Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

25 Nisan 2021 Pazar

Yaşam ile ölümün döngüsel doğasındaki gizem...

 

Yaşam ile ölümün döngüsel doğasındaki gizem...

ÖLÜM İLE “YOK” OLAN BEDENDİR, RUH VARLIĞI YOK OLMAZ.

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

İNSAN bir yanıyla, fizikokimyasal yasalara bağlı olarak değişen ve sonunda ölüm ile toprağa karışan; bir öteki ve asıl yanıyla ölümden sonra da var olmayı sürdüren ruh varlığıdır. Bu arada, “Dünya yaşamına veda etmek” ya da “ahiret yurduna yürümek” de denen ölümden sonra var olmayı sürdüren yanımız RUH değildir. Ruh, evren üstüdür, bedenin içinde ruh olmadığı gibi, evrende de ruh yoktur(*). Ruh,  ALLAH’ın yalnız kendisine özgü olan tasarrufu ile meydana gelmiş olan tek bir enerji çekirdeğidir.”(Sadıklar Planı Tebliğleri, celse 43) Dünya bedeniyle birinci derecede bağlantısı olan; ruh değil, ruh varlığıdır(öz benlik).

 

Ölümden önceki bedensel ben, nasıl maddelerle ilgili bir yapı ise, ölümden sonraki yanımızın da öylece maddelerle ilgili bir tezâhür olduğunu deneysel ruhçuluk literatüründen biliyoruz. Kendini bilmezlikten, insanın gerçek doğasından habersizlikten/bilgisizlikten kaynaklanan cahillikle kimileri kendini bedenden  ibâret sanır ve ölüm ile yok olacağı yanılgısı içindedir. Bu şekilde kendinin bedenden ibaret olduğu yanılgısı içinde yaşayanlara (kadîm Sufi bilgeliğinde) “ceset olarak yaşayanlar” denir.

 

Oysa, ölüm denen geçişle “yok olan” bedendir; aslında beden için de; “yok olmak” değil, “aslına dönmek” demek daha doğru olur. Çünkü beden, dünyasal elementlerden yapılmış bir organizmadır, ölüm ile öz benlik-beden ilişkisi kesilince, beden/ceset toprağa gömülerek( ya da bazı geleneklerde olduğu gibi yakılarak) elementlerine ayrılır, toprak olur, kül olur, duman olur... Bu anlamda, beden için de yok olmak söz konusu değil, aslına dönüş söz konusudur. O bedeni bir ömür boyu canlı tutmuş olan ruh varlığı var olmayı ebediyen sürdürür ve belli bir süre sonra gelişim ihtiyaçlarına göre ve belli bir yaşam planıyla yeniden bedenlenir.

 

Bu durum yaşam ile ölümün ebediyen sürüp giden döngüsel doğasıdır. Bu nedenle ölüm üzücü/üzelecek bir şey değildir. Elbette ölen bir yakınımızın arkasından sevinecek değiliz ama genel geçer âdetlere/geleneklere uyumsuz düşmemek adına üzülsek de; bu gerçeği hemen  anımsamak, bilgiye yönelik minnettarlığın ve bilgeliğin gereğidir. Kısaca, ölüm üzücü/üzülünecek bir şey değil; üzücü olan, çoğu kimsenin ceset olarak yaşıyor, yani aslında “yaşamıyor” olmasıdır. Kendinden habersizlik varlıksal bir cehalettir. Tüm kadim inisiyasyonların ve kutsal vahy ile gelen öğretilerin ana temasının odağında kendini bilmek vardır.

..............................................

(*) Bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT

 

