Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

26 Eylül 2016 Pazartesi

BULUT UFOLAR

BULUT UFOLAR
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Hangi zamanda yaşamış olurlarsa olsunlar, insanlar yeni olaylar karşısında(özellikle de daha önce görmediklerine) tepki olarak aynı değilse bile üç aşağı beş yukarı benzer tavır ve tutumu sergilerler. Kişi için, karşılaştığı her yeni durum aslında çözmesi ve zihnen uyumlanması gereken ama egosunun da rahatını kaçıran yeni bir problem niteliğindedir. Kişi böyle bir durumda; inkâr, alay, görmemezlikten gelme ya da “tesâdüf” deyip geçme gibi kaçamak yollara sapmazsa, çalıştıracağı mekanizma; algılama alanına girmiş olan yeni bilgiyi/olguyu/gözlemi/kendisine söyleneni vb.vb. mevcut bilgileriyle karşılaştırma ve onlarla tevil etme hattâ onlarla adlandırır.
Özellikle kadîm zamanların bireyleri tarafından bu mekanizma yaygın olarak sergilenmiştir. Kadîm kabileler, klanlar, aşiretler vb. kendileri için yeni bir olgu olan; örneğin şimdiki konumuz uçan nesneleri gözlemlediklerinde, yukarıda verdiğimiz zorunlu mekanizmaya yönelerek, karşılaştıkları yeni durumu(nesneyi, olguyu) mevcut bilgileriyle karşılaştırarak adlandırmışlar ve yorumlamışlardır.
Bilindiği kadarıyla , dış uzay kaynaklı zeki varlıkların dünyamızı ziyaretlerinin belgelere dayalı geçmişi 45.000 yıl öncelere gider(*). Dış uzaydan gelen ziyaretçilerimiz; gerek görünüş, gerek sergiledikleri hareketler/etkinlikler ve gerekse içinden çıktıkları uzay araçları(UFOlar) ile bu araçların havadaki hareketleri olarak; dünya yerlisi “zeki” varlıkları hayrete düşürmenin de ötesinde korkutacak niteliklere sâhip oldukları için, onlara; tanrı, rabb, melek, ruh vb. gibi adlar vermişlerdir. UFOlar için de; “uçan kalkan”, “alev”, “kasırga”, “bulut”, “bulut direği”, “ışıltılı bulut”, “kerûbi”(Davud Peygamber’in gözlemi – TEVRAT, Mezmurlar, 18/10) gibi adlr vermişlerdir. Modern zamanlarda bile ünlü iş adamı Amerikali Arnold, kendi kullandığı uçakla Washington semâlarından geçerken gördüğü uçan nesnelere “uçan çay tabakları”(flying saucers) adını yeğlemişti gözlemini rapor ederken. Biz Türkler de bu nesnelere “uçan daireler” demişiz o yıllarda.
Şimdi biz bu yazımızda, kadîm zamanlardaki UFO gözlemlerinde “bulut” sözcüğü ve bununla yapılan tamlamalarla adlandırılmış ve literatüre geçmiş olanları ele alacağız. Bu arada, elbette değişik atmosfer koşullarında UFOları çağrıştıracak bulut formasyonları çok nâdir de olsa oluşmaktadır ama bunları hepsini atmosferik koşullarla açıklayıvermek gerçekçi olmaz; başını, kuma gömmüş deve kuşundan farkımız kalmaz…
Orta Doğu’dan Orta Asya’ya, Yunanistan’dan Çin ve Hindistan’a kadar çeşitli zamanlarda yaşamış çeşitli toplumlar UFOları bulutlar ile ilişkilendirmeye, anlamaya ve anlatmaya yönelmişlerdir. Şimdi değişik kültürlerde ve kütürden kültüre değişen, farklı ifadelerle olsa da bulutlarla ilişkilendirilen kadîm zamanların UFO gözlemlerine örnekler verelim:
RABB’in BULUTU: “Ve Rabb’in dağından üç günlük yol öteye göç ettiler. Göç ettikleri zaman Rabb’in BULUTU, gündüzün onların üzerindeydi.”(Tavrat, Sayılar 10/33-4)
BULUT DİREĞİ: Gündüz BULUT DİREĞİNDE ve geceleyin ateş direğinde önlerinden yürüyorsun ve senin BULUTUN onların üzerinde duruyor.”(Tevrat, Sayılar, 14/14)
BULUTTAN SESLENEN TANRI(Kızılderili şiiri): “Başımın üzerinde duran BULUT, söylediğim sözleri ne güzel yineliyor. Dedim ki, bu kadarını bilirim bana söyleneni. Konuşan sensin; sensin yöneten ve yön
veren. Hükmetmek yetkisi sende ve kudret de sendedir(ESKİ UYGARLIKLARIN ŞİİRLERİ, Talat S.Halman, Türkiye İş Bankası Yayınları)
BULUT-KUL DİYALOĞU: Tevrat’ta yer alan bir “BULUT – kul diyaloğu”, bu kızılderiliye ne yöylenmiş olabileceğini aydınlatıcı niteliktedir: “Ve işe Rabb BULUTTA göründü ve Rabb Musa’ya söyleyip dedi: ALLAH’ınız Rabb, benim. (Tevrat, Çıkış, 16/10-2)
“Tanrılar”ın yolculuk hizmetlerinde kullandıkları bu kutsal nitelikli BULUTLARIN ilginç bir yaklaşımla nitelendirildiği birkaç Tevrat âyeti daha görelim: “Ve, gündüzün yürüsünler diye Rabb onlara yol göstermek için BULUT direğinde, önlerinde gidiyordu…” “Ve, önlerinde giden ALLAH’ın meleği yerini değştirdi. BULUT direği önlerinden yerini değiştirip, arkalarında durdu.”(Tevrat, Çıkış 13/21+14/19) Burada özellikle ikinci âyete dikkat edilirse, yer değiştirme olayı iki ayrı cümlede farklı deyimlerle anlatılmış olup, böylelikle bu “taşıyıcı BULUT”un ALLAH’ın bir meleği konumunda olduğu vurgulamaktadır. Nasıl ki, şu âyette de aynı vurgulamayı görüyoruz: ”Ve, Rabb Musa’ya dedi: İşte meleğim senin önünde yürüyecek.”(Tevrat, Çıkış 32/33-4)
Görüldüğü gibi, kutsal bir bulut türü sanılmakta olan bu “küt uçlu silindirik taşıyıcı” tanrıya taşıma hizmeti gördüğü için, bir “melek” olarak da betimlenebilmiştir. Tanrı ise kullarına doğruyu açıklamak yerine, onların anladığı sözcüklerle hitap etmeyi daha doğru bulmuştur. Şimdi de çöl ortamında ve bir “tanrı BULUT”un önünde bir tapınma ritüelini görelim: “Ve, vâki oldu ki, Musa çadıra çıktığı zaman, tüm kavim kalkar ve herkes kendi çadırının kapısında dururdu. Ve, Musa çadıra girdiği zaman, BULUT direği iner be çadırın kapsında dururdu ve Rabb Musa ile söyleşirdi. Ve, çadırın kapsında duran BULUT direğini tüm kavm görürdü ve tüm kavm kalkar ve herkes kendi çadırının kapısında secde kılırdı.”(Tevrat, Çıkış 33/8-10)
Şimdi de bir UFO’nun renkli bir BULUT ve BULUTUN ise “melek gövdesi” sanıldığı şamanik bir inancı görelim: “Yayık kızıl BULUT sırmalıdır.” (Prof.Dr. Abdülkadir İnan, TARİHTE ve BUGÜN ŞAMANİZM, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları) Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapan bi başka “yayık” ya da kızıl şekilli UFO da Hindistan’da gözlemlenmiş ve çok daha gerçekçi olarak şu şekilde yorumlanmıştır: “Gökyüzünden bize doğru gelmekte olan ve ışıklar saçan bir ateşin alevlerini andıran kırmızı bir BULUT kütlesi gibi bir şey gördük.”(Bilim Arş. Merkezi, VİMAMAN, Tarih Öncesi Uzay Araçları, B.M.A. Yayınevi) Bu “ışıklar saçan BULUTLAR”dan biri antik Yunan’da çok daha yakından izlenerek, açılıp kapanmaları bile fark edilebilmiş: “…Tam bu sırada, yıldırımlar ve şimşekler arasında, altın gibi parlak bir BULUTUN yere indiğini gördük. Bu bulutun içinden bir araba çıktı. Herakles, bu arabaya bindikten sonra, bu aydınlık bulutun içinde Olympe Dağı’na doğru havalandı.”(Cemal Tolluk, MİTOLOJİ, Güzel Sanatlar Akademisi Yayınları)
Şimdi de, beyaz BULUTA benzetilen UFOların onuruna kurulan bir din, bir tapınak ile, tanrıların bu din mensuplarını ziyaret edişlerini görelim: “Maniheizm’in bir başka adı ‘Beyaz BULUT Dini’dir. Bu dine göre beyaz renk kutsal olup, rahiplerin giysilerinin ve kukuletalarının rengi hep beyazdır.”(Porf.Dr.Bahaeddin Öğel, TÜRK MİTOLOJİSİ, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları) “Ölümsüz varlıklar”ın Tibet’in kuzeyindeki Kun-Lun Dağı’nda bulundukları zamanlarda, onlar ara sıra kendilerine bağlı olanlarla konuşmak için, Pekin’in güneybatısında bulunan Beyaz BULUT Tapınağı’na gelirlerdi.” (Dr.Muhaddere Nabi Özerdim, ÇİN’in MENŞEİ MESELESİ ve DİNÎ İNANÇLAR, Bellten, c.26,syf.101, Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara 1962)
Söz konusu kutsal BULUTLARDAN bazılarının, şekli elips görünümündeydi; bunların anılarının festivallerde de yinelendiğinin yazılı kayıtlarına bir örnek görelim şimdi de: “Beyaz madenlerden yapılan VİMANALAR havadayken, yumurta biçimli bulutlara benzemekteydiler.” (Scognamillo Giovanni, DÜNYAMIZIN GİZLİ SAHİPLERİ, Koza Yayınları) Vimanaların ne olduğuyla ilgili, antik Hint toplumlarının şu tanımı yeterli bilgiyi içeriyor: “Gökteki parlak BULUTU andıran vimana, her yere gidebilen kusursuz bir hava aracıdır.” (Bilim Arş. Merkezi – VİMANA, Tarih Öncesi Uzay Araçları –B.A.M. Yayınevi)
Tevrat’ta geçen Kızıl Deniz’in yarılması olayının “BULUT UFO’lar”la olan olası bağlantısını da gözden geçirerek bu yazımızı sonlandıralım: “And olsun ki, Musa’ya kullarımı geceleyin yürüt; denizde onlara kuru bir yol aç, batmaktan korkma ve endişe etme diye vahyettik. Firavun ordusuyla onları izledi, deniz de onları içine alıverdi.” (Tâha 77, Diyanet İşl.Bşk. KUR’AN’I KERİM ANLAM) Görüldüğü gibi, Musa Peygamber’e batmaktan korkmaması söylenmektedir ki, böyle bir endişenin oluşabilmesi için; hem deniz üzerinden, hem de su görünümü veren bir yoldan geçilecek olunmalıdır. Deniz dibindeki bir yoldan geçişin olanaksızlığını gördük, geceleyin yürünecek olması böyle bir geçişi daha da olanaksızlaştırmaktadır. Bu nedenle, batma olasılığının olmadığından söz edilen yol, tabanda bir kum yol değil, yüzeyde bir yol olmalıdır. Nasıl ki, Tevrat’ta yer alan şu âyetlerle, bu durum tamâmen netleşmektedir: “Firavunun ordusu Kızıl Deniz’de battı. Taşlar gibi derinliklere indiler.”(Tevrat, 2:15/4-5)
İşte Tevrat’ın bazı âyetlerinden, deniz suyunun geri çevrilerek, denizin kara hâline getirilmesi anlaşılıyorsa da, bu âyet ile kastedilenin başka bir şey olduğu açıklık kazanmaktadır. Şimdi bir Kur’an âyetiyle; üzerinden hem geçilen, hem de geçilemeyen bu yolun nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışalım: “ALLAH da şöyle buyurdu: Kullarımı geceleyin yola çıkar; kuşkusuz, izleniyor olacaksınız. Deniz sâkinken geride bırak. Doğrusu onlar suda boğulacak bir ordudur.”(Duhan 23) Belki, olası endişelerin en aza indirilmesi için, üzerinden gece geçilecek bu yol, denizden bir parça ama sâkin bir parçadır. Daha açık bir söylemle, denizin sâkinleşmiş, yâni donmuş yüzeyi üzerinden, buzdan bir yoldan geçiş yapılmıştır.
Şimdi de Tevrat’ın M.Ö.270 yılında yapılan Yunanca çevirisinde bulunan çok ilginç bir bilgiyi izleyerek, bu mucizevî yolun oluşumunda ne tür bir “tanrısallığın” söz konusu olabileceğini görelim: “Bilgelik, Kızıl Deniz’den geçmelerini sağladı.”(Kitabı Mukaddes Şti., Kitabı Mukaddesin Deuterokanonik Kitapları, 3:10/18 – İst. 1987) İşte burada sözü edilen bilgelik, tanrı ve meleklerinin ya da daha büyük bir olasılıkla dünya dışı zekî varlkların teknolojilerinden başka bir şey olmayıp, yine bir başka bilgeliğin ürünü içerisinde ise bu bilge varlıklar yer almaktadır: “Ve Rabb ateş ve BULUT direğinden Mısırlılar’ın ordusuna baktı.”(Tevrat, 2:14/24)
İşte mucizevî yol, tanrının içerisinde yer aldığı bu BULUTTAN uzanmış bir el ya da daha gerçekçi düşünülecek olursa, soğuk hava püskürten bir cihaz ile oluşturulebilmiştir: “Ve Rabb Mısır’daki deniz dibini büsbütün yok edecek; ırmağın üzerinde, elini kavuran yeli ile sallayacak ve onu vurup yedi yol
açacak ve insanları çarıklarla geçirecek”(Tevrat, 17:11/15) Bu sözler Musa Peygamber’in değil, İşaya Peygamber’in olup, aynı mucizenin gelecekte yeniden gerçekleşme olasılığından söz etmektedir. Fakat anlatım tamâmen Musa Peyg. döneminde gözlemleneni değil, biraz daha aşırılaştırılmış bir hâli anlatsa da; temelde, aynı olay vurgulanmaktadır. Dahası, denilebilir ki; tamâmen değil de, belli bir bölgenin dondurulduğu, mucize sırasında da çok soğuk bir hava söz konusudur. Öyle ki, bu yel
“kavurucu” olarak tanımlanabilmiştir. Bilindiği gibi, çok düşük derecelerdeki ısıların insan tenine bir anlık temâsı bile tıpkı aşırı sıcak gibi haşlayıcı bir etki yapar.
İşte bu tanımlandığı söylemle, bu “kavurucu” soğuktaki yel deniz yüzeyi üzerinde sallanmış ve tüm gece diye nitelenen uzun bir süreç sonunda ise buzdan bir yol oluşturulmuştur ve o teknolojiyle bu oluşum hiç de zor olmamıştır. Tanrının mucize için seçtiği yer, Kızıl Deniz’in “dil” ya da “ırmak” olarak adlandırılan dar uzantısıdır. Evet dondurulan mesafe işte bu denli kısa, sanki uzunca bir köprü niteliğindedir. Ancak bu buzdan köprü deniz düzeyinde olmayıp, biraz daha aşağılarda oluşmuştur: “Burun (uzanrısındaki) deliklerden çıkan rüzgâr, suları üst üste yığıyordu. Ve öfkenin soluğu ile sular yayıldılar. Akıntılar yığın gibi durdular. Derinlikler denizin ortasında dondular”(Tevrat, 2:15/9) (**)
……………………………………………….
(*) Bkz. ÇAĞLAR BOYU UÇANDAİRELER, Ruh ve Madde Yayınları – YILDIZLARDAN GELEN TANRILAR, Sınır Ötesi Yayınları
(**) Yararlanılan Eserler: BULUTTAKİ TANRI, Çağın Okurlar, Ozan Yayıncılık

