /
başarısızlıklarla geldiğimiz yere (ahret yurduna / spatyoma) dönüyoruz. Bu
nedenler belli bir gelişim düzeyine yükselmek için pek çok yaşamlar
(enkarnasyonlar) gerekebiliyor.
Ruh varlıkları olarak, iç potansiyelimizi
maddesel ortamlarda tezâhür ettirmek ve gelişmek / şuurlanmak ihtiyacındayız.
Bu, varlıksal bir ihtiyaç ve aynı zamanda evrensel bir etkinlik. Bu arada, her
gelişim ihtiyacı da her ortamda giderilmez. Başka türlü bir deyişle, tüm
ihtiyaçlarımızı ebediyen belli bir uzaysal objede (gezegen, asteroid, yıldız
vb.) karşılamamız söz konusu değildir. Her maddesel ortam (uzaysal obje)
belirli yeteneklerin tezahür ettirilmesine; tüm ihtiyaçlarımızın değil, belirli
ihtiyaçlarımızın giderilmesine elverişli olanaklara sâhiptir. Çok genel anlamda
maddenin olanaklarıyla ruhun tekâmül ihtiyaçları Aslî İlke’nin kudreti içinde
bir araya getirilmiştir. Aslî İlke’nin gereklilikleri (icapları) içinde hem
ruhun tekâmül ihtiyaçları, hem de bu ihtiyaçları karşılayacak maddesel
olanaklar bulunur (191).
SADIKLAR
PLANI bilgilerine göre varlığın
fıtratında bulunan Üç Bilgi’den dolayı; kendini bilme yolunda idraklenmemesi /
şuurlanmaması, gelişmemesi ve dolayısıyla Rabb’ini bilmemesi söz konusu değil.
Kısacası, varlığın gelişmemesi, ruhun tekâmül etmemesi söz konusu değil, seçme
özgürlüğümüzü gelişmeme yönünde kullanma lüksümüz yok. Dolayısıyla gelişmek ve değişmek varlıksal ve
evrensel kapsamda en temel ihtiyacımız. Bu temel ihtiyaç içinde varlıksal ve
evrensel etkinliğimiz devresel olarak ve ebedîyen sürmektedir. Bu edebî gelişim
yolunda çokluk ve çeşitlilik hâlinde ortaya çıkan ihtiyaçlarla yine çokluk ve
çeşitlilik hâlinde pek çok hareket sergileriz ki, olgunlaşmanın şuurlanmanın
doğal sürecidir bu.
Bu yol üzerinde herhangi bir gelişim
ortamındaki zaman-mekan koşulları, o ortama enkarne durumda bulunan en yüksek
realitenin gözetimi ve kontrolü
altındadır. Böyle yüce bir varlık kendi gelişim yolunda böyle bir liyakat ve
olgunlukla vazifesini yaparak kendi gelişim ihtiyaçlarını giderirken, gözetimi
altında ve kapsamında bulunan varlıkların da gelişimlerine yardım etmektedir.
Bu ortamda gelişen varlıkların vazifesi de, görüp gözetici ve esirgeyici olan
rablerinin irâdesine hizmet ederek gelişmektir. Tezâhürat ortamının tüm
varlıkları da, değişik şuur düzeylerinde olmak üzere âlemlere (ve dolayısıyla
evrene) yayılmış olarak İlâhi Murad’a hizmet ederek gelişmek durumundadır. Bu
nedenle evrende zeki yaşam türlerinin nâdirliği değil; bolluğu, çokluğu ve
çeşitliliği söz konudur.
Bu yazımızın ana teması olan varlıkların gelişim
ihtiyaçları, yaşamlar boyunca sergiledikleri gelişim etkinliklerinin genel
sonucudur. Görülüyor ki, genel anlamda hareket (etkinlik, aksiyon) ihtiyaçları,
ihtiyaçlar da hareketleri doğurmaktadır. Bu, Sebep-Sonuç Yasası’na göre işleyen
bir mekanizmadır. Bu evrensel ve varlıksal gidiş içinde, gelişim ve değişim
evrensel kaderimizdir. Gelişmemek ve değişmemek söz konusu değildir. Bu
bağlamda yaşamlar boyu yapıp durduklarımız; özümüzde potansiyel olarak bulunan
bilginin maddesel ortamlarda uygulama ile; görgü ve deneyim birikimine, onları
da öz bilgilere dönüştürmektir. Bu arada elbette maddeyi de geliştiriyoruz ve
giderek daha süptil bedenlere enkarne olur hale geliyoruz. “Öyle bedenler vardır ki, siz
onları ruh zannedersiniz…” deniyordu SİRİUS CELSELERİ ’nde verilen bilgilerde. Genel varlıksal ve
evrensel kaderimiz olan gelişim ve değişim olgusu içinde, giderek, öz benlikler
olarak mensubu olduğumuz planın daha kalifiye işçisi olmak durumundayız. İlâhi
İrade Yasaları’nın uygulayıcısı ve yöneticisi olmak da gelişmek ve şuurlanmak
ile olası. İşte tüm bunlar için gerekli olan araç-gereçler ihtiyaçlarımızı
oluşturmaktadır.
Ama gelin
görün ki, enkarne olduktan sonra; madde, enkarne varlığı için,
toplumun da etkisiyle yapay ihtiyaçları empoze eder ve kişi genellikle bunlarla
sınanır. İşte tam da burada, yapay ihtiyaçlara muhalefet kişinin gerçek
samimiyetini ortaya kor. Söz konusu yapay ihtiyaçlar ve hattâ yapay îcaplar
(gereklilikler) kargaşası ve karmaşası içinde belli bir yaşam için gerekli olan
gerçek gelişim ihtiyaçlarımızdan uzaklaşabilir, yeniden onları bulana kadar
acılı / ıstıraplı eprövlerle karşılaşmak kaçınılmaz olur. Bu bakımdan her
konuda sâdelik içinde yaşamakta, az ile yetinmekte, açgözlülük /biriktiricilik
yapmamakta yarar var. Bu beşerî aldanmayı önlemek için; Kur’an’da, “servetin
belli ellerde toplanmaması” ve “servet
şımarıklığı” konusunda uyarı
yapılmıştır (Haşr 7, Zühruf 23, Hûd 82+83, Nisa 61, Mâide 1043, Vakıa 45, Nahl
71, Zariyat 19, Enam 141).
Görülüyor ki, ihtiyaç belirlemedeki isâbetsizlik
de birtakım ıstıraplarımızın kaynağı olmaktadır. Bir sonraki enkarnasyonumuzun
şeklini belirleyen etmenlerden biri de budur. Belirli koşulları ve özellikleri
içeren zaman – mekân koşulları içine enkarne olmamızı belirleyen etmenlerden
biri de genel gelişim ihtiyaçlarımız olmaktadır. Çünkü belli bir yaşamlık
ihtiyaç birikimimiz bizi yeni bir enkarnasyona zorlar. Yaşam planımızın
hazırlanmasında da; toplumun öteki bireyleriyle (aile, iş arkadaşları vb.)
iletişim zorunluluklarını da “karşılıklı ihtiyaç giderme faktörü”
oluşturur.
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, şu andaki gerçek
(varlıksal / ruhsal) ihtiyaçlarımız ve onların oluşturduğu maddesel çevremiz
(ki buna bedenimiz de dâhildir) varlık olarak kendi elimizin emeğimizin
sonucudur. Böyle olunca, bu bir anlamda; alın yazımızdan da (kaderimizden de)
sorumluyuz demektir. Bir başka söylemle, bugünkü genel manzara, önceki
beyanlarımızdan oluşan istek ve ihtiyaçlarımızın perişan manzarasıdır. Bu
nedenle bir şey isterken, ihtiyaç beyanında bulunurken, biraz düşünmek ve
çocukları da buna alıştırmak gerek… “Şunu canım istiyor ama gerçekten ona
ihtiyacım var mı?” Mâkul vicdana dayalı bir sâdeleşme içinde; çok şey
istemeden, istekleri olabildiğince azaltarak ama bolca şükrederek yaşamasını
öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz. Çünkü şu anda nelere sâhipsek, onlara lâyıkız
demektir; onları içsel gelişim yönünde değerlendirmek durumundayız.
Elimizdekinin “hakkını vermeden”, ondan gelişim yönünde yararlanmadan; başka
şeyler ya da aynı şeyden daha fazla miktarda istemek, beşerî bir zaaf ve
açgözlülükten başka bir şey değildir. Burada “”hakkını vermeden” derken, kendi içsel gelişimimiz ve
başkalarının gelişimi için kullanıp kullanmamayı kastediyoruz.

Açgözlülük, elbette derece derece olmak üzere
eğitilmemiş ve aklı da egemenliği altına almış bir nefsin en belirgin
niteliklerindendir. Acaba her isteğimiz birim gerçekten ihtiyacımız mı?
İstediğimiz şeyin sorumluluğunu kaldırabilecek olgunluk ve güçte miyiz?