10 Nisan 2021 Cumartesi

YARI İDRAKLİ GELİŞİM DÜZEYİNDE ENKARNE VARLIĞI DOĞRU YOLDA TUTMANIN ZORLUĞU

 YARI İDRAKLİ GELİŞİM DÜZEYİNDE ENKARNE VARLIĞI DOĞRU YOLDA TUTMANIN ZORLUĞU

Hazırlayan: Selman Gerçeksever

Gelişim süreci içinde beşeri kusurlardan arınmak, böylece idraklenmek, şuurlanmak ve giderek biraz daha dünya okulundan mezun olmaya lâyık düzeye gelmek için yaşamlar boyu sanki didiniyoruz. Bu varlıksal uğraşımızda, deneyimlediğimiz sıkıntılı, hattâ azap şiddetindeki olaylar da dâhil her şey biz  varlıkların gelişimi için birer araç ve fırsat. Bu gidişin ilâhî düzene uygun olarak sürmesi için de Sebep-Sonuç Yasası(nedensellik, determinizm, illiyet ilkesi) her an devrede. Dünya gelişim okulundan mezun olup, yarı süptil arasata(1) adım atabilecek liyakate ulaşmak için beşeri kusurlardan ve “yarı idraklilik”ten(2) kurtulmak gerek. Bizleri bu varlıksal hedeften uzak tutan kusurlarımızı yinelememek için, doğru yola yönlendirici ya da bizleri doğru yolda tutucu uyaranlarla hep karşılaşırız. Bu uyaranlar, vicdan sesimiz başta olmak üzere, devre boyunca beşeriyete kutsal metinlerle gelen uyarılar, seçkin inisiyatik öğretilerin bilgileri, beşeri yasalar(hukuk düzeni), çevremizde olup bitenler vb.

Söz konusu uyaranları önemsediğimiz ve bunlardan ders aldığımız sürece doğru yolda, varlıksal ve evrensel hedefimize ulaşma yolunda başarılı sayılırız ama bunun tersi durumda ise giderek şiddetlenen ve eprövleşerek gelen uyaranlara, sıkıntılı telafilere, hattâ azap düzeyindeki uyaranlara müstahak oluruz. Tüm bunlar gelişim yolunda, beşerî kusurlarımızı telâfi vesileleri ve fırsatlarıdır. Devre boyunca beşeriyet, peygamberler ve bu düzeydeki bilgeler aracılığıyla sürekli uyarılmıştır. Bu ilâhî uyarılara aldırış etmeyen bireylerin/toplumların deneyimlediği azap düzeyindeki telâfiler hep anlatılmıştır. Bunların hepsi ve her şey ilâhî yadım kapsamında bizlerin iyiliği(varlıksal kazanımı, idraklenmesi, şuurlanması ve insanlaşması) içindir.

Kişi yapıp ettiklerinden dolayı azap verici telâfi ile karşılaşmadan önce, daha hafif sıkıntılarla(uyaran ve uyarılarla) karşılaşır ki, bunları yukarıda belirttik. Bu durum Kur’an’da şöylece ifadesini bulmuştur: “Belki dönüp yola gelirler diye, onlara büyük azaptan önce, kesinlikle daha yakın bir azabı da tattıracağız.“(Secde 21). Dolayısıyla esas olan azap değil, insana eziyet etmek değil; kusuru yinelemekten vazgeçip, doğru yola dönmektir. Görülüyor ki, esas olan, varlıkları “doğru yol”da, hak yolunda tutmak, cezalandırmak, eziyet etmek değildir. Burada doğru yol/hak yolu, yaşam planına uygun yaşamak, bu planın(Yukarı’ya verilen sözün) gereğini yetine getirmektir. Nefsin kandırmacalarıyla(iğvasıyla) ya da toplumsal koşullandırmalarla hak yolundan sapmış olan enkarne, kusurlar sarmalı içinde giderek daha büyük veballerle/telâfilerle karşılaşmaması, azap verici telâfinin sıkıntısını deneyimlememesi için sürekli uyarılır(vicdan sesi, çeşitli dikkat çekici olaylar, çevremizdeki bireylerin uyarıları, yasalar vb.)

Tüm bu yardımlardan amaç, varlığın; dünya gelişim okulunu bitirip, “yarı süptil arasat”a(1) adımını atabilecek liyakate ulaşmasıdır. Bu hedef, şimdilik dünya beşeriyeti olan bizler için en önemli varlıksal hedeftir. Yüzyıllar boyunca bu varlıksal hedefe aday olma liyakatine ulaşmak için sayısız kez enkarne olmaktayız.

....................................................

(1)      yarı süptil Arasat: İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, 307 ve devamı.

(2)      Yarı idraklilik: a.g.e.syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197. 

 

ÖZ BENLİK BEDEN İLİŞKİSİNDE UYUM

 

 ÖZ BENLİK BEDEN İLİŞKİSİNDE UYUM

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

İnsan, ruh varlığının(öz benliğin) organik bedenle olan ilişkisinden doğan geçici bir birim düalitedir(1). Öz benliğin, bedeniyle karşılıklı ilişkisi, “organ-organizatör ilişkisi”(2) görünümündedir. Elbette bunların her ikisi birden, evren üstü ruhun evrendeki tekâmül araçlarıdır. Burada varlık organizatör, beden ise organizmadır. Bu yapılanma içinde, bir bakıma, bedenin”efendisi” olan öz benlik, (toplam gücünün 7/8’lik kadarıyla) bedeni değer farklanması işleyişiyle(mekanizmasıyla)(3) yönetir. Bir insan bedeni onlarca organın, milyarlarca hücrenin ve bedenin kendi hücrelerinden  daha fazla sayıda bakterinin gelişim ortamıdır. Organların ve onları oluşturan hücrelerin ve bakterilerin de elbette kendi öz benlikleri vardır ve bunlar da birer ruh varlığıdır. Bu hâliyle insan bedenine “mikro kozmos” denmesi hiç de yersiz değildir. Beşerî bedenin bu yapısı ve yapılanması üzerine, yüzlerce branşıyla koskoca bir tıp bilimi ortay çıkmıştır.