16 Eylül 2016 Cuma

İ H T İ Y A Ç L A R

İ H T İ Y A Ç L A R
HAZIRLAYAN : Selman Gerçeksever

Günlük yaşamda çokluk ve çeşitlilik hâlinde hemen sürekli hareket hâlindeyizdir. Bu hareketlerin her biri hem sebep, hem de sonuçtur. Bir hareket ya da eylem başka hareketleri (kaotik) ya da bir sonraki hareketi (lineer, doğrusal) başlatması bakımından onların / onun bir nedenidir. Ama o hareketin de bir başlatıcısı, bir nedeni vardır. Bir harekette bulunmak için bazı ihtiyaçlar hissederiz. Yani bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman harekete geçeriz. Bu yazımızın konusu hareketlerimizin nedeni ihtiyaçlar olacaktır.

İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT öğretisinden biliyoruz ki, bir tesir madde ortamında hareket (ler) şeklinde tezâhür eder. Bir yerde bir hareket varsa, bu hareket bir tesirden dolayıdır. Hattâ maddedeki hareketler aşkın anlamada ve simgesel olarak “ruhların kıpırdanışları” nın (38) (*) ifâdesidir. Bu durumda hareketlerimizin arka planındaki ihtiyaçlar sâdece fiziksel etkilerden değil, ruhsal tesirlerden de kaynaklanmaktadır. Açlık, susuzluk, acı, korku vb. gibi fiziksel etmenler ile harekete geçtiğimiz gibi vicdâni ya da nefsâni itilimlerle de harekete geçeriz.

Örneğin, tatile çıkmak için pek çok neden / ihtiyaç vardır ama en sıradan ve yaygın neden dinlenme ihtiyacıdır. Neden orada değil de, şurada tatile gitmemizin nedenleri de herkese göre farklı ihtiyaçlara dayanır. Bir süre çalıştıktan sonra dinlenme ihtiyacı hissederiz, kalkıp uzanırız ya da elimizden kalemi / mausu (fareyi) bırakır, oturduğumuz yerde şöyle bir doğruluruz. Susamışızdır, su içeriz; acıkmışızdır, yemek molası veririz. Kitap okumak, araştırma yapıp bir yazı kaleme almak için, bilgilenmek ihtiyacı hissetmemiz gerekir. Dış görünüşümüzle insanları etkilemek için, kaale alınma ve ilgi toplama açlığı ihtiyacı içinde olmamız gerekir.

Görüldüğü gibi, bir harekette bulunmak,  aksiyona geçmek için, o hareketle ilgili bir şeyin ihtiyacını  hissetmemiz gerekir. Tüm yaşam hareketler silsilesi ya da bir aktivite topluluğu / akışı olduğuna göre; hareketlerin, davranışların, etkinliklerin temelinde ihtiyaçlar vardır. Durum böyle olunca, oldukça önemli bir konuyla karşı karşıyayız demektir: Genellikle ihtiyaçlarımızın neler olduğu, ihtiyaçların kökenleri, ihtiyaçlarımızın ne kadarı, nasıl karşıladığımız, ihtiyaçlarımızı karşılayamadığımız zaman ne yaptığımız vb. konular önem kazanmaktadır. Ortaya çıkan herhangi bir ihtiyaç bize yönelik bir etkidir(uyarandır); bu etkiye nasıl ve ne şekilde tepki vereceğimiz gelişim düzeyimiz hakkında da ip uçları içerir.

Kendi gelişim ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz ve başkalarının gelişim ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı olacağımız zaman-mekân koşulları içine enkarne oluyoruz. Ne türl koşullar içine ne zaman enkarne olacağımızı da; geçmişten getirdiğimiz karmik birikimimiz ile, seçme özgürlüğümüzü ve özgür irâdemizi kullanma şeklimiz belirliyor. Ama bir enkarnasyonda tüm gelişim ihtiyaçlarımızı karşılamamız söz konusu değildir. Bir tek enkarnasyonda gidermeyi yaşam planımıza aldıklarımızın da bir kısmını bu zor gelişim koşulları içinde gideremiyoruz ve bir takım noksanlarla / başarısızlıklarla geldiğimiz yere (ahret yurduna / spatyoma) dönüyoruz. Bu nedenler belli bir gelişim düzeyine yükselmek için pek çok yaşamlar (enkarnasyonlar) gerekebiliyor.

Ruh varlıkları olarak, iç potansiyelimizi maddesel ortamlarda tezâhür ettirmek ve gelişmek / şuurlanmak ihtiyacındayız. Bu, varlıksal bir ihtiyaç ve aynı zamanda evrensel bir etkinlik. Bu arada, her gelişim ihtiyacı da her ortamda giderilmez. Başka türlü bir deyişle, tüm ihtiyaçlarımızı ebediyen belli bir uzaysal objede (gezegen, asteroid, yıldız vb.) karşılamamız söz konusu değildir. Her maddesel ortam (uzaysal obje) belirli yeteneklerin tezahür ettirilmesine; tüm ihtiyaçlarımızın değil, belirli ihtiyaçlarımızın giderilmesine elverişli olanaklara sâhiptir. Çok genel anlamda maddenin olanaklarıyla ruhun tekâmül ihtiyaçları Aslî İlke’nin kudreti içinde bir araya getirilmiştir. Aslî İlke’nin gereklilikleri (icapları) içinde hem ruhun tekâmül ihtiyaçları, hem de bu ihtiyaçları karşılayacak maddesel olanaklar bulunur (191).

SADIKLAR PLANI bilgilerine göre varlığın fıtratında bulunan Üç Bilgi’den dolayı; kendini bilme yolunda idraklenmemesi / şuurlanmaması, gelişmemesi ve dolayısıyla Rabb’ini bilmemesi söz konusu değil. Kısacası, varlığın gelişmemesi, ruhun tekâmül etmemesi söz konusu değil, seçme özgürlüğümüzü gelişmeme yönünde kullanma lüksümüz yok.  Dolayısıyla gelişmek ve değişmek varlıksal ve evrensel kapsamda en temel ihtiyacımız. Bu temel ihtiyaç içinde varlıksal ve evrensel etkinliğimiz devresel olarak ve ebedîyen sürmektedir. Bu edebî gelişim yolunda çokluk ve çeşitlilik hâlinde ortaya çıkan ihtiyaçlarla yine çokluk ve çeşitlilik hâlinde pek çok hareket sergileriz ki, olgunlaşmanın şuurlanmanın doğal sürecidir bu.

Bu yol üzerinde herhangi bir gelişim ortamındaki zaman-mekan koşulları, o ortama enkarne durumda bulunan en yüksek realitenin gözetimi  ve kontrolü altındadır. Böyle yüce bir varlık kendi gelişim yolunda böyle bir liyakat ve olgunlukla vazifesini yaparak kendi gelişim ihtiyaçlarını giderirken, gözetimi altında ve kapsamında bulunan varlıkların da gelişimlerine yardım etmektedir. Bu ortamda gelişen varlıkların vazifesi de, görüp gözetici ve esirgeyici olan rablerinin irâdesine hizmet ederek gelişmektir. Tezâhürat ortamının tüm varlıkları da, değişik şuur düzeylerinde olmak üzere âlemlere (ve dolayısıyla evrene) yayılmış olarak İlâhi Murad’a hizmet ederek gelişmek durumundadır. Bu nedenle evrende zeki yaşam türlerinin nâdirliği değil; bolluğu, çokluğu ve çeşitliliği söz konudur.

Bu yazımızın ana teması olan varlıkların gelişim ihtiyaçları, yaşamlar boyunca sergiledikleri gelişim etkinliklerinin genel sonucudur. Görülüyor ki, genel anlamda hareket (etkinlik, aksiyon) ihtiyaçları, ihtiyaçlar da hareketleri doğurmaktadır. Bu, Sebep-Sonuç Yasası’na göre işleyen bir mekanizmadır. Bu evrensel ve varlıksal gidiş içinde, gelişim ve değişim evrensel kaderimizdir. Gelişmemek ve değişmemek söz konusu değildir. Bu bağlamda yaşamlar boyu yapıp durduklarımız; özümüzde potansiyel olarak bulunan bilginin maddesel ortamlarda uygulama ile; görgü ve deneyim birikimine, onları da öz bilgilere dönüştürmektir. Bu arada elbette maddeyi de geliştiriyoruz ve giderek daha süptil bedenlere enkarne olur hale geliyoruz. “Öyle bedenler vardır ki, siz onları ruh zannedersiniz…” deniyordu SİRİUS CELSELERİ ’nde verilen bilgilerde. Genel varlıksal ve evrensel kaderimiz olan gelişim ve değişim olgusu içinde, giderek, öz benlikler olarak mensubu olduğumuz planın daha kalifiye işçisi olmak durumundayız. İlâhi İrade Yasaları’nın uygulayıcısı ve yöneticisi olmak da gelişmek ve şuurlanmak ile olası. İşte tüm bunlar için gerekli olan araç-gereçler ihtiyaçlarımızı oluşturmaktadır.