Gerçekten ihtiyacımız olan şeyleri istediğimizden emin miyiz? Daha çok ne
türden şeyler istiyoruz? “Yarı İdrakli” varlıklar (3+50+58+60 +77+101+135+197)
olduğumuz için, büyük bir olasılıkla gerçek ihtiyacımız olan şeyi bilemeyiz,
dolayısıyla istemediğimiz de dahası, istediğimiz şeyler de o andaki gerçek
ihtiyacımız değildir. Yapay ihtiyaçlar ve yapay îcaplar içinde kendi
kendilerini “boğmuş” kimselerin sayısı az değildir. Bu olumsuz durum bir
bakıma, gelişim yolundaki bireyin kendi, kendini engellemesidir. İçsel
gelişimde en büyük engel yine kendi egosudur. Bu olumsuz durum kişinin kendi
kendine zulmüdür. “Alın yazımız buymuş, ALLAH böyle yazmış, kader işte…” vb. gibi
söylemler, kusurlarımızın sonuçlarını ALLAH’a fatura etmeler varlıksal
gerçeklerle bağdaşmayan, insanın gerçek doğasıyla örtüşmeyen beşerî
hezeyanlardır. “ALLAH zulmetmez” (Yunus 44), tam tersine, “ALLAH insana kolaylık diler”
(Bakara 185) ama “insan kendi kendine zulmeder” (Yunus 44)
Kendi kendimize yönelik olarak sergilediğimiz
bu talihsizlikler ve basiretsizlikler maddenin câzibesi ve toplumsal
koşullandırmaların da etkisiyle (örneğin moda ve reklamlar) daha da vahim ve
sakınılması zor bir hal alır. Bu bağlamda asıl ve normal / doğal ihtiyaçlarının
dışında olan ihtiyaçlar ve icaplar “istekler” olarak empoze edilir ve
kişiler “ister hâle” getirilir. Bu en istenmeyen, etik açıdan da “sinsice
kandırma” denebilecek en zararlı ve bireyleri tüketici konuma getiren
toplumsal / ekonomik koşullandırmalardan biridir. Açıkçası, moda ve reklam
sektörleri kendinden habersiz bireyin beşerî zaaflarından yararlanarak
palazlanır / palazlanmaktadır.
İşte tüm bunlardan dolayı, kişinin seçme
özgürlüğüne ve özgür irâdesine ket vuran bu tür ve benzeri koşullandırmalara
karşı “uyanık” olabilmek için nefsin eğitimi ve duyguların yönetimi
önem kazanmaktadır. Bedenlenme ile varlıksal özgürlüklerimiz sınırlanır.
Bedenin kapasitesiyle, maddesel etmenlerin ve koşulların etkisiyle varlıksal
özgürlüklerimizin çoğunu yitiririz. Bu nedenle, bedenli haldeyken kendimizi çok
özgür sanmayalım. Nefsin başıboşluğunu özgürlük sanmayalım. Aksi takdirde,
doğmadan önce (enkarne olmaya hazırlanırken) seçme özgürlüğü ve özgür irâdemiz
(varlıksal ilkeler) doğrultusunda aldığımız kararları, kendi kendimize ve
planımıza verdiğimiz sözleri (Kur’an – Tevbe 4, Bakara 63, Nahl 91, İsra
34+37+38) enkarne olduktan sonra uygulayamayabiliriz. Bu duruma düşmemek için,
maddenin / bedenin daraltıcı ve karatıcı etkisine karşı “uyanık” olmak durumundayız. Yukarıda da belirttiğimiz
gibi, bedenli haldeyken kendimizi çok özgür zannetmeyelim. Nefsin
kandırmacalarının, toplumun koşullandırmalarının kurbanı olmuş olabiliriz.
Unutmayalım ki, asıl özgürlük; nefsin kontrol altına alınmasından sonra gelir
ki, o da vicdan özgürlüğüdür.Kişi, vicdanını nefsin egemenliğinden
kurtarabildiği ölçüde gerçek ihtiyaçlarını daha isâbetli oranda belirleyebilir,
bağlı olarak gelişim hızını da arttırabilir.
İşte âkil ve kâmil ve de müdrîke sâhibi
(idrakli) insana yaraşan bu duruma ulaşabilmek; çok büyük ölçüde, kendini
tanıma ve bilme duyarlılığı içinde nefsin eğitimi ve buna bağlı olarak ve
duygusallığın kontrol altına alınmasına bağlıdır. Nefsini eğitememiş, bencilliklerden kurtulamamış, duygularını kontrol
etmeyi öğrenmemiş (daha doğrusu öğretilmemiş) bir genç, kolaylıkla; dünyasal /
maddesel câzibenin, beşerî koşullandırmaların ve ideolojik empozisyonların
oyuncağı olabilir. Dahası, birey ihtiyaçlar karmaşası içinde; dünyasal câzibeye
ve beşerî koşullandırmalara yatkın olan beşerî ego az yukarıda söz konusu
ettiğimiz toplumsal / ekonomik empozisyonlara yatkın ve onların bir enstrümanı
(aracı maşası) hâline gelir. Bunun peşi sıra oluşan özdeşleşmeler, başımıza;
atlatılması çok zor yaşam sınavlarını (eprövler) açabilir.
O halde, ihtiyaçlar ile seçme özgürlüğü ve ego
eğitimi arasında (önceden duygular arasında) sıkı ilişki var. Hattâ
ihtiyaçların, küresel anlamda, vazife ile de ilişkisi bulunduğunu
söyleyebiliriz çünkü ihtiyaç, vazifesinin yerine getirilmesi sırasında gerekli
olan her şeydir. Burada “vazife” derken, bir tezahür
uzantısı olduğumuz ruhsal planın hedefine hizmeti kastediyoruz. Bu bir bakıma
planımızın ilâhi muradına hizmettir ve planlar da ALLAH’ın ilâhi muradına
hizmet eder durumdadır. Bu anlamda her şey vazifenin yerine getirilmesine
araçtan / malzemeden başka bir şey değildir. Her varlık gelişmişlik durumuna ve
düzeyine göre vazifenin yerine getirilmesinde görev alır. İşte tekâmülden amaç,
giderek daha kapsamlı vazifelere aday ve lâik duruma gelmektir. Örneğin, bizler
için dünyadan sonraki aşama olan Vazife Planı’nda (238) yer almak “tam
idrak” düzeyine ulaşmakla olası. Bizler şimdi dünya gelişim okulunu
bitirene kadar “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli” varlıklarıyız(3+50+58+60+77+101+135+197). Biz enkarne
varlıklar için vazifenin gerçekleşmesine yönelik hazırlık mekanizması vicdandır
(97). Bu nedenle vicdan birim dualitesinin (135+181) üst değeri, alt değerinden
fazla olmasında yarar vardır. Vicdanın bu üst değerlerini besleyecek şekilde ve
kalitede bir yaşam sürdürdüğümüzde, bu, İlâhi Murad’a daha etkin hizmet
anlamına geliyor ki, (Kur’an söylemi ile ) “doğru yolda” (Sırat-ı Mustakîm)
olmak da bundan başkası olmasa gerek (Bkz. En’am 153). Kur’an terminolojisiyle
düşünmeyi sürdürdüğümüzde, belki şunu söylemek de olası: “dosdoğru yol” dan sapmak
demek, vicdanın alt değerleri sürekli beslendiğinde ortaya çıkan istenmeyen
durumlar (parçalanma “teferruk”) oluyor (En’am 153). İşte
bu duruma düşmek ya da düşmemek; vazifenin yerine getirilmesi için malzemeden
başka bir şey olmayan ihtiyaçlarımızı belirleme ve onları değerlendirme
şeklimize bağlı oluyor. Bedenli /“bedensiz” tüm varlıklar, gelişmek
için ve vazifelerini yerine getirmek için; bedenlenmeye, bedenli eprövler
geçirmeye ihtiyaç duyarlar. Bu belki en genel anlamda bizlerin varlıksal
ihtiyaçlarımızdır. Varlıklar söz konusu gelişim ihtiyaçlarını gidermek için
değişik zaman-mekân koşullarına (maddesel ortamlara) enkarne olurlar. Hem
enkarnasyondan sonra, enkarne olmadan önceki kadar şuurlu değildir.
Enkarnasyonla (yaşam planlarının gerektirdiği kadar) bir şuursal daralmaya
uğrarlar. Bir bakıma, şuur kısmen “kapanır” enkarnasyon ile.
Vazifenin yerine getirilmesi sırasında, vazife
için gerekli olan her şey ihtiyaçtır. İşte burada gerekli olanı (ama gerçekten
gerekli olanı) bilebilecek idrak düzeyine, anlayış kapasitesine, içsel birliğe
ve sâfiyete ulaşmak, bizim için en büyük idealdir. Bedenli yaşamın amacı da
budur zâten.
Şimdi yazımızın bu aşamasında vazife ve ihtiyaçlar
bağlamında şu devre sonunda gerçekten ne yaptığımıza bakarak konumuzu
sürdürelim:
Çokluk ve çeşitlilik hâlinde binbir türlü işler
peşinde koşarken, gerçekten ne yapıyoruz? Zaman zaman şuurlu, bazen yarı şuurlu
ama çoğu zaman “şuursuz” olarak yapmakta olduğumuz budur: Öz benliğimiz
aracılığıyla mensubu olduğumuz ruhsal planın giderek daha kaliteli ve işe yarar
bir elemanı hâline gelmeye çalışıyoruz yaşamlar boyu… Bu vazifeyle, maddesinin
her türlü ağırlığına ve bizleri kendine benzetme gayretine rağmen;
ihtiyaçlarımızı çok isâbetli belirleyerek idrak düzeyimizi, anlayış
kapasitemizi ve sâfiyetimizi artırmaya çalışıyoruz. Yapmakta olduğumuz ve
ebediyen de yapacağımız budur. Her şey de bunun için araçtır.
İhtiyaçlara karşı duyarlılık seçici olmayı da
gerektirir. İhtiyaçların / isteklerin ayıklanması, azaltılması ve geri
kalanların da önem sırasına göre dizilmesi… Unutmayalım ki, her önemi önemli
değildir. İhtiyaç giderilmesinde, en önemliyi seçmek ve onu en ön sıraya almak
daha akıllıca bir tutum olur. Böyle bir seçimi yapabilmek, belli bir düzeyde
rikkate ve fehim gücüne sâhip olmakla olasıdır. İhtiyaçlara yönelik
seçimlerimizi bu şekilde yapabildiğimiz zaman, kendi keyfî (yâni nefsâni ve
bencilce) isteklere kapılmayabiliriz. Bu tutum, aynı zamanda nefse karşı muhâlefet
gücü sergilemenin belirtisidir. Bunun tersi yöndeki tutuma Kur’an “nefsin
hevâ ve hevesine uymak” diyor ki, bilgelikle / olgunlukla bağdaşmayan
ve çocuklara özgü bir durumdur (Câsiye 23, Furkan 43, Mâide 70, Necm 23).
