Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

24 Mart 2022 Perşembe

HAYATI YAŞANMAYA DEĞER KILAN NEDİR?

 

HAYATI YAŞANMAYA DEĞER KILAN NEDİR?

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

“ ‘Bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder!’ sözleriyle Montaigne, “amaçlı yaşam”ın önemini anlatır. Modern yaşamda giderek artan nüfusun, paylaşım yerine körüklenen aşırı tüketimin, insan gerçeğiyle ve doğayla uyumsuz kentleşme ve teknolojinin beraberinde getirdiği yabancılaşma, amaçlı olmayı ve anlamlı yaşamlar sürdürmeyi zorlaştırıyor, maalesef! Çeşit çeşit anti-depresanların sıralandığı reçeteleriyle doktor ofislerinden çıkarken, o kutularda mutluluğu bulabileceğini zanneden insanların dramının altında yatan gerçeklik de aslında bu: Hiçleşme ve amaçsızlık!” Doç. Dr. Şafak Nakajima

 

Hayatı yaşanmaya değer kılan, varlığın gelişimine ve dolayısıyla ruhun tekâmülüne hizmet ediyor olmasıdır. Gelişmek ve ruhun tekâmülüne hizmet etmek ise varlığın evransel ve varlıksal görevidir. Kişinin yaşamdan bu anlamda daha çok yarar sağlaması için kendisinin; gerçek doğası haklında, yâni kendisinin esâsen ruh varlığı(enkarne durumda bir ruh varlığı) olduğu bilincine/sezgisine sâhip olması gerekir. O zaman, kendisinin başına gelenler, çevrede olup bitenler, yâni olduğu gibi yaşam daha çok anlamlanır ve yaşamdan gerçek anlamda daha çok yarar sağlanır. Hayatı yaşamaya değer kılan gerçek amaç ve hedef de bundan başkası değildir.

 

Bizler esâsen tüm dünya beşeriyeti olarak “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”(*) varlıklarıyız. Burada, “otomatiklik”le kastedilen, kendi gerçek doğasından habersizlik anlamında, “gerçekten, ne için ve neden yaşadığını bilmeden yaşamak”tır(**). Bunun da nedeni, kişinin kendi gerçek doğasından habersizliği, ruh varlığı olarak yüceliğinden habersizliği ve kendini bedenden ibaret bir organizma sanmasıdır. Bu durumun varlıksal öneminden dolayı kendini bilmek/tanımak kavramı tüm dinsel öğretinin ve belli başlı inisiyatik öğretilerin temel konusu olmuştur. “Kendini tanımak”tan maksat, beşerî egonun/nefsin tanınması ve gelişim yönünde gereklerinin yapılmasıdır. Ego/nefs ile kastedilen; beşerî kusurlar, zaaflar, çıkarcılıklar, bencillikler, olumsuz duygular ve sahte benliklerdir. Bunlar “reziletler” olarak inisiyatik öğretilere geçmiştir. İşte “dünyaya gelmek”yaşamaktan maksat; kişinin kendini tanıma duyarlılığı içinde reziletlerden kurtulup/arınıp, faziletleri(erdemleri) kendisinde tezahür ettirmek ve yaşama geçirmektir. “Dünya Realitesi’nde temel eylem, nefsaniyete (egoizmaya) egemen  olma eylemidir. Nefsaniyeti ortadan kaldırabilme olanakları yeryüzünde mevcut değildir ve oluşumunda da zaten yoktur. O halde insanın, yaşayan ruhun, en büyük amacı nefsini tanıması, kendini bilmesidir.”(Ergün Arıkdal, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER)

Toplumda tüm kötülüklerin, haksızlıkların, bencilliklerin, adâletsizliklerin, hukuksuzlukların, kısaca erdemsizliklerin(reziletlerin) kaynağı kendinden habersizliktir. Kişinin kendi hakkındaki bu cehaletinin giderilmesi, “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli” beşerî varlığının “insan”a evrilmesi ruh varlığı olarak insanın başarabileceği en zor işlerden biridir. Beşerîvarlığın esas ve varlıksal işi de budur zâten... Einstein bu “zorluğu”, “İnsanın değişmesi, atomun parçalanması kadar zordur...” şeklinde sözcüklere dökmüştür. Aynı zorluğu, Hz.Muhammed, “cihad” sözcüğüyle kendinden habersiz beşeriyete anlatmaya çalışmıştır ve “Gerçek mücahit, kendi nefsiyle mücadele edendir.” demiştir.  Bu anlamda cihad, yaşamın  gâyesi olarak; iyi bir insan olmak, bu uğurda nefsin meşrû olmayan, gelişim açısından işe yaramayan arzularına karşı koymak, istekler/arzular bakımından sâdeleşmektir.  Bu anlayışta, başkalarına yönelik; baskı, şiddet ve zorlama olmaksızın İlâhî İrade Yasaları’na ve yaşama uyumlanmak vardır. Bu bağlamda, hayra, barışa ve erdemlere yönelik iş ve değerler üretmek söz konusudur.