Ama  gelin görün ki, enkarne olduktan sonra; madde, enkarne varlığı   için, toplumun da etkisiyle yapay ihtiyaçları empoze eder ve kişi genellikle bunlarla sınanır. İşte tam da burada, yapay ihtiyaçlara muhalefet kişinin gerçek samimiyetini ortaya kor. Söz konusu yapay ihtiyaçlar ve hattâ yapay îcaplar (gereklilikler) kargaşası ve karmaşası içinde belli bir yaşam için gerekli olan gerçek gelişim ihtiyaçlarımızdan uzaklaşabilir, yeniden onları bulana kadar acılı / ıstıraplı eprövlerle karşılaşmak kaçınılmaz olur. Bu bakımdan her konuda sâdelik içinde yaşamakta, az ile yetinmekte, açgözlülük /biriktiricilik yapmamakta yarar var. Bu beşerî aldanmayı önlemek için; Kur’an’da, “servetin belli ellerde toplanmaması”  ve “servet şımarıklığı”  konusunda uyarı yapılmıştır (Haşr 7, Zühruf 23, Hûd 82+83, Nisa 61, Mâide 1043, Vakıa 45, Nahl 71, Zariyat 19, Enam 141).
Görülüyor ki, ihtiyaç belirlemedeki isâbetsizlik de birtakım ıstıraplarımızın kaynağı olmaktadır. Bir sonraki enkarnasyonumuzun şeklini belirleyen etmenlerden biri de budur. Belirli koşulları ve özellikleri içeren zaman – mekân koşulları içine enkarne olmamızı belirleyen etmenlerden biri de genel gelişim ihtiyaçlarımız olmaktadır. Çünkü belli bir yaşamlık ihtiyaç birikimimiz bizi yeni bir enkarnasyona zorlar. Yaşam planımızın hazırlanmasında da; toplumun öteki bireyleriyle (aile, iş arkadaşları vb.) iletişim zorunluluklarını da “karşılıklı ihtiyaç giderme faktörü” oluşturur.

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, şu andaki gerçek (varlıksal / ruhsal) ihtiyaçlarımız ve onların oluşturduğu maddesel çevremiz (ki buna bedenimiz de dâhildir) varlık olarak kendi elimizin emeğimizin sonucudur. Böyle olunca, bu bir anlamda; alın yazımızdan da (kaderimizden de) sorumluyuz demektir. Bir başka söylemle, bugünkü genel manzara, önceki beyanlarımızdan oluşan istek ve ihtiyaçlarımızın perişan manzarasıdır. Bu nedenle bir şey isterken, ihtiyaç beyanında bulunurken, biraz düşünmek ve çocukları da buna alıştırmak gerek… “Şunu canım istiyor ama gerçekten ona ihtiyacım var mı?” Mâkul vicdana dayalı bir sâdeleşme içinde; çok şey istemeden, istekleri olabildiğince azaltarak ama bolca şükrederek yaşamasını öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz. Çünkü şu anda nelere sâhipsek, onlara lâyıkız demektir; onları içsel gelişim yönünde değerlendirmek durumundayız. Elimizdekinin “hakkını vermeden”, ondan gelişim yönünde yararlanmadan; başka şeyler ya da aynı şeyden daha fazla miktarda istemek, beşerî bir zaaf ve açgözlülükten başka bir şey değildir. Burada “”hakkını vermeden derken, kendi içsel gelişimimiz ve başkalarının gelişimi için kullanıp kullanmamayı kastediyoruz.

ihtiyaçlar yazısı, sayfa 2'ye .jpgAçık gerçek bu olduğunu bazen bile bile ve dahası, hiçbir şeyin ölüm ötesine geçirilemeyeceği de çok iyi bilmemize karşın, biriktirme işlemini sürdürürüz. Biriktirdiklerimizin içinde hareket ve düşünce (küresel düşünme) yeteneğimizi yitirip, sâbitleşiriz. Bu kusurumuzu tevil etmek için güzelce sözler de uydurmuşuzdur: “Fazla mal göz çıkarmaz…”, “Mal canın yongasıdır” Bu ya da benzeri tekerleme ve atasözleriyle açgözlülüğümüzü tevil etmeye çalışırız ama unutmayalım ki, kişiyi biriktirdikleri batırır. Ayrıca, “hazineniz neredeyse, gönlünüz oradadır”  özlü ifadesini de burada anımsamakta yarar var. “Hazinelerimiz yeryüzünde değil gökyüzünde olmalıdır…”
Açgözlülük, elbette derece derece olmak üzere eğitilmemiş ve aklı da egemenliği altına almış bir nefsin en belirgin niteliklerindendir. Acaba her isteğimiz birim gerçekten ihtiyacımız mı? İstediğimiz şeyin sorumluluğunu kaldırabilecek olgunluk ve güçte miyiz? Gerçekten ihtiyacımız olan şeyleri istediğimizden emin miyiz? Daha çok ne türden şeyler istiyoruz? “Yarı İdrakli”  varlıklar (3+50+58+60 +77+101+135+197) olduğumuz için, büyük bir olasılıkla gerçek ihtiyacımız olan şeyi bilemeyiz, dolayısıyla istemediğimiz de dahası, istediğimiz şeyler de o andaki gerçek ihtiyacımız değildir. Yapay ihtiyaçlar ve yapay îcaplar içinde kendi kendilerini “boğmuş” kimselerin sayısı az değildir. Bu olumsuz durum bir bakıma, gelişim yolundaki bireyin kendi, kendini engellemesidir. İçsel gelişimde en büyük engel yine kendi egosudur. Bu olumsuz durum kişinin kendi kendine zulmüdür. “Alın yazımız buymuş, ALLAH böyle yazmış, kader işte…” vb. gibi söylemler, kusurlarımızın sonuçlarını ALLAH’a fatura etmeler varlıksal gerçeklerle bağdaşmayan, insanın gerçek doğasıyla örtüşmeyen beşerî hezeyanlardır. “ALLAH zulmetmez” (Yunus 44), tam tersine, “ALLAH insana kolaylık diler” (Bakara 185) ama “insan kendi kendine zulmeder” (Yunus 44)

Kendi kendimize yönelik olarak sergilediğimiz bu talihsizlikler ve basiretsizlikler maddenin câzibesi ve toplumsal koşullandırmaların da etkisiyle (örneğin moda ve reklamlar) daha da vahim ve sakınılması zor bir hal alır. Bu bağlamda asıl ve normal / doğal ihtiyaçlarının dışında olan ihtiyaçlar ve icaplar “istekler” olarak empoze edilir ve kişiler “ister hâle” getirilir. Bu en istenmeyen, etik açıdan da “sinsice kandırma” denebilecek en zararlı ve bireyleri tüketici konuma getiren toplumsal / ekonomik koşullandırmalardan biridir. Açıkçası, moda ve reklam sektörleri kendinden habersiz bireyin beşerî zaaflarından yararlanarak palazlanır / palazlanmaktadır.

İşte tüm bunlardan dolayı, kişinin seçme özgürlüğüne ve özgür irâdesine ket vuran bu tür ve benzeri koşullandırmalara karşı “uyanık” olabilmek için nefsin eğitimi ve duyguların yönetimi önem kazanmaktadır. Bedenlenme ile varlıksal özgürlüklerimiz sınırlanır. Bedenin kapasitesiyle, maddesel etmenlerin ve koşulların etkisiyle varlıksal özgürlüklerimizin çoğunu yitiririz. Bu nedenle, bedenli haldeyken kendimizi çok özgür sanmayalım. Nefsin başıboşluğunu özgürlük sanmayalım. Aksi takdirde, doğmadan önce (enkarne olmaya hazırlanırken) seçme özgürlüğü ve özgür irâdemiz (varlıksal ilkeler) doğrultusunda aldığımız kararları, kendi kendimize ve planımıza verdiğimiz sözleri (Kur’an – Tevbe 4, Bakara 63, Nahl 91, İsra 34+37+38) enkarne olduktan sonra uygulayamayabiliriz. Bu duruma düşmemek için, maddenin / bedenin daraltıcı ve karatıcı etkisine karşı “uyanık”  olmak durumundayız. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bedenli haldeyken kendimizi çok özgür zannetmeyelim. Nefsin kandırmacalarının, toplumun koşullandırmalarının kurbanı olmuş olabiliriz. Unutmayalım ki, asıl özgürlük; nefsin kontrol altına alınmasından sonra gelir ki, o da vicdan özgürlüğüdür.Kişi, vicdanını nefsin egemenliğinden kurtarabildiği ölçüde gerçek ihtiyaçlarını daha isâbetli oranda belirleyebilir, bağlı olarak gelişim hızını da arttırabilir.


İşte âkil ve kâmil ve de müdrîke sâhibi (idrakli) insana yaraşan bu duruma ulaşabilmek; çok büyük ölçüde, kendini tanıma ve bilme duyarlılığı içinde nefsin eğitimi ve buna bağlı olarak ve duygusallığın kontrol altına alınmasına bağlıdır. Nefsini eğitememiş,  bencilliklerden kurtulamamış, duygularını kontrol etmeyi öğrenmemiş (daha doğrusu öğretilmemiş) bir genç, kolaylıkla; dünyasal / maddesel câzibenin, beşerî koşullandırmaların ve ideolojik empozisyonların oyuncağı olabilir. Dahası, birey ihtiyaçlar karmaşası içinde; dünyasal câzibeye ve beşerî koşullandırmalara yatkın olan beşerî ego az yukarıda söz konusu ettiğimiz toplumsal / ekonomik empozisyonlara yatkın ve onların bir enstrümanı (aracı maşası) hâline gelir. Bunun peşi sıra oluşan özdeşleşmeler, başımıza; atlatılması çok zor yaşam sınavlarını (eprövler) açabilir.

O halde, ihtiyaçlar ile seçme özgürlüğü ve ego eğitimi arasında (önceden duygular arasında) sıkı ilişki var. Hattâ ihtiyaçların, küresel anlamda, vazife ile de ilişkisi bulunduğunu söyleyebiliriz çünkü ihtiyaç, vazifesinin yerine getirilmesi sırasında gerekli olan her şeydir. Burada “vazife” derken, bir tezahür uzantısı olduğumuz ruhsal planın hedefine hizmeti kastediyoruz. Bu bir bakıma planımızın ilâhi muradına hizmettir ve planlar da ALLAH’ın ilâhi muradına hizmet eder durumdadır. Bu anlamda her şey vazifenin yerine getirilmesine araçtan / malzemeden başka bir şey değildir. Her varlık gelişmişlik durumuna ve düzeyine göre vazifenin yerine getirilmesinde görev alır. İşte tekâmülden amaç, giderek daha kapsamlı vazifelere aday ve lâik duruma gelmektir. Örneğin, bizler için dünyadan sonraki aşama olan Vazife Planı’nda (238) yer almak “tam idrak” düzeyine ulaşmakla olası. Bizler şimdi dünya gelişim okulunu bitirene kadar “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”  varlıklarıyız(3+50+58+60+77+101+135+197). Biz enkarne varlıklar için vazifenin gerçekleşmesine yönelik hazırlık mekanizması vicdandır (97). Bu nedenle vicdan birim dualitesinin (135+181) üst değeri, alt değerinden fazla olmasında yarar vardır. Vicdanın bu üst değerlerini besleyecek şekilde ve kalitede bir yaşam sürdürdüğümüzde, bu, İlâhi Murad’a daha etkin hizmet anlamına geliyor ki, (Kur’an söylemi ile ) “doğru yolda” (Sırat-ı Mustakîm) olmak da bundan başkası olmasa gerek (Bkz. En’am 153). Kur’an terminolojisiyle düşünmeyi sürdürdüğümüzde, belki şunu söylemek de olası: “dosdoğru yol” dan sapmak demek, vicdanın alt değerleri sürekli beslendiğinde ortaya çıkan istenmeyen durumlar (parçalanma “teferruk”) oluyor (En’am 153). İşte bu duruma düşmek ya da düşmemek; vazifenin yerine getirilmesi için malzemeden başka bir şey olmayan ihtiyaçlarımızı belirleme ve onları değerlendirme şeklimize bağlı oluyor. Bedenli /“bedensiz” tüm varlıklar, gelişmek için ve vazifelerini yerine getirmek için; bedenlenmeye, bedenli eprövler geçirmeye ihtiyaç duyarlar. Bu belki en genel anlamda bizlerin varlıksal ihtiyaçlarımızdır. Varlıklar söz konusu gelişim ihtiyaçlarını gidermek için değişik zaman-mekân koşullarına (maddesel ortamlara) enkarne olurlar. Hem enkarnasyondan sonra, enkarne olmadan önceki kadar şuurlu değildir. Enkarnasyonla (yaşam planlarının gerektirdiği kadar) bir şuursal daralmaya uğrarlar. Bir bakıma, şuur kısmen “kapanır” enkarnasyon ile.