İhtiyaçları belirleme kapsamında böyle bir farkındalık içinde bulunabilirsek,
içsel gelişime daha çok katkısı olacak gerçek ihtiyaçlara yönelmemiz kolaylaşır
ve gerçek ihtiyaçlara göre her şeyi yeniden tanzim etme fırsatını
yakalayabiliriz. İhtiyaçlar ve istekler enkarne varlık için en değerli ve
kuvveti, motivasyonlardır ama yukarıda öğrenmeye çalıştığımız koşullarda
değerlendirmek kaydıyla…
Psikolojinin
Yaklaşımı
Davranış bilimi olan psikolojiye göre,
ihtiyaçlarımız; aynı zamanda, davranışlarımızı yönlendiren faktörlerdir.
Günümüz psikolojisinde ihtiyaçlarımızı konu alan bir dizi teori
geliştirilmiştir ki bunlara motivasyon teorileri denir(3).
Şimdi konumuzu biraz da motivasyon açısından
inceleyelim: Motivasyon (güdüleme) “Belli bir davranışı başlatan, sürdüren ve
yönlendiren güç” olarak tanımlanmaktadır. Motivasyon teorilerinin
konusu; davranışlarımıza / hareketlerimize yön veren ihtiyaçlarımızdır.
İhtiyaçlarımız da, fizyolojik ve psikolojik / düşünsel olmak üzere iki gruba
ayrılır.
Psikolojinin açıklamasına göre herhangi bir
ihtiyaç içinde bulunan birey gerginlik durumuna girer. Güdü (motive) ise, söz
konusu “gerginlik durumu” nun gidermek için bireyi davranışa iten
güçtür. Başka bir söylemle, birey doyurulmamış bir ihtiyacın gerginlik yaratan
durumundan kurtulmak için, o ihtiyacı doyurmaya / gidermeye yönelik davranış
geçer. Bu yazımızın başlangıç paragrafında da “ihtiyaç harekete neden olur”
demiştik. Görüldüğü gibi aktivasyonlarımızın kökeninde değişil ihtiyaçlar
vardır. Bu gerçeği göz önünde tutarak; içimizde istek olarak doğan bir
ihtiyacın, gerçekten bir takım davranışlara (aksiyona/etkinliğe) girmeye değer
olup olmadığını belirleyebilecek fehim gücüne ve rikkatine sahip olmalıyız ki,
bu da çok büyük ölçüde kişinin kendi kendisini tanıma duyarlılığı içinde;
nefsini eğitmiş, duygularını kontrol altına almış olmasına bağlıdır. Bu tutum
ve duyarlılık hiç kuşkusuz, kendimizi tanımak açısından olduğu gibi, çevremizdekileri
tanımak ve onlarla sağlıklı bir iletişim kurmak (yâni, uyum, esneklik, hoşgörü
açısından da önemlidir.)
Kuşkusuz, insanın araştırılması, anlaşılması ve
güdülenmesi kolay değildir. Nasıl ki, bu konuda karşılaşılan zorluklar şu
şekilde sıralanmıştır: İhtiyaçlar konusunun kapsamını anlamak bakımından
büyütecimizi biraz da insanın; araştırılması, anlaşılması ve güdülenmesi
konusunda karşılaşılan zorluklara çevirelim. Bu konuda kaynakların saptamaları
şöyle sıralanıyor:
1)
Güdüler
doğrudan gözlenemez, ancak; insan davranışları gözlenerek, kişinin
performansındaki değişiklikler ölçülerek ya da kişiye ihtiyaçları ve
amaçlarıyla ilgili sorular sorularak güdüler (motives) hakkında varsayımlar
geliştirilebilir.
2)
Güdüleri
davranışlardan soyutlamak da zorluklar içerir. Çünkü bir davranış birden fazla
güdüye karşılık olabileceği gibi; aynı güdü, değişik davranışlar şeklinde de
kendini ifâde edebilir.
3)
Performans
değişikliğinden hareketle, güdülenmeyle ilgili soyutlama yapmak risklidir.
Çünkü performans; motivasyon (güdülenme) kadar, kişinin yetenek ve işle ilgili
algılamalarına da bağlıdır.
4)
Kişinin
kendinden bilgi alma yönteminin de kullanışlılığı sınırlıdır. Çünkü kişilerin
kendi güdülerinin yapısı ve şiddeti hakkında farkındalıklarının ve bunu ifâdeye
koymalarının geçerlilik ve güvenirliliğinin ne ölçüde olduğu tartışmalıdır.
Bazı güdüler bilinç altında olabilirler; bazıları da bilinçli bile olsalar,
kişinin utanma ya da araştırmacıya güvensizlik duyguları, bu bilinçteki
güdüleri açıklamalarına engel olabilir.
5)
Güdüler,
ayrıca biri ötekini tamamlayarak ya da gücünü azaltarak da birbirleriyle
etkileşebilirler ve karmaşık yapılar oluştururlar.
6)
Karşılanan
/ giderilen ihtiyaç doyum etkisi geçene kadar davranışı etkilemez, yâni
güdüleyici etkisi yoktur. Örneğin, keşif ihtiyacı gibi bazı üst düzey
ihtiyaçlar doyuruldukça artarlar. Bu demektir ki, bunlar doyuruldukça davranışı
güdüleme özelliği yükselir.
Görüldüğü gibi, kişinin güdülenmesi bağlamında
davranışlar psikolojisinin, hiç değilse iş hayatıyla ilgili önemli bir kısmını
da ihtiyaçlar konusu oluşturmaktadır. Hemen hemen tüm hareketlerimizin
kökeninde ihtiyaç ve isteklerimiz bulunmaktadır. Bu bakımdan ihtiyaçlarımızın /
isteklerimizin neler olduğu ve bizleri nerelere yönelttiğini bilmek
durumundayız. Bu bağlamda ihtiyaçları, gelişim açısından önem sırasına dizme
konusu ve bunu yaşama geçirmenin önemi / yararı iyice ortaya çıkmış bulunuyor.
Bu konuda başarılı ve isâbetli seçim yapıp, gerçek gelişim ihtiyaçlarına
yönelebilmek; mâkul vicdan doğrultusunda sağlıklı bir sâdeleşmeye bağlıdır.
Burada “mâkul vicdan” akıl ve vicdanın
paralelliği de diyebileceğimiz; aklın nefse hizmetten çok, vicdana hizmet
etmesidir. Buna, aklın; mukadderat (yaşam planı) ve îcaplar dengesi yönünde
kullanılmasıdır. Üsteki paragrafın son cümlesindeki “sâdeleşme” ye gelince,
bundan anladığımız da şudur: Dünyasal özdeşleşmelerden soyutlanmak, yapay îcap
ve ihtiyaçlardan arınmak, giyimde-kuşamda, yemede-içmede, hattâ düşüncelerde
sâdeleşmektir. Kişini, bilgilerine ve içinde bulunduğu realiteye göre “en
gerekli olan” ile yetinmesidir,
sâdeleşmek.
Sâdeleşmenin konusu olan öğelere şunları
eklemek de yerinde olabilir: Yenileşmemizi ağırlaştıran, şuurda uyandırıcı
etkiyi engelleyen, sevgi enerjisinin akışını, bloke eden kısacası
olgunlaşmamızı engelleyen tortular ve kabuklar” olmaktadır. Bu
anlamda sâdeleşmek; miskinlik, pasiflik ve kadercilik değildir. Tam tersine;
ayrıntılardan sıyrılarak, asıl problemin üzerine gitmeyi olanaklı hâle getiren,
gerçek anlamda aktif yaşamaktır.
Sonuç
Hareketlerimizin
/ fiillerimizin kökeninde ihtiyaçlar
vardır. “Tüm hareketlerin ve fiillerin hedefi vazifedir.” (Bedri
Ruhselman). İhtiyacını duyduğumuz şeyler, vazifemizin yerine getirilmesinde
birer araçtır. Başka türlü bir deyişle vazifemizi yerine getirmek için bir
takım araç-gerece ihtiyaç duyuyoruz. Bunu, elbette belli bir şuurlanma düzeyine
gelmedikçe bilerek yapamayız ama bilsek de bilmesek de İlahî Murad’a hizmetten
başka bir şey yapmıyoruz.
-----------------------
(*) Yazının akışı içinde görülecek rakamlar İLÂHİ
NİZAM ve KÂİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Syf. 41+67+87
(2) Dezenkarne varlıklara (yanlış olarak)
“bedensiz” deriz ama aslında ruh varlığı hiçbir mekânda bedensiz değil, olamaz,
irade ile bağlantı kuramaz. Maddesel ortam ne kadar süptil (titreşimi yüksek)
olursa olsun, ruh varlığı oraya enkarne olabilmek için (orada tezahür edebilmek
için) muhakkak oranın maddelerinden bir beden edinir kendine.
(3) Maslow’un teorisi (ihtiyaçlar hiyerarşisi),
Herzberg’in iki faktör teorisi, Alderfer’in erg teorisi, Vroom’un beklenti
teorisi, Equaity teorisi.
10 Eylül 2016 Cumartesi
“İlâhi Nizam ve Kâinat” kitabından DENEYİM ve DEĞİŞİM
“İlâhi Nizam ve Kâinat”
kitabından
DENEYİM ve DEĞİŞİM
(Derleyen:
Selman GERÇEKSEVER)
Giriş
Yaratılmış olup da değişmemek diye bir şey yok elbette.
