Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

21 Ekim 2014 Salı

UYKU(*)

UYKU(*)
Sıradan yaşamda gelip geçici şuursuzluk hallerinden biri de uykudur. Mâdem ki dünyaya bir takım deneyimler geçirmek için geliyoruz ve bu deneyimlere şuur ve irademizle girişmek durumundayız; o halde, neden dünya âtıl şuursuz ve “ölü” gibi bazı haller başımızdan geçiyor? Bu durumlar sırasında dünya deneyimlerinden geçmiyor muyuz, tamâmen kullanılmaz durumda mıyız? Araya neden bu şuursuzluk halleri, sanki “boşluklar” giriyor? Ayrıca, uyku durumu tekrardoğuş fikrine aykırı mıdır, değil midir gibi bu durumda var…

Her şeyden önce şunu anımsatmak isteriz ki, ruhun maddesel esâretten kurtulmuş ya da hiç olmazsa, spatyomda ortaya çıkmış olan “serbest şuur” hâli; kitabımızda “bağlı şuur” olarak ifadeye koyduğumuz dünya maddelerinin olanakları ve baskıları arasında tezahür eden sıradan şuur hâlinden bambaşka bir şeydir, denecek kadar geniş kapsamlıdır.

Şimdiye kadar kitabımızın değişik kısımlarında, sırası geldikçe söylendiği gibi; beyin gibi, dünya maddelerinin her an değişebilen ve herhangi küçük bir olay ile arızalanan / rahatsızlanan fâni, sabit olmayan elemanlarıyla ilgili ”bağlı şuur” hâli, ruhun ebedi varlığıyla sürüp giden genel şuur durumuna hiçbir zaman ölçü olamayacağı gibi, herhangi bir rahatsızlıktan dolayı bağlı şuur” da oluşacak değişmeler de “serbest şuur” üzerinde etkili olamaz. Şunu da anımsamak gerekir ki, bir kez madde dünyasına adımını atmış olan varlık, bu ilk adımından başlayarak kesintisiz bir şekilde sürüp giden deneyimlerine başlamış bulunur. Bu deneyimlerin kesilmesi, onun dünyadan ayrılacağı ana kadar sürer gider.

Yeryüzünde enkarne bir varlığın geçirdiği hiçbir dakika boş değildir. İster uyusun, ister çocuk hâlinde bulunsun ya da deli olsun, hasta olsun, o; sürekli bir şekilde çevresinden tesirler alır ve bu tesirler onun ruhunda görünen / görünmeyen birçok izlenimler oluşturur. Bu konuda psikoloji bilim dalı pek çok örneklerle doludur. Esasen biz de, kitabımızın daha önceki kısımlarında (degajman ve unutma kavramları karşısında) bu durumla ilgili bazı örnekler vermiştik. Şimdi konunun ayrıntılarına girmeden önce “doğal uyku” durumu üzerinde biraz duralım:

Doğal Uyku
Görünüşte ruhun tüm maddesel etkinlikleri, durmuş gibi görünen doğal / normal uykuda; birçok ruhsal melekeler, hattâ bazen uyanık durumdakinden fazla olarak etkinleşir. Bu konuda yapılmış dikkate değer ve göz ardı edilmemesi gereken deneyler vardır. Bu deneylere değinmeden önce herkesin bildiği bir olayı burada anımsatmak isterim: Genellikle insanlar istedikleri saatte uyuyabilir. Bir istatistiğe göre, insanlar ortalama 12 dakikalık bir hatâ ile bu işi başarıyla yapabilmektedirler. Bu hatâ sürekli olarak her zamanki saatten erken uyanma şeklinde görünmektedir. Doğrudan doğruya kendim yapmış olduğum denemelerim (celselerim) sırasında bu noktayla ilgili bazı bakımlardan çok dikkate değer biz gözlem ile karşılaştım. Ruhun değişik melekelerinin uyku sırasındaki etkinliğini gösteren bu gözlem bence çok öğreticidir:
Bundan birkaç yıl önce (1940’lı yılların ilk yarısı) Devlet Demir Yolları’nda görevim vardı. Bilecik’teydim. Bir gün İstanbul’da bulunmamı gerektiren önemli bir işim çıktı. Bu işimi görebilmek için, o gece İstanbul’a doğru saat 3’te geçecek olan ekspres trene yetişmeliydim. Yalnızdım ve beni o saatte uyandıracak güvenilir bir kimse de yoktu. Böyle durumlarda ara sıra yaptığım gibi, saat 2’de (trenin hareketinden bir saat önce) uyanmak kararıyla, her zaman olduğu gibi 22’de yattım. O zamana kadar yapmış olduğum denemelerin sonuçlarına güvenerek, kesinlikle zamanında uyanacağıma emin bulunuyordum. Derhal uyumuşum. Bir rüya görmeye başlıyorum: Rüyamda, uyandığım zaman saat 3 olmuş. Aklıma dün akşamki kararım ve bugün İstanbul’da görülmesi gereken önemli işim altüst olduğu fikri geliyor. “Eyvah!” diyorum. “Treni kaçırdım. Dünkü telkinlerim beni aldattı. Trene rahatça yetişmek için saat 2’de uyanmaya karar vermiştim. Oysa ki, şimdi bir saat geç uyanmış bulunuyorum. Tam trenin gelme zamanı. Ama neyleyim, ben kalkıp hazırlanıncaya kadar o gelip gidecek…” Yatakta başımı kaldırıp, pencereden dışarı bakıyorum(**). Tren istasyondan ayrılmak üzeredir. Fena halde canım sıkılıyor. Bir telkinle uyanabileceğime dâir olan kuvvetli inancım yüzünden, benim için yaşamsal bir önemi olan İstanbul’daki işimi kaçırdım, diye üzülüyorum. Öfke ve ümitsizlikle karışık bir takım sıkıcı duygular içinde tekrar uyumaya karar veriyorum. Fakat tam bu sırada kim olduğunu bilemediğim ve çok iyi tanıdıklarımdan, hattâ dostlarımdan biri olduğunu sandığım birisi ortaya çıkıyor ve bana şunları söylüyor:

“Üzülme ve uyuma. Hiçbir şey yitirmiş değilsin. Tren bir saat sonra gelecek, onunla gidersin ama seni o trene almayacaklar. Bununla beraber, sen gizlice arkadan bir vagonun içine gireceksin ve karanlık dar bir yerde gideceksin.” Bu sözlere inanmıyorum ve kendi kendime şunları söylüyorum: “Bu dost her kimse beni üzüntüden kurtarmak için böyle anlamsız saçma tesellilere kalkışıyor. Çünkü bu son trendir. Bundan sonra gelecek olan 7 treni benim işimi görmez. Ayrıca, ben bu kurumun görevlilerindenim; her trenin neresine olursa olsun binmek benim hakkımdır. Kim beni trene almamazlık yapabilir”  diyor ve uyumak üzere gözlerimi kapatıyorum.

İşte tam bu sırada gerçekten uyandım. Gördüğüm rüyamın canlı ayrıntıları ve etkisi o kadar içime nüfuz etmiş ki, ilk zamanda rüya görmüş olduğuma ya da şimdi uyandığıma inanamadım. Kendimi kontrol ettim; şimdi gerçekten uyanık bulunuyordum. Hemen saatime baktım 2’ye beş vardı. Derin bir nefes aldım; demek ki işlerimin doğurduğu heyecanla ben bu gece bir kâbus geçirmiştim ve bu kâbusta olduğu gibi akşamki telkinlerim hiç de boşuna gitmemişti. Treni kaçırmamıştım. Çünkü onun gelmesine daha bol bol bir saat vardı. Henüz bu düşüncelerim bitmemişti ki, odam birden aydınlandı ve istasyona olanca gürültüsüyle bir tren girdi. “Herhalde bu sık sık gelip geçen marşandizlerden biri. Bol zamanım var…” düşüncesinden dolayı tembel tembel başımı kaldırıp istasyona doğru baktım. Bir de ne göreyim; istasyonda duran tren yolcu treni değil mi! Oysa ki, bu saatlerde ancak bir tren vardır, o da benim beklediğim ekspres. Hemen deli gibi yataktan fırladım ama henüz giyinmeye başlarken, tren hareket etti ve İstanbul’a doğru bizim istasyonu terk etti.

Ne olmuştu, nasıl oldu da 3’te kalkması gereken bu tren bir saat önce, yani 2’de hareket etti? Çok geçmeden durumu kendi kendime açıkladım: O sıralarda saatimin yelkovanı gevşemiş bulunuyordu; ara sıra biraz ileri, biraz geri kalıyor ve umulmadık zamanlarda, zamanı yanlış gösterirdi. Demek gene bu mel’un yelkovan bir saat geri fırlamıştı ve 3 yerine 2’yi gösteriyordu. Ola ki ben akşamki telkini de bu yanlış ayara göre verdiğim için ona göre uyanmıştım. Yani bu saate göre tam zamanında uyanmıştım ama gerçekte bir saat geç kalmış bulunuyorum. Bu kez canım gerçekten çok sıkıldı ve şimdi işlerimin cidden alt üst olduğunu düşündükçe, rüyamdayken ortaya çıkan ve hâla üzerimden tesiri silinmemiş bulunan üzüntüm bir kat daha arttı ve sanki saatimi parçalayacak gibi oldum. Fakat artık is işten geçmiş ve her şey olup bitmişti. İstemeye istemeye saatimi düzelttim yani 3 yaptım ve yattım.

Artık sabaha kadar deliksiz bir uykuyla uyuyarak, iyice gerilmiş olan sinirlerimi yatıştırmak gerekiyordu. Uyuyabilmek için kafamdan tüm parazit fikirleri kovdum ve uyudum. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Uykunun içindeyken sanki birisi beni uyandırmak için dürter gibi oldu. Bu duygu ile uyandım ve çevreme baktım, kimse yoktu. Hiç de yeri olmayan bu uyanış, henüz yatışmamış olan sinirlerimin gerginliğini arttırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Fakat gene nedensiz bir duygu ile pencereden dışarı baktım. Demir yolunun görünen sonlarına doğru gözüm kayıverdi. Uzaktan, istasyona ve dolayısıyla İstanbul yönüne doğru gelmekte olan bir trenin ışığı görünüyordu. Acaba bu gelen bir marşandiz miydi diye düşündüm. Sonra otomatik bir şekilde istasyona baktım. Birkaç yolcu görünüyordu ve saat 3:55’ti. Artık ne olursa olsun hiçbir şey düşünmeden yataktan fırladım, yarım yamalak giyindim. Esasen akşamdan hazırlamış olduğum çantamı kaptığım gibi kendimi istasyona attım.

Fakat ben tüm bu işleri yapıncaya kadar; inen inmiş, binen binmiş ve tren ağır ağır hareket etmeye başlamıştı. Bu, benim beklemekte olduğum trenin ta kendisiydi. Hemen vagonlardan birinin basamağına atladım. Kapısı kilitliydi. Oradan hızla indim ve başka bir vagona yöneldim ama onun da kapısı kilitliydi. Gece olduğu için de ortalıkta kimse görünmüyordu. Hava soğuktu ve ben böyle basamakta, bir saatlik uzaklıkta olan bir sonraki istasyona kadar gidemezdim. Bu sırada tren istasyondan çıkmıştı ve giderek hızlanmaya başlamıştı. Tekrar yere indim, güçbela ve tehlikeli bir şekilde en sondaki vagonlardan rastgele birinin basamağına kendimi atabildim. Eğer bunun kapısı kilitli olmuş olsaydı ve tekrar yere atlayamayacak ve orada gitmeye mecbur kalacaktım. Çünkü tren iyiden iyiye hızlanmıştı. Bereket versin ki bu basamağın kapısı kilitlenmemişti. Derin bir nefes aldım ve içeri daldım.

İçerideydim ama burası vagon sahanlığı idi ve iç kapıları kilitliydi. Dar ve karanlık olan bu sahanlıkta gitmek dışarıda basamakta gitmekten elbette çok daha konforlu olduğundan, buna canım sıkılmadı. Çok geçmeden, bulunduğum bu vagonun lokanta vagonu olduğunu fark ettim. Kondüktörler buraya uğramadığından, ve ben de ara istasyonlarda çok az duran trenin bu kısa duruşları sırasında, inerek tekrar tehlikeli bir oyuna girişmek istemediğimden, tren büyücek bir istasyona gelinceye kadar orada yolculuğu göze aldım. Tren sabaha karşı İzmit’e yaklaşınca, lokantanın garsonları uyandı, ben de bu dar yerden kurtuldum.

Daha sonra durum anlaşıldı: Benim saatim doğruydu ve sandığım gibi yelkovan geri gitmemişti. Ancak akşam saat 19:00’da Bilecik’ten geçmesi gereken bir yolcu treni kaza sonucu rötar yapmış ve saat 2’de gelebilmişti. İşte benim ekspres sandığım ve gereksiz yere saatimin ayarını onun gelişine göre değiştirdiğim tren buydu… Asıl ekspres de tam zamanında gelmiş bulunuyordu. Demek ki ben daha önceden de rötardan haberdar olmuş bulunsaydım, saat 2’de ilk uyandığım zaman, tam zamanında davranacak ve hiçbir telaşa gerek kalmadan, rahat rahat trene yetişecektim. Bunun tersine olarak da, eğer ilk tren geçtiği zaman, onu kaçırdım diye hiç uyanmadan yatmış olsaydım, hiç yoktan ekspresi kaçırmış olacaktım. Şimdi birçok bakımdan dikkate değer bu olayın bazı noktaları üzerinde durmak isterim.

1- Akşam yatarken vermiş olduğum karar gereğince, saat 2’den beş dakika önce uyandım. Bu durum, şimdiye dek yapılmış olan birçok gözleme uygundur. 2- Uyandığım zaman, yataktan kalkıp, hazırlanmam gerekirken, gecikmiş bir yolcu treninin tam o dakika da gelişine aldanarak, şuuraltımla dosdoğru yapmış olduğum bir işi dünya şuuruyla (uyanıklık şuurunla) bozmuş ve saatimin de yanlışlığına hükmederek yeniden uyumaya karar vermiştim. Buraya kadar olan şeylerde o kadar bir sıra dışılık yoktur. Bununla birlikte , burada da açıklama isteyen konular yok değildir. örneğin, akşamdan belli bir saatte uyanmak üzere yapılan telkinle insan, hangi psikolojik otomatizmanın etkisi altında o saatte uyanabiliyor? Eğer uyku sırasında kişi âtıl ve cansız gibi duruyorsa, bu etkinlik nereden geliyor? İkinci olarak, burada hiç şaşmadan zamanı belirleyen kimdir ve bu nasıl olur?

Bundan önceki konularımızı anımsayan okuyucularıma bu konudaki durumlar yabancı gelmeyecektir. Fakat burada şu noktayı, öneminden dolayı kesin olarak vurgulamayı zorunlu görüyorum: Bu konu, ruhun varlığını ve sürekli etkinliğini tanımayan bir fikir sâhibi için açıklanabilir türden değildir. Çünkü burada yalnız bitkisel bir şekilde yaşayan bedenin atâletine karşılık, beşerî yaşamın tüm zorunluluklarını en ince ayrıntısına dek izleyen ve gerçekleştirmeye çalışan bir etkinlik / aktiflik söz konusudur. Bu etkinlik dünya işlerinin önem ve zorunluluğunu bilen ve uyumayan bir varlıkla ilgilidir ki, bu da ruh varlığıdır. Ruh varlığının bedenle ilişkisi, her zamankinden kuşkusuz daha kudretlidir. Nasıl ki, bu örnekte ben sürekli olarak saate bakmama karşın; gene de yanılmaktan kurtulamadığım halde, uyku durumundaki etkinliğimle bu işi daha kusursuz yapmış bulunuyorum.