Tıp bilimin; bedenin tamamı, organların yapısı ve organlar arasındaki akıllara durgunluk veren etkileşim ve iletişim sâdece bu konunun öğrencilerinin değil, bedeniyle ve insanın beden ötesi doğasıyla ilgilenen sıradan insanları bile hayretten hayrete düşürmüştür. Örneğin, sâdece şu örnek bile düşündürücü değil midir:  Organlarla ilgili olarak yeni koşullara uyum konusu. Bunların her birinde birer yaşamsal işlev ve amaç gizlenmiştir. Herhangi bir varlığın çevresi ile olan ilişkileriyle ilgili koşullarda değişiklik ortaya çıkınca, yeni koşullara uygun bir takım morfolojik oluşumun o varlıkta belirmeye başladığını görüyoruz. Bu durumun en iyi örneğini yeni doğan bebekler verir. Anne rahmindeki bir bebeğin dışarıdan oksijen olarak kanını temizlemeye gereksinimi yoktur. Çünkü o yavru saprofit olarak annesinin kanı ile beslenir. Bu nedenle ana rahmindeki bebeğin kan dolaşımı oluşumu başkadır.

Dünyaya gelmiş bebeklerde sağ ve sol kalbin birbiriyle bağlantısı olmadığı halde; henüz doğmamış olanlarda, bu iki kalp kısmı birbirine açılmaktadır. Bu durumda, bunların sağ kalplerindeki kanlar doğrudan doğruya sol kalplerine geçer. Oysa, bebekler doğar doğmaz iş değişir: Artık o, kendi kanını ciğerleri aracılığıyla kendisi temizleyecektir. Bunun için de ciğerlerini çalıştırması gerekir. Onun sağ kalp kanı, önce olduğu gibi ciğerlere uğramadıktan sonra sol kalbe girmez. Böyle olmasaydı, bebek yaşamazdı. Bu gereksinimi karşılamak için ana rahmindeyken, açık bulunan iki kalp arasındaki delikler doğumda kapanır.

Organların ve tüm bedenin yeni koşullara uyum konusu, bunların hepsini görüp gözeten ve yöneten öz benliğin beklide en önemli işidir. Evrensel ve varlıksal bağlamda, uyum konusu ruh varlığının yeni bir işe/aşamaya geçmeden önce atması gereken ilk adımdır. Örneğin, varlık(öz benlik) yeniden bedenlenmeye karar verdiği zaman, hemen enkarne olmaz, uzunca bir süre rehber varlıklarını gözetiminde imajinatif ortamlarda bebeklik uygulamaları yapar. Daha büyük kapsamda olmak üzere, dünya okulunu(hidrojen âlemini) bitiren varlıklar hemen vazife planında gözlerini açmazlar, yarı süptil arasatta, vazife planına uyum etkinlikkeri içeren bir süreç geçirirler(3).

Tüm bunlara ek olarak varlığın uyum etkinlikleri konusunda evrensel Tedric Yasası’nı da unutmamak gerek. İlâhî İrade Yasalarından Tedric Yasası, varlığın ve tüm birim düalitelerinde başarılı uyumlar gerçekleştirmesi için ilâhî bir nimettir. Evende her şey tedrîcen olur ve zamanı geldiğinde tamamlanır/ortaya çıkar.  

..................................

(1)     Birim düalite: madde formu için bkz.:  İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 22,24,26,44,98,222.