Tek değişmeyen
Yaradan’ın kendisi. Evrenler boyu değişim sürüp giderken, evrenlere yayılmış
olan değişik şuur düzeylerindeki varlıklar da bu evrensel değişime uymak
zorunda. Gelişmemek
ve tekâmül
etmemek söz konusu değil. Tüm tezahürat ortamı içinde ruh, tekâmül ediyor; varlık ise gelişiyor. Varlığın kendisi ve gelişimi ruhun tekâmülüne hizmet
için. Asli İlke’nin
evrenleri
aydınlatan ışığı içinde varlık; değişip gelişip değer kazandığı oranda ruha hizmet
kapsamındaki vazifesini
daha etkin bir şekilde yerine getiriyor. Değişip gelişip değer kazanmanın, yani;
evrensel değişime
ayak uydurmanın, bu gidişe uyumsuz kalmamanın yolu da maddesel ortamlarda görgü ve deneyimi
arttırmak. Görülüyor ki, varlık;
evrensel değişime
uyum
sağlaması ve asli görevi olan ruha hizmetini daha iyi yerine getirebilmesi için, evrenler boyu sürüp
giden bir etkinlik içinde görgü
ve deneyimini arttırmak durumunda. Kısaca, değişip, gelişip değer kazanmak için, görgü ve
deneyim birikimimizi sürekli arttırmak durumundayız. Bu nedenle, temel kaynak
eserdeki (1) “değişim” ve “deneyim”
kavramlarını birlikte ele aldık. Önce değişimin evrensel
boyutuna bakalım; sonra da, varlığın bu evrensel değişim içinde ne yaptığına:
Değişimin Evrensel Boyutu
Tüm varlıklarıyla birlikte evrenin her zerresine değişik
titreşim düzeylerinde tesirler
gelir. Tesirlerin
kaynağı Asli İlke’nin
kudretidir. Asli
İlke’nin kudreti evrenlerde
tesirler
olarak tezahür eder. Asli
İlke’nin kudreti Yüksek İlkeler ve Asli Tesirler olarak evrenleri ve ruhları etkisi ve rahmeti altında
bulundurur. Bu etki altında ruhlar tekâmül
eder, evrenler
gelişir.
ŞEKİL-1
|
Evrende
milyarlarca zerrenin oluşturduğu bir cisme, milyarlarca cismin oluşturduğu bir güneş sistemine,
milyarlarca güneş
sisteminin oluşturduğu bir nebülöze ve sayısız nebülözlerden oluşan bir âleme ve nihâyet
hidrojen realitesi dışında gene sayısız âlemlerden oluşan evrenin bütününe
gelen tesirler bileşiminin bir zerresini bile beşer idraki gereği gibi kavramaktan acizdir.
İşte İlâhi Nizam’ın
evrendeki
gereklerini yerine getiren ve değişimler silsilesi içinde evrenin uyumunu kuran ve onu kucaklayan tesirler vahdetidir
ki, tüm hareketleri
ve değişimleri
oluşturur. Bu durum, ruhların
evrenle
ilişkilerini ve onların tekâmüllerinin
zorunluluğunu açıklar (91+92)
Değişime Uyum Zorunluluğu
Bireysel, toplumsal, ekolojik ve evrensel
kapsamdaki değişimler,
yüzeysel zaman
idraki karşısında ne kadar büyük birer katastrof şeklinde görünürse
görünsün, beşeri
varlıkların gelişim ihtiyaçlarına en uygun ve kusursuz karşılıklar verici
düzenlemeler altında ortaya çıkmakta ve çıkacaktır. İlâhi Düzen içinde hiçbir varlığın
hiçbir gelişim
ihtiyacı ihmale uğramaz; tüm gelişim ve ihtiyaç isteklerine uygun düzenlemeler derhal
kurulur. Çünkü evren;
ruhların tekâmülü, varlıkların gelişimi içindir.
Ayrıca, tekâmül
ve gelişim
için tüm ihtiyaçların sağlanması bir zorunluluktur. Bu ihtiyaçlar, vazifeli varlık grupları
tarafından değişim
ve dönüşüm silsilesi içinde karşılanır (277).
Zaman ve mekân koşullarının değişmesiyle ortaya
çıkan uyum
zorluğu, varlıklar için yeni uygulama alanı demektir. Bu yeni uyum zorunlu
varlıklara gelişim olanakları / fırsatları sunması bakımından çok değerli ve
önemlidir (278). Bu cümleden olmak üzere, gelecekte dünya beşeriyetinin
değişecek olan çehresi ve yeni düzenlemelerle kurulacak uyum; ancak, tamamlanmış olan bir
dünya devresinin
kapanışından sonra olacaktır. Bunun için de dünyanın geçireceği (esâsen de
geçirmekte olduğu) son hazırlıklar kapsamında değişimler olup durmaktadır (278)
(2).
Evren Varlıkları ve Değişim
Ruhun
tekâmülü, varlığın gelişim ihtiyaçları için;
en “ağır / kaba” madde durumundan, en “hafif” (titreşimi
yüksek) madde durumuna kara, sayısız değişim ve dönüşüm söz konusudur. Bu maddesel değişimler, evrenin
genel yönetimi ile ilgili / vazifeli varlıkların kudretleri ve yönlendirilmeleriyle
belirli alanlardaki değişik gelişim düzeylerindeki varlıkların etkinliği ve
işçiliğiyle sürüp gider. Evrenin
teknik içeriğinin elemanları olan sürekli değişim vazifeli birçok varlığın eseridir. Fakat bu vazifeleri
yönlendiren daha gelişmiş varlıklar gitgide yükselerek Ünite’deki (3) genel sorumluluk ve kudretlere katılırlar. Bu
değişimleri hazırlayan varlıkların çalışma şekilleri şöyledir (74):
ŞEKİL-2
|
Örneğin, bir kimse (belli bir deneyim ve
gelişim ihtiyacını karşılamak için) hasta olması gerekiyorsa; hastalığın türü,
ağırlık / hafiflik derecesi, süresi ve tedavi olanakları belirlenir. Hattâ bu
rahatsızlıkta ağırlaştırıcı nedenler de olması gerekiyorsa; o kimsenin
donanımı/ malzemesi az bir yere gönderilmesi , tedavi edecek doktorun tanıda
yanılması vb. durumlar da eksiksiz olarak verilir. Artık o bir tek kişinin bu
durumdaki gelişim malzemesi
içi gerekirse; birkaç varlık çalışacak, bünyedeki mikropların etkinliğini
sağlayacak bir başka doktorun fiziksel durumunu o belirli anda gerektiği gibi
tesir altında bulunduracaktır. Bu teknik etkinliklerin alanları da pek çok
dallara ayrılır: Bireyin psikolojik durumlarını belirli form kalıplarına bağlamak,
yöresel / toplumsal formlar kurmak ve hatta medyomları yönetmek vb. vb. (75).
Bunlar gibi, çoğaltılabilecek, içerik ve
önlemleri birbirinden farklı pek çok etkinlik alanları vardır. Bu etkinlik
dallarında / alanlarında çalışan
kadroların her birinin tekniği ötekinden farklıdır. Örneğin, doğada
oluşması gerekli fizik değişimleri (ekolojik, tektonolojik, katostrofik vb.)
oluşturmakla yükümlü olan grup, medyomları yönetemeyeceği gibi, medyomları
yöneten bir grup da toplumsal olayları kuran grubun vazifelerini yerine
getiremez. Görüldüğü gibi, belli bir zaman ve mekân kesitinde, bireysel /
toplumsal) düzeyde ya da doğa kapsamında Yüksek İlkeler doğrultusunda bir değişim ortaya
çıkacaksa, bu değişim;
birçok etkinlik dalında çalışan vazifeli grupların eşgüdümlü ve eşzamanlı işbirliğiyle olur
(76).
Yüzeysel Zaman İdraki ve Deneyim
Yüzeysel
zaman idraki içindeki beşeri gelişimde görgü ve deneyimin
artması, özvarlıktaki
bilgi birikiminin gerektirdiği değişim olgusu içinde, enkarne varlık realiteden
realiteye geçerken; gelecek realiteler, geçmiş realitelerin sonuçlarını kapsaya
kapsaya genişler, giderek büyür ve görgüsünün / deneyiminin artmasına neden olur.
Örneğin, yüzeysel
zaman idraki içinde beşeri yaşamın gereği olarak, kaba hodkâmlık
realitesinin bulunduğu kademeyi dolduran bireysel hodkâmlık nefsaniyeti, bir üst “toplumsal plan
nefsâniyeti”nde daha kapsamlı bir karakterde “toplumsal hodkâmlık”
niteliği / görünümü kazanır
(109) (4).
Dünya gelişim ortamındaki “yarı idrakli”(
3+50+58+60+77+101+135+197)) durumun “değer kazanması” nda (210)
kullanılan elemanların başında beşeri deneyim ve görgü birikimi gelir. Beşeri görgü
ve deneyim birikimi de, beşeri
varlıkların doğrudan doğruya kendilerinin neden oldukları olaylar, işler
ve eserler ile oluşur ki, bunların çoğı dış tesirlerin yardımıyla ortaya
çıkarılır. Olaylar
içinde bireyin sergilediği samimi idraklenme cehti oranında görgü ve deneyim birikimi artar ki, bu da
bireysel değişim ve dönüşümü beraberinde getirir. Bu olumlu sonuç yeni uyum
alanlarının oluşum nedenini oluşturur. Yaşam sınavlarımızın (eprövlerin) ıstıraplı /
ıstırapsız ya da ıstırabın
şiddetinin az / çok oluşu bizlerin değişip gelişip değer kazanmaya yönelik deneyim ve görgü birikimimize
bağlıdır (127).