Vazifenin yerine getirilmesi sırasında, vazife için gerekli olan her şey ihtiyaçtır. İşte burada gerekli olanı (ama gerçekten gerekli olanı) bilebilecek idrak düzeyine, anlayış kapasitesine, içsel birliğe ve sâfiyete ulaşmak, bizim için en büyük idealdir. Bedenli yaşamın amacı da budur zâten.

Şimdi yazımızın bu aşamasında vazife ve ihtiyaçlar bağlamında şu devre sonunda gerçekten ne yaptığımıza bakarak konumuzu sürdürelim:

Çokluk ve çeşitlilik hâlinde binbir türlü işler peşinde koşarken, gerçekten ne yapıyoruz? Zaman zaman şuurlu, bazen yarı şuurlu ama çoğu zaman “şuursuz” olarak yapmakta olduğumuz budur: Öz benliğimiz aracılığıyla mensubu olduğumuz ruhsal planın giderek daha kaliteli ve işe yarar bir elemanı hâline gelmeye çalışıyoruz yaşamlar boyu… Bu vazifeyle, maddesinin her türlü ağırlığına ve bizleri kendine benzetme gayretine rağmen; ihtiyaçlarımızı çok isâbetli belirleyerek idrak düzeyimizi, anlayış kapasitemizi ve sâfiyetimizi artırmaya çalışıyoruz. Yapmakta olduğumuz ve ebediyen de yapacağımız budur. Her şey de bunun için araçtır.

İhtiyaçlara karşı duyarlılık seçici olmayı da gerektirir. İhtiyaçların / isteklerin ayıklanması, azaltılması ve geri kalanların da önem sırasına göre dizilmesi… Unutmayalım ki, her önemi önemli değildir. İhtiyaç giderilmesinde, en önemliyi seçmek ve onu en ön sıraya almak daha akıllıca bir tutum olur. Böyle bir seçimi yapabilmek, belli bir düzeyde rikkate ve fehim gücüne sâhip olmakla olasıdır. İhtiyaçlara yönelik seçimlerimizi bu şekilde yapabildiğimiz zaman, kendi keyfî (yâni nefsâni ve bencilce) isteklere kapılmayabiliriz. Bu tutum, aynı zamanda nefse karşı muhâlefet gücü sergilemenin belirtisidir. Bunun tersi yöndeki tutuma Kur’an “nefsin hevâ ve hevesine uymak” diyor ki, bilgelikle / olgunlukla bağdaşmayan ve çocuklara özgü bir durumdur (Câsiye 23, Furkan 43, Mâide 70, Necm 23). İhtiyaçları belirleme kapsamında böyle bir farkındalık içinde bulunabilirsek, içsel gelişime daha çok katkısı olacak gerçek ihtiyaçlara yönelmemiz kolaylaşır ve gerçek ihtiyaçlara göre her şeyi yeniden tanzim etme fırsatını yakalayabiliriz. İhtiyaçlar ve istekler enkarne varlık için en değerli ve kuvveti, motivasyonlardır ama yukarıda öğrenmeye çalıştığımız koşullarda değerlendirmek kaydıyla…


Psikolojinin Yaklaşımı
Davranış bilimi olan psikolojiye göre, ihtiyaçlarımız; aynı zamanda, davranışlarımızı yönlendiren faktörlerdir. Günümüz psikolojisinde ihtiyaçlarımızı konu alan bir dizi teori geliştirilmiştir ki bunlara motivasyon teorileri denir(3).

Şimdi konumuzu biraz da motivasyon açısından inceleyelim: Motivasyon (güdüleme) “Belli bir davranışı başlatan, sürdüren ve yönlendiren güç” olarak tanımlanmaktadır. Motivasyon teorilerinin konusu; davranışlarımıza / hareketlerimize yön veren ihtiyaçlarımızdır. İhtiyaçlarımız da, fizyolojik ve psikolojik / düşünsel olmak üzere iki gruba ayrılır.

Psikolojinin açıklamasına göre herhangi bir ihtiyaç içinde bulunan birey gerginlik durumuna girer. Güdü (motive) ise, söz konusu “gerginlik durumu” nun gidermek için bireyi davranışa iten güçtür. Başka bir söylemle, birey doyurulmamış bir ihtiyacın gerginlik yaratan durumundan kurtulmak için, o ihtiyacı doyurmaya / gidermeye yönelik davranış geçer. Bu yazımızın başlangıç paragrafında da “ihtiyaç harekete neden olur” demiştik. Görüldüğü gibi aktivasyonlarımızın kökeninde değişil ihtiyaçlar vardır. Bu gerçeği göz önünde tutarak; içimizde istek olarak doğan bir ihtiyacın, gerçekten bir takım davranışlara (aksiyona/etkinliğe) girmeye değer olup olmadığını belirleyebilecek fehim gücüne ve rikkatine sahip olmalıyız ki, bu da çok büyük ölçüde kişinin kendi kendisini tanıma duyarlılığı içinde; nefsini eğitmiş, duygularını kontrol altına almış olmasına bağlıdır. Bu tutum ve duyarlılık hiç kuşkusuz, kendimizi tanımak açısından olduğu gibi, çevremizdekileri tanımak ve onlarla sağlıklı bir iletişim kurmak (yâni, uyum, esneklik, hoşgörü açısından da önemlidir.)

Kuşkusuz, insanın araştırılması, anlaşılması ve güdülenmesi kolay değildir. Nasıl ki, bu konuda karşılaşılan zorluklar şu şekilde sıralanmıştır: İhtiyaçlar konusunun kapsamını anlamak bakımından büyütecimizi biraz da insanın; araştırılması, anlaşılması ve güdülenmesi konusunda karşılaşılan zorluklara çevirelim. Bu konuda kaynakların saptamaları şöyle sıralanıyor:

1)     Güdüler doğrudan gözlenemez, ancak; insan davranışları gözlenerek, kişinin performansındaki değişiklikler ölçülerek ya da kişiye ihtiyaçları ve amaçlarıyla ilgili sorular sorularak güdüler (motives) hakkında varsayımlar geliştirilebilir.
2)     Güdüleri davranışlardan soyutlamak da zorluklar içerir. Çünkü bir davranış birden fazla güdüye karşılık olabileceği gibi; aynı güdü, değişik davranışlar şeklinde de kendini ifâde edebilir.
3)     Performans değişikliğinden hareketle, güdülenmeyle ilgili soyutlama yapmak risklidir. Çünkü performans; motivasyon (güdülenme) kadar, kişinin yetenek ve işle ilgili algılamalarına da bağlıdır.
4)     Kişinin kendinden bilgi alma yönteminin de kullanışlılığı sınırlıdır. Çünkü kişilerin kendi güdülerinin yapısı ve şiddeti hakkında farkındalıklarının ve bunu ifâdeye koymalarının geçerlilik ve güvenirliliğinin ne ölçüde olduğu tartışmalıdır. Bazı güdüler bilinç altında olabilirler; bazıları da bilinçli bile olsalar, kişinin utanma ya da araştırmacıya güvensizlik duyguları, bu bilinçteki güdüleri açıklamalarına engel olabilir.
5)     Güdüler, ayrıca biri ötekini tamamlayarak ya da gücünü azaltarak da birbirleriyle etkileşebilirler ve karmaşık yapılar oluştururlar.
6)     Karşılanan / giderilen ihtiyaç doyum etkisi geçene kadar davranışı etkilemez, yâni güdüleyici etkisi yoktur. Örneğin, keşif ihtiyacı gibi bazı üst düzey ihtiyaçlar doyuruldukça artarlar. Bu demektir ki, bunlar doyuruldukça davranışı güdüleme özelliği yükselir.

Görüldüğü gibi, kişinin güdülenmesi bağlamında davranışlar psikolojisinin, hiç değilse iş hayatıyla ilgili önemli bir kısmını da ihtiyaçlar konusu oluşturmaktadır. Hemen hemen tüm hareketlerimizin kökeninde ihtiyaç ve isteklerimiz bulunmaktadır. Bu bakımdan ihtiyaçlarımızın / isteklerimizin neler olduğu ve bizleri nerelere yönelttiğini bilmek durumundayız. Bu bağlamda ihtiyaçları, gelişim açısından önem sırasına dizme konusu ve bunu yaşama geçirmenin önemi / yararı iyice ortaya çıkmış bulunuyor. Bu konuda başarılı ve isâbetli seçim yapıp, gerçek gelişim ihtiyaçlarına yönelebilmek; mâkul vicdan doğrultusunda sağlıklı bir sâdeleşmeye bağlıdır.

Burada “mâkul vicdan” akıl ve vicdanın paralelliği de diyebileceğimiz; aklın nefse hizmetten çok, vicdana hizmet etmesidir. Buna, aklın; mukadderat (yaşam planı) ve îcaplar dengesi yönünde kullanılmasıdır. Üsteki paragrafın son cümlesindeki “sâdeleşme” ye gelince, bundan anladığımız da şudur: Dünyasal özdeşleşmelerden soyutlanmak, yapay îcap ve ihtiyaçlardan arınmak, giyimde-kuşamda, yemede-içmede, hattâ düşüncelerde sâdeleşmektir. Kişini, bilgilerine ve içinde bulunduğu realiteye göre “en gerekli olan”  ile yetinmesidir, sâdeleşmek.

Sâdeleşmenin konusu olan öğelere şunları eklemek de yerinde olabilir: Yenileşmemizi ağırlaştıran, şuurda uyandırıcı etkiyi engelleyen, sevgi enerjisinin akışını, bloke eden kısacası olgunlaşmamızı engelleyen tortular ve kabuklar” olmaktadır. Bu anlamda sâdeleşmek; miskinlik, pasiflik ve kadercilik değildir. Tam tersine; ayrıntılardan sıyrılarak, asıl problemin üzerine gitmeyi olanaklı hâle getiren, gerçek anlamda aktif yaşamaktır.

Sonuç
Hareketlerimizin /  fiillerimizin kökeninde ihtiyaçlar vardır. “Tüm hareketlerin ve fiillerin hedefi vazifedir.” (Bedri Ruhselman). İhtiyacını duyduğumuz şeyler, vazifemizin yerine getirilmesinde birer araçtır. Başka türlü bir deyişle vazifemizi yerine getirmek için bir takım araç-gerece ihtiyaç duyuyoruz. Bunu, elbette belli bir şuurlanma düzeyine gelmedikçe bilerek yapamayız ama bilsek de bilmesek de İlahî Murad’a hizmetten başka bir şey yapmıyoruz.   
-----------------------
(*) Yazının akışı içinde görülecek rakamlar İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Syf. 41+67+87
(2) Dezenkarne varlıklara (yanlış olarak) “bedensiz” deriz ama aslında ruh varlığı hiçbir mekânda bedensiz değil, olamaz, irade ile bağlantı kuramaz. Maddesel ortam ne kadar süptil (titreşimi yüksek) olursa olsun, ruh varlığı oraya enkarne olabilmek için (orada tezahür edebilmek için) muhakkak oranın maddelerinden bir beden edinir kendine.
(3) Maslow’un teorisi (ihtiyaçlar hiyerarşisi), Herzberg’in iki faktör teorisi, Alderfer’in erg teorisi, Vroom’un beklenti teorisi, Equaity teorisi.       