Bununla birlikte şimdi ortaya koyacağım noktalar bu örneği daha gizemli bir görünüme sokmaktadır: 3- Akşam yatarken, 2’de uyanmam konusunda vermiş olduğum telkinin gerçekleşmesi, yani benim uygun saatte uyanabilmem eğer bir otomatizma ile olmuş olsaydı, yeniden uyuduktan sonra ve özellikle de sabaha dek deliksiz bir uyku ile uyumak konusunda vermiş olduğum karar üzerine trenin hareketinden altı dakika önce uyanmamam gerekirdi. Klasik gözlemlere uygun olan bu durum burada otomatik bir hareketi değil, belirli bir amaç uğrunda sarf edilmekte bulunan bir cehti gösterir. Bu cehit, benim o sıradaki bağlı şuurumun ters yönde cereyan etmekteydi. Çünkü benim her şeyden ümidimi kesmiş ve uyumaya karar vermiş bağlı şuurumun bu hareketine karşılık gene ben de bulunan ve trene beni yetiştirmeye çalışan bir varlığın etkinliği sürmektedir. Bu durum, insanın uykusu sırasında âtıl olmadığını ve çevresiyle ilişkileri hakkında bilgi sahibi bulunduğunu ve hatta bir takım etkinlikler gösterdiğini kanıtlar.

4) Arada geçen rüya olayında ayrıca bir öneme sahiptir. Olduğu gibi gerçekleşen başka rüyalar görmüşümdür. Fakat bu kadar canlı ve ayrıntılı bir rüya ile karşılaşmadım. Bu rüyanın bazı özelliklerini ayrıca belirtmek istiyoruz.
a) Gerçekten, aynen rüyada gördüğüm gibi ilk treni kaçırdım.
b) Bu rüyada birisi başka bir trenin geleceğini be ona yetişebileceğimi söylüyor, ben ise ikinci trenin olmadığına emin bulunarak buna inanmıyorum. Oysa ki, gerçekte; her zamankinin tersine bu durum da gerçekleşiyor. Hatta bu durum, o zaman bence o kadar olasılık dışı bulunuyor ki, ben saatimi bile değiştirmek gereğini duyuyor, rüyaya önem vermiyor ve “Uyuma!” diye yapılan uyarıya da kulak asmayarak, uykuya dalıyorum.
c) Rüyamda trene alınamayacağım, arkada karanlık ve dar bir yerde yolculuk edeceğim de bildiriliyor.
O zaman ortada buna hiçbir neden göremediğim için, buna da kulak asmıyorum. Fakat gerçekten de bir saat sonra, hiç beklemediğim bir şekilde, trenin bütün kapıları kapalı bulunuyor; birnbir güçlükle ve tehlikeler içinde, kendimi arka vagonlardan birine atabiliyor ve karanlık, dar bir yerde uzunca bir süre yolculuk etmek zorunda kalıyorum.
Bu olaylarda ortaya çıkıp belirginleşen nokta, bağlı şuurumuzun dışında etkinlik gösteren basiretli bir varlığın ifadesidir. Görülüyor ki, uykuda insan, dışarıdan görüldüğü gibi ölü gibi âtıl durumda değildir. Uykuda olan bir kimse (hatta gelecektekiler de dahil olduğu halde) olaylar karşısında,uyanık durumdakinden daha duyarlı bir hal içindedir. Kısaca bizler uyurken dünyada olup bitenlerden bağımsız ve onlara duyarsız değiliz.
Doğrudan doğruya kendimin deneyimlediği bu örnekten sonra, başka araştırmacılar tarafından toplanmış ve incelenmiş / irdelenmiş bu konuyla ilgili başka örnekler de vermek isterim: Bunlar uyku sırasında, beden organizmamızda yapılan tesirlerin asıl varlığımızda oluşturduğu izlenimleri ve hatta imajları içermektedir. Bu durum uykudaki bir kimsenin dünya titreşimlerinden etkilenmekte olduğu nu açıkça göstermektedir:
I) Uyumakta olan bir süjenin bir tüy parçası ile burnuna ve dudaklarına dokunuluyor ve süje şöyle bir rüya görmeye başlıyor: Onun yüzüne ziftten bir maske geçirmişler. Yüzüne iyice yapışmış olan bu maskeyi birden bire çekip çıkarıyor fakat maskeyle birlikte dudaklarının, burnunun ve olduğu gibi tüm yüzünün derisi de kalkıyor.
II) Uyuyan birisinin ensesini hafifçe çimdikliyorlar. Bu sırada süje rüyasında, çocukluğunda kendisini tedavi eden bir doktorun ensesine “pehlivan yakısı” yapıştırmakta olduğunu görüyor.

III) Uyumakta olan süjenin kulağının dibinde, çelik bir bıçak ile demir maşa birbirine sürtülerek, hafif bir ses çıkartılıyor. Süjenin rüyası şöyle: Çanlar çalmakta ve kendisini 1848 Haziran olaylarında yaşamakatadır. O, bu olayın tüm ayrıntısını görmektedir.
IV) Burnuna bir kolonya şişesi yaklaştırıldığı zaman uyanan bir süje kendisini Mısır’da Kahire’de bir lavantacı dükkânında görüyor ve orada bir dizi maceralar geçiriyor.
V) Bu gruba sokulabilecek benim de bir rüyam vardır: Bundan 19 yıl önce Kastamonu’da bulunurken bir gece, birinci dünya savaşının acı günlerinden birini rüyamda görüyordum: Davullar çalıyor ve 314’lülerin askere alındıklarını duyuruluyor. Fakat bu davul sesi bana o kadar acı geliyor ki, onu sanki beynimin içinde gümbürdüyor sanıyorum. Bizi palas pandıras yakalıyorlar ve burada ayrıntısına da gerek görmediğim birçok maceralar içinde savaş alanına götürüyorlar. Fakat tüm bu hengamede davulun sesi susmuyor. Bundan başka, savaş alanına geldiğim zaman, bu berbat ses top sesine dönüşüyor. Bu ses savaş alanının öteki tüm gürültülerine egemen. Sonunda bu baş belası sesin azâbı içinde uyanıyorum fakat uyanırken ve uyandıktan sonra da o sesin aynı ritimle sürüp gittiğini duyuyorum. Yalnız bu kez, o ne bir davul sesidir, ne de top  sesi. Sadece, sadece tokmağı ile vurulmakta olan kapının sesidir.
Bu rüyalar basit oldukları kadar, konumuzu aydınlatıcı içeriktedirler. Fakat bunların yanında daha karışık öyle rüyalar vardır ki, bunlar bizi bilgi alanında daha ilerilere götürürler. Bunları incelediğimiz zaman, fikir gibi bir takım yüksek titreşimli etmenlerin de uyumakta olan kimseler üzerinde izlenimler ve imajlar oluşturabildiklerini anlarız. Aşağıdaki rüya buna güzel bir örnektir.
Bunu, Paris Hastanesi cerrahlarından (operatörlerinden) Dr. Aimé Guimard şöyle anlatıyor:”Bir eylül akşamı her zanabki gibi yatağa girmiştim. Saat onbire doğru, dayanılmaz bir diş ağrısı başladı ve bu durum sabahın ikisine kadar sürdü. O günlerde, mide kanseri ameliyatı hakkında yazmakta olduğum bir kitabın son bölümüyle ilgili planı da bu ağrılar ara sıra ağrının şiddetlenmesiyle kesintiye uğruyor ve o zaman, yarın sabah erkenden komşum olan diş hekimi Dr. Martial Lagrange’e gidip, dişimi çektirmeyi düşünüyordum. İşte tüm uykusuzluğum boyunca düşüncem bu ili nokta üzerinde gidip geliyordu.
Sabah saat ona doğru diş hekimi arkadaşımın bekleme salonuna girdim. O beni görünce “İşte bu garip!” diye bağırdı ve ekledi. “Bütün gece seni rüyamda gördüm.” Ben gülerek karşılık verdim: Rüyanız inşallah benim araya karışmamla rahatsız edici ve usandırıcı olmamıştır. Yanıtladı: “Gördüğüm rüya rüya değil, tam bir kabustu: Rüyamda mide kanseri olmuşum; sen de sürekli olarak benim karnımı yarmakla meşguldün.” Doktor, uzun zamandır bu diş hekimi arkadaşı ile görüşmediğini ve onun bu kitapla ilgili hiçbir bilgisi olmadığını da ekliyor.
Bu örnekte operatör doktorun kafasından geçen ameliyat vetiresiyle ilgili fikirler, ister istemez dişçiye yansımıştır. O sırada bedeni uyuşuk ve uykuda bulunan diş hekiminin yarı serbestleşen perispirisi bu fikirlerin kolaylıkla tesiri altında kalmıştır. Biz bu tür tesirlerin beden üzerindeki tezahürlerine o kadar inanırız ki; eğer bu koşullar altında gönderilen fikirler biraz daha usulünce yönlendirilmiş olsalardı ve süje de daha derin bir degajman durumunda bulunsaydı, diş hekiminin midesinde gerçekten birtakım marazi durumlar bile belirebilirdi, diyebiliriz. Çünkü metapsişik araştırmalar kapsamında yapılmış başka denemeler bu durumun daha kuvvetli örneklerini bize göstermiştir. Nasıl ki, tahayyülün yaratıcı kâbiliyetleri ve dedüblümanın ilk bakışta doğal değilmiş gibi çeşitleri hakkında daha önce ifadeye koyduğumuz sözler de bu fikirlerle bizi doğrulamaya yaramıştır sanırız. Böylece, bazı rüyaların incelenmesiyle, insanın uyku durumunda da gündüz ki işleriyle meşgul olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Bu tür rüyalardan da bir kaçını okurlarıma sunuyorum.
1.    Yıllar önce Hudson’da büyük ve güzel bir evi olan bir dostum tarafından davet edilmiştim. Bir aralık, orada bulunan başka misafirlerle beraber bir kır gezintisine çıktık. Kırlarda epeyce dolaştık. Gezi yaklaşık bir saat kadar sürmüştü. Eve döndüğümüz zaman, bence değerli bir anısı olan altın kol düğmelerimden birisinin gezi sırasında düştüğünü fark ettim. Bunun ne zaman ve nerede yitirdiğimi elbette bilmiyorum. Hava kararmıştı. Mevsim de sonbahar olduğundan, yerler kuru yapraklarla örtülüydü. Bu yüzden kayıp kol düğmemi aramaya gerek görmedim. O gece rüyamda, bir duvar kenarındaki asmanın üzerinde kurumuş bir salkım üzüm görüyorum. Asmanın altındaki toprağın üzeri kuru yapraklarla örtülü ve bu yaprak örtüsünün altında kol düğmem sanki bana göz kırpıyor . ertesi gün uyandığım zaman, dünkü gezintimiz sırasında, böyle asmalı bir duvarın yanından geçmiş olduğumuzu anımsayamadım. Arkadaşlara sorduğumda, onlar da bunu anımsayamadılar. Kimseye bir şey söylemeden, birgün önce dolaştığımız yerleri yeniden görmek için dışarı çıktım. Dosdoğru gidiyordum. Karşıma bir duvar çıktı. Bu duvarın üzerinde bir asma ağacı yaslanmıştı ve manzarası da tıpkı rüyamdaki gibiydi. Altında, aynen rüyamdaki gibi kurumuş yaprak örtüsü vardı. Pozitif düşünen kafamla; kendimi gördüğüm rüyaya göre hareket eden bir budala yerine koymuştum. Bunun için sanki kendimden utana utana yapraklara eğildim ve onları biraz karıştırdım. Çok geçmeden altın kol düğmemin parlaklığı gözümü aldı: O, rüyada gördüğüm gibi yaprak örtüsünün altında duruyordu.

2.    Borockelbank çakısını yitiriyor, her yanı arıyor ama bulamıyor. Rüyasında, çakısının bulunduğu pantolonunu ve cebini görüyor. Sonunda çakı orada bulunuyor.

3.    Dante’nin oğlu Jaques Alighieri; babasının “Di Comediae” adlı eserinin parçalarını toplarken, bu parçalarla ilgili onüç şarkının yitirildiğini görüyor ve onları bir türlü bulamıyor. Bu duruma çok üzülen Jaques bir gece gerçekten çok güzel bir rüya görüyor. Bu rüyada babası beyazlar giyinmiş ve başı da son derece aydınlanmış (nurlanmış) olduğu halde kendisine görünüyor ve oradaki gizli bir dolapta aranılan şarkıların bulunduğu yeri ona gösteriyor. Ertesi gün Jacques rüyada gördüğü yere bakıyor ve kendi eliyle koymuş gibi buluyor.

4.    1870  yılında köprüleri ve anayolları incelemekle görevlendirilmiştim. Arasıra bu yörede olan su baskınları köprülerin durumunu tehlikeye sokuyordu. Yıllardan beri bu işlere bakmaya o kadar alışmıştım ki, bu yüzden bende oluşan kendine güven duygusundan kuşkulanmıyordum. Bununla birlikte bir gece köprülerden birinin son derece açık, seçik ve canlı bir tablosunu görüyordum. Bir ses bana rüyamda şunları söylüyordu: “Git ve o köprüyü incele”  Bunu üç kez yinelemişti. Ertesi sabah at sırtında yaklaşık 6 mil kadar uzakta bulunan o köprüye vardım. Köprünün  durumunda hiçbir anormallik yoktu. Fakat rüyamın, üzerindeki etkisi o kadar güçlüydü ki, bu durum beni dikkatli bir şekilde köprüyü incelemeye zorladı. Suyun içine girdim ve hayretle gördüm ki, su içindeki temeller akan suyun etkisiyle aşınmış ve iyice incelmiş. Hemen o günden başlayarak onarıma başlattım. Şurası muhakkak ki, eğer ben o rüyayı görmeseydim, köprünün onarımı yapılamayacaktı. Çünkü öteki köprüler arasında bu köprünün temellerinin bu duruma geldiği aklımın kıyısından bile geçmemişti.