Sevgi İçerikli Deneyimlerimiz
Deneyim
ve görgü fırsatlarının doğmasına vesile olan
etmenlerden biri sevgidir. Sevgi olmasaydı, özbilgi kazanma yolları ve vicdan mekanizmasının
olumlu / olumsuz zıtlarda sonuçlar oluşturması fırsatları bir hayli azalmış ve
sonuç olarak, sâdece deneyim
ve görgü değil; epröv, gözlemler ve kıyas bilgileri olanakları iyice sınırlanmış olurdu. Çünkü sevgi, vicdanın üst
elemanlarını destekleyerek, olumlu yollarda oluşturduğu olaylarla doğrudan
doğruya özbilgilerin
(4) çoğalmasına
katkı sağlar. Elbette gereğinde, vicdan mekanizmasının alt elemanlarını uyarıp, ortaya
çıkmasına neden olduğu ıstıraplı
sonuçlardan doğan kıyas
bilgisi
yoluyla dolaylı ve otomatik olarak bu yoldan da özbilgi artışına katkı sağlar
(129).
Gelişim
süreci içinde beyin organımızın belirli kısımlarında “yüksek ve ince” tertiplerde bir takım madde bileşimleri ve
sistemleri oluşur. Bu “ince” bileşimlerin yaydığı titreşimler ve enerjiler
bireyin çevresinde güçlü ve çekici bir alan (“manyetik merkez”)
oluştururlar. İşte beyindeki bu oluşumun etkenlerinden biri de bireyin görgü ve
deneyim birikimidir (132). Bir enkarne varlığın görgü ve deneyim birikiminin
artmasında göz ardı edilemeyecek etkenlerden biri de obsesyon vak’alarıdır. Deneyim ve
değişim bağlamında biraz da obsesyona bakalım:
Eğer bireyin bu kanaldan gelecek görgü ve deneyim
birikimine (yaşam planı gereğince) gerek varsa; Yüksek Gerekler’in oluru ve
rızasıyla; idraki
çok dar, aşırı ihtiraslı,
tepeden tırnağa hodkâm,
gelişmemiş (“bedensiz”) bir varlık, enkarne varlığı şuur üstüne kaba
tesirlerini (titreşimi düşük tesirlerini) göndermeye başlar. Bu kaba tesir şuur
üstünden şuur
alanına (beyin organına) inince, obsedan (obsedör) varlık artık bireyi ele geçirmiş sayılır. Obsedan varlık,
enkarne varlığın şuur
üstü ve şuuruna egemen olunca, enkarne varlığın, kendi özvarlığı ile de
bağlantısı hemen hemen tamamen kesilmiş olur. Obsedör “bedensiz” ile enkarne
varlık arasında başlayan ve her iki tarafında gelişim ihtiyaçları bağlamında
süren etkileşim her iki taraf ve bu birlikteliği gözleyenler için bir görgü ve deneyim
birikimi fırsatıdır (157).
ŞEKİL-3
|
Yatay Tesirler ve Değişim
Enkarne
varlığın sâdece yaşam sınavları, gözlemleri ve yaşam planının öteki gerekleriyle
ilgili etkinlik ve uygulamaları değil; görgü ve deneyimleriyle ilgili yapıp ettikleri
için de “dışarıdan” (vazifeli rehberlerden) ve elbette ki
kendi özvarlığından geçerek (o kanal
ile) pek çok “yatay” tesir gelir. Bu tesir akışını, enkarne
varlığın liyakati
belirler. Enkarne varlığın deneyim ve görgü birikimi kapsamında yaptıkları / yapacakları
ile, tüm epröv ve gözlemleri söz konusu tesir akışı ve örüntüsü içinde sürüp
gider (186).
----------------------------------------------
(1)
İLÂHİ
NİZAM ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman
(2)
Söz
konusu değişimlerin ayrıntıları için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfalar
279+281
(3)
Ünite,
evrende bir idrak vahdetidir(195). Ünite aynı zamanda evrende varlıklar ve
gereklilikler vahdetidir(64).
(4)
Varlıkta
“ özbilgi
” birikimi: varlıkta şuuraltında depolanır ve özidrak kanalıyla ruha
yansır(144).Özidrak (“gerçek idrak” varlığa âit idraktir(112+116).
30 Ağustos 2016 Salı
FEDEKÂRLIK
HAZIRLAYAN:
Selman Gerçeksever
“Dünya zamanı idraki”
ne (210+211)(*) mensup beşeri varlıklar olarak gelişip insanlaştıkça ortaya
çıkan erdemlerden birisi fedakârlık (özveri) olmaktadır. Fedakârlık insanlaşma
yolunda o kadar önemli ve erdemli bilge insanlara özgü bir erdemdir ki, Horace
Mann adlı düşünür biraz da abartarak, “Başkaları için hiçbir şey yapmamak bizi bir
hiçe dönüştürür.” diyebilmiştir. Mann’a göre sanki, kişi başkaları için
bir şeyler yapılıyorsa, fedakarlıkta bulunmuyorsa yoktur ya da var olmamız,
başkalarına hizmet ile, sürekli vericilikle kadimdir / olasıdır.
Fedakârlık
başkalarını düşünmekle onları en az kendin kadar düşünmekle ve başkalarını
kendinden çok / önce düşünmekle şeklinde derecelendirilebilir ama burada em
makbulü, karşılıksız olan fedakârlık olsa gerek yani en az kendin kadar
başkalarını düşünmek ve elbette daha da iyisi kendinden önce başkalarını
düşünmek ve onların iyiliğine bir şeyler yapmak. Bu sonuncu fedakârlık türünde “terk”
vardır. Temelinde diğerkâmlık ve varlık
sevgisi bulunan bir fedakârlıktır. Çıkarcılığa / beklentiye dayalı bir
alışverişten çok uzak olan bu fedakârlık türünde yardımlaşma ve dayanışma
bilincinin ortaya çıkışı da vardır. Bunların hepsi erdemli bile kişilerin
belirgin özelliklerinden olmak üzere, tüm seçkin inisiyatik öğretilerle
dinlerin öğretilerinin hedefinde yer almıştır.
Feda
etmekle “karşılıksızlık” öğesi ve niteliği vardır. Yüksek bir ideal
uğruna özveride bulunmak. Burada “yüksek bir ideal” derken, kişinin
kendi bireysel çıkarlarından yükseği, kastediyoruz. Tanıdık/ tanımadık insanlar
uğruna, toplum uğruna, insanlık idealleri uğruna. Beşeriyete hizmet etmede
önder ve örnek olmuş kişiler bu işi, sâhip oldukları bu fedakârlık erdemi ile
yapmışlardır.( Ulusal kahramanlar, inisiyatörler, peygamberler)
Demek
ki fedakârlık erdeminin gereği; kendi zihinsel ve bedensel konforundan kendi
huzurundan, kendi çıkarlarından özveride bulunmak, bunları geçici ya da sürekli
olarak terk etmek. Bunlar, dikkat edilirse tamamen uygulamaya dayalı
edimlerdir. Yani fedakârlık imajinatif olarak yapılan bir uygulama değildir;
tamamen fiziksel ve bireysel bir uygulamadır. Bunun bir yardımlaşma ve dayanışma bilinci
hâline gelene kadar ki aşaması bireysellikten kurtulma tâlimleri olarak
düşünülebilir. Esâsen uygulamayla kazanılan bir erdemdir ve birkaç yaşama mâl
olabilir.
O
halde, genel anlamda kurtuluş için, değişim için, sürdürülebilir bir gelişim
temposu yakalamak için gerekli ve kaçınılmaz bir eylem olmaktadır fedakârlık
uygulamaları. Bunun ötesi hizmettir, başka varlıkların gelişimine hizmet. Bu
nedenle “Halka hizmet Hakk’a hizmettir” Her vesileyle belirttiğimiz
gibi, varlık varlığın gelişim aracıdır. İnsanların gelişimine köstek değil, destek
olmak gerek. Hakk’ın bizlerden gelecek bir hizmete elbette gereksinimi yok ama
başkalarına ve birbirimize yardım etmemizi hayra ve barışa yönelik işler
yapmamızı, yani vicdan birim dualitesinin artı (+) yanına değerler yüklememizi
istiyor, gelişmemizi ve hatta kendisinin yardımcısı olmamızı istiyor. (***) Bu konuda
duyarlılık, aynı zamanda Allah’a yakın olmaktır. (Ali İmran 14) Hak ve
barışı sevenler ve bunun için çalışanlar
O’nun sevgili kullarındandır (Enbiya 86, Şuara 83).
Yeniden
konumuza dönerek, beşeriyet tarihine baktığımızda görüyoruz ki, tarihte büyük
insanların yaşamları fedakârlık örnekleriyle doludur. Bu insanlık uluları yüce
varlıklar çevrelerindekilere gerçekleri göstermek, doğru yolu işaret etmek ve
onları gaflet ve dalâlet uykusundan uyandırmak için rahatlarını ve hatta
hayatlarını fedâ etmişlerdir. Bu yolda pek çok peygamber Yahudi bağnazlar
tarafından katledilmiştir. Buna rağmen İsa Peygamber yine o bağnaz ve (Musa
Peygamber’in deyişiyle) “Kalın enseli” toplumda doğmuş ve
gerçekleri anlatma bahasına eziyet ve işkence ile öldürülmüştür. Hz. Muhammed
câhil ve müşrik Araplar tarafından öldürülememiş ama hem kendisi hem de ailesi
(özellikle kızları) çok çile çekmiştir. Ortaçağ Avrupa’sının aydın bilim insanı
Galileo, dünyanın güneş çevresinde ve kendi ekseni çevresinde döndüğünü
kanıtladığı ve bu gerçeği söylediği için enginizasyon mahkemesinde yargılandı.
Bruno, Galileo’dan daha az şanslıydı: “Evrende yalnız olamayız, dünya dışında da
canlılar olmalı…” dediği için yakılarak şehit edilmişti bağnaz Katolik
Kilise tarafından. Bu yüce varlıklar “şehit” sözcüğüne (sıfatına
fazlasıyla lâyık) bilim ve bilgi şehitleridir. Demek ki fedakârlık erdemi bir
tür yardımlaşma ve dayanışma bilincine dönüşünce, insan tüm rahatı ve yaşamı
bahasına onu sergilemekten çekinmiyor.