(2)     (2) organ-organizatör ilişkisi için bkz.:  a.g.e., syf. 89,91

(3)     Sevgi planının, varlığı vazife planına hazırlayıcı işlevi konusunda bkz.: a.g.e., syf. 311

 

 

 

 

6 Mart 2021 Cumartesi

EVRENSEL GELİŞİM KERVANINDA BİR VİRÜS

 EVRENSEL GELİŞİM KERVANINDA BİR VİRÜS

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) resmi kararıyla Covid-19 olarak adlandırılan salgın

ve bu salgının kahramanı coronavirüsün hızlı değişimi dünya gündemindeki yerini sürekli korumaktadır.. Hem insan hem hayvan bedenlerinde bulunabilen ve büyük bir virüs ailesinin bir parçası olan Coronavirüsler zarflı ve tek iplikli RNA virüslerdendir. Coronavirüsler (RNA virüsleri) içerisinde 30.000 bazla, en uzun genoma sahip virüs grubudur.(1)

Corona virüsün neden olduğu covid 19 salgını, çeşitli haberlerle dünya basınındaki yerini 2019 aralık sonlarından beri korumakta. Örneğin, şu haberi birlikte okuyalım: “ İngiliz hükümetinin bilim kurulu, korona virüsünün ülkede iki mutasyonu daha bulunduğunu ve bunlardan birinin 'endişe verici' olduğunu açıkladı. İki mutasyonun da Güney Afrika ve Brezilya varyantlarıyla benzerlik taşıdığı belirtildi.”(2) Bizlerle aynı gelişim ortamını, hatta bedenlerimizi paylaşan bu basit varlık, içinde bulunduğu gelişim düzeyinde değişimini hızla gerçekleştirmekte; bu arada, bizlere çeşitli hâletler yaşatarak, dayanma gücümüzü zorlayarak bizlerin de gelişimine katkı sağlamaktadır. Esâsen yaratılmış olup da değişmemek söz konusu değil; amorf maddeden(3) başlayarak ve değişerek dönüşerek gelişimimizin bu aşamasına gelmiş olan bizler de; bilgilerimize göre büyük bir olasılıkla, bir zamanlar ve bir süre corona virüs gibi RNA’lı bedenenlere enkarne durumdaydık ama o bedenlere çakılıp kalmadık elbette. Ebediyetler kadar uzun süreçler içinde değişerek, dönüşerek ve de gelişerek bu günlere geldik. Şimdi, “corona” adını verdiğimiz bu ruh varlığı da aynı yolu izlemekte.

2019’un sonlarından beri dünya gündeminde yerini koruyan ve “corona” olarak adlandırdığımız virüs bedenine enkarne olan varlık da kendi gelişim süreci içinde bizimle aynı gelişim mekânını paylaşır duruma gelmiş ve daha da ilginci, değişimini hızlı olarak gerçekleştirdiği mekân, beşerî bedenler ve bazı hayvan bedenleri... Elbette gelişip, dönüşüp, değer kazanmak onun da hakkı ama bizim de sağlıklı yaşama hakkımız var. Sağlıksız beden ile gelişmek zor ama sağlıksızlıkta da(rahatsızlıklarla da) çok değerli kıyas bilgileri(4) edindiğimizi biliyoruz. Bu ayrı bir konu.

Şimdilerde bu varlığın değişime uğramış şeklinin adı “B117”.(5) Beşerî bedenlerde saptandığından bu yana, bir yıldan biraz fazla bir sürede değişime uğradığını bilimsel kaynaklardan öğreniyoruz. Bilim insanlarının gözlemlerine ve saptamalarına göre, yayılma hızı artmış ama bulaşı tehlikesi önceki kadar öldürücü değilmiş. Yâni, öncekine göre farklı bir virüs; hem de bu farklanmaya bizim dünya zamanıyla bu kadar kısa bir sürede ulaşmış. Yazı akışımızın bir yerinde dedik ya, yaratılmış olup da değişmemek olası değil. Keşke bizler de corona virüs kadar hızlı bir şekilde gelişip, değişip, değer kazansak, yâni insanlaşsak.

Corona virüse ebediyetler kadar uzun gelişim yolunda başarılar. Evrensel gelişim kervanı olanca haşmetiyle ilerliyor. Bu kervanda elbette bazı yolcular bizlerden ilerideler, bazıları ortalarda, bazıları da gerilerde ve elbette bu kervanın ve her şeyin bir sahibi de var. Erişilmezlerin erişilmezi olan bu yüce sâhibin rahman ve rahîm olan tesirliliği(müessiriyeti) altında güvenli bir gidiş içindeyiz.

...................................