Uyku sırasında ruhun dünya işlerine yönelik ilgisi ve etkinlikleri bazı koşullar altında o kadar ileri gidebilir ki, bunları uyanık halde iken, ancak metapsişikte kullanılan yöntemlerle ve telestezik(***) becerilerinin yardımıyla gözlemlemek olasıdır. Ruhun bu etkinlikleriyle ilgili olarak elimizde pek çok örnek bulunmaktadır. Bu etkinlikler bağlı şuurda, geleceğe yönelik olayları önceden bildirici rüyalar şeklinde ortaya çıkar. Bu yolda çalışan bilim insanları bu tür rüyalara “telepatik rüyalar” demiştir. Hepsini aktarmak bu kitabın kapsamı dışına taşacağından, örneklerden sadece bir tanesini aktarmakla yetineceğiz:
“1895 yılı başlarında Rus Donanması’nda yüksek rütbeli bir subayın hanımı madam Lukawski, bir gece kocasının inlemeleriyle uyandı. Kocası uykusunda şöyle bağırıyordu: “İmdaaat, beni kurtarın!”aynı zamanda da boğulmak üzere çırpınan bir kimse gibi çırpınıyordu. Besbelli ki, rüyasında berbat bir deniz kazası görüyor ve bunu sanki yaşıyordu. Uyandıktan sonra, karısına anlattı: Büyük bir geminin güvertesindeymişim. Bu gemi birdenbire çarparak batıyormuş. Kendisinin birden denize fırlattığını görmüş ve bir yolcuyla birlikte canını kurtarmaya çalışıyormuş ama giderekte dalgalara yeniliyormuş. Karısına bu rüyasını anlattıktan sonra, şunu da ekliyor: “Ben şimdi inandım ki, benim ölümüm denizde olacak…” O buna o kadar inanmıştır ki, sanki son günleri gelmiş bir kimse gibi, işlerini bu olasılığa göre düzenlemeye bile başlamıştı. Aradan iki ay geçti, rüyanın etkisi zayıflamaya başladı. Bununla birlikte Karadeniz’e gitmesi için bakanlıktan gelen bir emir bu etkiyi yeniden canlandırdı.    
Petersburg Garı’nda karısıyla vedalaşırken, Lukawski şunları söyledi: “Rüyayı anımsıyor musun?” Karısının yanıtı şöyle oldu: “Allah aşkına, niçin onu bana soruyorsun!” Çünkü ben geri dönmeyeceğimden ve tekrar görüşemeyeceğimizden eminim.” Madam Lukawski eşini yatıştırmaya, sakinleştirmeye çalıştı ama o, sesindeki derin bir hüzünle şunları söylemekten kendini alamamıştı: “Sen ne dersen de, kanaatim ve hissiyatım değişmeyecek ve sonumun yakın olduğunu biliyorum. Bunu kimse engellemeyecek. Evet, ben gemiyi, güverteyi, çarpışmayı ve sonumu görüyorum. Bunların hepsi yine aynen rüyamdaki gibi gözümün önünde” Kısa bir sessizlikten sonra ekledi: “Benim ölüm haberim geldiği ve sen mâtem (yas) giysini giydiğin zaman, nefret ettiğim o uzun siyah peçeyi koymamanı rica ederim.” Madam Lukawski tepki vermeye gücü yetmedi ve hıçkırmaya başladı. Tren düdüğünü haykırarak hareket zamanını haber verdi, Lukawski karısını sevgiyle kucakladı ve tren istasyonundan ağır ağır uzaklaştı gitti.   

“Madam Lukawski iki haftalık sonsuz gibi gelen bir endişenin ardından Karadeniz’de Wladimir ve Sinens adında iki geminin çarpıştığını gazetelerden öğrendi. Ümitsizlik içinde Odesa’daki amiral Zelenoi’ye kocasından bir haber almak için telgraf çekti ve şu yanıtı aldı: “Kocanızdan şimdiye kadar hiçbir haber alınmadı. Fakat şurası kesin ki O, Wladimir’deydi.” Bundan bir hafta sonra kocasının ölüm haberi geldi: Kaza sonrası Wladimir’de M.Henicke adında bir yolcu, bir cankurtaran simidiyle/ yeleğiyle denize atlamıştı. O sırada M.Lukawski’de suya düşmüştü cankurtaran simidine doğru yöneldi ama Henicke onu görünce “iki kişiyi kaldırma, ikimiz de  boğuluruz!”diye haykırmıştı. Fakat buna rağmen Lukawski simide saldırır ve yüzme bilmediğini söyler. Bunun üzerine Henicke, “o halde tutunun, ben iyi yüzücüyüm. Kendimi kurtarabilirim” dedi. Fakat tam bu sırada büyük bir dalga geldi ve onları birden bire ayırdı. M. Henicke kendini kurtarabildi fakat Lukawski mukadderatına doğru yürüdü.”
Bu rüyalar insan varlığının uyku sırasında da dünya işleriyle, hattâ uyanık durumdakinden daha basiretli bir şekilde ilgilendiğini açıkça gösteriyor. Demek ki, enkarne varlık uyurken de dünyada yaşamaktadır ve dünya deneyimlerinden ayrılmış değildir. Fakat bu durum, uyanıklıkla karşılaştırıldığında, başka bir düzende olmaktadır. Bununla birlikte, şunu da unutmayalım ki, uyku durumu dünya deneyimlerinin selameti için başka bir bakımdan zorunludur. Doğal uykudaki durumu bu şekilde gördükten sonra, biraz da yapay uykudan söz edelim:
Bu konuda yapılan denemeler (celseler / seanslar) konumuzun irdelenmesine yarayacak değerli çalışmalardır. Hipnoz durumundayken süjeye verilen telkinlerin daha sonra süjenin durumu ve hareketleri üzerinde ne kadar etkili roller oynadığına yönelik daha önceki kısımlarda (****) bazı örnekler vermiştik. Burada birkaç örnek daha vererek onları desteklemek istiyoruz. Bunları öncekilerle karşılaştırarak yeniden gözden geçirmekte yarar olabilir. Çünkü önceki örnekler şimdiki konumuzu da aydınlatıcı niteliktedir.
Doğal uykuda olduğundan daha çok ileride bir beceri ile hipnoz durumundaki süjeler uykularının birçok aşamasında dışarıdan değişik tesirler alırlar ve o tesirlerin izlenimlerini ruhlarında taşıdıklarıyla ilgili bazı tezahürler gösterirler.
1)    Mile Ce’line bir bilim kurulu karşısında somnambül durumuna getiriliyor. Bu durumdayken o, tıpkı bir hekimin yaptığı gibi, asistanlardan birçoklarını muayene ediyor, rahatsızlıklarının tanısını koyuyor ve etyolojileri, tedavileri hakkında açıklamalar yapıyor. Elbette somnabül durumundayken, bazı kimselerin sıra dışı işler yaptığını çoğumuz bilir. Bunlardan da vereceğimiz birkaç örnek işimize yarayacaktır:
2)    Bir hizmetçi olan Gassendi gece karanlıkta, üstü sürahi ve bardaklarla dolu bir tepsiyi başının üstüne koyarak son derece dar bir merdivenden hiçbir arızaya uğramaksızın inip çıkardı.
3)    Bir somnambül, gözleri kapalı olduğu halde yazı yazardı. Fakat onun bu yazıyı görebilmesi için mutlaka şamdanını yakmaya ihtiyacı vardı. O da öteki iyice aydınlatılmış olduğu halde bile o (yazabilmek için) gene de şamdanını yakmalıydı. Çevresinde bu olayı izleyenler yazısını yazarken şamdanını söndürdü. Somnambül göremez oldu ve yazısını yazamadı. Ancak şamdan yeniden yakıldıktan sonra, yazmayı sürdürebildi. Unutulmasın ki, tüm bunlar olup biterken, onun gözleri kapalıydı.
4)    Başka bir somnambül gece yarısı yatağından kalkıyor, sadece birkaç kolon ile ayakta duran tehlikeli yüksek duvarlardan ibaret bir harabeye gidiyor ve bu yüksek duvarların üzerinde, sanki geniş bir caddede geziyormuş gibi güvenle dolaşıyor.
5)    Yirmidört yaşında bir genç kadın şiddetli bir sinir krizi sonunda hastalanıyor. Bu hastalıktan sonra kendisinde doğal bir somnamnülizma durumu oluşuyor. Marazî uykusunun her başlangıcında önce şiddetli çırpınmalar geçiriyor. Bir süre sonra da somnambülizma durumu başlıyor. Fakat bu durum başlayınca o tamamen değişiyor ve hareketli bir yaşama giriyor. O ıstıraplı çırpınmalar da sona eriyor. Bu durumdayken; kitap okuyor, iş yapıyor ve özellikle hayret edilecek hızda dikiş dikiyor. Tüm bunları yaparken gözleri yarı kapalıdır. O, değişik bir hal içinde bulunduğunu o zaman biliyor ve bu sıra dışı durumun ne kadar süreceğini, bir sonraki durumun ne zaman başlayacağını ve o zaman kendisine karşı nasıl hareket edilmesi gerektiğini doğru olarak söylüyor. Bu sıra dışı durumlar; bazen birkaç saat, bazen de bir gün boyunca sürüyordu. Ama her seferinde uyandıktan sonra bu bayan hiçbir şey anımsamıyordu.
6)    Somnambül eczacının durumu metapsişikte klasik bir örnek olarak kabul edilir. Bu şahıs, uykudayken; gündüzmüş gibi işlerini görmekte ve reçetelere bakarak ilaçlar hazırlamaktaydı. Hattâ bir gün doktor, eczacının durumundan kuşkulanmış ve kasten zararlı bir reçete yazarak, öteki reçetelerin arasına karıştırır. Kendi de eczanenin bir yerinde gizlenerek, eczacının bu reçeteye nasıl bir tepki vereceğini gözlemeye koyulur. Eczacı her zamanki gibi gene uyku durumunda olduğu halde, eczaneye gelir ve reçetelere bakarak birer birer ilaçlarını hazırlamaya başlar. Sıra o reçeteye gelince, hayretle durur ve kendi kendine, “Acayip , bunu doktor nasıl yazmış olabilir… Yarın bunu doktora göstermeliyim” diyerek onu yan tarafa bırakır.

Tüm bu örnekler incelenirse, görülür ki; uyku yalnız bedenle ilgilidir ve gerçekte ruh “uyanık” durumdadır ve hatta bazı koşullar altında; bedeni, tıpkı uyanık durumdaki gibi de kullanır. Burada insanı aldatan nokta şudur: Uyku durumundayken yapılan işlerden ve alınan izlenimlerden kimsenin haberi olmaz ve bunlar sonunda ve bazı koşullar altında belli belirsiz ve çok kez dikkat çekmemiş bir rüya şeklinde normal şuura yansımış olsalar bile, akademik düşüncelere kurban giderek, gerçek değerleriyle bir inceleme konusu olmak hakkını yitirmiş bulunurlar.

Bununla birlikte, unutmanın doğal bir vetire olduğunu ve hatta dünya deneyimleri için gerekli bulunduğunu bilen bir metapsişikçi başka türlü düşünür. Onun bu düşünüşünü destekleyen kuvvetli nedenlerde vardır ki, bunların bir an önce akademik birer konu olmasını o, tüm samimiyetiyle diler. Kısaca, uyku durumunun, dünyadaki deneyimleri geçirmek fikriyle uyuşamayacağını düşünemeyiz. Çünkü uyku durumu da, dünyasal deneyimler içinde ve başka bir düzende cereyan eden ruhsal etkinliğin ortaya çıkışından başka bir şey değildir. (RUH ve KAİNAT, Cilt III, sayfalar 745-765’ten güncel Türkçe’ye çeviren : Selman Gerçeksever)    
-----------------------------------------------------
(*) Bedri RUHSELMAN’ın RUH ve KÂİNAT adlı eserinin 745-765 sayfalarından güncel Türkçe’ye uyarlanmıştır (Selman GERÇEKSEVER)
(**) Yattığım odanın pencereleri tren istasyonuna bakıyordu ve burada, uzaktan trenin gelişini bile görebiliyordum.
(***) telestezi: olayları uzktan agılayabilme. Telesteziye giren psişik yetenekler: Durugörü, duruişiti,önsezi vb. Bu yeteneklerin hepsinin genel adı…
(****) Bu konuda kitabımızın şu bölümlerine başvurulabilir: “Hipnozun fenomenik tezahürleri” , “Geçmiş yaşamları anımsamak gerekli değildir.”, “ Dedübluman olayının deneye dayalı gözlemleri” 
 


6 Ekim 2014 Pazartesi

HOTKÂMLIK ve DİGERKÂMLIK

İlâhi Nizam ve Kâinat’ta
HOTKÂMLIK ve DİGERKÂMLIK
DERLEYEN: Selman GERÇEKSEVER
Giriş
Bedenlenmiş her dünya insanında bulunan vicdan ve idrak, diğerkâmlık ve hodkâmlık kavramlarımızla yakından ilgilidir. Dünya insanının, ıstıraplı ve çetin olan dünya gelişim okulunu başarıyla bitirebilmesi için, vicdanın üst değerleriyle olan realitelerini (ki bunlardan biri de diğerkâmlıktır) hazmetmesinin önemi büyüktür. “Aydınlanma” ve “kurtuluş” olarak da ifade edilmiş olan bu makbul durum vicdanın alt değerlerinden (ki bunlardan birisi de hodkâmlıktır) kurtulmakla olasıdır. Bunun da başarılması ancak; feragat, fedakârlık ve vazife sevgisiyle gösterilecek / gösterilen idraklenme cehtine bağlıdır. Yazımızın akışı içinde ayrıntılarına gireceğimiz “iyi ve kötü ayrımı” ve bu konuda duyarlılığın gelişmedi de, idraklenme cehti içinde, hodkâmlık başta olmak üzere vicdanın alt değerlerinden unsurlarından arınmakla olasıdır. Vicdanın başta diğerkâmlık olmak üzere, olumlu elemanları / değerleri arttıkça, birey hodkâmlık nefsaniyetini yenmek için gerekli olan idraklenme cehti içine girebilecektir. Bu da uygulama ile olacak bir iştir çünkü ancak idrak edilmiş bilgi, bireyi harekete geçirir. Vicdan olumlu ve olumsuz elemanlarıyla tam bir birim düalite olarak enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine yaklaştıran kudretli bir mekanizmadır. Vicdan mekanizmasında nefsâniyet elemanlarının (parçalarının, değerlerinin) çok aşağılarındakilerden biri hodkâmlıktır. Bir birim düalite olan vicdan mekanizmasının üst değerlerinde bulunan diğerkâmlık duygusu ve duyarlılığı ise dünyanın (ve dolayısıyla hidrojen âleminin ötesindeki hedefimiz olan) Vazife Planı’na yaklaştırıcı bir üst değerdir. Vicdan, söz konusu bu olumlu / olumsuz yanlarıyla tam bir birim düalite (1) olarak enkarne varlığın idrakini vazife bilgisine yaklaştıran kudretli bir mekanizmadır.

Enerji Yoğunlaşmaları
Dünya bedeni organizmanın hâmisi durumunda olan evren varlığı da dâhil, her şey maddedir. Dolayısıyla, beşeri duygular / duygulanmalar, sevgi, feragat, fedakârlık, diğerkâmlık, hodkâmlık vb.vb. gibi kavramlar da değişik titreşim düzeyli enerji yoğunlaşmalarıdır. Bunlar da kendi aralarında değer farklanmalarına sahiptir. Örneğin, bunlardan hodkâmlık, dünya insanının gelişmişlik düzeyine (realitesine) bağlı olarak farklı kabalık düzeylerinde ortaya çıkar. Yani hodkâmlık da derece derecedir. Örneğin, sevginin hodkâmlık ile bir arada bulunan cepheleri özellikle beşeriyetin ilk devrelerinde yaygındır. Kişinin realitesi yükseldikçe (“insanlaştıkça”) sevgi; hodkâmlıktan arınır / ayrılır. Onun yerine, sevgide; feragat, fedakârlık, diğerkâmlık, şefkat egemen olur. Bunlar gelişimi yükseltici ince madde bileşimlerinin tezahürleridir.

Sevgi, olumlu yolda; diğerkâmlık cephesiyle, vicdanın vazifeye yönelik elemanlarının desteklerken ( ve dolayısıyla gelişimde hızlı ve idrakli yürüyüşü sağlarken); hodkâmlık cephesiyle de, nefsâniyetin çeşitli veçhelerini uyararak gelişimin temposunu ağırlaştırır. Bu ağırlaşmanın sonucunda; ıstıraplı gelişim koşulları ortaya çıkar. Hodkâmlığın (kaba çıkarcılık, “hep bana hep bana”) değişik tür ve görünümlerine göre birey ıstırap eprövlere ( yaşam sınavlarına) girer çıkar. Hodkâmlığın değişik türleri, beşeri yaşam ve ortamlarda ; genel anlamdaki beşeri çıkarcılığın (menfaatperestliğin) değişik görünümleri olarak ortaya çıkar. Bu durumlar hodkâmlık nefsaniyetimizi kontrol altına almak ve yenmek için bizlere sunulan ilâhi fırsatlardır. Birey “hodkâmlık nefsaniyeti” ni yenmek için gerekli olan samimi cehti sergileyebildiği oranda diğerkâmlık ortaya çıkacaktır / çıkmaktadır.