Besbelli
ki, insan varlığındaki potansiyel kutsallık; kanla, terle ve gözyaşıyla ortaya
çıkıyor. Ya da isterseniz daha başka şekilde kuralım cümlemizi: İnsanın ilâhi
yanı, yaşamlar boyu deneyimlenen ıstıraplar silsilesi içinde filizlenip
yeşerebiliyor. “Dünya zamanı idraki”nin (210+211)(*) üzerine çıkıp, “yüksek
zaman idraki”ne (210) kapağı atmak hiç de kolay değil. Bunu başarmak
kim bilir kaç yaşama mâl olur… Bu nedenle iyi ki tekrardoğuş, hatta tekrar
tekrar doğuş var, Yaradan’ın varlıklara sunduğu en büyük nimetlerden biri…
Bazıları hâlâ “var mı” “yok mu” ya da olmaz öyle şey” diyedursun, bizler
bu konuların öğrencileri olarak bu ilâhi lûtfun değerini bilelim ve ondan içsel
gelişim yönünde yararlanalım.
Özbenlikler
olarak, bedenlenerek “indiğimiz” madde âlemini bu dipsiz
derinliklerinden ancak böyle bir duyarlılık ve farkındalık ile çıkabilir ve
içimizde gizli ilâhi yanımızı bedende tezâhür ettirebiliriz. Varlığın bu
durumunu yüce Hermes (İdris Peyg.) şu özdeyişiyle binlerce yıl önce sözcüklere
dökülmüştü: "Ruh
varlığı küreden küreye düşerken, gitgide ağırlaşan bedenlere bürünür. Bu düşüş
dünya zindanına kadar sürer.Gitgide maddeye daha çok bağlanmanın verdiği
sarhoşlukla mânevî kökenlerinin anısını unutur."
Hermes
ve benzerleri, TANRI’yı kalbin tââ derinliklerinde bulmanın sevincinin; ancak
böyle bir uygulama ile yaşanacağını, olgun insanlara özgü bir sükûnetle ve
çeşitli simgeler kullanarak sözcüklere dökmeye çalışmışlardır. Eğer bizce de bu
değerler önemliyse ve kazanılması gereken nitelikler ise, buna samimiyetle
inanıyorsak, fedakârlık eylemini / uygulamalarını ciddiyetle ele almalı, nefsin
muhalefetine rağmen her fırsatta tâlimlerini yapmalıyız.
Elbette
sor ve ıstırap verici bir uygulama. Biraz da neden zor olduğuna bakalım:
Aslında fedâ edilen, terk edilen nedir ki bize bu kadar zor geliyor? Bu
zorluğun bir kısmı nefsin muhâlefetinden de kaynaklanır ama sâdece o değil;
nefs bu kadar terbiye edilmiş yani vicdan birim dualitelerinde ne kadar az
değer birikimi varsa, vericilik o kadar doğal ve kolay olur. Ruh varlığı
için; zorluk / kolaylık, kazanılacak /
terk edilecek bir şey olmadığına göre, fedakârlık eylemi / uygulaması, tamamen
ruhun maddeye bağlanması, maddenin derinliklerine doğru “düşüşü” (Hermes) yani
envolüsyonu ile ilgilidir. Bir bakıma yukarıya çıkma / yükselme / merkeze
yönelme evolüsyon (tekâmül) kararlılığının bir gereğidir.
“Hafifleyerek”
yükselişin başarılması için, maddeye bağlanmakla oluşan; tortulardan,
bağlantılardan, “dünya çamuru”ndan kısaca “kabuklar” dan kurtulmaktır. Burada “hafifleyerek
yükselmek” ten kastımız; “kuyudan” (maddenin
derinliklerinden) çıkış tezâhürat âleminin “dış halkaları” ndan (maddenin
derinliklerinden) merkeze, bir olana, ünite denen idrak birliğine yöneliştir.
Demek ki, fedakârlık eylemi; bir bakıma dünyaya bağımlılıklardan kurtulma
uygulamasıdır. Bu anlamda “bağımlılıklardan kurtulma uygulaması”
tüm dinlerin (yani TANRI Kelâmı’nın) ezoterik özünde önemli ve gizemli yerini
almış seçkin inisiyatik öğretilerinde esâsını oluşturmuştur. Dinlerin ve
inisiyasyonların içerdiği sırların yüce mürşidleri (büyük inisiyeler ve
peygamberler) ile beşeriyetin ulu önderleri tüm yaşamlarını; bir bakıma, “fedakârlık
silsilesi” olarak geçirmişlerdir. Bu konuda BÜYÜK İNİSİYELER adlı eser
(Ruh ve Madde Yayınları) ibretlik örneklerle doludur.
Bu
büyük inisiyelerden biri ve aynı zamanda peygamber olduğu bilinen Hermes bu
konuda şunları söylemiş: “Ruh, maddeye karşı olan aşkıyla kökeninin
anısını yitirebilir. Fakat onda bulunan ilahı kıvılcım bir gün mutlaka
parlaklaşabilme şansına sahiptir.” Burada, “ruhun maddeye karşı olan aşkı”,
SADIKLAR PLANI Tebliğleri’ndeki üç bilgiye ve Varlıksal İlkeleri çağrıştırıyor.
Ruhun maddeye doğru hem böyle bir çekilimi var ama tekâmül etmesi de gerekiyor
ve tekâmül etmek için, maddeyi egemenliği altına alıp ona bağımlılıktan
kurtulması gerekiyor. İşte bu noktada, bir bakıma maddenin yapışkanlığından
kurtulma çabası ile, önceleri bilmeyerek, daha sonraları bilerek fedakârlık
uygulamaları yapmaya başlıyor, fedakârlık tâlimleri ve uygulamaları önceleri
karşılıklı, sonraları karşılıksız hizmete dönüşüyor.
Ruhun
fıtratında bulunan “ilâhi kıvılcım”ın (Hermes) alev alev yanar hâle gelmesi; yani “beden
içinde ruhsal hayatın yaşanması” fedakârlık uygulamalarının varlığın
temel karakteri haline gelmesiyle olacaktır. Burada, “beden içinde ruhsak hayatın
yaşanması”, öz benliğin çok büyük ölçüde bedende tezâhürü olmanın yanı
sıra, maddenin “efendisi” olmak anlamında makbul bir durumdur. Bu aşamadaki fedakârlıkların
eşliğinde tevâzu erdemi olmazsa olmazlardandır. Tevâzu (alçak gönüllülük) gerçek bilgeliğin anasıdır. Alçak gönüllüğü
karakterinin belirgin özelliği hâline getirmiş olanlara Kur’an “Rahman’ın
kulları” diyor (Furkan 63). Yani alçak gönüllülük (tevâzu) ALLAH’ın
sevdiği insanların (takva ehli) temel özelliklerinden olmaktadır. Bu gibiler
elbette “hak ve barış için çalışanlar” dandır. (Şuara 83, Enbiya 68).
Bu alçakgönüllü bilgiler “kendini sevmeyeni de seven” (Ali
İmran 119+120) insanlardır çünkü sevmeyeni sevmek bir tür fedakârlıktır ve ego
bedeli ile bir düzeyde eğitmedikçe buna izin vermez. Egoya rağmen sevmeyeni de
sevmek fedakârlıktır. Hz. İsa “Düşmanını da sev!” demişti. Burada
fedâ edilen egodur; hepsi değilse bile bir parçasıdır. Ego sizi sevmeyeni
sevmenizi istemez ama siz erdemli, ilkeli olmak ve maksatlı ıstırap uğruna
sanki egonuzun sizin iradenize karşı çıkan o parçasını koparıp atıyorsunuz.
Benzer
şekilde tüm; tutkular, özdeşleşmeler, hobiler, yapay ihtiyaçlar, gurur, kibir,
kin, hırs ve olumsuz alışkanlıklar fedâ edilerek beşerî zaaflarımızdır. Bunlar
simgesel olarak “kabuklar” ve ayaklarımızdaki “zincirler” olarak da ifâdeye
konmuştur. Özdeşleştiğimiz her şey ve kişi gelişim yolumuzda birer ağırlıktır.
Bunların hepsi gelişim yolunda kullanılıp bırakılacak araç gereçtir. Bunlar bir
bakıma arınmanın da, sâdeleşmeninin de objeleridir. Bu anlamda iyi bir özne
olmak istiyorsak, bu nesneleri gözden çıkarıp fedâ etmeliyiz. Bu çok zor bir
uygulamadır ve gelişmenin zorluğu da buradadır. Gelişmenin ve değişmenin
zorluğunu belirten en güzel özdeyişlerden biri Einstein’e aittir : “Kişinin
değişmesi, atomun parçalanmasından daha zordur.” Ama tüm zorluğuna
karşın olanaksız değildir değişmek ve gelişmek. Birkaç paragraf yukarıda
değinip geçtiğimiz peygamberler ve büyük inisiyeler bunun olanaksız olmadığını
ve onlar bunu nasıl başardıklarını bizlere anlatmış ve yaşayarak da
göstermişlerdir.