10 Eylül 2016 Cumartesi

“İlâhi Nizam ve Kâinat” kitabından DENEYİM ve DEĞİŞİM

“İlâhi Nizam ve Kâinat” kitabından
DENEYİM ve DEĞİŞİM
(Derleyen: Selman GERÇEKSEVER)
Giriş
Yaratılmış olup da değişmemek diye bir şey yok elbette. Tek değişmeyen Yaradan’ın kendisi. Evrenler boyu değişim sürüp giderken, evrenlere yayılmış olan değişik şuur düzeylerindeki varlıklar da bu evrensel değişime uymak zorunda. Gelişmemek ve tekâmül etmemek söz konusu değil. Tüm tezahürat ortamı içinde ruh, tekâmül ediyor; varlık ise gelişiyor. Varlığın kendisi ve gelişimi ruhun tekâmülüne hizmet için. Asli İlke’nin evrenleri aydınlatan ışığı içinde varlık; değişip gelişip değer kazandığı oranda ruha hizmet kapsamındaki vazifesini daha etkin bir şekilde yerine getiriyor. Değişip gelişip değer kazanmanın, yani; evrensel değişime ayak uydurmanın, bu gidişe uyumsuz kalmamanın yolu da maddesel ortamlarda görgü ve deneyimi arttırmak. Görülüyor ki, varlık; evrensel değişime uyum sağlaması ve asli görevi olan ruha hizmetini daha iyi yerine getirebilmesi için, evrenler boyu sürüp giden bir etkinlik içinde görgü ve deneyimini arttırmak durumunda. Kısaca, değişip, gelişip değer kazanmak için, görgü ve deneyim birikimimizi sürekli arttırmak durumundayız. Bu nedenle, temel kaynak eserdeki (1)  “değişim” ve “deneyim” kavramlarını birlikte ele aldık.  Önce değişimin evrensel boyutuna bakalım; sonra da, varlığın bu evrensel değişim içinde ne yaptığına:
Değişimin Evrensel Boyutu
Tüm varlıklarıyla birlikte evrenin her zerresine değişik titreşim düzeylerinde tesirler gelir. Tesirlerin kaynağı Asli İlke’nin kudretidir. Asli İlke’nin kudreti evrenlerde tesirler olarak tezahür eder. Asli İlke’nin kudreti Yüksek İlkeler ve Asli Tesirler olarak evrenleri ve ruhları etkisi ve rahmeti altında bulundurur. Bu etki altında ruhlar tekâmül eder, evrenler gelişir.
ŞEKİL-1
 



Evrende milyarlarca zerrenin oluşturduğu bir cisme, milyarlarca cismin oluşturduğu bir güneş sistemine, milyarlarca güneş sisteminin oluşturduğu bir nebülöze ve sayısız nebülözlerden oluşan bir âleme ve nihâyet hidrojen realitesi dışında gene sayısız âlemlerden oluşan evrenin bütününe gelen tesirler bileşiminin bir zerresini bile beşer idraki gereği gibi kavramaktan acizdir. İşte İlâhi Nizam’ın evrendeki gereklerini yerine getiren ve değişimler silsilesi içinde evrenin uyumunu kuran ve onu kucaklayan tesirler vahdetidir ki, tüm hareketleri ve değişimleri oluşturur. Bu durum, ruhların evrenle ilişkilerini ve onların tekâmüllerinin zorunluluğunu açıklar (91+92)

Değişime Uyum Zorunluluğu
Bireysel, toplumsal, ekolojik ve evrensel kapsamdaki değişimler, yüzeysel zaman idraki karşısında ne kadar büyük birer katastrof şeklinde görünürse görünsün, beşeri varlıkların gelişim ihtiyaçlarına en uygun ve kusursuz karşılıklar verici düzenlemeler altında ortaya çıkmakta ve çıkacaktır. İlâhi Düzen içinde hiçbir varlığın hiçbir gelişim ihtiyacı ihmale uğramaz; tüm gelişim ve ihtiyaç isteklerine uygun düzenlemeler derhal kurulur. Çünkü evren; ruhların tekâmülü, varlıkların gelişimi içindir. Ayrıca, tekâmül ve gelişim için tüm ihtiyaçların sağlanması bir zorunluluktur. Bu ihtiyaçlar, vazifeli varlık grupları tarafından değişim ve dönüşüm silsilesi içinde karşılanır (277).

Zaman ve mekân koşullarının değişmesiyle ortaya çıkan uyum zorluğu, varlıklar için yeni uygulama alanı demektir. Bu yeni uyum zorunlu varlıklara gelişim olanakları / fırsatları sunması bakımından çok değerli ve önemlidir (278). Bu cümleden olmak üzere, gelecekte dünya beşeriyetinin değişecek olan çehresi ve yeni düzenlemelerle kurulacak uyum; ancak, tamamlanmış olan bir dünya devresinin kapanışından sonra olacaktır. Bunun için de dünyanın geçireceği (esâsen de geçirmekte olduğu) son hazırlıklar kapsamında değişimler olup durmaktadır (278) (2).   

Evren Varlıkları ve Değişim
Ruhun tekâmülü, varlığın gelişim ihtiyaçları için; en “ağır / kaba” madde durumundan, en “hafif” (titreşimi yüksek) madde durumuna kara, sayısız değişim ve dönüşüm söz konusudur. Bu maddesel değişimler, evrenin genel yönetimi ile ilgili / vazifeli varlıkların kudretleri ve yönlendirilmeleriyle belirli alanlardaki değişik gelişim düzeylerindeki varlıkların etkinliği ve işçiliğiyle sürüp gider. Evrenin teknik içeriğinin elemanları olan sürekli değişim vazifeli birçok varlığın eseridir. Fakat bu vazifeleri yönlendiren daha gelişmiş varlıklar gitgide yükselerek Ünite’deki (3) genel sorumluluk ve kudretlere katılırlar. Bu değişimleri hazırlayan varlıkların çalışma şekilleri şöyledir (74):

Varlıkların Evrensel İşlevleri
ŞEKİL-2
Yüksek ilkelerin gereği olarak ortaya çıkması yakın bir değişimin, olması gereken direktifi bir vazife grubuna gelir. Zaten evrenin gelişen her bir varlığı için onların gelişim ihtiyaçlarını ve işlevlerini kontrol edip saptayan başka vazifeli gruplar, bu varlıkların liyakatlerini, ihtiyaç derecelerini ve onlar hakkında yapılması gerekeni bilir. Yani Yüksek İlkeler doğrultusunda yönlendirme yapan yüksek/ gelişmiş varlıklardan başka, varlıkların etkinliklerini ve işlevleri hakkında tamamlayıcı bilgiler veren başka vazifeli gruplarda vardır. Örneğin, dünyada enkarne bir varlığın gelişimi için bir değişime ve malzemeye ihtiyacı vardır; buna layık olmuştur ya da bu onun yaşam sınavlarının, teşevvüşünün (ve kısaca, işlevsel özelliklerinin) bir gereğidir. İşte bu gereği ölçüp biçen, derecelendiren, zamanını ve içeriğini belirleyen vazifeli  grup bir başka gruptur. Bu vazifeli grubun yardımı, söz konusu bedenli için oluşacak olayların; niteliklerini, sayıca değerini, zamanını hazırlayıp vermesidir (74+75).

Örneğin, bir kimse (belli bir deneyim ve gelişim ihtiyacını karşılamak için) hasta olması gerekiyorsa; hastalığın türü, ağırlık / hafiflik derecesi, süresi ve tedavi olanakları belirlenir. Hattâ bu rahatsızlıkta ağırlaştırıcı nedenler de olması gerekiyorsa; o kimsenin donanımı/ malzemesi az bir yere gönderilmesi , tedavi edecek doktorun tanıda yanılması vb. durumlar da eksiksiz olarak verilir. Artık o bir tek kişinin bu durumdaki gelişim malzemesi içi gerekirse; birkaç varlık çalışacak, bünyedeki mikropların etkinliğini sağlayacak bir başka doktorun fiziksel durumunu o belirli anda gerektiği gibi tesir altında bulunduracaktır. Bu teknik etkinliklerin alanları da pek çok dallara ayrılır: Bireyin psikolojik durumlarını belirli form kalıplarına bağlamak, yöresel / toplumsal formlar kurmak ve hatta medyomları yönetmek vb. vb. (75).

Bunlar gibi, çoğaltılabilecek, içerik ve önlemleri birbirinden farklı pek çok etkinlik alanları vardır. Bu etkinlik dallarında / alanlarında çalışan kadroların her birinin tekniği ötekinden farklıdır. Örneğin, doğada oluşması gerekli fizik değişimleri (ekolojik, tektonolojik, katostrofik vb.) oluşturmakla yükümlü olan grup, medyomları yönetemeyeceği gibi, medyomları yöneten bir grup da toplumsal olayları kuran grubun vazifelerini yerine getiremez. Görüldüğü gibi, belli bir zaman ve mekân kesitinde, bireysel / toplumsal) düzeyde ya da doğa kapsamında Yüksek İlkeler doğrultusunda bir değişim ortaya çıkacaksa, bu değişim; birçok etkinlik dalında çalışan vazifeli grupların eşgüdümlü ve eşzamanlı işbirliğiyle olur (76).

Yüzeysel Zaman İdraki ve Deneyim
Yüzeysel zaman idraki içindeki beşeri gelişimde görgü ve deneyimin artması, özvarlıktaki bilgi birikiminin gerektirdiği değişim olgusu içinde, enkarne varlık realiteden realiteye geçerken; gelecek realiteler, geçmiş realitelerin sonuçlarını kapsaya kapsaya genişler, giderek büyür ve görgüsünün / deneyiminin artmasına neden olur. Örneğin, yüzeysel zaman idraki içinde beşeri yaşamın gereği olarak, kaba hodkâmlık realitesinin bulunduğu kademeyi dolduran bireysel hodkâmlık nefsaniyeti, bir üst “toplumsal plan nefsâniyeti”nde daha kapsamlı bir karakterde toplumsal hodkâmlık niteliği / görünümü kazanır (109) (4).

Dünya gelişim ortamındaki yarı idrakli( 3+50+58+60+77+101+135+197)) durumun “değer kazanması” nda (210) kullanılan elemanların başında beşeri deneyim ve görgü birikimi gelir. Beşeri görgü ve deneyim birikimi de, beşeri varlıkların doğrudan doğruya kendilerinin neden oldukları olaylar, işler ve eserler ile oluşur ki, bunların çoğı dış tesirlerin yardımıyla ortaya çıkarılır. Olaylar içinde bireyin sergilediği samimi idraklenme cehti oranında görgü ve deneyim birikimi artar ki, bu da bireysel değişim ve dönüşümü beraberinde getirir. Bu olumlu sonuç yeni uyum alanlarının oluşum nedenini oluşturur. Yaşam sınavlarımızın (eprövlerin) ıstıraplı / ıstırapsız ya da ıstırabın şiddetinin az / çok oluşu bizlerin değişip gelişip değer kazanmaya yönelik deneyim ve görgü birikimimize bağlıdır (127).

Sevgi İçerikli Deneyimlerimiz
Deneyim ve görgü fırsatlarının doğmasına vesile olan etmenlerden biri sevgidir. Sevgi olmasaydı, özbilgi kazanma yolları ve vicdan mekanizmasının olumlu / olumsuz zıtlarda sonuçlar oluşturması fırsatları bir hayli azalmış ve sonuç olarak, sâdece deneyim ve görgü değil; epröv, gözlemler ve kıyas bilgileri olanakları iyice sınırlanmış olurdu. Çünkü sevgi, vicdanın üst elemanlarını destekleyerek, olumlu yollarda oluşturduğu olaylarla doğrudan doğruya özbilgilerin (4) çoğalmasına katkı sağlar. Elbette gereğinde, vicdan mekanizmasının alt elemanlarını uyarıp, ortaya çıkmasına neden olduğu ıstıraplı sonuçlardan doğan kıyas bilgisi yoluyla dolaylı ve otomatik olarak bu yoldan da özbilgi artışına katkı sağlar (129).

Gelişim süreci içinde beyin organımızın belirli kısımlarında “yüksek ve ince”  tertiplerde bir takım madde bileşimleri ve sistemleri oluşur. Bu “ince”  bileşimlerin yaydığı titreşimler ve enerjiler bireyin çevresinde güçlü ve çekici bir alan (manyetik merkez) oluştururlar. İşte beyindeki bu oluşumun etkenlerinden biri de bireyin görgü ve deneyim birikimidir (132). Bir enkarne varlığın görgü ve deneyim birikiminin artmasında göz ardı edilemeyecek etkenlerden biri de obsesyon vak’alarıdır. Deneyim ve değişim bağlamında biraz da obsesyona bakalım:

Obsesyon Deneyimleri
Eğer bireyin bu kanaldan gelecek görgü ve deneyim birikimine (yaşam planı gereğince) gerek varsa; Yüksek Gerekler’in oluru ve rızasıyla; idraki çok dar, aşırı ihtiraslı, tepeden tırnağa hodkâm, gelişmemiş (“bedensiz”) bir varlık, enkarne varlığı şuur üstüne kaba tesirlerini (titreşimi düşük tesirlerini) göndermeye başlar. Bu kaba tesir şuur üstünden şuur alanına (beyin organına) inince, obsedan (obsedör) varlık artık bireyi ele geçirmiş sayılır. Obsedan varlık, enkarne varlığın şuur üstü ve şuuruna egemen olunca, enkarne varlığın, kendi özvarlığı ile de bağlantısı hemen hemen tamamen kesilmiş olur. Obsedör “bedensiz” ile enkarne varlık arasında başlayan ve her iki tarafında gelişim ihtiyaçları bağlamında süren etkileşim her iki taraf ve bu birlikteliği gözleyenler için bir görgü ve deneyim birikimi fırsatıdır (157).