Beşeri gelişim düzeyi ne kadar aşağılarda ise, o düzeydeki sevgiye karışan hodkâmlık malzemeleri ve titreşimleri de o kadar fazla olur. Aksine, gelişim düzeyi (realitesi) ne kadar vicdan mekanizmasının üst denge düzeylerinde ise, sevgi elemanı da o oranda saf ve fazilet titreşimleriyle zenginleşmiş bulunur. Bu makbul durumun sürdürülebilmesi sonucunda vicdan mekanizmasının / birim düalitesinin nefsâniyetle ilgili elemanları / realiteleri hodkâmlıktan sıyrılıp, diğerkâmlık yollarında yürümeye başlar. Vicdan mekanizmasının değerleri artık diğerkâmlığın “yüksek” ve idrakli alanlarında oluşmaya başlar. Bu olumlu gidiş, bireydeki sevginin “vazife sevgisi” niteliği kazanıyor olmasının işaretidir.

Kıyâsın İdrakine Varmak
Hodkâmlık nefsâniyetinin yenilmesinde kıyas bilgilerinin önemi büyüktür. Birey beşeri gelişimde kendisine bir ilerleme sağlatmayacak, aksine; vebal yükletecek bir kusur işlemişse, bu uygulamanın kıyas bilgisine kendi idrakiyle varacak durumda değildir. Bu durumlarda birey söz konusu kıyasın idrâkine varabilmesine katkı sağlayacak dış yardımlara lâyık olur. Belli bir konuda “kıyasın idrâkine varabilmesi” için dış müdaheleler ona ulaşmaya başlar. Birey belli bir konudaki kıyasın idrâkine varabildiği oranda hodkâmlık nefsaniyetini yenmesi için gerekli olan gayret içine girebilecektir. Çünkü ancak idrak edilmiş bilgi bireyi harekete geçirir.

Bu cümleden olmak üzere, kusurlarımızın ıstıraplı sonuçlarıyla karşılaştıkça çektiğimiz sıkıntılara neden olan etmenin ne olduğunu ancak kıyas bilgileriyle anlayabiliyoruz. Bu ilerleme de ancak, olaylarla (“âyetlerle”le) gelen bilgilerden yararlanma becerisiyle oluyor. Aklımızı yeterince ( daha doğrusu vicdan mekanizmasının üst değerleri yönünde) işletmeyip, olaylarla gelen fırsatlardan (içsel gelişim olanaklarından) yararlanmazsak, benzer durumla ama bu kez daha kaba / şiddetli bir olayla (hattâ olaylar dizisiyle) karşılaşırız (olayların “eprövleşerek” gelmesi). O zaman canımız daha çok yanacağı için, kıyas bilgisi elde etme olasılığımız yükselecektir. Kıyas bilgisine varamamaktan dolayı, olayların; şiddetlerini artırarak (“eprövleşerek”)gelmesinin bir yararı da, geçmiş eprövlerin anılarını kıyasen yaşamaktır ki, bu da birey için kıyas bilgisine ulaşma olanağıdır. Ulaşılan her kıyas bilgisi belli bir konuda kişiyi idrake götürür. İdrak edilen bilgi bireyi eyleme ve yeni ( daha üst düzey) uygulamalara zorlar. Bu olumlu gidişin sürekliliği, hodkâmlık nefsâniyetini de giderek “eritir”

Kısaca diyebiliriz ki, yine kendi yapıp ettiklerimizin sonucu olan ıstıraplı eprövlerle karşılaşmak, bizleri kıyas bilgilerine ve bu kıyaslarımızın idrâkine zorlar. Bu idrakler bizleri sâdece hodkâmlıktan sıyrılıp, diğerkâmlığa doğru yöneltmekle kalmaz, varlığı özbilgi birikimine de katkı sağlar. Başka türlü ifadesiyle, idraklendiğimiz oranda hodkâmlıktan tamamen kurtulmasak da, hodkâmlığımızın kabalığı azalır. Hodkâmlık ne kadar azalırsa, diğerkâmlık o kadar ortaya çıkar.

Hodkâmlık nefsâniyetinde olumluya doğru gidişin bir başka görünümü de bireysel çıkarcılıktan sıyrılıp, başkalarının ve toplumun çıkarlarıyla ilgilenmeye başlamaktır. Bireysel hodkâmlıktan toplumsal hodkamlığa doğru yöneliş… İçsel gelişim bakımından bu olumlu yöneliş önce; aile, ortak ilgi grupları, dernek, vakıf vb. gibi topluluklardan başlar. Hodkâmlık nefsâniyetini inceledikçe; dernek ve vakıftan cemaate, ulusa, beşeriyete ve hatta tüm varlıklara doğru artarak genişler ki, artık ona hodkâmlık değil, diğerkâmlık demek gerekir. Bununla birlikte, gene o varlık, kendisinden (bir üst realite varlığına göre) nefsaniyet durumunda kalır.

Bir ulusun bireyleri yalnız kendi şahsi çıkarlarını hedef edinerek, öteki bireylerin aleyhinde hodkâmca çalışır, görevlerini / sorumluluklarını kötüye kullanırlarsa; her şeyden önce, o ulusta bedenlenmiş olmalarının kendilerine sağlayacağı gelişimle / insanlaşmakla ilgili kazançları elde etme şansını yitirmiş olurlar. Böylece hodkâmlık nefsaniyetinde, vicdan dengelerinin alt düzeylerine / değerlerine takılıp kalarak, yeni bir takım ıstıraplı eprövlere muhtaç durumda dünyayı hüsran içinde terk etmek zorunluluğuyla karşılaşırlar.

İyilik ve Kötülük Duyarlılığı
Dünya insanının ıstıraplı ve çetin olan dünya gelişim okulundan başarıyla ayrılabilmesi için, yapılacak şey; vicdan mekanizmasının diğerkâmlığa, vazife sevgisine bağlı olan realitelerini hazmetmeye ve nefsâniyetinin etkisiyle bırakmak istemediği hodkâmlık arzu ve açgözlülüklerinin güçlü bağlarından kendini idrakli bir şekilde kurtarma mücadelesidir. Bunun da başarısı ancak; feragat, fedakarlık ve vazife sevgisiyle gösterilecek idraklenme cehtine bağlıdır. Bu mücadelede güvenli bir gidiş, iyi ile kötünün ayırt edilmesiyle olasıdır; İyilik, vicdanın üst realitelerini; kötülük ise, vicdanın alt realitelerini ilgilendiren durumdadır. İyi olan ile kötü olan birbirinden sağlıklı bir şekilde ayırt edilebilirlerse, idraklenme için vicdan yürüyüşünü düzenlemek kolay olur.

Bu bağlamda, yapılan her işin aynı anda; hem “aşağıya”, hem “yukarıya” zarar vermemesi gerekir ve kıstas budur: Örneğin “alt taraf”a iyilik yapayım derken, “üst taraf” azarar vermek kötülüktür. Benzer şekilde, “üst taraf”a iyilik yaparken, “alt tarafı” zarara sokmak gene kötülüktür. Bu durumların ikisi de vicdan mekanizmasının dengeleriyle ilgili sorumluluk yükler bireye (Açıklayıcı örnek için bkz. İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT, sayfa 201)     

-------------------------------
(1)      Birim düalite : Âlemde her şey bir birim düalite dir. Her birim düalitenin iki zıt kutbu vardır. Bir birim dualitenin hareketlenmesi , birim düalitedeki dengenin bozulmasıyla olasıdır. Dengenin bozulması (ve hareketin ortaya çıkması) zıtlardan birinin tesir yüklenmesiyle olur. Bu değişiklik, aynı zamanda değer farklanmasıdır. İşte vicdan birim dualitesinde (mekanizmasında) korunmuş olan diğerkamlığa fazla değerin yüklenmesi dengenin olumlu yönde bozulması; hodkâmlığa fazla değer farklanmasını ve hareketi / etkinliği/ eylemi ortaya çıkarır.   

KAYNAK ESER :

İLAHİ NİZAM ve KÂİNAT, Bedri RUHSELMAN 

GÖRGÜ ve DENEYİM

“İlâhî Nizam ve Kâinat” ta

GÖRGÜ ve DENEYİM
DERLEYEN: Selman GERÇEKSEVER

İdrakin, bireyin; çevresinde olup bitenleri (ki bunların pek çoğunda kendisi layık ya da müstahak olmuştur) gözlemlenmesi ve gerekli uygulamaları yapmasıyla ilerlediğini / arttığını biliyoruz. İşte idrakin bu yolla kullanılışında ve artışında en etkili etmenlerden biri kişinin görgü ve deneyim birikimidir. Hem sağlıklı gözlem (1) yapılmasında, hem de olup bitenlerin içsel gelişim yönünden değerlendirilmesinde bireyin görgü ve bilgi birikiminin önemi / katkısı büyüktür. Enkarne varlığın, sağlıklı gözlem becerisi ve deneyim birikimiyle yaptığı bu anlamdaki değerlendirme ve uygulamalar idrak kapsamının genişlemesine katkı sağlar (127).

Sağlıklı gözlem + deneyim birikimi +  olayların ve eprövlerin (yaşam sınavlarının) derinlemesine değerlendirilmesi sonucunda idrakin artış temposu yavaş yavaş hızlanır. Bu hızlanışla gelen liyakat kapsamında yeni yeni olaylar, yaşam sınavları ve gözlem olanakları da artar. Gelişi açısından bu olumlu ve makbul gidiş, beraberinde doğal olarak idrak artışını getirecektir. İdrak birikiminin, varlıktaki ( varlığın şuur altında) (144) özbilgi birikimine katkı sağladığını ve özidrakin varlıkta oluştuğunu; ayrıca varlığın özbilgi birikiminin özidrak kanallarıyla ruha yansıdığını biliyoruz (128).

şekil-1.jpgGörüldüğü gibi, varlığın şuuraltında depolanan özbilgilerin birikimini hızlandıran ve besleyen mekanizmanın dünyadaki ucunda görgü ve deneyim birikimi bulunuyor. Bedenli yaşamda, sadece epröv, gözlem be kıyas bilgisi artışı değil; idrak artışı da, görgü ve deneyim birikimiyle varlığın daha çok işine yarayacak şekilde değerlendiriliyor. İçsel gelişim açısından bu olumlu ve makbul durum, yaşam planının başarıyla uygulanması yaşamın en iyi şekilde değerlendirilmesi anlamına geliyor. Görgü ve deneyim birikiminin ve buna bağlı olarak idrak artışının bireye sağladığı bir kazanım da; yaşamın, vicdan birim düalitesinin olumlu zıtlarında geçirilmesidir (129). Çünkü vicdana egemen durumda olan idraktir (117).

Deneyim ve Özgürlük
Şekil 1
 
Enkarne varlığın deneyim ve görgü birikiminin başka bir yan ürünü de özgürlüklerinin artışıdır: Elbette ki idraklenme cehtinin sürekliliğine bağlı olarak, görgü ve deneyim artışı özgürlüklerin artışını da beraberinde getirir.
Artık deneyimli ve görgülü varlık kendi gelişim mekanizmalarını doğrudan doğruya kendi (ya da ufak tefek yardımlarla kendi) ayarlayabilecek duruma gelmiştir. Bu deneyim birikimi, varlık için; daha az dış yardım ve müdahale ile kendi ayakları üzerinde durabilecek duruma gelmiş olmak bakımından birey için olumlu ve makbul bir puandır (165).

şekil - 2.jpgTesirler ve Deneyim Birikimi
Şekil 2
 
Varlık, sâdece dünya planında değil, dünya ötesi alanda da iki temel tesirin altında sürekli olarak bulunur: Bunlar yatay ve düşey tesirlerdir. (Şekil 2) Özellikle enkarne varlığın sürekli tesir altında bulunmasının gereklerinden biri, şimdiki konumuz olan deneyim kavramıyla ilintilidir. Birey, idraklenme cehti içinde, deneyim birikimi artırmakla ve bu birikimle (yaşam planı gereği) değişik epröv ve bilgi uygulamalarında bulunabilme kapasitesini / performansını arttırır. Enkarne varlık olan bireyin yatay / düşey tesirler altında yaşıyor olmasının öteki gerekleri de (şimdi bu derlememizin konusu olmayan) kendi yaşam sınavları, gözlemleri ve öteki varlıkların gelişimine katkı (yani hizmet) kapsamında yapıp ettikleridir. Varlığın dünyadaki bedenli yaşamıyla ilgili çizilmiş olan mukadderat planının gereklerini yerine getirmek için beden organizmasına inen tüm tesirler üst planların sürekli kontrol ve gözetimi altındadır. Bu tesirlerin en zayıflarından en güçlüsüne kadar hiçbiri rastgele anlamsız ve gereksiz değildir. Bunların hepsi, varlığın yaşam
planı gerekleri ve zorunlulukları kapsamında olan
işlerdir (186).

Realite – Deneyim Bağlantısı
Enkarne varlıklar olan bizler için içsel gelişimin, realiteden realiteye doğru bir gidiş içinde olduğunu biliyoruz. Şimdi esas konumuz olan deneyim ve görgü birikimi de dâhil, bu kavramlarla bağlantılı tüm öteki kavramlar (idrak, gözlem, uygulama vb.) içinde bulunduğumuz realite içinde olup bitiyor ve tüm bunlar bizi bir üst realiteye hazırlıyor. Belirli bir realitede, o realitenin getirdiği idrak düzeyini tutturmak için deneyimden deneyime geçerek görgüsünü arttırmaya çalışan bireyin o realiteyle ilgili bilgi birikimi kendi özvarlığında “öz bilgi birikimi” olarak toplanır.

Realiteler, özvarlıkta sonuçlandırdıkları bilgi birikimi bakımından düşünülünce, onların (realitelerinin) birbirlerini tamamladıkları da unutmamak gerekir. Bu bakımdan, her realite, bir üst realiteyi hazırlayarak, varılması gereken noktaya kadar zincirleme giden bir bütünün parçasıdır. Esâsen dünya insanının görgü ve deneyimi de, beşeri realitelerin öz varlığında (asıl kendisinde) bilgi olarak birikmiş izlenimlerinden ibarettir. Yani geçmiş bir realite, bir sonraki realiteyi hazırlarken; gelecek realitenin özbilgileri içinde o geçmiş realitenin de izlenimi bulunur. Böylece, gelecek realiteler, geçmiş realitelerin sonuçlarını içine ala ala genişler ve varlığın görgü ve deneyim birikiminin artmasına neden olan (109). Derlememiz sonlarına doğru, enkarne varlığın deneyim ve görgü birikiminde etkili olan etmenlerden söz edelim. Bunlar obsesyon ve sevgi şeklinde yaşayan eprövlerdir:

Obsesyon Deneyimi
Enkarne varlığın genel görgü ve deneyim birikiminin artmasında önemli etmenlerden biri, bireyin obsesyonla karşılaşmasıdır: Varlığın gelişiminin gerektirdiği çeşitli nedenlerden dolayı obsesyonla karşılaşması oldukça kaba bir deneyim ve ağır bir yaşam sınavıdır. Her şeyden önce obsesyonu yapacak varlığım çok “geri” ve dünyanın yoğun beşeri tabakalarına en yakın durumda olması gerekir. Böyle bir varlığın; idraki çok dar, tepeden tırnağa hodkâm, hırsları çok aşırı ve engel tanımaz durumdadır. Böyle “geri” düzeydeki bir varlıkla ortaklaşa deneyim geçirme durumunda olan bir varlığın doğrudan doğruya şuur üstü (bkz. Şekil 1) obsesif tesirlerin hedefi durumundadır. Bu nazik operasyon Yüksek İcaplar’ın kapsamında vazifeli rehberlerin yardımı ile oluşur ve gerektiği kadar sürer.