(1) Dr. Özlem Ak, Bilim ve Teknik Dergisi, mart 2020 (2)( https://www.gazeteduvar.com.tr/ingilterede-endise-verici-bir-korona-virusu-mutasyonu-daha-bulundu-haber-1512891

(3) Amorf madde: Evren maddesinin ilk ve en kaba aşaması amorftur("karanlık" dönem)(İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, syf.39 ve devamı)

(4) Kıyas bilgisi: İçinde bulunduğumuz dualite ortamı, kıyas bilgileri edinmemiz bakımından verimli bir ortamdır. Beşerî varlılar olarak genellikle pek çok şeyi zıddıyla öğreniriz; iyilik-kötülük, digerkâmlık-hodkâmlık, fazilet-rezilet vb.(Ayrıntılar için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.61, 12

(5) B117 variant: https://www.cidrap.umn.edu/news-perspective/2021/02/new-variant-covid-findings-fuel-more-worries-about-vaccine-resistance

15 Şubat 2021 Pazartesi

BİLMEDİKLERİMİZİN ÇOKLUĞU ve YAŞAMIN AMACI

 BİLMEDİKLERİMİZİN ÇOKLUĞU ve YAŞAMIN AMACI

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Yaratılmış olup da gelişmemek ve değişmemek söz konusu olamaz, değildir de. Bilmek ve bilgelik; gelişip, idraklenip, şuurlanmakla olanaklı olduğuna göre, şimdiye değin bilmediklerimizi öğrenerek içinde bulunduğumuz düzeye gelmişiz. Gelişmek ve şuurlanmak sınırsız olduğu için de daha öğreneceğimiz sınırsız anlamında pek çok şey var demektir. Gelişmeye muhtaç varlıklar olarak, ne kadar gelişirsek gelişelim, önümüzde bilmediğimiz(bizler için “gayb” olan) sınırsız bilinmezlikler olacaktır. Bu nedenle; haddi, edebi ve âdabı elden bırakmayarak, bildiğimiz her şeyin hep “şimdilik” olduğunu akıldan çıkarmayalım, her şeyi bildiğimiz, her şeyin en doğrusunu bildiğimiz zannına ve yanılgısına aman düşmeyelim. Afrika atalar sözlerinden birinde bu durum çok güzel vurgulanmıştır; “Bilge kişi her şeyi bilmez. Sâdece kendinden habersiz alıklar her şeyi bilir.”

Kendinden habersizlik gerçekten alıklıktır. Çünkü yaşamın amacı kendimiz bilmektir(*). Kendimizi tanımak, gerçek doğamızın ne olduğunu hiç değilse sezinlemek ve o yüceliği duyumsamaya başlamak için yeniden yeniden doğuşlar silsilesi içinde dünyaya ve daha geniş anlamda maddesel gelişim ortamlarına “gelip gidiyoruz”. Çünkü insanın gerçeği kendini bilmektir(**). Kendini bilmek, söylemesi çok kolay ama böyle bir bilgiye ve bilgeliğe kavuşulması pek çok bedenli yaşam gerektirecek kadar zordur. Kendini bilme duyarlılığı içinde idraklenerek şuurlanmak, kişiyi yukarıdaki atalar sözünde vurgulanan “alıklık”tan kurtarır, bilgeliğe yöneltir.

Kendinin, kendinin esâsen ruh varlığı olduğunun farkında olmayan bir kimse, gelişim yönünde, bir bakıma gözleri bağlı olarak ilerlemeye çalıştığı ve sanki sâdece bir bedenden ibaretmiş gibi yaşadığı için çevresindeki gelişim olanaklarından sâdece nefsinin çıkarları için ve nefsinin isteklerini “doyurmak” için yaşar ki bu faziletli ve insanın gerçek doğasına uygun bir yaşam değildir. Bu beşerî yanılgıdan kurtulmak, kitabi bilgilerle, fakülteler/üniversiteler bitirmekle, mastır ve doktora yapmakla da olası değildir; bunların hepsi gelişim için araçtır. Öğrenimle ilgili etkinlikler sırasında neyi, nasıl ve ne için yaptığımız önemlidir. Pek çok “okumuş” kimsenin ne kadar üzüntü verici kusurlar sergilediklerini görüyoruz. Bu talihsizliği dikkatlere sunan en güzel özdeyişlerden biri büyük bilge Yunus Emre’ye âittir; “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır.”

Tüm bunlar gösteriyor ki; kendinden habersiz, kendi kendinin cahili olan bireyin erdemlerle, yüksek insanî değerlerle bağdaşmayan kusurları sergilemesi her an olasıdır. Kendinden habersiz, bencil kişinin kendine, ailesine ve çevresine yararı çok azdır, hattâ yararı yok, zararı çoktur. Bu anlamda kendini bilmezliğin çeşitli düzeylerdeki olumsuz tezahürlerini günlük yaşamda gözlemliyoruz ve bunları kınamakla kalmıyor, ibretlik dersler de çıkarmaya çalışıyoruz. Esâsen toplumsal(maşeri) yaşamın bireye sağladığı yararlardan biri de budur. Toplumsal yaşam kendini bilmek, bilgilenmek ve edeplenmek için verimli bir gelişim ve deneyim ortamıdır.