ŞEKİL-3
 


Yatay Tesirler ve Değişim
Enkarne varlığın sâdece yaşam sınavları, gözlemleri ve yaşam planının öteki gerekleriyle ilgili etkinlik ve uygulamaları değil; görgü ve deneyimleriyle ilgili yapıp ettikleri için de “dışarıdan” (vazifeli rehberlerden) ve elbette ki kendi  özvarlığından geçerek (o kanal ile) pek çok “yatay” tesir gelir. Bu tesir akışını, enkarne varlığın liyakati belirler. Enkarne varlığın deneyim ve görgü birikimi kapsamında yaptıkları / yapacakları ile, tüm epröv ve gözlemleri söz konusu tesir akışı ve örüntüsü içinde sürüp gider (186).   

----------------------------------------------
(1)     İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman 
(2)     Söz konusu değişimlerin ayrıntıları için bkz. İLAHİ NİZAM ve KAİNAT, sayfalar 279+281
(3)     Ünite, evrende bir idrak vahdetidir(195). Ünite aynı zamanda evrende varlıklar ve gereklilikler vahdetidir(64).

(4)     Varlıkta “ özbilgi ” birikimi: varlıkta şuuraltında depolanır ve özidrak kanalıyla ruha yansır(144).Özidrak (“gerçek idrak” varlığa âit idraktir(112+116).

30 Ağustos 2016 Salı

FEDEKÂRLIK
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

“Dünya zamanı idraki” ne (210+211)(*) mensup beşeri varlıklar olarak gelişip insanlaştıkça ortaya çıkan erdemlerden birisi fedakârlık (özveri) olmaktadır. Fedakârlık insanlaşma yolunda o kadar önemli ve erdemli bilge insanlara özgü bir erdemdir ki, Horace Mann adlı düşünür biraz da abartarak, “Başkaları için hiçbir şey yapmamak bizi bir hiçe dönüştürür.” diyebilmiştir. Mann’a göre sanki, kişi başkaları için bir şeyler yapılıyorsa, fedakarlıkta bulunmuyorsa yoktur ya da var olmamız, başkalarına hizmet ile, sürekli vericilikle kadimdir / olasıdır.

Fedakârlık başkalarını düşünmekle onları en az kendin kadar düşünmekle ve başkalarını kendinden çok / önce düşünmekle şeklinde derecelendirilebilir ama burada em makbulü, karşılıksız olan fedakârlık olsa gerek yani en az kendin kadar başkalarını düşünmek ve elbette daha da iyisi kendinden önce başkalarını düşünmek ve onların iyiliğine bir şeyler yapmak. Bu sonuncu fedakârlık türünde “terk” vardır.  Temelinde diğerkâmlık ve varlık sevgisi bulunan bir fedakârlıktır. Çıkarcılığa / beklentiye dayalı bir alışverişten çok uzak olan bu fedakârlık türünde yardımlaşma ve dayanışma bilincinin ortaya çıkışı da vardır. Bunların hepsi erdemli bile kişilerin belirgin özelliklerinden olmak üzere, tüm seçkin inisiyatik öğretilerle dinlerin öğretilerinin hedefinde yer almıştır.

Burada zaten varlık sebebimiz olan vazifelerle, fedakârlık erdemini karıştırmamak gerek: Yapılan bir sözleşme ya da mutabakat gereği ve elbette para karşılığında bir hizmet canla başla ve en iyi şekilde yapılıyorsa, bu zâten böyle olması gereken bir iştir, fedakârlık değildir. Bir siyasal parti ülkeye hizmet için ve halkın parasıyla icraatta bulunuyorsa, bunu fedakârlık olarak gösterip zâten mecburen vermesi gereken hizmetle övünmesi, daha da ileri giderek bunu propaganda konusu yapması basiretli devlet yönetimi ile bağdaşmayan beşeri bir zaaftır. Daha bilimsel düzeyde; bir annenin, bebeğinin bakımını ve yetiştirmesi bağlamında içine girdiği zahmetler ile babanın ailesine karşı sorumluluğu kapsamındaki zorluklara göğüs germesi zâten ananın, babanın vazifelerindendir, fedakârlık değildir. Hele bu hizmetler, egolar incildiği zaman ya da duyusallık kontrolden çıktığı zaman, “saçımı süpürge ettim de sana baktım, bir gecede on kez uyandım emzirdim, altını değiştirdim” vb. şeklinde dillendirilmesi zaten fedakârlıktan uzaklığın sözle beyanı olmaktadır. Aynı şekilde, babanın da Alın terimi helal etmiyorum, ben sizi okutmak, yedirip doyurmak için ne zorluklar/ bâdireler atlattım” vb. şeklinde konuşması beşeri zaafların seslendirilmesi ve itîraflarından başka bir şey değildir.

Feda etmekle “karşılıksızlık” öğesi ve niteliği vardır. Yüksek bir ideal uğruna özveride bulunmak. Burada “yüksek bir ideal” derken, kişinin kendi bireysel çıkarlarından yükseği, kastediyoruz. Tanıdık/ tanımadık insanlar uğruna, toplum uğruna, insanlık idealleri uğruna. Beşeriyete hizmet etmede önder ve örnek olmuş kişiler bu işi, sâhip oldukları bu fedakârlık erdemi ile yapmışlardır.( Ulusal kahramanlar, inisiyatörler, peygamberler)

Demek ki fedakârlık erdeminin gereği; kendi zihinsel ve bedensel konforundan kendi huzurundan, kendi çıkarlarından özveride bulunmak, bunları geçici ya da sürekli olarak terk etmek. Bunlar, dikkat edilirse tamamen uygulamaya dayalı edimlerdir. Yani fedakârlık imajinatif olarak yapılan bir uygulama değildir; tamamen fiziksel ve bireysel bir uygulamadır.  Bunun bir yardımlaşma ve dayanışma bilinci hâline gelene kadar ki aşaması bireysellikten kurtulma tâlimleri olarak düşünülebilir. Esâsen uygulamayla kazanılan bir erdemdir ve birkaç yaşama mâl olabilir.

O halde, genel anlamda kurtuluş için, değişim için, sürdürülebilir bir gelişim temposu yakalamak için gerekli ve kaçınılmaz bir eylem olmaktadır fedakârlık uygulamaları. Bunun ötesi hizmettir, başka varlıkların gelişimine hizmet. Bu nedenle “Halka hizmet Hakk’a hizmettir” Her vesileyle belirttiğimiz gibi, varlık varlığın gelişim aracıdır. İnsanların gelişimine köstek değil, destek olmak gerek. Hakk’ın bizlerden gelecek bir hizmete elbette gereksinimi yok ama başkalarına ve birbirimize yardım etmemizi hayra ve barışa yönelik işler yapmamızı, yani vicdan birim dualitesinin artı (+) yanına değerler yüklememizi istiyor, gelişmemizi ve hatta kendisinin yardımcısı olmamızı istiyor. (***) Bu konuda duyarlılık, aynı zamanda Allah’a yakın olmaktır. (Ali İmran 14) Hak ve barışı  sevenler ve bunun için çalışanlar O’nun sevgili kullarındandır (Enbiya 86, Şuara 83).

Yeniden konumuza dönerek, beşeriyet tarihine baktığımızda görüyoruz ki, tarihte büyük insanların yaşamları fedakârlık örnekleriyle doludur. Bu insanlık uluları yüce varlıklar çevrelerindekilere gerçekleri göstermek, doğru yolu işaret etmek ve onları gaflet ve dalâlet uykusundan uyandırmak için rahatlarını ve hatta hayatlarını fedâ etmişlerdir. Bu yolda pek çok peygamber Yahudi bağnazlar tarafından katledilmiştir. Buna rağmen İsa Peygamber yine o bağnaz ve (Musa Peygamber’in deyişiyle) “Kalın enseli” toplumda doğmuş ve gerçekleri anlatma bahasına eziyet ve işkence ile öldürülmüştür. Hz. Muhammed câhil ve müşrik Araplar tarafından öldürülememiş ama hem kendisi hem de ailesi (özellikle kızları) çok çile çekmiştir. Ortaçağ Avrupa’sının aydın bilim insanı Galileo, dünyanın güneş çevresinde ve kendi ekseni çevresinde döndüğünü kanıtladığı ve bu gerçeği söylediği için enginizasyon mahkemesinde yargılandı. Bruno, Galileo’dan daha az şanslıydı: “Evrende yalnız olamayız, dünya dışında da canlılar olmalı…” dediği için yakılarak şehit edilmişti bağnaz Katolik Kilise tarafından. Bu yüce varlıklar “şehit” sözcüğüne (sıfatına fazlasıyla lâyık) bilim ve bilgi şehitleridir. Demek ki fedakârlık erdemi bir tür yardımlaşma ve dayanışma bilincine dönüşünce, insan tüm rahatı ve yaşamı bahasına onu sergilemekten çekinmiyor.

Besbelli ki, insan varlığındaki potansiyel kutsallık; kanla, terle ve gözyaşıyla ortaya çıkıyor. Ya da isterseniz daha başka şekilde kuralım cümlemizi: İnsanın ilâhi yanı, yaşamlar boyu deneyimlenen ıstıraplar silsilesi içinde filizlenip yeşerebiliyor. “Dünya zamanı idraki”nin (210+211)(*) üzerine çıkıp, “yüksek zaman idraki”ne (210) kapağı atmak hiç de kolay değil. Bunu başarmak kim bilir kaç yaşama mâl olur… Bu nedenle iyi ki tekrardoğuş, hatta tekrar tekrar doğuş var, Yaradan’ın varlıklara sunduğu en büyük nimetlerden biri… Bazıları hâlâ “var mı” “yok mu” ya da olmaz öyle şey” diyedursun, bizler bu konuların öğrencileri olarak bu ilâhi lûtfun değerini bilelim ve ondan içsel gelişim yönünde yararlanalım.

Özbenlikler olarak, bedenlenerek “indiğimiz” madde âlemini bu dipsiz derinliklerinden ancak böyle bir duyarlılık ve farkındalık ile çıkabilir ve içimizde gizli ilâhi yanımızı bedende tezâhür ettirebiliriz. Varlığın bu durumunu yüce Hermes (İdris Peyg.) şu özdeyişiyle binlerce yıl önce sözcüklere dökülmüştü: "Ruh varlığı küreden küreye düşerken, gitgide ağırlaşan bedenlere bürünür. Bu düşüş dünya zindanına kadar sürer.Gitgide maddeye daha çok bağlanmanın verdiği sarhoşlukla mânevî kökenlerinin anısını unutur."

Hermes ve benzerleri, TANRI’yı kalbin tââ derinliklerinde bulmanın sevincinin; ancak böyle bir uygulama ile yaşanacağını, olgun insanlara özgü bir sükûnetle ve çeşitli simgeler kullanarak sözcüklere dökmeye çalışmışlardır. Eğer bizce de bu değerler önemliyse ve kazanılması gereken nitelikler ise, buna samimiyetle inanıyorsak, fedakârlık eylemini / uygulamalarını ciddiyetle ele almalı, nefsin muhalefetine rağmen her fırsatta tâlimlerini yapmalıyız.

Elbette sor ve ıstırap verici bir uygulama. Biraz da neden zor olduğuna bakalım: Aslında fedâ edilen, terk edilen nedir ki bize bu kadar zor geliyor? Bu zorluğun bir kısmı nefsin muhâlefetinden de kaynaklanır ama sâdece o değil; nefs bu kadar terbiye edilmiş yani vicdan birim dualitelerinde ne kadar az değer birikimi varsa, vericilik o kadar doğal ve kolay olur. Ruh varlığı için;  zorluk / kolaylık, kazanılacak / terk edilecek bir şey olmadığına göre, fedakârlık eylemi / uygulaması, tamamen ruhun maddeye bağlanması, maddenin derinliklerine doğru “düşüşü” (Hermes) yani envolüsyonu ile ilgilidir. Bir bakıma yukarıya çıkma / yükselme / merkeze yönelme evolüsyon (tekâmül) kararlılığının bir gereğidir.