Bu
konuda Yeni Ruhçuluk’un ilklerinde de (20 ilke) Bedri Ruhselman’ın bu konuya
değindiğini görüyoruz: “İnsanlar her zaman doğru yolu ve gerçeği
bulma olanağına sâhiptir. Beşeriyeti ancak ve ancak davranış, düşünce ve
niyetlerinin; fedakarlık, diğerkâmlık, sabır hoşgörü, sevgi, merhamet ve şefkat
gibi erdemlerle dolu olması geliştirecek ve yükseltecektir. Görülüyor ki,
kendimize fedakârlık ya da öteki erdemlerin herhangi birinden doğru yaklaşsak
da, iş gene dönüp dolaşıp, kişinin kendisinin eğitilmesine, bunun içinde
kişinin kendi kendini tanıma kararlılığına ve cehtine girmesine gelmektedir ve
her şey buna araçtır, vesiledir. Burada “kendinden” kastımız, kişinin uyumsuz
ve huysuz, doğaya, ilahi irade yasalarına ve kendi gerçek doğasına uymasını
engelleyen nefsidir. Kişiyi aşağı çeken, yükselmesini engelleyen, işine
gelmeyen gerçekleri ört-bas eden, gerçek bağımsızlığına kavuşmasını engelleyen,
dünya kuyusunun derinliklerinde rahatı arayan uyumsuz ve huysuz nefsidir.
Eğitilmemiş bir nefs; içimizde bir puttan, her fırsatta bizi doğru yoldan
saptırmaya çalışan bir şeytandır. Nefsini belli ölçüde eğitememiş biri, bu puta
(içindeki şeytana)tapmıyorsa bile, onun güdümünde ve egemenliği altında
demektir.” (Not: A.Nesefi’nin İNSAN-I KÂMİL adlı eserinde (s.46) bu
konuyla ilgili güzel örnekler vardır.)
Bedenli
olmaktan dolayı varlığın içine girdiği “daralma ve kararma” aslında
kaçınılmaz bir durumdur. Ama ruh varlığı her enkarnasyonda bunun üstesinden
gelmek için, yaşamlar boyu oluşan deneyim ve görgü birikimiyle bedenli
haldeyken de sanki bedensizmiş gibi yaşamının uygulamasını yapabilir. Bu makbul
durum, “beden içinde ruh olarak yaşamak” tır. Özbenliğin bedensel
bende %100’e yakın bir şekilde tezâhürü demek olan bu durumu Hz. İsa, “Babam
ve ben biriz.” şeklinde sözcüklere dökebilmiştir. (Bkz. THOMAS’ın
İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları) Varlık böyle bir uygulama içinde mensubu
bulunduğu planın “kalifiye bir işçisi”; başka bir deyişle; ALLAH’ın daha şuurlu,
O’na daha çok benzeyen bir kulu (“has kulu”) durumundadır.
Konumuz
olan fedakârlık bu gibi varlıklar için artık bir karakter niteliğindedir.
Kendilerini, öteki varlıkların gelişimleri için fedâ edercesine enkarne olurlar,
her türlü ezâyı cefayı göze alarak. Bunlar bizler için ideal ve taklid edilmeye
değer varlıklardır. Beşeriyet olarak gelişim yolunda pek çok kazanımlarımızı bu
yüce varlıklara borçluyuz.
Bu
varlıkların düzeyine yükselmek için yapılacak ve her an akıldan çıkarılmayacak
olan, insanın;
v esâsen
ruh varlığı olduğu,
v ruh
varlığının bir tezâhürü olduğu,
v ruh
varlığının bedenli uygulamaları kapsamında dünyada bulunduğu,
v yaşayarak
İlahi İrade Yasalarına hizmet etmekte olduğu,
v gelişim
yolunda, giderek farklılaşmaya ve değişim içinde olduğu,
v tüm
yapıp ettiklerinin, mensubu olduğu plana ve dolayısıyla İlahi Murad’ın
gerçekleşmesine hizmetten ibaret etkinlikler olduğudur. Bunlar, kuşkusuz kolay
kolay başarılacak şeyler değil; hele İblis Planı’nın ve onun amellerinin son
derece aktif olduğu şu devre sonunda kolay olması bir yana, açıkça ıstırabı
gerektiren, bedensel / zihinsel konforumuzu bozan uygulamalardır bunlar.
Bu
neden böyledir? Çünkü, fedakârlık ve ferâgat da dâhil olmak üzere; olgunlaşmak,
yaşamda “pişmek”, âriflik, değişim / farklılaşma, anlayışın, şuur
gelişmesi, esneklik ve uyum ve genel olarak erdemler (insâni değerler) hep “ıstırap”
adını verdiğimiz türden deneyim ve hâletlerin yaşanmasından sonra geliyor. Hattâ
bazı ıstıraplarımızı da fedakârlık yapamamak oluşturur. Bu konuda başarılı olan
büyük inisiyelerin yaşamlarını incelediğimiz zaman (Bkz. BÜYÜK İNİSİYELER, Ruh
ve Madde Yayınları), bu büyük insanların gerçekten çevrelerindeki öteki
insanlar yüzünden büyük ıstıraplara dayanma gücü sergiledikleri görülür. Hattâ
vefâkâr ve cefakâr bu insanlık uluları, dıştan gelen ıstıraplar kesildiği
zaman; ya da gelecek olanlara karşı dayanma güçlerini artırmak için,
kendilerini maksatlı ıstıraba sokmuşlardır(*) Daha doğrusu maksatlı ıstırabı
bizim anladığımı anlamda; kaçınılacak, korunulacak, zararlı bir uyaran olarak
değil de; gelişim yönünde yararlanılması gereken bir fırsat ve liyakat sınavı
olarak kabul etmişlerdir.
İçtenlikli
olarak, kendi kendisini kandırmadan, fedakârlık eylemi sergileyen bir kişi
aslında verimli bir uygulama içindedir. Zâten dünya uygulama yeridir ve
olabildiğince ve her şeye rağmen vicdâni yönde uygulama yaparak vicdan birim
dualitesinin vazifeye yönelik üst kısmına değerler biriktirmek gerekir. Bu
makbul durum Kur’an’da “Benliğini arındıranlar, barış ve hayra
yönelik iş yaparlar” şeklinde ifadeye konulmuştur. (Ala 14, Enbiya 94)
ve bu gibiler aynı zamanda “güzel düşünüp güzel davrananlardır” (Enam 84).
Az
yukarıda değinip geçtiğimiz “uygulama” aynı zamanda yaşamı etkin
olarak değerlendirmektir. “Nasıl etkin?” diyecek olursak; duygularını
arzularını kontrol altında tutarak, uyumsuz yanımız olan nefsi arındırmaya,
sahte benliklerden arınmaya çalışarak yaşamaktadır. Yaşamı etkin olarak
değerlendirmek, her karşılaştığımız olayı liyâkat sınavı olarak kabul edip
doğru bildiğini yapmakta ısrarcı olmaktır. Yaşamı etkin olarak yaşamak;
dünyanın cezp edici ve kendine bağlayıcı etkilerine karşı belli bir duyarlılık
ve sakınma içinde, “kapasite artırma gayreti” içinde bulunmaktır. Burada “kapasite
arttırmak” tan kastımız, gözlerin, kulakların keskinleşmesini, yâni
fehim ve ferâsetin artması ve sürekliliğidir. Yaşamı etkin olarak
değerlendirmek, aynı zamanda planın tesirlerine geribildirimde bulunmaktır. Bu
tavır aynı zamanda “Yukarı” doğru esnemek de demek olan vicdan şerâitine(koşullarına)
uymaktır. Bunun tersi tutum olan, nefsin şeraitine uymak, içsel gelişim açısından zararda
olmaktır. Bu duyarlılık da, devre sonunun rahmân ve rahîm olan şuurda
uyandırıcı (kıyam ettirici) tesirine uyum kolaylığı sağlaması bakımından
önemlidir. Bu makbul durum aynı zamanda “Yukarı” doğru esnemektir ki; fedakârlık, ferâgat ve
terkten sonra kazanılacak önemli bir meziyettir. Bu güzel durum, “Ne
yapıyor olursanız olun, bir eliniz sürekli gökte olsun…” şeklinde
sözcüklere dökülmüştür.
Hızla
değişmekte olan dünyada, giderek “yoğunlaşmakta” olan zamana, aynı hızda
yaklaşmakta olan yeni çağa/bilgi çağına (buna “Altın Çağ” da deniyor)
uyum sağlamak zorundayız, savrulmamak için. Bunda başarılı olmanın yolu güçlü
olmaktır. Bu güçlülük ise maddesel birikime gelen geçici güçlülük değil,
temelinde idraklenme cehti bulunan şuurlanma donanımlı gerçek ve kalıcı
güçlülüktür. İşte bunun uygulamalarından birisi de bu yazımızın konusu olan
nefsâniyetten ferâgat ve (temelinde yardımlaşma ve dayanışma bilinci bulunan
başkaları için) fedakârlık ve hizmettir.
Işıkları
dünyanın aşkın (müteal) ufkunda belirmiş olan yeni döneme uyum için ve
dolayısıyla daha az ıstırapla “uyanmak” (“dirilmek” / kıyam etmek
) için; bünyemizde “kabuk” durumunda olan her şeyin en aza indirilmesi şarttır.
Bunun da gereği, sâdeleşmek, “kabuksuzlaşmak” , fedakârlık,
ferâgat ve terktir. Çünkü, “merkez”e yönelebilmek başka türlü
olmuyor. Buna aynı zamanda; “planlaşmak” (planda bütünleşmek),
kolektiflik şuuru da demek olası… Sevgi, şefkati fedakârlık sergileme çabası
içinde ve yaşamın zorluklarına bilinçli bir dayanma gücü (sabır) sergileyerek, “kabukların”
pul pul dökülmesi ve yeni kabuklaşmaların önlenmesi kendini tanıma
kararlılığının akıllı kişilere özgü tavrıdır. Bunu sürekli kılmak, yaşam planı
uygulamasında başarılı olmanın gereğidir. Bunda kararlılık şarttır.