Obsesyon deneyimi geçiren varlığın şuurüstüne gelen obsesif tesirler, oradan şuurdışı kanalıyla şuur alanına inince, beyin organına egemen olur. Bu egemenliğin ileri aşamasında, obsesif tesirler şuurüstüne kadar yayılır ve obsedör varlık şuurüstü alanını da tamamen elegeçirmiş olur, onun yerine geçer. Bu durumda obsesyona tutulmuş bireyin kendi özvarlığından gelen tesirler hemen hemen kesilir, onların yerine obsedör varlığın kaba tesirleri geçer. Obsede olan kimse; obsedörü, kendi özvarlığıymış gibi algılamaya başlar (Obsesyonla ilgili daha fazla bilgi için İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ın 157+158+159+139+149. Sayfalarına bakılabilir) (157). Obsedör ile obsesyona tutulan birey arasında geçen bu ortaklaşa epröv, her iki tarafa da deneyim birikimi açısından çok verimlidir. Enkarne varlığım genel görgü ve deneyim birikiminin artmasında önemli etmenlerden biri de sevgidir:
Sevginin Deneyimlenmesi
Evrensel câzibe etkisi olan sevgi, bedenin çok ince bir kısım madde bileşimlerinin yaydıkları yüksek frekanslı titreşimlerin tezâhüründen ibarettir. Böyle bir yüksek titreşim oluşumunun bileşenlerinden biri de bireyin deneyim ve görgü birikimidir. (Söz konusu öteki etmenler ise; varlığın özbilgi birikimi, plan uygulamalarının gerekleri ve sonuçları, vazifeli varlıkların araya girmeleriyle beyin organının belirli kısımlarında oluşturulan madde bileşimleridir. Bu bileşimler şimdiki derlememizin konusu olmadığı için; onları başka bir çalışmamıza bırakarak satırlarımızı sonlandırıyoruz.

-----------------------------------------
(1)     Sağlıklı gözlem konusunda bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, sayfalar 26+62+262+281 (Ruh ve Madde Yayınları)  



14 Haziran 2014 Cumartesi

MUCİZE NEDİR?

MUCİZE NEDİR?
Hazırlayan : SELMAN GERÇEKSEVER

İçinde yaşadığımız âlem, imkânlar âlemidir; eski dilde buna “âlem-i mümkünat” denir. Yani öyle bir ortam içindeyiz ki, burada akla gelen ya da gelmeyen her şey olabilir. Bir örnek, bir ibret olmak üzere; bir numune, bir deneme olsun diye her şey burada. Fakat kimi zaman öyle olaylar da olur ki, onları açıklamakta acze düşeriz, bir türlü akıl erdiremeyiz; ne aklımız alır, ne de mantığımız. Öyle bir olaydır ki bu görme, tatma, dokunma, işitme, koklama gibi beş duyumuza hitap etmez, cihazlarımızla da ölçüp, tartamayız. Aklımız gibi duyularımızda şaşkınlık ve acz içerisindedir. Bu acizlik duygusunu kimi zaman korku, imi zaman hayranlık ve kimi zaman da mistik heyecanlar da eşlik edebilir, en aymazlarımızda dudak büküp geçer.
 
Köşeye sıkıştığımızı hissederiz, olay bütün gerçekliğiyle karşımızdadır; ama öyle unsurlar içerir ki, bilgi dağarcımızda ki malzemelerle onu bir çerçeveye yerleştiremeyiz. Sıkıştığınız köşede etrafınıza baktığınızda, gördüğünüz şeylere de benzemez. Önceden tanıdığınız, bildiğiniz olaylarla ve şeylerle bir ortak yön ararsınız; bulamazsınız. Ne nispet, ne benzeyiş vardır. Ama bir şeyleri, olayları, eşyaları ve varlıkları, başka bir şeye benzeterek idrak etmeyi biliriz. Rölatiflik, nispilik, görecelik âlemidir bizimi. Güçlü heyecanın beraberinde bir telaş sarar her yanımızı ve aczimizi gizlemeye çalışırız çoğu zaman…
 
Biz, bir’den sonra iki’nin;A’dan sonra B’nin geldiğini biliriz;biz, iki kere ikinin dör ettiğini, demir’in pamuktan ağır olduğunu, görmek için fiziksel göze, duymak için fiziksel kulağa ihtiyaç olduğunu sanırız. Duyular dışı algılamalarımız(DDA) da olduğu öğretilmemiştir okullarda! Materyalist bilgiler dışında cereyan eden olaylar bizi acze ve şaşkınlığa düşürür.
 
Biz, olayların sebep-sonuç zincirleri ile birbirine bağlı olmasına alışmışızdır. Şunun sebebi şudur; bu sonuç şu sebepten dolayı ortaya çıkmıştır deriz. Her türlü olayı ve eşyayı deterministik yasalar ile kavrar ve normal kabul ederiz. Deterministik bir işleyişin, sebep-sonuç yasasının, kozalitenin(sebeplilik), illiyet prensibinin dışında cereyan eden her olay bizi acze düşürür ve ürkütü. Bunlara “mucize” deriz. O halde mucizeye, bizi acze düşeren olaylardır, diyebiliriz.

Bildiğimizin dışında olan ve içinde bulunduğumuz sistemin yasalarına uymayan fenomenleri bir mucize kabul ederiz. Mucize örnekleri sayılmayacak kadar çoktur. Peygamberler ve velilerle ilgili mucize ve keram örneklerini sonra vermek üzere, şimdi aşağıda belirtilen ve çok kimsenin tanık olduğu “olağanüstü” sayılan fenomenleri gözden geçirelim:

Sıra Dışı Düşündürücü Olaylar
  Günümüz ileri teknolojisi, ileri bilim, madde hudutlarının dışına taşamadığı için, mucizeleri çözmekten acizdir. Örneğin, ömründe hiç lisan bilmeyen bir medyumun, hem de orta çağ Fransızcasıyla, Eski Mısır dilini konuşmasını; keza başka bir medyumun, sağ elliyle ayrı, sol eliyle ayrı tebliğler yazmasını; hatta yazıyı, aynadan düzgün okunacak şekilde tersten, aşağıdan yukarıya yazmasını, bugünkü bilim çözemez. Kavrayamaz…

Deneysel Ruhçuluk literatüründe öylesine ruhsal olaylar vardır, bir türlü maddesel görüşün dışına çıkmak isteyen ilim, ya bunları inkârla yetinir. Yahut buna gücü yetmezse, “mucizevî bir olay”; daha da olmadı, “tesadüf” deyip geçer…
 
Deneysel Ruhçuluğu bilenler için, yüksek ruhların maddeye hükmederek, pek çok metaryalizasyon olayları oluşturduklarıyla ilgili örnekler konunun literatüründedir. Bunlarla ve demateryalizasyonla ilgili birkaç olayı, bu amaçla sunalım:
1937 yılı Fransa’sında, Loire’da, Parniére isimli, küçük bir kasaba vardır. Meşhur Marie Joséephe Olayı, bu kasabada cereyan etmiştir. Olayı birçok gazeteler La Revue Spirite Dergisi de yayınlamıştır.
Bu küçük kasabada Focher Ailesinin, 11 yaşındaki çocuğundan sonra, 8 yaşında ki küçük kızı Marie Joséphe, akçiğer iltihabından ölmüştü. Küçük kızın ölümü, ailesini üzdüğü kadar, çevresini de üzmüştü. Çünkü çok sevilirdi. Geriye, anne-babayla büyükanne ve baba, bir de iki aylık bir ikiz çocukları kalmıştı. Herkesin gözleri yaşlıydı…
Mucize olay, cesedin gömülmesinden sonra, hemen ertesi gün başlamıştı.
                                                         B12

Çocuk, hastalığı süresince bir kuş tüyü yastığında yatmıştı ve ailesinin bütün ısrarlarına rağmen, bu kuş tüyü yastıktan bir türlü ayrılmamıştı. Bu yastıkta yatarken de ölmüştü.
 
Defin töreninden sonra, bu kuş tüyü yastığın içini boşaltmak istediler. Bütün olağanüstülükler de bu boşaltma işleminden sonra başlamıştı: Önce yastığın çok ağırlaştığı ve yumuşaklığını kaybettiğini anladılar. Hemen yastığın bir köşesini söküp merakların gidermek istediler: yastıktan, tüy yerine, tüylerden yapılmış, taç şeklinde, harikulade bir gül demeti çıkıverdi. İnsan eliyle yapılmasına olanak olmayan bir gül demetiydi bu.
 
Haber çevreye hemen yayılmış ve kısa bir sürede bu güller, 20.000 kişi görmüştü. Her taraftan akın akın meraklı ziyaretçiler gelmişti! Kuş tüyünden yapılmış olmalarına rağmen, dalından yeni kopmuşçasına taze ve dipdiri duran bu gül demetini, tam 33 adet gül oluşturmuştu. Çocuk ta hastalığının 33. günü ölmüştü!
 
Focher Ailesinin çok yakın ve zengin iki dostu, bu güllerden birer tane alıp, ok sağlam kapalı birer camlı kutuya koymuşlardı. Bunlardan biri o yerin en büyük mülkiye amiriydi. Güllerin kutuya kapatıldıktan ertesi günü bu tek gül 8 adet oluvermişti! Öteki şahıs ise bir barondu. Bu tanınmış baron dostun kapalı camlı kutuya kapattığı tak gülü de, ertesi günü, tam 22 taneydi!
Bu harikulade güllerin incelenmesi, görülüp değerlendirilmesi için, büyük şehirlerden, en usta kişiler çağrılmıştı… Hepside bunları insan eliyle yapılmasına imkân olmadığını söylemişti.
Bu güzellerin güzeli güllerin şaşası yanında sönük kalmış diğer olay da şuydu: Salonda iki büyük duvar saati vardı. Çocuğun öldüğü saatte, bu iki duvar saati de durmuştu!
  
Marie Joséphel’in kendi kolların da öldüğü söylenen doktorunsa, bu mucizeli ölüm için şunları söylemişti: “Ben şimdiye kadar asla böyle bir ölüm görmedim. Marie Joséphe gülerek ve kendisini karşılamağa gelmiş, bizim görmediğimiz varlıklarla konuşarak, sanki sevinçle koşan bir çocuk gibi öldü. Ben burada, herkesin bildiği can çekişme halini hiç görmedim.”
İşte Marie Joséphe mucizesi, özet olarak budur.

    Tahta Heykel
İspanya’da, 1914 yılında olmuş bir başka mucize şudur:
İspanya’da Standander yöresinde, olaydan yaklaşık 200 yıl önce dikilmiş ve tahtadan yapılmış bir İsa heykeli vardı. Bu basit heykelin boyu 1.70m. dir. Heykel 1914 yılına kadar alelade tahtadan yapılmışlığını korumuştu. Fakat günün birinde, Antonie Lopez isminde bir rahip gelip heykelin karşısında durmuştu. Heykele bakarken, birdenbire büyük bir korkuya kapılmıştı. Çünkü tahta heykelin açık duran gözleri, yavaş yavaş kapanmıştı!
 
Haber hızla çevreye yayılmıştı; İspanya dışından da gelenler tam15.000 kişi, bu heykeli ziyaret etmişti! Bu ziyaretçiler arasında her meslekten, her çevreden kimseler vardı… Heykel, tamamıyla canlı bir insan gibi, herkesin gözleri önünde, gözlerini oynatıyor; göz kapaklarını açıp kapatıyor; dudaklarını hareket ettiriyor; adalelerini geriyor, gevşetiyor; nefes alıyordu! Bu mucize olay birkaç yıl sürdü… Hitler Almanyası zamanında, bu olaydan, bütün ayrıntılarıyla ve belgelerle, Zeitschrift für Seelenleben Dergisi, uzun uzun söz etmişti.
  
Bu olaydan ayrıca söz eden Profesör Leopold Guenther şyle diyordu: “Ne yazık ki, bu kadar garip ve şayanı hayret olan bu olayı, oraya giderek, onu gören bu kadar bilgin kişinin aklına, onu fotoğraf veya filmle saptamak ve onu bilimsel bir konu yapmak fikri gelmemiştir.”

“Bednsiz” Doktorun Ameliyatı
   Bir başka mucizevî olay, Sao Pablo’da geçen, bir ruhsal ameliyattır:
Büyük salonda bulunan 40 kişiden, çoğunluğu hekimdir. Her türlü hileye karşı, akla gelebilen her türlü önlem alınmış; kapılar, pencereler sıkı sıkıya kapatılmış, kilitlenmiş ve de mühürlenmiştir.

Ameliyat, bu büyük salonun içinde ayrıca yapılmış küçük bir odada yapılacaktı. Bedensiz varlığın isteğine göre, bu küçük odada, masanın üzerine bir şişe ispirto, bir boş leğen, flaster, birazcık küçük gazlı be parçaları ile Cope’sun “Had Kadın Hastalıkları” kitabı mevcuttu. Bir küçük şişe de birazcık iyot vardı. “Bedensiz” doktor, alkolle iyot’u karıştırıp tentürdiyot yapacaktı.
Hasta ameliyat sırasınca kendisini hiç kaybetmemiştir ve hasta izlenimlerini şöyle aktardı:
“ Karnıma bastığını hissettim. Bundan sonra karnıma çok soğuk bir şey sürüldü. Bunun bir dezenfeksiyon sıvısı olduğunu algıladım. Belki bu, ameliyat olacak yere sürülmekte olan alkoldü.” Ameliyat çok kısa sürmüştü. Bir alet hastanın karnını sadece tırmalamış ve hasta ancak “oh, doktor!” diye bağırmıştı. Ameliyat bitmişti. Bir burkulmadan sonra duyulan basit bir acıdan başka bir şey yoktu.

Ameliyattan sonra odaya girildiğinde, Cope’s’un kitabının “Apandisit” bölümü açılmış duruyordu. Ve bu sayfada doktorun elinin tentirdiyot izleri vardı ki, daha önce böyle izler, lekeler yoktu kitapta. Kitabın 114. sayfasında da taze kan ile biraz sarımtırak sıvı lekesi mevcuttu. Ameliyat, kesinlikle kansız yapılmıştı. Ameliyat yerinde 2cm’lik yara izi, ispirto şişesinde de henüz çıkarılmış, 8 cm boyunda iltihaplı apandisit bulunuyordu. Psyhic Observer Dergisinde Dr. Enid S.Smith imzasıyla yayınlanan bu olay, öncesinden ve sonrasından, seri halinde fotoğraflarıyla, radyolojikman hekimlerce dikkatlice incelenmiş ve izlenmiştir.

Rahip Brother Kapp doktorların bile kendisine zaman zaman başvurdukları, İsveçli bir şifacıdır. Pek çok mucizevî şifa olayları vardır… Yıllardır astımla boğuşan hastayı; 60 yaşında, felçli sol kolunu kıpırdatamayan kadının çocuk felciyle yıllardır sakat kolunu sağlına kavuşturmasını; uzaktan şifa ile karındaki tümörü, hiç yokuş gibi silişini ve benzeri bir sürü şifa olaylarını Kapp, kısa bir sürede;”Şimdi, Tanrı’nın yardımıyla kolunu artık oynatabileceksin.” Gibi basit dualarla başaran bir şifa mucizecisiydi! Nitekim tehlikeli bir akıl hastasını bile bir anda normal haline döndürmüştü! Oysaki akıl hastası kadın, gırtlak kanserinin etkisiyle intihar eden kocasını tasallutuna uğramış bir obsesyonluydu!