Bilmediklerimizin, öğrenmemiz gerekenlerin çokluğunun da ötesinde sınırsızlığı söz konusu olduğunda, sadece insan varlığının kendisi, (ruh varlığı olarak) okunup öğrenilmesi gereken devâsa bir temel kitaptır. Esâsen insan, bilebildiğimiz üç en temel kitaptan biri olup, öteki ikisi de evren ve Kur’andır. Bunların içerdiği bilgi külliyatı sonsuz ve sınırsızdır. Bu nedenle, satırlarımızın başında “Bilmediklerimiz, ebedîyen hep olacaktır...” şeklinde bir cümle kurmuştuk. Bu üç dev temel kitaptan

Kur’an öteki ikisini çözümlememiz ve anlamlandırmamız için temel rehber eserdir. Kendini bilme duyarlılığı içinde bu üç temel eseri kıyısından köşesinden okuyup öğrendikçe, ne kadar az şeyi bildiğimizin, öğrenmemiz gereken ne kadar çok şeyin önümüzde durduğunun ve kısaca cahilliğimizin farkına varıyoruz.

Şu kısacık dünya yaşamın sonlarına doğru bile, öğrenmemiz gereken pek çok şeyin olduğunu anlayabiliyoruz. Öğretisi ve öngörüleri yüzyıllar öncesinden günümüze bile ışık tutan bilge İmam-ı Âzam, “Bilmediklerimi ayaklarımın altına alsaydım, başım göğe ererdi...” demişti. Ne yazıktır ki bu değerli bilge ve zamanının en büyük İslam düşünürü insan, zamanının kendini bilmez alık cahilleri tarafından öldürülmüştü. Cehalet, beşerin ve beşeriyetin en büyük düşmanıdır.

..........................................................

(*) YAŞAMIN AMACI KENDİNİ BİLMEK, Ergün Arıkdal, Ruh ve Madde Yayınları

(**) İNSANIN GERÇEĞİ KENDİNİ BİLMEK, P.D.Ouspensky

RUHUN TESİRLİLİĞİ ALTINDA EVREN CEVHERİNİN VARLIK HÂLİNE DÖNÜŞÜMÜ

 RUHUN TESİRLİLİĞİ ALTINDA EVREN CEVHERİNİN VARLIK HÂLİNE DÖNÜŞÜMÜ

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

“Evreninizin maddi yapısını meydana getiren cevher(“aslî cevher, şekilsiz madde amorf”)(*) oluştuktan sonra, yani mevcut olduktan sonra ruhi varlıkla teması kaçınılmaz hale gelir, çünkü varlık haline dönüşmesi, yani form sahibi olması için ruhi enerjiye, ruhun hayali formlarına ihtiyacı vardır. Bu neden böyledir? Çünkü ruhi varlık maddi varlıktan daha önce meydana gelmiş, yani ondan evvel mevcut olmuş ve onun üstünü olarak yaratılmıştır. Bu yaratılışın niçin böyle olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz şey, ruhi varlığın maddi mevcudiyeti varlık haline dönüştürecek güce sahip olduğudur, yani ruhi varlık kendi yaratıcı gücü, imajinasyonu ve isteğiyle maddi mevcudiyeti form haline getirip duyularınıza çarpan ve çarpmayan madde evrenini oluşturmuştur.” (SADIKLAR PLÂNI, Celse: 138 Tarih: 20. 11. 1970)

SADIKLAR PLANI’nın 1970’te verdiği şu bilgi ile, yıllar sonra Önder Plan’ın verdiği bilgi birbiriyle örtüşmüyor mu? Bu bilginin teknik açıklamasını İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ta buluyoruz: “...cevherin varlık haline dönüşmesi, yani form sahibi olması için ruhi enerjiye, ruhun hayali formlarına ihtiyacı vardır... “ Evrenin cevheri olan maddenin amorf şeklinin bir noktasına Aslî İlke’nin tesirliliği(kudreti) “dokunduğu” andan itibaren “varlıklaşmaya”/form kazanmaya başlamıştı. Aslî İlke’nin kudretinin amorfa yönelik bu ilk etkisi/tesiri iki kısımdan oluşuyordu. Yâni Asli İlke’nin amorfa yönelik bu ilk etkinsinin(“aslî tesir”in) iki veçhesi bulunuyordu; bunlardan biri, ruhun tekâmül ihtiyaçlarıyla ilgili; ötekisi, maddenin gelişim ihtiyaçlarıyla ilgili.