Sebat
anlamına da gelen bu kararlılık olmaksızın dünyevî ve uhrevî (göksel, ruhsal,
içsel, mânevi) hiçbir iş güzel olmaz, biliyoruz: Beşerî tarih boyunca kadîm
zamanlardan günümüze dek dinlerde ve seçkin inisiyasyonlarda üzerinde en çok
durulan konu bu olmuştur. Örneğin, bunun Sufizm’deki adı “sülûk” tur. Sülûk, kendi
içindeki sonsuzluğu keşfede keşfede vahdete doğru gidiştir. Bedensel ben
bakımından yaşamlar boyu olup durmakta olan bu olduğu gibi, varlıksal ve
evrensel açıdan da durum farklı değildir: Hidrojen atomundan başlayarak, ruh
varlığının “idrak vahdeti” (187) denen Ünite’ye doğru “ilerlemesi” de varlığın
kendi içindeki sonsuzluğunu ve yüceliğini keşfede keşfede vahdete doğru
gidişidir. (**) Bu gidiş daha mistik bir
yaklaşımla “ALLAH’ın halifesi” olma liyakatine doğru gidiştir. Varlığın,
ALLAH’ın halifesi olma liyakatini kanıtlaması cehti, şimdiki gelişmişlik düzeyimize göre, kıyam etme (şuurda uyanma) cehtidir ki;
bu, tarih boyunca tasavvufun en büyük uğraşısı olmuştur. Tasavvuf gibi tüm
geçkin inisiyasyonlar fedakârlık eyleminin sistemli bir şekilde öğretildiği ve
uygulandığı okullar olmuştur.
Şimdi
bizlerin, devresonu enkarnasyonları ve “kıyâmet işçileri” olarak bu
uygulamayı olduğu gibi yaşam tarzı yapmamız gerekiyor; gelişmek, şuurlanmak ve
insanlaşmak bizler için önemli ise…Bunun için yaşam, olduğu gibi bir
inisiyasyon alanıdır aslında. Ayrıca, tüm yerkürenin mâbet (ibâdet yeri)
olduğunu Kur’a’dan biliyoruz. Gelişmek için inisiyasyon okulu / kurumu aramaya
da gerek yok; yaşamın değerini bilelim ve bu enkarnasyon olanağını idraklenme
ve şuurlanma yönünde kullanalım. İçinde bulunduğumuz gelişim ortamında yaşamlar
boyu yaptığımız; maddenin esâretinden kurtulup idraklenip şuurlanarak, Hakk’a
ulaşmak / planımızla bütünleşmektir. Bunun adı Tasavvuf’taki “fen’a”
dır ve esâsı da “terk”e , yâni “fedakârlık” a dayanır.
Burada
“terk”
derken neyi kastettiğimizi daha önce de belirtmiştik ama bir kez daha
yinelemekte yarar var çünkü “terk” deyince bazı çevrelerce, “terk”
kavramı yanlış yorumlanır: “Terk”; evi barkı, çoluk çocuğu
bırakıp; inzivaya çekilip, günleri meditasyonla, sürekli, namazla, zikirler
geçirmek değil. Bu, bir zamanların uygulamasıydı. O zamanlarda bile bu
uygulamayı doğru yapanlar zaman zaman halkın içine karışıp, çarşıda, pazarda
bir şeylerle uğraşırlardı. İçinde bulunduğumuz devre sonunda iş daha da
zorlaşmıştır, artık tüm dünya inisiyasyon alanı durumundadır ve bu ortamda;
maddenin her türlü cazibesine, toplumsal koşullandırmaların, kişinin içinden
çok dışa yönlendirici ve uyutucu etkisine karşın, arınmak, “temiz” kalmak,
idraklenmeyi sürdürmek ve şuurlanmak durumundayız. Bunun için “terk”
kapsamında eşkoşmalarımızı / tutkularımızı, duygusallıklarımızı, arzularımızı
ustaca yönetip en aza indirgemek durumundayız.
Hattâ
“modern”
zamanların enkarneleri olarak, terk etmemiz gerekenler arasında; bu ana kadar
kullandığımız gelişim araç-gerecimiz ve donanımlarımız da bulunmaktadır. Uzaya
fırlatılan roketin, ilerleyebilmesi için, işi / işlevi biten bölmelerini belirli
yüksekliklerde atılması gibi, biz de gelişim yolunda istikrarlı bir ilerleyiş
sergileyebilmek için, kullanım süresi dolmuş gelişim araçlarımızı terk
etmeliyiz. Bunlar bizleri bir üst realiteye hazırlayıcı bilgiler ve çeşitli
dünyasal olanaklardı, onları zamanında bırakmazsak, zaman içinde “yürümemizi”
ağırlaştıran, hattâ yürüyemez
hâle getiren köstek olurlar. Kullanım süreleri içinde oluşan alışkanlıktan ve
bu alışkanlığın verdiği rahatlıktan dolayı bu “araç – gereci ve donanımı” bırakmak
istemeyiz ama bunu istemeyen, onların rahatlığına ve kolaylığına alışmış olan
nefsimizdir. Bu nedenle nefsin muhalefetine karşın son kullanım tarihi geçmiş
olan araç – gerecimizi biraz zorlansak da “terk” etmemizde yarar vardır ki
işte bu da fedakârlıktır, gelişim adına, şuurlanma ve insanlaşma adına bir
şeyleri fedâ etmektir. Bu anlamda fedâ edilmesi gerekenler arasında; bir zamanlar
kullanıp yararlandığımız, bilimsel ve kutsal bilgilerle inançlarımız da vardır.
Bunları özümsedikten sonra; gelişim adına, şuurlanma adına fedâ etmek, “hafiflemek”
ve sâdeleşmek / arınmak durumundayız.
Tüm
bunlardan dolayı şunu diyebilir miyiz: Terk edemediklerimiz; realiteden
realiteye geçişimizi, zaman zaman sıçramalar yapmamızı “Yukarıya” doğru esneklik
kazanmamızı engelleyen “tortulardan” , “ağırlıklardan” başka
nedir ki? Söz konusu “tortular ve ağırlıklar” da; yapay
ihtiyaçlar, yapay gereklikler, çıkarcılığa dayalı bencilce arzular, doymaz bir
açgözlülükle toplayıp biriktirdiklerimiz ve hep kendimiz için sakladıklarımız,
bu şekilde “kabuklar” oluşturup, bu “kabuklar” içinde sabitleştirip
kıpırdamayacak hâle gelmemize neden olan kir, pasa, tortu ve dirençlerdir.
İşte
bunlar “feda edemediklerimiz” i oluşturan durum ve ağırlıklar ile
gelişim engellerimizdir. Şuurlanmamızı, “kıyam etmemizi”, yeni döneme daha üst
bir realiteyle uyumlanmamızı zorlaştıran “dirençler” de bunlardır. Bu “dirençler”
evrensel sevgi enerjisinin bünyemize nüfuz etmesine engel olmasının yanı sıra,
tezâhür uzantıları olduğumuz planlarımızdan gelen rahmân ve rahîm olan tesire
gereken tepkiyi (geribildirim) vermemizi de engeller.
Fedakârlık
kapsamında birlikte gözden geçirdiğimiz tüm bu konular; duygusallık,
sadeleşmek, “kabuklar” vb. vb. içinde bulunduğumuz devre sonunun şu son
günlerinde daha da özel bir önemi haizdir. Çünkü hızla değişmekte olan dünya,
hızla değişmekte olan zaman, hızla yaklaşmakta olan yeni döneme uyum sağlamak
zorundayız, devre sonu artıklarından olmamak için… Fedakârlık ve öteki
erdemlerin en doğal şekilde yaşanacağı zamanlar (binlerce yıllık devreye göre
çok uzak değil. Bu nedenler, “yeni dönemin arifesindeyiz”
diyoruz. Dünya beşeriyetinin tüm ilgi planlarıyla birlikte top yekûn / hep birlikte
yapacağı “sıçrama hareketi” ile, yani top yekûn kıyam sürecinin
tamamlanmasıyla bu yeni döneme geçilecektir. Bu “sıçrama hareketi” nden
kasıt, her realite mensubunun bir üst realiteye sıçramasıdır. Bu nedenle yeni
dönemde sıçrayacak olanlar, halen dünya beşerî realitelerinin en üst
basamağında olanlardır ve bunların sayısı da çok az olsa gerek.
Sonuç
Fedakârlık,
tamâmiyle doğru bildiğini uygulamaya dayalı bir erdemdir. Bunun, kişinin
kendini tanımasıyla, nefsini eğitmiş olmasıyla ya da uyumsuz yanıyla yakından
ilgisi vardır. Fedakârlık, bireysellik gelişim sürecinin tamamlanması sonucunda
elde edilecek, yâni bireysellikten kurtulmasıyla ortaya çıkan bir erdemdir. Bu
bakımdan seçkin inisiyasyonlar ve dinler tarih boyunca buna önem vermişlerdir.
Büyük inisiyelerin, din ulularının ve ulusal kahramanların yaşamları bizler
için ibretlik ve taklit edilmeye değer örneklerle doludur. Toplumsal yaşamda
yardımlaşma ve dayanışma bilinci içinde bulunmada ve dolayısıyla örnek bir
toplumda fedakârlığın önemi büyüktür. Fedâ edilen ve edilecek olan şeyin
aslında özellikle ve öncelikle kendi; alışkanlıklarımız, hırslarımız,
kinlerimiz, eş koşmalarımız, tutkulara dönüşmüş hobilerimiz, yapay
ihtiyaçlarımız, gururumuz, duygusallıklarımız vb. gibi “uyumsuz yanımız” la
ilgili özelliklerimiz olduğunu bilmekte yarar var.
-------------------------------------
(***) Bu
konudaki ayetler: Bakara 221, Fecr Suresi, Al-i İmran 68, sâf 14, Muhammed 7+11
(**) Bu
konularla ilgili olarak bkz. İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT sayfalar
191,187,120,121,123,146.
(*) Yazımızın
akışı içinde görülecek bu rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabından yaptığımız
alıntıların sayfa numaralarıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)