Başka İlginç Örnekler
  • 12 Haziran 1872 günü Iron Mountain römorkörü, 400 balya pamuk yüklü mavnalı çekerlerken, kaşla göz arasında, hiçbir iz bırakmadan, bütün personeliyle kaybolmuştu. Bütün aramalar da hiçbir sonuç vermedi!
  •  14 Aralık 1928 günü, Danimarka muhribi Koberhaven, Montevideo limanından, şarkı söyleyerek binen elli askeri öğrencileriyle, top sesleri arasında kalkar kalkmaz kaybolmuştu! Denizin altı, üstü, her yanı aranmış, yine bir iz bulunamadan koskoca muhrip kayıplara karışmıştı!
  • 18. yüzyıl başında, İspanya’ya doğru ilerleyen 4.000 kişilik Fransız birliği de, Pirenelerde, hiçbir iz bırakmadan yok olmuştu…
  • 1958’de, Saygon’da kamp kuran 650 kişilik Fransız birliği de aynı akıbete uğrayanlardandı.
  • 10 Aralık 1939’da, Nankin’inin kuzeyinde kamp kuran Çin kuvvetleri 2988 kişilik bir birlik de kampta karavana ateşleri yanar vaziyette, tüfekleri düzgün çatılmış bir halde bulunurken mevcut değillerdi!
  • 1947’de Tahoma buzuluna düşen 32 kişilik uçaktan da kimse bulunamamıştır. Sanki uçak bom boş düşüp paramparça olmuş gibiydi!
  • 1850’de Honduras’tan kahve getiren Sea Bird gemisi, Newport limanı açıklarında gözüküp, kuzeye kaymış ve karaya oturmuştu. Gemiye çıkan ilgililer, geminin ünlü kaptanı John Durham dâhil, kimseyi bulamamışlardı! Geminin mutfağında, ateş üzerinde kahve cezvesi kaynıyordu… Fakat kimseler yoktu! Bütün gemi mürettebatı, meçhul akıbetle kaybolmuştu! Hem de kaşla göz arasında!
Yerimizin elverdiği kadar, bazı mucizevî olayları, özet halinde sunmağa çalıştık. Bermuda Şeytan Üçgeni ve benzerini de bunlara eklersek, çözümü hayli güç olaylar içinde insanın idraklenmesi ve şuurlanmasıdır…

Mucize, Evrensel Yasaların İhlali Değildir
 Maddesel ve ruhsal boyutlarıyla beraber bir gerçek vardır ki, bunu görmek için çok kültürlü olmaya, bir bilim adamı ya da yüksek sezgilere sahip bir kimse olmaya hiç gerek yoktur: Gerek mikro âlemde, gerekse makro âlemde muhteşem bir düzen ve uyum egemendir. Her olay, her varlık, her eşya büyük bir hassasiyetle işleyen yasalarla ayaktadır. Âlemimizin içerisinde nereye yönelirsek yönelelim, işleyen yasaların tezahürünü görmekteyiz. Bir atom içerisinde elektronların hareketi, bir astronomik sistemdeki küreler çeşitli hareketleri tesadüfi ve kendiliğinden olabilir mi? Aksi takdirde korkunç bir düzensizlik ve kaos ortaya çıkarak maddesel evren yok olurdu.
 
Güneş ve Dünya arasında ki uzaklık, Dünya eksenindeki meyil, yörüngelerdeki hızları belli sırları değişse, yeryüzünde ki ısı dengesi, gravitasyonel çekim alt üst olur ve canlı sfer ortadan silinirdi.
 
Kendi bedenimizi ele alalım: Bu kapalı sistem içerisinde bildiğimiz-bilmediğimiz yüzlerce yasa hükmünü sürdürmektedir, hem de birçoğu bizim irademiz dışında… Dolaşım sistemimizdeki, solunum solunum sistemimizdeki ya da sindirim sistemimizdeki yasaların iş görmemesi; fizik bedenimizin çökmesine, dağılmasına, faaliyetinin kesin olarak durması sonucunu verir.
 
Evet. Evren kusursuz işleyen yasaların bir tezahürüdür. Bilgi yoksa yasa yoksa varlık oluşum ve aksiyon da yoktur. Bununla beraber, mucize dediğimiz öyle olaylarla da karşılaşıyoruz ki, onları bildiğimiz yasalarla açıklayamıyoruz. Peki, bu olay yasaların bozulması, ihlal edilmesi sonucu mu ortaya çıkmıştır? Yani, evrensel yasaları keyfi irade ve isteklerle ya da rasgele, kendiliğinden değişebilir mi? Yasalar kaos yaratmak için mi konmuştur? Elbette ki hayır. Ne genel yasaların dışında bir olay cereyan edebilir, ne de işleyen bir yasa keyfi olarak bozulabilir.
  O halde mucize nedir? Nasıl açıklayacağız olağandışı olayları?

Evrende Mucize Yoktur…
 
Öncelikle kabul etmemiz gereken bir konu var: Evrende mucize yoktur. Ne geçmişte olmuştur, ne şimdi olmaktadır, ne de gelecekte olacaktır. Böylece gizemli, anlaşılmayan ve İlahi İrade Yasalarının kapsamı dışında cereyan eden en ufak bir olay bile olamaz ve olmayacaktır. Ne olmuşsa, ne olacaksa her şey Yasa Koruyucuları emri ve gözetimi altında olur.
 
O halde “mucize” derken, akla yasa bozucu ya da yasalar dışı garip ve anlaşılmaz olaylar gelmemelidir. Her şeyin bir nedeni, bir anlamı ve hedefi vardır. Biliyoruz ki, evren “İlahi İrade Yasaları” dediğimiz kapsamı idrakimizin üstünde olan bir yasalar topluluğu ile yönetilmektedir. İlahi İrade Yasaları dediğimiz zaman, giderek çoğalan, kabalaşan yasalar bütününü anlıyoruz. Bizim fizik evrenimizi ele alacak olursak, galaksilerin oluşumu, güneş sistemleri, gezegenler vs. hep bu yasalarla işler. Dünya üzerindeki bitki, hayvan ve insanıyla canlı kürenin faaliyeti, bedenimizin ayakta kalışı, madenler, mevsimlerin dönüşü, çiçeğin açması, elektronların hareketi vs. hep İlahi İrade Yasaları çerçevesindedir. Bildiğimiz doğa yasaları, onun bir cüz’üdür.
 
Şimdi, nereye baksak dört başı mamur bir şekilde bu veren içerisinde sanki bir ur gibi peydahlanmış, ne olduğu bilinmeyen, ya da yasaların işleyişinden kaçıvermiş mucize dediğimiz olaylara yer verilebilinir mi? Elbette ki, hayır. Fakat mucizevî diye nitelendirdiğimiz olaylar yok mudur? Vardır, fakat o olaylarda İlahi İrade Yasaları kapsamındadır ve de asla rast gele ve kendiliğinden değildir. İlahi İrade Yasalarının en büyük özelliği, değişmemeleri, sapmamaları ve birbirini cürütmemeleridir. Yani onlar rotalarından şaşmaz. Her şey İlahi İrade Yasalarıyla işler. Bir İlahi İrade Yasasının icabından, bir başka ilahi İrade Yasasını kullanarak kurtuluruz. Örneğin, ateş yakar, ama su ile ateşi söndürebiliriz. Bu durum çelişki değil, yasaların birbiriyle uyumunu ve tamamlayıcılığını gösterir. O halde mucize diye bir şey yoktur; fakat mucizevî dediğimiz olay karşısındaki aczimiz, yetersizliğimiz ve bilgisizliğimiz vardır.

Mucize, Bizce Şimdilik Bilinmeyen Yasaların Tezahürü
Konuya mantıksal açıdan baktığımızda, yaşanmış örnekleri incelediğimizde açıkça gördüğümüz husus odur ki; mucize vardır ve henüz bilmediğimiz yasalara göre vuku bulur. “Ben nedenini bilmiyorum, o halde mucize yoktur, benim bildiğim yasalar dışında bir fenomen cereyan edemez.” Demek ne kadar hatalıysa, “Hikmetinden sual olunmaz, yasayı koyan da bozan da ALLAH’tır.” deyip; aklı işletmemek, düşünmemek ve ibret almamak o kadar eksik ve tembelcedir. Elbette, her şey ALLAH’ın yasalarıyla olur, ama olanlar karşısında acz içinde kalmayı kabul etmek; bu gibi olayların altında yatan bilgiyi elde etme çabası göstermeyip, atalet içinde kalmakta insana yakışmaz. Zaten insandan istenen de aklını ve vicdanını kullanarak hayattan ve olaylardan ders alması, araştırması, bilgi ve görgüsünü artırması değimlidir? O halde her şeyi gücümüz ölçüsünde anlamaya çalışmak zorundayız ve bu cehit, gelişimin gereğidir.
 
Görülmektedir ki, mucize, bizim henüz bilmediğimiz bazı yasaların sonucu olarak ortaya çıkan olaylardır. Mucizevî olaylar da, aslında, bildiğimiz, tanıdığımız ve alışagel iğimiz olaylar kadar doğaldır; onların işleyişi de bir bilgi ve Varlıksal İlkelere dayanır. Yani kendiliğinden ve rast gele değildir; şuurlu varlıkların kullandığı öğretici bir vasıtadır.
  Herhangi bir olayı “mucize” olarak nitelendirmemizin iki olası nedeni vardır:
1-       Nadir cereyan eden olaylar olmaları:  İnsan öyle ilginç ve gizemli bir yapıya sahiptir ki; nedenini bilmese, anlayamasa bile, eğer o olay sık sık vuku buluyorsa, hele kendisine bir zararı dokunmuyorsa, ona bir süre sonra alışıyor ve önce mucize diye kabul ettiği olayı doğal karşılamaya başlıyor. Öyle ki, ne olayın nedenini araştırma zahmetine katlanıyor, ne de mucize diye kabul ediyor. Çünkü olay sık sık tekrarlanmış, zararsız olduğu anlaşılmıştır.
  
Çok cahil bir insanın, ilkel bir kabile üyesinin yanında bir teyp, bir radyo ya da televizyon çalıştırırsanız; o, bu olayı bir mucize olarak karşılayacaktır. Böyle bir şey olmuştur. Avustralya ve Afrika’daki kabileler, beyazlara ilah gözüyle bakmışlardır. Ama aynı şeyi her gün görürse, aynı olay artık sıradan bir olay haline gelecek ve kimse için mucizevî bir anlam taşımayacaktır.
  
Benzer şekilde, insanların çoğu telepat olsaydı, görünmez hale gelebilseydi, havada uçsaydı, ruhsal âlemle temas birkaç yerde görünebilseydi, bedeni terk ederek astral seyahat yapılabilseydi, su üstünde yürüyüp, istediği şekle girseydi, maddenin yapısını değiştirseydi, caddenin ortasında her gün bir UFO görseydik ve bu olaylar sık sık olsaydı; bugün mucize denen ve nadiren vuku bulan olaylar artık mucizevi diye kabul edilmeyecekti. Görülmektedir ki, mucizevi olayın nadiren cereyan etmesi ve nadir kimseler tarafından yapılması, o olaya atfedilen “mucizevi” oluşu desteklemektedir.

2-       Bilgisizlik: Olaylara mucize diye bakmanın gerçek nedeni bilgisizliktir.
Her ne kadar maddeci beşer şu ana kadar elde ettiği, daha doğrusu Yukarısının izniyle elde ettiği bilgilerle kibirleniyorsa hatta onları nefsanî çıkarlarına araç yapıyorsa da, bunlar bilinmeyenler yanında hiç kalır.
Bilgi aslında bir bütündür. Ama gene de bilgiyi a) Maddesel evren bilgisi b)Ruhsal evren bilgisi diye ikiye ayıracak olursak, biz Dünya beşeri, özellikle ruhsal bilgiler konusunda çok cahiliz ve bu cahilliğimizdir ki, mucizelerin sayısını artırmaktadır.
 
Çağımızda atom fizikçileri ve astronomi uzmanları artık mikro âlemi ve makro âlemin enginliğini ve son noktadan ne kadar uzak olduklarını kabul ediyorlar. Madenin içine daldıkça, uzayın uçsuz bucaksızlığına açıldıkça yeni parçacıklarla ve yeni galaksilerle karşılaşıyor; ve bunlar beraberinde yeni yasalar gerektiriyor. Keşfedilen enerji türleri giderek artıyor ve süptilleşiyor. Kuantum fizikçileri insan zihnini de kapsayacak bir “ortak alandan” söz ediyor.(*)
 
Ama ne yazık ki, dikkatler ruhsal âleme ve ruhsal âlemin yasalarına yeterince çevrilmediğinden, madde evrenindeki gelişmeler de bir noktada kalıveriyor ve ilerleyemiyor. Ruh ve madde bütünlüğü; ve bunlar arsındaki ilişkiler bilinmedikçe de, gerçek gelişmeden, ilerlemeden söz etmemek gerekir.
  
Her şeyden önce ruhun maddeye olan üstünlüğü, maddeye şekil verenin ruh olduğu ve bu üstünlüğü şuurlu şekilde sürdürmek için insanın kendi üzerinde çalışması gerektiği bilinmelidir.
Mucize dediğimiz olaylar, bilgisizliğimiz yüzünden mucizedir. Parapsişik fenomenler, ruh gücünün etkisiyle, fizik alanda oluşan olaylardır ve ruh unsuru olmadan bu olaylar açıklanamaz.

Mucize, Bir Üst Boyutun Yasalarının Bir Altta Tezahürü…
Varlık âlemi denince akla, sadece Dünya küresi üzerinde yaşayan biz insanlar ve diğer canlılar elbette ki gelmez. Evren bizim havsalımızın alamayacağı kadar bir genişlik ve çeşitlilik arz eder: Evrenler içinde evrenler, madde içinde madde, zaman içinde zaman, boyut içinde boyut…
  
Henüz ruh ve medde beraberliğini fark edememiş olan bilim adamları, başka gezegenlerde varlıkların yaşadığını kabul etmese de, oraları meskûndur. Hatta yeryüzünde bile başka boyutta olmak üzere yaşayan varlıklar vardır. Fakat henüz farklı boyutları ve farklı zamanları, bizler beş duyumuzla bunları algılayamıyoruz. Sınırlı duyularımızla algılayamıyoruz diye onlar elbette ki yok değildir. Unutmayalım ki elektromanyetik skalanın çok büyük kısmını(5 duyumuzla) algılayamıyoruz ama bilim, bu skalanın bir kısmını cihazlarla saptayabiliyor.
İlahi Kudret, yukarıdan aşağıya doğru(inceden kabaya doğru) iner ve giderek tezahüründeki kudret azalır. Bu kudretin tezahürü varlıkların tekâmül düzeylerine bağlı olarak ortaya çıkar. İlahi Kudret; üst planlarda, yüksek boyutlarda daha güçlü ve etkin bir haldedir. Bu kademelerin yasa sayısı da bir aşağısına göre belki iki misli az ve kapsamlıdır. Daha alt varlık planlarında ise hem yasaların sayısı artmış ve hem de tesirliliği azalmıştır. Bu icap ve bir üst, bir altın görüp gözeticisi, eğiticisi, öğretmeni, Rabbidir. Üst, alttan sorumludur.
  
Mucize konusuna bu açıdan bakacak olursak, daha iyi kavrayabiliriz. Bir üst boyutun, bir üst planın yasası, geçici de olsa bir altta tezahür ederse, bu olay alt planın varlıklarınca mucize olarak algılanır/adlandırılır. Üst boyutlara ait bir yasanın gücü ve kapsamı 2 ise, alt boyuttaki 1’dir ve hiç kuşkusuz bu yasalar, alt boyuta egemen olacak ve şaşkınlık uyandıracaktır. Açıktır ki, bu tür tezahürler amaçlıdır ve büyük bir bilgiyi de beraberinde taşırlar; yeter ki bizler düşünelim, aklımızı işletelim yeni yeni şeyler keşfedelim.
    