Evrenin aslî cevheri olan amorfu, ebediyetler kadar uzun bir süreçte; halden hâle, formdan forma sokan tesirlerin kaynağı nedir ve madenin sınırsız olarak hallere ve şekillere sokulmasının nedeni nedir? Bu tesirlerin kaynağı evrenin dışındaki hakikatlerle ilgilidir ki, bunlardan biri Aslî İlke’nin kudreti, ötekisi de ruhun tesirliliğidir(müessiriyeti). Önder Plan tarafından “erişilmezlerin erişilmezi”(**) olarak betimlenen Aslî İlke’nin kudretinin gerekleri hem ruhları, hem evrenleri birlikte sarıp sarmalamıştır. Evrenin ilk ve en kaba olan bu aşaması hidrojen düzeyinin altında bulunur. Bu aşamada olup bitenler, Aslî İlke’nin tesirliliği altında ve Ünite’ye bağlı evren kapsamlı yönetim mekanizmasının eseridir. Bu aşamada, tekâmüllerine yeni başlamış acemi ruhların ilerlemeleri mekanik ve pasiftir.

Tekâmülünün bu ilk aşamasında ruh, maddenin hareketlerine müdahale etmeksizin tamamâmen onlara bağımlı olarak ilerler. Acemi ruhlar bu aşamada bir tek madde formuna da bağlı değildirler; sanki bir madde formundan ötekine savrulur bir durumdadırlar. Ruhların tekâmüllerindeki bu ilk aşama, onların evrene ilk adımlarından, madenin ilk hidrojen atomuna varıncaya kadar sürer. Bu sürede ruh, henüz maddeleri toplayıp, kendisine bir beden oluşturabilecek düzeyde değildir ve o düzeye gelene kadar, ilk tekâmül ihtiyaçlarını belirleyen Aslî İlke’nin gereklerine bağlı olarak Ünite’den gelen tesirler yönünde pasif ve mekanik tekâmülünü tamamlamak durumundadır. Onun bu aşamada; özgürlük, şuur, irâde, idrak hâlinde tezahür eden bir kimliği yoktur.

Ruhun böyle bir kimlik kazanması ancak, Aslî İlke’nin gerekleriyle belirlenen ilâhi düzen kapsamında amorf madde formları arasında pasif ve mekanik olarak geçireceği ebediyet kadar uzun süreçten sonra tedrîcen olacaktır. Acemi ruhlar bu aşamada, maddenin bir formundan başka bir formuna ve tamâmen maddenin hareketlerine bağımlı olarak, ama hiçbir zaman maddeye egemen olamadan, maddenin çeşitli durumlarıyla karşılaşırlar(***). Görüldüğü gibi ve SADIKLAR PLANI tarafından de belirtildiği gibi, evreninizin maddi yapısını meydana getiren cevher(“aslî cevher, şekilsiz madde amorf”)(*) oluştuktan sonra ruh ile teması kaçınılmaz hale gelir, çünkü varlık haline dönüşmesi, yani form sahibi olması için ruhi enerjiye ihtiyacı vardır.

..............................................

(*) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 10 ve devamı

(**) a.g.e., syf. 20

(***) a.g.e., syf. 40

30 Ocak 2021 Cumartesi

“KENDİNİ BİLMEK” BU KADAR ÖNEMLİYSE...

“KENDİNİ BİLMEK” BU KADAR ÖNEMLİYSE...

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Mikrosundan makrosuna kadar yaratılmış olan her şey birer birim düalitedir(*). Birim düaliteler hem tesir alır, hem tesir yayar. Durum böyle olunca, olaylar silsilesinden ibaret olan yaşam içinde ömür boyu, tesir bombardımanı altındayız demektir     . Çünkü sadece bizim yaşam ortamımız ve kendimiz değil, tüm evren tesirler ağıyla örülüdür. Otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”(**) enkarneleri olarak aldığımız tesirlere göre hareket eden canlı “makineler” gibiyiz sanki...

 

Bu anlamda “uyur gezer makineler” durumundan kurtulmak, yâni ezoterik anlamda “uyanmak” ve makinelikten kurtulmak için kendini tanıma/bilme duyarlılığı içinde idraklenip şuurlanmak durumundayız. Zâten yaşamın ve var oluşun amacı da bu değil midir? Bunun önündeki en büyük engel kendi nefsaniyetimizdir. Akıl vicdan nefsin egemenliğinden kurtarılmadıkça, insanın kendinin gerçek doğasını tanıma konusundaki başarısı hemen hemen olanaksızdır. Dolayısıyla önce ham yanımız olan nefsaniyetten(onun zaaflarından, özelliklerinden, kabalıklarından vb.) başlamak gerek. Bencilliğin iplerinden kurtulmadıkça, gerçek anlamda özgürlüğe kavuşulamaz.  