Hafifleyerek” yükselişin başarılması için, maddeye bağlanmakla oluşan; tortulardan, bağlantılardan, dünya çamuru”ndan kısaca “kabuklar” dan kurtulmaktır. Burada “hafifleyerek yükselmek” ten kastımız; “kuyudan” (maddenin derinliklerinden) çıkış tezâhürat âleminin “dış halkaları” ndan (maddenin derinliklerinden) merkeze, bir olana, ünite denen idrak birliğine yöneliştir. Demek ki, fedakârlık eylemi; bir bakıma dünyaya bağımlılıklardan kurtulma uygulamasıdır. Bu anlamda “bağımlılıklardan kurtulma uygulaması” tüm dinlerin (yani TANRI Kelâmı’nın) ezoterik özünde önemli ve gizemli yerini almış seçkin inisiyatik öğretilerinde esâsını oluşturmuştur. Dinlerin ve inisiyasyonların içerdiği sırların yüce mürşidleri (büyük inisiyeler ve peygamberler) ile beşeriyetin ulu önderleri tüm yaşamlarını; bir bakıma, “fedakârlık silsilesi” olarak geçirmişlerdir. Bu konuda BÜYÜK İNİSİYELER adlı eser (Ruh ve Madde Yayınları) ibretlik örneklerle doludur.

Bu büyük inisiyelerden biri ve aynı zamanda peygamber olduğu bilinen Hermes bu konuda şunları söylemiş: “Ruh, maddeye karşı olan aşkıyla kökeninin anısını yitirebilir. Fakat onda bulunan ilahı kıvılcım bir gün mutlaka parlaklaşabilme şansına sahiptir.” Burada, “ruhun maddeye karşı olan aşkı”, SADIKLAR PLANI Tebliğleri’ndeki üç bilgiye ve Varlıksal İlkeleri çağrıştırıyor. Ruhun maddeye doğru hem böyle bir çekilimi var ama tekâmül etmesi de gerekiyor ve tekâmül etmek için, maddeyi egemenliği altına alıp ona bağımlılıktan kurtulması gerekiyor. İşte bu noktada, bir bakıma maddenin yapışkanlığından kurtulma çabası ile, önceleri bilmeyerek, daha sonraları bilerek fedakârlık uygulamaları yapmaya başlıyor, fedakârlık tâlimleri ve uygulamaları önceleri karşılıklı, sonraları karşılıksız hizmete dönüşüyor.

Ruhun fıtratında bulunan “ilâhi kıvılcım”ın (Hermes) alev alev yanar hâle gelmesi; yani “beden içinde ruhsal hayatın yaşanması” fedakârlık uygulamalarının varlığın temel karakteri haline gelmesiyle olacaktır. Burada, “beden içinde ruhsak hayatın yaşanması”, öz benliğin çok büyük ölçüde bedende tezâhürü olmanın yanı sıra, maddenin “efendisi” olmak anlamında makbul bir durumdur. Bu aşamadaki fedakârlıkların eşliğinde tevâzu erdemi olmazsa olmazlardandır. Tevâzu (alçak gönüllülük)  gerçek bilgeliğin anasıdır. Alçak gönüllüğü karakterinin belirgin özelliği hâline getirmiş olanlara Kur’an “Rahman’ın kulları” diyor (Furkan 63). Yani alçak gönüllülük (tevâzu) ALLAH’ın sevdiği insanların (takva ehli)   temel özelliklerinden olmaktadır. Bu gibiler elbette “hak ve barış için çalışanlar” dandır. (Şuara 83, Enbiya 68). Bu alçakgönüllü bilgiler “kendini sevmeyeni de seven” (Ali İmran 119+120) insanlardır çünkü sevmeyeni sevmek bir tür fedakârlıktır ve ego bedeli ile bir düzeyde eğitmedikçe buna izin vermez. Egoya rağmen sevmeyeni de sevmek fedakârlıktır. Hz. İsa “Düşmanını da sev!” demişti. Burada fedâ edilen egodur; hepsi değilse bile bir parçasıdır. Ego sizi sevmeyeni sevmenizi istemez ama siz erdemli, ilkeli olmak ve maksatlı ıstırap uğruna sanki egonuzun sizin iradenize karşı çıkan o parçasını koparıp atıyorsunuz.

Benzer şekilde tüm; tutkular, özdeşleşmeler, hobiler, yapay ihtiyaçlar, gurur, kibir, kin, hırs ve olumsuz alışkanlıklar fedâ edilerek beşerî zaaflarımızdır. Bunlar simgesel olarak “kabuklar” ve ayaklarımızdaki “zincirler” olarak da ifâdeye konmuştur. Özdeşleştiğimiz her şey ve kişi gelişim yolumuzda birer ağırlıktır. Bunların hepsi gelişim yolunda kullanılıp bırakılacak araç gereçtir. Bunlar bir bakıma arınmanın da, sâdeleşmeninin de objeleridir. Bu anlamda iyi bir özne olmak istiyorsak, bu nesneleri gözden çıkarıp fedâ etmeliyiz. Bu çok zor bir uygulamadır ve gelişmenin zorluğu da buradadır. Gelişmenin ve değişmenin zorluğunu belirten en güzel özdeyişlerden biri Einstein’e aittir : “Kişinin değişmesi, atomun parçalanmasından daha zordur.” Ama tüm zorluğuna karşın olanaksız değildir değişmek ve gelişmek. Birkaç paragraf yukarıda değinip geçtiğimiz peygamberler ve büyük inisiyeler bunun olanaksız olmadığını ve onlar bunu nasıl başardıklarını bizlere anlatmış ve yaşayarak da göstermişlerdir.

Bu konuda Yeni Ruhçuluk’un ilklerinde de (20 ilke) Bedri Ruhselman’ın bu konuya değindiğini görüyoruz: “İnsanlar her zaman doğru yolu ve gerçeği bulma olanağına sâhiptir. Beşeriyeti ancak ve ancak davranış, düşünce ve niyetlerinin; fedakarlık, diğerkâmlık, sabır hoşgörü, sevgi, merhamet ve şefkat gibi erdemlerle dolu olması geliştirecek ve yükseltecektir. Görülüyor ki, kendimize fedakârlık ya da öteki erdemlerin herhangi birinden doğru yaklaşsak da, iş gene dönüp dolaşıp, kişinin kendisinin eğitilmesine, bunun içinde kişinin kendi kendini tanıma kararlılığına ve cehtine girmesine gelmektedir ve her şey buna araçtır, vesiledir. Burada “kendinden” kastımız, kişinin uyumsuz ve huysuz, doğaya, ilahi irade yasalarına ve kendi gerçek doğasına uymasını engelleyen nefsidir. Kişiyi aşağı çeken, yükselmesini engelleyen, işine gelmeyen gerçekleri ört-bas eden, gerçek bağımsızlığına kavuşmasını engelleyen, dünya kuyusunun derinliklerinde rahatı arayan uyumsuz ve huysuz nefsidir. Eğitilmemiş bir nefs; içimizde bir puttan, her fırsatta bizi doğru yoldan saptırmaya çalışan bir şeytandır. Nefsini belli ölçüde eğitememiş biri, bu puta (içindeki şeytana)tapmıyorsa bile, onun güdümünde ve egemenliği altında demektir.” (Not: A.Nesefi’nin İNSAN-I KÂMİL adlı eserinde (s.46) bu konuyla ilgili güzel örnekler vardır.)

Bedenli olmaktan dolayı varlığın içine girdiği “daralma ve kararma” aslında kaçınılmaz bir durumdur. Ama ruh varlığı her enkarnasyonda bunun üstesinden gelmek için, yaşamlar boyu oluşan deneyim ve görgü birikimiyle bedenli haldeyken de sanki bedensizmiş gibi yaşamının uygulamasını yapabilir. Bu makbul durum, “beden içinde ruh olarak yaşamak” tır. Özbenliğin bedensel bende %100’e yakın bir şekilde tezâhürü demek olan bu durumu Hz. İsa, “Babam ve ben biriz.” şeklinde sözcüklere dökebilmiştir. (Bkz. THOMAS’ın İNCİLİ, Ruh ve Madde Yayınları) Varlık böyle bir uygulama içinde mensubu bulunduğu planın “kalifiye bir işçisi”; başka bir deyişle; ALLAH’ın daha şuurlu, O’na daha çok benzeyen bir kulu (“has kulu”) durumundadır.

Konumuz olan fedakârlık bu gibi varlıklar için artık bir karakter niteliğindedir. Kendilerini, öteki varlıkların gelişimleri için fedâ edercesine enkarne olurlar, her türlü ezâyı cefayı göze alarak. Bunlar bizler için ideal ve taklid edilmeye değer varlıklardır. Beşeriyet olarak gelişim yolunda pek çok kazanımlarımızı bu yüce varlıklara borçluyuz.

Bu varlıkların düzeyine yükselmek için yapılacak ve her an akıldan çıkarılmayacak olan, insanın;
v  esâsen ruh varlığı olduğu,
v  ruh varlığının bir tezâhürü olduğu,
v  ruh varlığının bedenli uygulamaları kapsamında dünyada bulunduğu,
v  yaşayarak İlahi İrade Yasalarına hizmet etmekte olduğu,
v  gelişim yolunda, giderek farklılaşmaya ve değişim içinde olduğu,
v  tüm yapıp ettiklerinin, mensubu olduğu plana ve dolayısıyla İlahi Murad’ın gerçekleşmesine hizmetten ibaret etkinlikler olduğudur. Bunlar, kuşkusuz kolay kolay başarılacak şeyler değil; hele İblis Planı’nın ve onun amellerinin son derece aktif olduğu şu devre sonunda kolay olması bir yana, açıkça ıstırabı gerektiren, bedensel / zihinsel konforumuzu bozan uygulamalardır bunlar.

Bu neden böyledir? Çünkü, fedakârlık ve ferâgat da dâhil olmak üzere; olgunlaşmak, yaşamda “pişmek”, âriflik, değişim / farklılaşma, anlayışın, şuur gelişmesi, esneklik ve uyum ve genel olarak erdemler (insâni değerler) hep “ıstırap” adını verdiğimiz türden deneyim ve hâletlerin yaşanmasından sonra geliyor. Hattâ bazı ıstıraplarımızı da fedakârlık yapamamak oluşturur. Bu konuda başarılı olan büyük inisiyelerin yaşamlarını incelediğimiz zaman (Bkz. BÜYÜK İNİSİYELER, Ruh ve Madde Yayınları), bu büyük insanların gerçekten çevrelerindeki öteki insanlar yüzünden büyük ıstıraplara dayanma gücü sergiledikleri görülür. Hattâ vefâkâr ve cefakâr bu insanlık uluları, dıştan gelen ıstıraplar kesildiği zaman; ya da gelecek olanlara karşı dayanma güçlerini artırmak için, kendilerini maksatlı ıstıraba sokmuşlardır(*) Daha doğrusu maksatlı ıstırabı bizim anladığımı anlamda; kaçınılacak, korunulacak, zararlı bir uyaran olarak değil de; gelişim yönünde yararlanılması gereken bir fırsat ve liyakat sınavı olarak kabul etmişlerdir.

İçtenlikli olarak, kendi kendisini kandırmadan, fedakârlık eylemi sergileyen bir kişi aslında verimli bir uygulama içindedir. Zâten dünya uygulama yeridir ve olabildiğince ve her şeye rağmen vicdâni yönde uygulama yaparak vicdan birim dualitesinin vazifeye yönelik üst kısmına değerler biriktirmek gerekir. Bu makbul durum Kur’an’da “Benliğini arındıranlar, barış ve hayra yönelik iş yaparlar” şeklinde ifadeye konulmuştur. (Ala 14, Enbiya 94) ve bu gibiler aynı zamanda “güzel düşünüp güzel davrananlardır”  (Enam 84).