Mucizelerin Amacı
Biliyoruz ki, evren abes üzere kurulmamıştır. Her şey anlamlıdır, planlıdır ve bir amaç taşır. Bizim herhangi bir olayı rast gele, tesadüfî, kendiliğinden ya da saçma bulmamız, cahilliğimizden ileri gelir. Her olay, her varlık bir plan ve program üzere tezahür eder. Üstelik her şeyin ve varlığın birbirleriyle ilgisi, bağlantısı vardır. Fark etsek de, fark etmesek de bu böyledir. Bütün mevcudat ve olaylar, işleyen bir cihazın, bir bütün oluşturan birimleri gibidir. Evrende her olay, şuurlu varlıkların kontrolü ile ve bir amaca hizmet etsin diye(İlahi İrade Yasaları Çerçevesinde) vukubulur; daha doğrusu vuku buldurulur.
 
Evrende olağanüstü bir olay da olmaz. Her şey olağandır. Ne var ki, bilgisizliğimizle o olayı olağanüstü görürüz. O olayın, başka olaylarla olan bağlantısını, taşıdığı mesajı fark edemeyiz. Ama bu, bizim eksikliğimizden ileri gelir. Olay olması gerektiği gibi, en kusursuz şekliyle olmuştur, ama biz olup biteni anlamakta yetersiz kalmışızdır. Evet. Mucizevî olaylar birer mizansendir ve aşağıdaki amaçlar doğrultusunda sahnelenirler:

1-Sahipsiz değiliz:  Mucize türünden olaylar, özelikle Peygamberlerin gösterdiği mucizeler, insanın sahipsiz olmadığını, görüp gözetici bir mekanizmanın üstün bazı yasaları, bizim planımızda tezahür ettirdiğini gösterir. Mucizenin olmasında arcılık yapan da peygamberlerin kendisidir. Yüksek bir mekanizma, insanları eğitsin diye gönderdiği peygamberlerin mucize göstermelerini sağlayarak, hem onları dolaylı olarak korumakta ve hem de insanlara, görüp gözetici bir ruhsal planın varlığına işaret etmektedir. Mucizeyi yapan değil, yaptıran önemlidir.
  
Burada bir noktayı vurgulamamız gerekir: İnsanları mucizelere bakarak, ruhsal bir yönetimi fark etmeleri, esasen düşük bir düzeydir. Üstün düzeyli, üstün anlayışlı içi böylesi fizik planda tezahür eden fenomenlerle bazı gerçekleri kavraması yakışı almaz.  Mucize ile belli bir anlayış kazandırma işi, çok maddeci kafaya hitap edebilir. Ama yüksek sezgilere sahip bir varlık için bir ufacık hareket, bir ilgi kırıntısı bile anlamlar ifade edebilir. Yani maddesel kanıtlar, çok yüksek düzeyli bazı gerçekleri kavramakta bir amaç olamaz. Fakat vuku bulan bu mucizeden sonra, derin bir düşünüşle bazı bilgiler elde ediliyorsa, bu yöntem ancak o zaman makul karşılanabilir.

2- Evrenin tek efendisi ve en büyüğü Dünya insanı(beşeri) değildir: bencil beşer, doğal olarak nefsini her türlü fenomende, her sistemde merkeze ve en yüksek köşeye yerleştirecektir. Bir zamanlar Dünyayı evrenin merkezi ve kendisini de yegâne canlı ve akıllı varlık zanneden insan, mucizevî olaylar vesilesiyle, en güçlü varlığın kendisi olamadığını, kendisinden çok üstün şuurlu varlıklar sisteminin mevcut olduğunu sezebilir, çünkü aciz kalmıştır.

3- Mucizevî olaylar insanı araştırmaya yönlendirir: Kuşkusuz önce korku ve şaşkınlık yaratan mucizevî olaylar, düşünen/aklını işleten insanı bu olayların altında yatan yasaları keşfetmek üzere araştırmaya zorlayacaktır. Bu araştırma ise önce zihin düzeyinde bir etkinliği getirecektir. Çaba gösteren insan da, er ya da geç, süregelen cehdi ve liyakati oranında sorularına yanıt bulabilecektir.
 
Peygamber Mucizeleri
Peygamberlerin mucizeleri, ilerde daha ayrıntılı açılanacağı gibi, çeşitli yönleriyle önem taşır. Bu tür mucizeler peygamberleri, dolaylı olarak koruma işlevini gördüğü gibi, imana davet ettiği kimseler üzerinde derin etki oluşturan bir araçtır. Ayrıca peygamberlik gibi ağır bir görevin yapılması için varlığın sıra dışı bazı algılama ve etkinlik araçlarına sahip olması gerektiği de açıktır.  Ne var ki, onlar bu olağan dışı denen DDA(Duyular Dışı Algılama) melekelerinin kendilerinden değil, ağır vazifelerini yürütebilmeleri için Yukarı’nın bire yardımı olduğunu bilen yüksek seviyeli varlıklardır.
1-       Musa Peygamber’in Mucizeleri:
Hz. Musa en fazla mucize gösteren peygamberdir. Çünkü o devirde Mısır majları, sihir konusunda çok ileriydiler ve peygamberin elinde karşısındakilerden çok daha güçlü bir silah olmalıydı. Hz. Musa peygamberliği boyunca, kendisine verilen mucize gösterme gücünden yararlanmıştır.

Tevrat ve din tarihleri Musa’nın dokuz büyük mucize gösterdiğini yazarlar. Bunlar asa, beyaz el (yed-i Beyza), tufan, çekirgeler, bit, kurbağalar, kan, karanlı, Kızıldeniz sularının yarılması:
  • Firavun ve adamları, onu büyücülükle, yalancılıkla suçlarlar ve ona inanmazlar. Firavun, Musa peygamber’in kendi büyücüleriyle bir yarışmaya girmesini ister. Peygamber önce çekinir, fakat, Rabbi kendisine hiçbir şeyden kaçınmamasını buyurur. Bunun üzerine Musa yarışmaya katılmayı kabul eder. Firavunun büyücüleri, ellerindeki değnekleri yere attılar. Değnekler birer yılana dönüştü. Rabbi Musa’ya da elindeki asayı yere atmasını buyurunca, asa iri bir yılana dönüşerek bütün yılanları yutar.

  • Gene bir gün firavun ve çevresindekiler, Musa Peygamber’in peygamberliğine inanabilmek için, ondan bir mucize göstermesini isterler. Bunun üzerine Musa, koynuna soktuğu elini dışarı çıkarır. Eli çevreye ışık saçmaktadır. Bu mucize dolayısıyla Musa Peygamber’in elini Yed-i Beyza (en beyaz el) denir. İman gelmeyen firavun ve ona tabi olanları yumuşatmak üzere, toplum olarak birçok felaketler ve musibetlerle karşı karşıya gelirler ve her defasında onları kurtaran Hz. Musa olur.

  • Bir defasında da, şiddetle yağan yağmurlar Nil nehrini taşırmış ve Mısır’ı sular altında bırakmıştı. Ne yapacaklarını şaşıran Mısırlılar firavunun da oluruyla perişan bir vaziyette Hz. Musa’ya giderek, bu afetin kalkmasını isterler ve eğer kalkarsa iman edeceklerini bildirirler. Hz. Musa ümitlenerek bu afetin kalkması için Rabbine dua eder. Dua üzerine sular çekilir ve afet de ortadan kalkmış olur. Fakat Mısırlılar imana gelmezler, üstelik Beni İsrail’e zulmetmeye devam ederler.

  • Bunun üzerine Mısır’a çekirgeler musallat olur. Bütün ekinleri yerler ve kıtlık baş gösterir. Mısırlılar yine Hz. Musa’ya başvurarak bu belanın da kalkmasını, kalkarsa iman edeceklerini söylerler. Hz. Musa gene dua eder ve çekirge afeti ortadan kalkar.

  • Daha sonra Mısırlılar bit istilasına uğrar. Sahne gene tekrarlanır, bitler telef olur, ama Mısırlılarda değişiklik yoktur.

  • Mısırlılar bu defa daha büyük bir belaya uğrarlar. Bu bela kurbağa istilasıdır. Bu kurbağalar evleri, sokakları, mutfakları, yatak odalarını kısaca her yeri istila edip gece gündüz Mısırlıları şaşkına çevirirler. Hz. Musa bu felaketi bir duasıyla ortadan kaldırır.

  • Bir seferine de Nil dahil tüm Mısır suları kana dönüşür. Mısırlılar bir damla içecek temiz su bulamazlar. Bu ise, belalarınnın en dehşetlisidir. Güneşin yakıp kavurduğu Mısır ülkesinde halk susuzluktan yanıp kavrulur. Susuzluk tahammül edilmez olunca, son çare olarak gene Hz. Musa’ya başvururlar. Her zamanki gibi müracaatları kabul olunur.

  • Bu kez Mısır üç gün karanlık içinde kalır. Kimse kimseyi göremez; yalnız İsrail Oğullarının evleri aydınlıktır. Tekrar aydınlığı getiren hiç şüphesiz Hz. Musa’nın mucize yaratan duasıdır.

  • Hz. Musa’nın en çok bilinen mucizesi Kızıldeniz’in yarılmasıdır.
 Firavun, Hz. Musa’yı ve İsrail Oğullarını Mısır’dan sürmüş ve öldürmek üzere peşlerine düşmüştür. İsrail Oğulları çoluk çocuk ve bütün ağırlıklarıyla gittikleri için hızlı ilerleyemezler. Firavun ise seçme askerleriyle aradaki mesafeyi hızla kapatmaya çalışmaktadır. Derken Hz. Musa ve İsrail Oğulları Kızıldeniz’in kenarına varırlar, ne var ki, Firavun da iyice yaklaşmıştır. Firavun ve askerleri silahlı, Hz. Musa ve aynındakiler silahsızdır.
  
İsrail Oğulları adım adım Kızıldeniz’e yaklaşırken, Firavunla aralarında ki mesafe de giderek kapanmaktadır. Sonunda, Hz. Musa asasını denize vurur ve Kızıldeniz yarılarak önlerinde geniş bir yol açılır. Onlar karşıya vardığı sırada Firavun ve askerleri deniz kıyısına varmışlardır. Hırsla ayrılan yoldan denize dolarlar, fakat İsrail Oğulları tamamen karşı kıyıya geçtiklerinde, sular tekrar birbirine kavuşur. Firavunla beraber bütün askerleri sulara gömülür.

2- İsa Peygamber’in mucizeleri:
Hz. İsa’nın mucizeleri doğumuyla başlar: Hz. Meryem’den babasız olarak doğmuştur.   Meryem, oğlunu doğurduktan sonra, Yahudiler’in sorularıyla karşılaşacağını bildiğinden üzüntüye kapılır. Meryem bu düşünceler içindeyken henüz küçük bir bebek olan Hz. İsa, annesiyle konuşmaya ve onu teselli etmeye başlar. Meryem, açıktır ki, toplum tarafından ayıplanır ve suçlanır. Fakat o sesini çıkarmaz ve beşikteki oğlu küçük İsa’ya işaret eder. Halk, Meryem’e çıkışır. “Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz? O bize cevap veremez ki!” Fakat ummadıkları bir şey olur ve beşikteki İsa konuşmaya başlar. Halk şaşkına döner.
 
Hz. İsa, çamurdan bir kuş yapar, ona nefes üfleyerek hayat verirdi. Körlerin gözünü açar, kötürümleri ayağa kaldırır, obsesyon tedavisi yapar; hatta ölüleri diriltirdi. Hz. İsa, görmediği halde insanların ne yediğini, ne içtiğini, ne yaptıklarını bilirdi. Zihinden geçenleri anlayabilirdi. Nitekim Son Yemek’te Havarileri’nden Yahuda’nın kendisini ele vereceğini söylemişti. Havari’leri yeni iman ettikten sırada Hz. İsa’dan gökten yiyecek dolu bir sofra indirmesini isterler. Ve istekleri olur.
 
Aslında mucize denen bu olaylar, kapsamı daha dar olmakla beraber zamanımızda da cereyan etmektedir. Parapsikoloji 1930’lardan beri Duyular Dışı Algılama(D.D.A) konusunda akademik ve deneysel çalışmalarla bu olayları açıklamaya çalışmaktadır. Ne var ki, parapsikoloji mucizenin maddesel yönünü ve ruhçuluk ise asıl yönü, ruhsal yönü inceler.
 
Hz. İsa mucizelerini D.D.A açısından yeniden inceleyelim:
a) Telepati:
İncillerde Hz. İsa’nın büyük bir D.D.A Medyumu, bir Hassas Kişi olduğunu gösteren birçok olaya rastlıyoruz. Telepati Durugörü ve Kehanet fenomenleri, birçok kez tezahür ettirmiştir. Hz. İsa’nın telepati yeteneğine ilişkin olarak, İncillerde, Yazıcıların ve Ferisilerin “düşüncelerini bilmesi”nden söz edilir.
  
“Ve işte, bazı kimseler yatak üzerine inmeli bir adamı gösteriyorlar; onu içeri sokup İsa’nın önüne koymağa uğraşıyorlardı. Kalabalıktan dolayı onu içeri sokmak için yol bulamıyarak, evin damına çıktılar; kiremitlerin arasından yatağı ile ortaya, İsa’nın önüne indiler. Onların imanını görerek, İsa: Ey adam, günahların sana bağışlandı, dedi. Yazıcılar ve Ferisiler: Küfür söyleyen bu kişi kimdir? ALLAH’tan başka kim günahları bağışlayabilir? diye düşünmeye başladılar.  Fakat İsa düşüncelerini bilerek, cevap verip onlara dedi: Niçin yüreklerinizden düşünüyorsunuz? Hangisi daha kolay: Günahların sana bağışlandı, demek mi; Kalk, yürü, demek mi?”(Luka 5/18–23) Hz. İsa’nın Yazıcılar ve Ferisiler’in “düşüncelerini bilmesi”ne ilişkin bir diğer olay da gene Luka İncilinde (6/6–10)geçer.

b) Durugörü:
G.Maurice Elliott, Two Worlds dergisinde yayınlanan ve aynı adı taşıyan kitabından derlenen, “Hz. İsa’nın Psişik Yaşamı”(The Psychic Life of Jesus)adlı yazı dizisinde, Hz. İsa’nın Durugörü yeteneğinden bahsederken şöyle demektedir: “ Hz. İsa, psişik yeteneklerinin yanı sıra, durgörü yeteneğine de sahipti. Bu, kendisine, insanların karakterlerine doğrudan vakıf olma kudreti veriyordu. Anlaşıldığına göre, insanların auralarını ve düşüncelerinin, çevrelerindeki ether’in üzerinde oluştuğu etkiyi görüyordu.”  Yuhanna İncili’de, bu konu açıkça belirtilmektedir: “ Ve Fısıh’ta, bayram günlerinde Yeruşalim’de iken, yapmış olduğu alametleri göstererek çokları onun ismine iman ettiler. Fakat İsa, bütün insanları bildiği için, kendisi onlara inanmazdı; çünkü insan için kimsenin şahadetine ihtiyacı yoktu; çünkü insanda ne olduğunu o kendisi bilirdi.”(Yuhanna 2/22–25)

G. Maurice Elliott, Hz. İsa’nın, böylece, havarilerini de aynı şekilde ‘bilerek’ şetçiğini belirtmekte ve onlardaki psişik yeteneği durugörüsel olarak algılamış olması gerektiğini söylemektedir. Elliott’un, Hz. İsa’nın insanların ‘auralarını okuması’ ile ilgili olarak verdiği bir örnek de, Yuhanna İncili’nde(1/43–49) bahsedilen, Hz. İsa’nın Natanael’in karakterini bilmesi olayıdır.