 

Gerçek ve kalıcı özgürlük ve hatta mutluluk/iç huzuru, nefsâniyet ve maddecilik bağlarından kurtulmak ile gelir. Bunun anahtarı KENDİNİ BİLMEKTİR. Bilmek ise uygulamakla olur. Kendini bu anlamda bilmeyen, yani kendi gerçek doğasından habersiz birey günlük yaşamda bencilliğini zevkli bir hilekârlıkla kendine ve başka varlıklara yutturmaya çalışır. Nefsaniyet duygusallığın kaynağıdır. Kendini tanıyıp, nefsaniyetini söndürme çabası göstermeyenlerin gelişmekte oldukları kuşkuludur. Daha doğrusu bunlar, maddeye saplanmış ve oldukları yerde patinaj yapma etkinliği içindedir. Ya da buna “alan tarar şekilde gelişmek” de denir. Yâni “dön baba dönelim...”

 

Nefsinin arzularına bağımlı olan birey kendi gerçeğini unutur. “Kendinden habersizlik, kendini bilmezlik” de denebilecek bu durum bir bakıma “varoluşsal anlam boşluğ”udur. Hangi dinden olursa olsun, bu anlamda kendini bilmeyenin Rabbi, kendisidir; kendine tapar, kendi realitesini putlaştırmıştır. Yukarıda belirttiğimiz anlamda, kişi uyanmadan kendine yönelik putperestlikten kurtulamaz. Kendini bilmek, sevmeyi öğrenmek ve BİR’in yasalarına göre hareket etmek ruhsallığın özüdür.” (Ergün Arıkdal, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER)

 

Kendini bilmek/tanımak bu kadar önemli ise, neden çoğu insan bu konuda yeterince çaba sarf etmez? Bu soru karşısında ilk akla gelen “yaşam planı” konusudur. Varlık, enkarne olmadan önce hazırladığı yaşam planında, doğrudan kendini tanımak duyarlılığı gibi bir konu yoksa, bu yönde uygulamalar yapması gerekmiyorsa, bu olmaz. Varlık bu noksanını önceki bedenlenmelerinde ya halletmiştir ya da bundan önce yapması gereken başka işleri vardır; o işleri, o alt yapıyı tamamladıktan sonra, sıra kendi gerçek doğasını merak etmeye gelecektir...

 

Kedini bilmeye/tanımaya yönelik söz konusu kayıtsızlığın daha pratik ve göz önündeki bir nedeni de, küçük yaşlardan başlayarak ailelerin ve toplumun koşullandırmalarının “tozu toprağı”(“örtüleri”) altında kalan gerçek benliğin, giderek görünmez hale gelmesidir: Bize, kim olmamız gerektiği, nasıl düşüneceğimiz, neye inanacağımız, kimleri dost edinip kimlere düşman olacağımız, hayatta nelere değer vereceğimiz, nasıl bir iş, nasıl bir eş seçebileceğimiz, kimlere, nasıl davranacağımız dikte edilir. Zaman geçtikçe, hem bu koşullanmaların etkisi, hem de çevremizdeki insanlar tarafından onaylanma arzusuyla, kendimiz olmaktan çıkıp bir bukalemuna dönüşür, ortama uyum sağlamak için durmadan renk değiştiririz(“sahte benlikler”)(***).

 

Oysa, güçlü insanların ortak özelliklerinin başında, tüm bu karmaşa içinde kulak verdikleri “kalplerinin sesini” akıl süzgecinden geçirmeleri ve kendi değerlerini oluşturabilmeleri gelir. Kişinin, kalbinin/vicdanının sesini dinleyebilmesi, nefsini ne kadar kontrol altına almış olmasıyla doğru orantılıdır. Kaba nefsin hezeyanları, kulak tırmalayıcı parazit gibidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, vicdanını ve aklını nefsinin egemenliğinden kurtarabilmiş erdemli bilge insanlar duygu ve düşüncelerinin farkındadırlar; neyi, neden istediklerini ya da istemediklerini bilirler. “Uyanmış” ya da uyanma yolunda olanlar da bunlardır.

.....................................................

(*) birim düalite: İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 24,26,41.

(**) yarı idrakli: a.g.e. syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.

(***) sahte benlikler: https://www.facebook.com/events/d41d8cd9/sahte-benliklerimiz-ve-maskeler/1902609979968539/