Az yukarıda değinip geçtiğimiz “uygulama” aynı zamanda yaşamı etkin olarak değerlendirmektir. “Nasıl etkin?” diyecek olursak; duygularını arzularını kontrol altında tutarak, uyumsuz yanımız olan nefsi arındırmaya, sahte benliklerden arınmaya çalışarak yaşamaktadır. Yaşamı etkin olarak değerlendirmek, her karşılaştığımız olayı liyâkat sınavı olarak kabul edip doğru bildiğini yapmakta ısrarcı olmaktır. Yaşamı etkin olarak yaşamak; dünyanın cezp edici ve kendine bağlayıcı etkilerine karşı belli bir duyarlılık ve sakınma içinde, “kapasite artırma gayreti” içinde bulunmaktır. Burada “kapasite arttırmak” tan kastımız, gözlerin, kulakların keskinleşmesini, yâni fehim ve ferâsetin artması ve sürekliliğidir. Yaşamı etkin olarak değerlendirmek, aynı zamanda planın tesirlerine geribildirimde bulunmaktır. Bu tavır aynı zamanda “Yukarı” doğru esnemek de demek olan vicdan şerâitine(koşullarına) uymaktır. Bunun tersi tutum olan, nefsin şeraitine  uymak, içsel gelişim açısından zararda olmaktır. Bu duyarlılık da, devre sonunun rahmân ve rahîm olan şuurda uyandırıcı (kıyam ettirici) tesirine uyum kolaylığı sağlaması bakımından önemlidir. Bu makbul durum aynı zamanda “Yukarı”  doğru esnemektir ki; fedakârlık, ferâgat ve terkten sonra kazanılacak önemli bir meziyettir. Bu güzel durum, “Ne yapıyor olursanız olun, bir eliniz sürekli gökte olsun…” şeklinde sözcüklere dökülmüştür.

Hızla değişmekte olan dünyada, giderek “yoğunlaşmakta” olan zamana, aynı hızda yaklaşmakta olan yeni çağa/bilgi çağına (buna “Altın Çağ” da deniyor) uyum sağlamak zorundayız, savrulmamak için. Bunda başarılı olmanın yolu güçlü olmaktır. Bu güçlülük ise maddesel birikime gelen geçici güçlülük değil, temelinde idraklenme cehti bulunan şuurlanma donanımlı gerçek ve kalıcı güçlülüktür. İşte bunun uygulamalarından birisi de bu yazımızın konusu olan nefsâniyetten ferâgat ve (temelinde yardımlaşma ve dayanışma bilinci bulunan başkaları için) fedakârlık ve hizmettir.

Işıkları dünyanın aşkın (müteal) ufkunda belirmiş olan yeni döneme uyum için ve dolayısıyla daha az ıstırapla “uyanmak” (“dirilmek” / kıyam etmek ) için; bünyemizde “kabuk” durumunda olan her şeyin en aza indirilmesi şarttır. Bunun da gereği, sâdeleşmek, “kabuksuzlaşmak” , fedakârlık, ferâgat ve terktir. Çünkü, “merkez”e yönelebilmek başka türlü olmuyor. Buna aynı zamanda; “planlaşmak” (planda bütünleşmek), kolektiflik şuuru da demek olası… Sevgi, şefkati fedakârlık sergileme çabası içinde ve yaşamın zorluklarına bilinçli bir dayanma gücü (sabır) sergileyerek, “kabukların” pul pul dökülmesi ve yeni kabuklaşmaların önlenmesi kendini tanıma kararlılığının akıllı kişilere özgü tavrıdır. Bunu sürekli kılmak, yaşam planı uygulamasında başarılı olmanın gereğidir. Bunda kararlılık şarttır.

Sebat anlamına da gelen bu kararlılık olmaksızın dünyevî ve uhrevî (göksel, ruhsal, içsel, mânevi) hiçbir iş güzel olmaz, biliyoruz: Beşerî tarih boyunca kadîm zamanlardan günümüze dek dinlerde ve seçkin inisiyasyonlarda üzerinde en çok durulan konu bu olmuştur. Örneğin, bunun Sufizm’deki adı “sülûk” tur. Sülûk, kendi içindeki sonsuzluğu keşfede keşfede vahdete doğru gidiştir. Bedensel ben bakımından yaşamlar boyu olup durmakta olan bu olduğu gibi, varlıksal ve evrensel açıdan da durum farklı değildir: Hidrojen atomundan başlayarak, ruh varlığının “idrak vahdeti” (187) denen Ünite’ye doğru “ilerlemesi” de varlığın kendi içindeki sonsuzluğunu ve yüceliğini keşfede keşfede vahdete doğru gidişidir. (**)  Bu gidiş daha mistik bir yaklaşımla “ALLAH’ın halifesi” olma liyakatine doğru gidiştir. Varlığın, ALLAH’ın halifesi olma liyakatini kanıtlaması cehti, şimdiki gelişmişlik düzeyimize  göre, kıyam etme (şuurda uyanma) cehtidir ki; bu, tarih boyunca tasavvufun en büyük uğraşısı olmuştur. Tasavvuf gibi tüm geçkin inisiyasyonlar fedakârlık eyleminin sistemli bir şekilde öğretildiği ve uygulandığı okullar olmuştur.

Şimdi bizlerin, devresonu enkarnasyonları ve “kıyâmet işçileri” olarak bu uygulamayı olduğu gibi yaşam tarzı yapmamız gerekiyor; gelişmek, şuurlanmak ve insanlaşmak bizler için önemli ise…Bunun için yaşam, olduğu gibi bir inisiyasyon alanıdır aslında. Ayrıca, tüm yerkürenin mâbet (ibâdet yeri) olduğunu Kur’a’dan biliyoruz. Gelişmek için inisiyasyon okulu / kurumu aramaya da gerek yok; yaşamın değerini bilelim ve bu enkarnasyon olanağını idraklenme ve şuurlanma yönünde kullanalım. İçinde bulunduğumuz gelişim ortamında yaşamlar boyu yaptığımız; maddenin esâretinden kurtulup idraklenip şuurlanarak, Hakk’a ulaşmak / planımızla bütünleşmektir. Bunun adı Tasavvuf’taki “fen’a” dır ve esâsı da “terk”e , yâni “fedakârlık” a  dayanır.

Burada “terk” derken neyi kastettiğimizi daha önce de belirtmiştik ama bir kez daha yinelemekte yarar var çünkü “terk” deyince bazı çevrelerce, “terk” kavramı yanlış yorumlanır: “Terk”; evi barkı, çoluk çocuğu bırakıp; inzivaya çekilip, günleri meditasyonla, sürekli, namazla, zikirler geçirmek değil. Bu, bir zamanların uygulamasıydı. O zamanlarda bile bu uygulamayı doğru yapanlar zaman zaman halkın içine karışıp, çarşıda, pazarda bir şeylerle uğraşırlardı. İçinde bulunduğumuz devre sonunda iş daha da zorlaşmıştır, artık tüm dünya inisiyasyon alanı durumundadır ve bu ortamda; maddenin her türlü cazibesine, toplumsal koşullandırmaların, kişinin içinden çok dışa yönlendirici ve uyutucu etkisine karşın, arınmak, “temiz” kalmak, idraklenmeyi sürdürmek ve şuurlanmak durumundayız. Bunun için “terk” kapsamında eşkoşmalarımızı / tutkularımızı, duygusallıklarımızı, arzularımızı ustaca yönetip en aza indirgemek durumundayız.

Hattâ “modern” zamanların enkarneleri olarak, terk etmemiz gerekenler arasında; bu ana kadar kullandığımız gelişim araç-gerecimiz ve donanımlarımız da bulunmaktadır. Uzaya fırlatılan roketin, ilerleyebilmesi için, işi / işlevi biten bölmelerini belirli yüksekliklerde atılması gibi, biz de gelişim yolunda istikrarlı bir ilerleyiş sergileyebilmek için, kullanım süresi dolmuş gelişim araçlarımızı terk etmeliyiz. Bunlar bizleri bir üst realiteye hazırlayıcı bilgiler ve çeşitli dünyasal olanaklardı, onları zamanında bırakmazsak, zaman içinde “yürümemizi”  ağırlaştıran, hattâ yürüyemez hâle getiren köstek olurlar. Kullanım süreleri içinde oluşan alışkanlıktan ve bu alışkanlığın verdiği rahatlıktan dolayı bu “araç – gereci ve donanımı” bırakmak istemeyiz ama bunu istemeyen, onların rahatlığına ve kolaylığına alışmış olan nefsimizdir. Bu nedenle nefsin muhalefetine karşın son kullanım tarihi geçmiş olan araç – gerecimizi biraz zorlansak da “terk” etmemizde yarar vardır ki işte bu da fedakârlıktır, gelişim adına, şuurlanma ve insanlaşma adına bir şeyleri fedâ etmektir. Bu anlamda fedâ edilmesi gerekenler arasında; bir zamanlar kullanıp yararlandığımız, bilimsel ve kutsal bilgilerle inançlarımız da vardır. Bunları özümsedikten sonra; gelişim adına, şuurlanma adına fedâ etmek, “hafiflemek” ve sâdeleşmek / arınmak durumundayız.  

Tüm bunlardan dolayı şunu diyebilir miyiz: Terk edemediklerimiz; realiteden realiteye geçişimizi, zaman zaman sıçramalar yapmamızı “Yukarıya” doğru esneklik kazanmamızı engelleyen “tortulardan” , “ağırlıklardan” başka nedir ki? Söz konusu “tortular ve ağırlıklar” da; yapay ihtiyaçlar, yapay gereklikler, çıkarcılığa dayalı bencilce arzular, doymaz bir açgözlülükle toplayıp biriktirdiklerimiz ve hep kendimiz için sakladıklarımız, bu şekilde “kabuklar” oluşturup, bu “kabuklar” içinde sabitleştirip kıpırdamayacak hâle gelmemize neden olan kir, pasa, tortu ve dirençlerdir.

İşte bunlar “feda edemediklerimiz” i oluşturan durum ve ağırlıklar ile gelişim engellerimizdir. Şuurlanmamızı, “kıyam etmemizi”, yeni döneme daha üst bir realiteyle uyumlanmamızı zorlaştıran “dirençler” de bunlardır. Bu “dirençler” evrensel sevgi enerjisinin bünyemize nüfuz etmesine engel olmasının yanı sıra, tezâhür uzantıları olduğumuz planlarımızdan gelen rahmân ve rahîm olan tesire gereken tepkiyi (geribildirim) vermemizi de engeller.

Fedakârlık kapsamında birlikte gözden geçirdiğimiz tüm bu konular; duygusallık, sadeleşmek, “kabuklar” vb. vb. içinde bulunduğumuz devre sonunun şu son günlerinde daha da özel bir önemi haizdir. Çünkü hızla değişmekte olan dünya, hızla değişmekte olan zaman, hızla yaklaşmakta olan yeni döneme uyum sağlamak zorundayız, devre sonu artıklarından olmamak için… Fedakârlık ve öteki erdemlerin en doğal şekilde yaşanacağı zamanlar (binlerce yıllık devreye göre çok uzak değil. Bu nedenler, “yeni dönemin arifesindeyiz” diyoruz. Dünya beşeriyetinin tüm ilgi planlarıyla birlikte top yekûn / hep birlikte yapacağı “sıçrama hareketi” ile, yani top yekûn kıyam sürecinin tamamlanmasıyla bu yeni döneme geçilecektir. Bu “sıçrama hareketi” nden kasıt, her realite mensubunun bir üst realiteye sıçramasıdır. Bu nedenle yeni dönemde sıçrayacak olanlar, halen dünya beşerî realitelerinin en üst basamağında olanlardır ve bunların sayısı da çok az olsa gerek.

Sonuç
Fedakârlık, tamâmiyle doğru bildiğini uygulamaya dayalı bir erdemdir. Bunun, kişinin kendini tanımasıyla, nefsini eğitmiş olmasıyla ya da uyumsuz yanıyla yakından ilgisi vardır. Fedakârlık, bireysellik gelişim sürecinin tamamlanması sonucunda elde edilecek, yâni bireysellikten kurtulmasıyla ortaya çıkan bir erdemdir. Bu bakımdan seçkin inisiyasyonlar ve dinler tarih boyunca buna önem vermişlerdir. Büyük inisiyelerin, din ulularının ve ulusal kahramanların yaşamları bizler için ibretlik ve taklit edilmeye değer örneklerle doludur. Toplumsal yaşamda yardımlaşma ve dayanışma bilinci içinde bulunmada ve dolayısıyla örnek bir toplumda fedakârlığın önemi büyüktür. Fedâ edilen ve edilecek olan şeyin aslında özellikle ve öncelikle kendi; alışkanlıklarımız, hırslarımız, kinlerimiz, eş koşmalarımız, tutkulara dönüşmüş hobilerimiz, yapay ihtiyaçlarımız, gururumuz, duygusallıklarımız vb. gibi “uyumsuz yanımız” la ilgili özelliklerimiz olduğunu bilmekte yarar var.     



-------------------------------------
(***) Bu konudaki ayetler: Bakara 221, Fecr Suresi, Al-i İmran 68, sâf 14, Muhammed 7+11 
(**) Bu konularla ilgili olarak bkz. İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT sayfalar 191,187,120,121,123,146.

(*) Yazımızın akışı içinde görülecek bu rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT kitabından yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.