Hz. İsa’nın Durugörü Medyumluğu ile ilgili birçok olay mevcuttur. Bunların, “geçmişi bilme”(retrocognition) türünden olan bir örneği ise Yuhanna İncili’nde (4/13–19) geçer. Hz. İsa, insanların geçmişlerini ve karakterlerini ‘görmesinin’ yanı sıra, uzak ya da yakın çevresindeki her şeyi de tümüyle algılayan komple bir Durugörür’dü: “Ve Ferisiler dışarı çıkıp İsa’yı nasıl helak etsinler diye, ona karşı öğütleştiler.”
“İsa bunu bilerek oradan çekildi ve çokları onun ardınca gittiler. İsa onların hepsini iyi etti.”(Matta: 12/14–15)

Hz. İsa’nın aynı kusursuzlukta bir duruişiti medyumu olduğunu belirleyen olaylar, havarilerin arasındaki “söyleşmeleri bilmesi” şeklinde geçer: “Şakirtler karşı yakaya gelince, ekmek almağı unuttular. Ve İsa onlara dedi: Sakının da Ferisiler ile Sadukiler hamurundan kaçının. Ve onlar: Ekmek almadık, diye aralarında söyleşiyorlardı. İsa da bunu bilerek dedi: Ey aza imanlılar! Ekmeğiniz olmadığından dolayı aranızda neden söyleşiyorsunuz?”(Matta: 16/5-8)

Hz. İsa’nın havarilerin, kendisini yağla mesheden kadının aleyhindeki konuşmalarını bilmesi, Matta İncili’ndeki (26/6-10) yer alan bir diğer duruişiti olayıdır.

C- Kehanet:
Hz. İsa’nın D.D.A Medyumluğunun bir veçhesini oluşturan güçlü kehanet yeteneğine İnciller’den çeşitli örnekler verilebilir. Bu örnekler, Hz. İsa’nın, olacak olanları hep önceden bildiği görülmektedir. Bunların en ilginci, belki de, Hz. İsa’nın, ‘Petrus’un inkârına’ dair kehanetidir(prekohnisyon):

“Simun, simun, işte, işte buğday gibi kalburlamak için Şeytan sizi istedi; fakat senin imanın tükenmesin diye senin için ben dua ettim ve yine döndüğün zaman, kardeşlerine kuvvet ver. O da İsa’ya dedi: Ya Rab, seninle hem zindanda, hem ölüme gitmeye hazırım. İsa dedi: Petrus, sana diyorum: Beni tanıdığını sen üç kere inkâr etmeden, bugün horoz ötmeyecek.” (Luka:22/31–34)

“İsa’yı yakalayıp götürdüler ve baş kâhinin evine soktular. Petrus da uzaktan ardınca gidiyordu. Avlunun ortasında bir ateş yakıp birlikte oturdukları zaman, Petrus onların arasında oturdu. Ve bir hizmetçi kız, Petrus’un ateş ışığında oturduğunu görerek ona dikkatle bakıp dedi: Bu adam da onunla beraberdi. Fakat o: Kadın, onu tanımam, diye inkâr etti. Biraz sonra bir başkası onu görüp dedi: Sen de onlardan birisin. Fakat Petrus: Be adam, değilim, dedi. Bir saat sonra kadar başkası: Gerçekten bu adam onunla beraberdi, çünkü Galileli’dir, diye ısrar etti. Fakat Petrus: Be adam, senin ne dediğini bilmem, dedi. Henüz söz söylemekte iken, hemen horoz öttü. Ve Rab dönüp Petrus’a baktı. Petrus, Rabbin, kendisine: Bugün ötmeden önce beni üç kere inkâr edeceksin, diye söylediği sözü hatırladı. Ve dışarı çıkıp acı acı ağladı.”(Luka: 22/54–62)

Hz. İsa’nın kehanetlerine verilebilecek başka bazı örnekler de şunlardır:

  • Hz. İsa’nın, ‘kendisini mesheden kadının İnciller vasıtasıyla anılmasına’ dair kehaneti(Matta: 36/6–13)
  • Hz. İsa’nın, ‘ele verilip çarmıha gerilişine ve kıyam edişine’ dair kehaneti (Matta: 17/22–23)
  • Hz. İsa’nın ‘Kudüs’ün mahvına’ dair kehaneti(Matta: 17/22-23).
 G. Maurice Elliott, Hz. İsa’nın Kudüs’le ilgili bu kehaneti hakkında şunları söylemektedir:

“ Kırkı yıl sonra bu kehanet yerine gelmişti. Romalı General Titus, Kudüs’ü, çevresinde tahkimat yaparak kuşatmıştı. Kuşatmadan sonra, kent ve sakinleri dehşetli bir kırıma uğramışlardı”.


D- Psikokinezi:
Hz. İsa’nın Yüce bir Fiziki Medyum olarak gerçekleştirdiği tezahürler, fiziki medyumluğun kapsamına giren PK, levitasyon gibi fenomenlerin birer Görkemli Örneğidir:

Hz. İsa’nın PK Medyumluğu denildiğinde, sınırlı bir telekinezi tarzında(-yani, objelerin, temas edilmeden hareket geçirilmeleri şeklinde-)değil de, daha ziyade genel bir ’zihnin maddeye hakimiyeti’ tarzında oluşturulan PK olayları söz konusu olmaktadır. Bunların arasında, Hz. İsa’nın bir incir ağcını kurutması(Matta: 21/18–22); fırtınayı dindirmesi(Matta: 8/23–27); Barnabas İncili’nde(189) geçen “Güneşi durdurması” olaylarını sayabiliriz.

Hz. İsa’nın bir incir ağacını kurutması, Matta İncili’nde şu şekilde anlatılır:

“ Ve İsa sabahleyin şehre dönerken acıktı. Yol kenarında bir incir ağacı görüp ona geldi; ancak yapraktan başka onda bir şey bulmadı; ve İsa ona dedi: Artık senden ebediyen meyva çıkmasın. Ve incir ağacı hemen kurudu. Şakirtleri bunu görünce: İncir ağacı, hemen nasıl kurudu! Diyerek şaştılar. İsa cevap verip onlara dedi: Doğrusu size derim: Eğer imanınız olup şüphe etmezseniz, yalnız bu incir ağadına olanı yapacak değilsiniz, fakat bu dağa: Kalk, denize atıl, derseniz, olacaktır. Ve dua iman ederek her ne dilerseniz alacaksınız.”

“ Günümüzde, incir ağaçlarını “derhal kurutabilen” kurutabilen bir kimse var mıdır? Evet- hem de aynı psişik kuvveti(PK gücünü) kullanarak.”

Bu satırları yazan G. Maurice Elliott, ‘ağaç kurutma fenomeni’ hakkında şu açıklamaları yapmaktadır:

“Dr. Alexander Cannon, ‘Görünmeyen Tesir’ adlı kitabında, Hz. İsa’nın bir incir ağcını kurutmuş olduğuna gerçekten inanıp inanmadığını ve böyle bir fiili bugün için bir ‘mucize’ olarak mütalaa edip etmeyeceğini soran ünlü bir profesörden bahsetmektedir. Profesör, daha sonra, Dr. Cannon’u civardaki bir bağ götürür. Bağda bulunan yaşlı bir ağaca şöyle seslenir: ‘İyi yaşadın; hayatın fırtınalarına göğüs gerdin… Şimdi öl ve artık canlanma!’  Ağaç derhal kurur…

Dr. Cannon ve başkaları, ağacın kurumuş halini ve kurumayı kastetmiş olan fotoğrafları incelemişlerdir. Dr. Cannon, şöyle demektedir: ‘İncir ağacının sadece bir emirle kurumasına sebep olan, Hz. İsa’nın zihniyetiydi. Bu “mucize”, günümüzde, Hindistan ve Tibet’in, ücra yerlerinde, Tanık olduğum üzre, sık sık gerçekleşmektedir.”

“Bir insanın zihni, bir ağacın kurumasına nasıl sebep olmaktadır? Dr. Canon, Hz. İsa ile ilgili olarak, şunları yazıyor: ‘(Hz. İsa,)bedenin vibrasyonlarını incir ağacından neşrolan vibrasyonlara dikkatlice ayarlamak suretiyle, emir verebilmiş ve (ağacı) kendisine itaat attirmişti.’”

E- Levitasyon:
Hz. İsa, havarilerin gözleri önünde, suyun üzerinde yürüyerek, ‘levitasyon’ fenomeninin Yüksek bir Örneğini vermiştir:

“Ve İsa şakirtleri hemen kayığa binmeye ve halkı salıverinceye kadar kendisinden önce karşı kıyıya geçmeye zorladı. Ve halkı salıverdikten sonra, dua etmek için dağ ayrıca çıktı; akşam olunca, oraya yalnız başına idi. O sırada kayık denizin ortasında dalgalarla dövüşmekte id; çünkü yel onlara karşı idi. Ve gecenin dördüncü nöbetinde, İsa denizin üzerinde yürüyerek yanlarına geldi. Fakat şakirtler, onu denizin üzerinde yürürken görünce: Bu bir hayalettir, diye şaşırdılar ve korkudan bağırdılar. Fakat hemen İsa: Cesur olun, benim, korkmayın, diyerek onlara söyledi. Petrus ona cevap verip dedi: Ya Rab, eğer sen isen, suların üzerinde sana gelmemi emret. Ve İsa: Gel dedi. Petrus da kayıktan inip İsa’ya gelmek için suların üzerinde yürüdü. Fakat yeli görünce korktu ve batmaya başlayarak: Ya Rab, beni kurtar! Diye bağırdı. İsa hemen elini uzatıp onu tuttu ve kendisine dedi: Ey az imanlı, neden şüphe ettin? Onlar kayığa çıktıkları zaman, yel dindi. Kayıkta olanlar: Gerçekten sen ALLAH’ın Oğlu’sun, diye ona tapındılar.”(Matta: 14/22–23).

F- Apor:
Hz. İsa’nın da öteki peygamberler gibi, Apor Medyumluğu sayesinde ‘bolluk mucizeleri’ ve ‘apor olayları’ oluşturduğunu görüyoruz. İnciller’de geçen apor olayları şunlardır:

Beş bin erkeğin doyurulması” olayı(Markos: 6/36–44) (27)
Dört bin erkeğin doyurulması olayı”(Matta: 15/32–38) (27).
“Büyük balık avı” (Luka: 5/1-7).
Bir diğer büyük balık avı” olayı ise Yuhanna İncilin’de(21/1-6) şöyle geçer:

“Bu şeylerden sonra, İsa, Taberiye gölü kenarında yin şakirtlere(çamıha gerilişten sonra) kendisini gösterdi ve böylece gösterdi. Simun Petrus, Didimus denilen Tomas, Galile’nin Kana şehrinden Natanael, Zebedi’nin oğllları, ve onun şakirtlerinden başka ikisi birlikte idiler. Simun Petrus onlara: Balık avına gidiyorum, dedi. Ona: Bizde seninle geliriz dediler. Çıkıp kayığa bindiler; o gece bir şey tutmadılar. Artık gün doğarken, İsa kıyıda durdu; fakat şakirtler İsa olduğunu bilmediler. Ve İsa onlara dedi: Çocuklar, bir yiyeceğiniz var mı? Ona: Hayır, diye cevap verdiler. O da onlara dedi: Ağı kayığın sağ yanına atın, bulursunuz. Bunun üzerine attılar ve balıkların çokluğundan artık ağı çekmiyorlardı.”

Levi İncilin’de (1), bir başka Apor olayı olan ‘suyun şaraba çevrilmesi’, vakası yer alır:

“İsa, bir kenarda durup sessiz düşünürken, anası geldi ve ona: Şarap tükendi; ne yapacağız, dedi. Ve İsa ona dedi: Şarap nedir ki? Üzümlerin tad verdiği sudan ibarettir. Ve üzümler nedir? Üzümler, tezahür ettirilmiş olan belirli düşünce türlerinden ibarettir ve ben o düşünceyi tezahür ettirebilirim ve su, şarap olacaktır. İsa, hizmetçileri çağırdı ve onlara dedi: Müritlerim, taştan yapılma altı su küpü, bunların her biri için bir küp getirin ve onları ağızlarına kadar suyla doldurun hizmetçiler(her biri iki veya üç metriti(28) alan)su küplerini getirdiler ve onları ağızlarına kadar doldurdular. Ve İsa, kudretli bir düşünceyle, etheri, tezahür etmiş olanlara ulaşıncaya harekete geçirdi ve işte, su kızardı ve şaraba dönüştü.” (Levi: 70/8–13)

Yüzyıllar sonra, Hz. Mevlana da, suyu yiyeceğe dönüştürme şeklinde, aynı türden bir apor olayı oluşturacaktı…

G- Transfigürasyon:

Hz. İsa’nın fiziki Medyumluğu’nun bir tezahürü de, ‘materyalizasyon’ fenomeni kapsamına giren ‘Transfigürasyon’ olayıdır:

“ Ve vaki oldu ki, bu sözlerden sekiz gün kadar sonra, Petrus, Yuhanna ve Yakup’u beraberinde alıp dua etmek için dağa çıktı. Dua ederken yüzünün görünüşü başka oldu, ve esvabı ak ve çok parlak oldu. Ve işte, iki kişi onunla konuşuyorlardı; bunlar Musa ve İlya idiler ki, izzetle görüp, yakında Yeruşalim’de vaki olacak intikalini söylüyorlardı. Fakat Petrus ve onunla beraber olanlara uyku bastı. İyice uyandıkları vakit ise, İsa’nın cemalini ve kendisiyle beraber duran iki Kişiyi gördüler. Ve vaki oldu ki, onlar İsa’nın yanında ayrılırlarken, Petrus ne söylediğini bilmeyerek İsa’ya dedi: Üstat, bizim için burada bulunmak iyidir; biri sana biri Musa’ya ve biri İlya’ya üç çardak kuralım. Petrus bunları söylerken, bir bulut geldi, onlara gölge saldı ve buluta girerken şakirtler korktular, Buluttan: Seçtiğim oğlum budur, onu dinleyin, diye bir ses geldi. Ve ses geldiği vakit, İsa yalnız bulundu. V onlar sustular ve o günlerde kimseye gördüklerinden bir şey söylemediler.”(Luka: 9/28–36)

G. Maurice Elliott, ‘Trasfigürasyon’ olayının analizini şu şekilde yapmaktadır:

“(Transfigürasyon sırasında) Dört Medyum mevcuttu. Bunların En Yüce’si olan Hz. İsa, demateryalize olmuştu… Kendisini, Spritüel Beden’in ihtişamı içerisinde göstermişti: ‘… Yüzü güneş gibi parladı ve esvabı ışık gibi ak oldu…’ Kuşkusuz, üzerinden atmış olduğu bedenin unsurları, Hz. Musa ile İlya’nın materyalize olmalarına kısmen katkıda bulunmuştu.

“Üzerine uyku basmış olan ‘Petrus, Yuhanna ve Yakup, derin bir transa girmişlerdi ve onlardan ‘psişik güç’ alıyordu. Bu Üç Medyum, ‘iyice uyandıklarında’, yani transtan çıktıklarında, Üç Peygamberi, ihtişam içerisinde, bir arada dururken görmüşlerdi. Ne var ki, psişik güç, giderek etkisini yitiriyordu: ‘…Onlar Hz. İsa’nın yanından ayrılırken…’
…………………………………….
(*) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. KUANTUM BİLGELİĞİ VE TASAVVUF, Doc.Dr.Haluk BERKMEN