Ruh varlığının gelişip, değişip, değer kazanması(kısaca “insanlaşması”) yeniden yeniden bedenlenişler silsilesi içinde olur. Bu nedenle tekrardoğuş olgusu varlık için ilâhî bir nimettir. Tekrardoğuş olanağı varlığa gelişim yönünde çokluk ve çeşitlilik hâlinde deneyimlerden ve yaşam sınavlarından geçme, uygulama ile idraklenme ve şuurlanma olanağı sağlar. Yaşam sınavları(eprövler); idraklenip şuurlanmamız, dolayısıyla beşerî zaaflardan kurtulup insanlaşmamız için İlâhî Adâlet kapsamında ve Sebep-Sonuç Yasası'na göre önümüze ilâhî bir lütuf olarak çıkarılan fırsatlardır.  Ayrıca, gördüğümüz/görmediğimiz her şey bu varlıksal hedef için birer araçtır. Ancak, bu araçlardan şuurlanma yönünde yararlanma yerine, kendini bilmemezlikten kaynaklanan beşeri bir zaaf ile; onlarla özdeşleşip biriktiriciliğe kalkışırsak, sıkıntılı eprövlerle telâfi edilecek yeni ek uğraşlara girmek zorunda kalırız. Çünkü madde ve maddesel birikim gelişim için amaç değil, araçtır. İşte bu gerçeği anlayıp, duyumsayabildiğimiz ve uygulamayla yaşama geşirebildiğimiz oranda yaşam sınavlarımızda başarımızın artmasının yanı sıra gelişim hızımız da ivme kazanır…

 

Görüldüğü gibi, önce kişinin kendisinin gerçekten ne olduğunu merak etmesi, kendinin gerçek doğasının (öz benliğinin, asıl kendinin) esâsen beden ötesinde olduğunu sezinlemesi  ya da bu konuda bir duyarlılığa sâhip olmasıdır. Başka türlü bir söylemle, “Kendini bilmek ve bulmak için, ruhun beden üzerinde kurtarıcı bir güç kazanabilmesi için; önce, ruhun beden üzerindeki nüfuz ve egemenliğine inanmak, sonra da tasavvur gücünü güzele doğru çevirerek irâdeyi kuvvetlendirip, arttırıp islâh etmek gerek.” (RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, Ergün ARIKDAL Ruh ve Madde Yayınları, Baskı 1991, sayfa 105)

 

Öz benlik olarak ruh varlığının dünya bedeni(organizma) üzerindeki bağlantı gücü yaklaşık “%80”dir(İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT) Bu rakam, öz benlik ile bedensel ben arasındaki bağlantı oranıdır. Ancak varlığın beden üzerinde kurtarıcı güç kazanabilmesi, yâni bu %80’lik(7/8’lik) gücün tamamen bedende tezâhür etmesi) idraklenip şuurlanma ile ortaya çıkan varlıksal bir kazanımdır ve hayatı tüm zorlukları ve sıkıntılarıyla yaşanmaya değer kılan da budur. Bu kazanım, aynı zamanda maddî ve mânevî özgürlüğe gerçek anlamda kavuşmak ve kendini tanımaktır. Bu cümleden olmak üzere,  Tüm yersel ve göksel bilgi kaynaklarının en önemli işlevleri, beşeriyeti; mekanik, duygusal ve entelektüel esâretten yavaş yavaş kurtararak, insanın kendini ve özünü tanımasına yardım etmek ve onu özgür hâle getirmektir. Dünyanın her türlü câzibesinden kurtulmaya namzet hâle gelebilen bir beşeriyetin durumu kıyâmetin(şuurda uyanmanın) nedenini oluşturur. Her türlü esâretin ortadan kalkacağı, BİR’lik ve küresellik yaşamının deneyimleneceği, eş koşmaların zar kadar inceleceği zamanlara hazırlanan beşeriyetin önünde, oldukça zorlu ve ıstıraplı liyakat sınavları bulunmaktadır. (Ergün ARIKDAL, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER, syf.126)

..........................................................

(*) İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.

(**)  a.ge. 180

 

 

7 Mart 2022 Pazartesi

DEVRE SONUNDA İNSANIN DURUMU ve “AYIKLANMALAR”

DEVRE SONUNDA İNSANIN DURUMU ve “AYIKLANMALAR”

Hazırlayan: Selman Gerçeksever

Dünya gelişim okulunun yüzeysel zamanında(1) “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”(2) varlıkları olarak bir devrenin sonundayız ve her birimiz; içinde bulunduğumuz zaman-mekân koşullarında, “nefsaniyetin incelmiş istekleri ile vicdanın emirlerini”(3) deneyimler durumdayız. Bu durumuyla insan, enkarne varlık olarak bir “tesirler yumağı” görünümündedir. Bu yumağı oluşturan tesirleri iki gurupta toplamak olası; vicdan kanalıyla düşeyden gelenler ve yataydan gelen (enkarnasyon ortamının dünya maddesine özgü kaba/titreşimi düşük) tesirler. Bu halimizle, Yukarı’nın(öz benlik ve bağlı olarak sonsuz yüceliklerin) görüp ve gözetici/kollayıcı tesirliliği(müessiriyeti) altında sürekli ve tam bir sınanmalar silsilesi içindeyiz. Kuşkusuz, insanoğlu yaşadığı sürece çeşitli şekillerde sınanır/sınanacak. Biz bu dünyaya yiyip içip, zevk sefâ sürmeye gel­medik. “Kimi zaman varlıkla, kimi zaman yoklukla deneniyoruz/denene­ceğiz; kimi zaman sağlıkla, kimi zaman hastalıkla/sıkıntılarla... Varoluşun yasası  böyle. Önemli olan, her an sınavda olu­şumuzun bilinci içinde; dikkatli, uyanık, edepli ve saygılı ola­bilmek... Bir zorlukla karşılaştığımız zaman, hemen isyan et­meyip, saçma sapan konuşmalarla, tevillerle, savunmalarla kendimizi kaybetmeyip, ‘Rabbim beni deniyor, sınıyor…’ diyerek, o günkü olanaklarımız ne ise, onun sınırları içinde sorunu çözümlemeye çalışmak, daha akıllıca bir davranış olmaz mı? (Sabri TANDOĞAN)

Bir ömür boyunca peş peşe gelen sınanmalar zincirinden başka bir şey olmayan yaşam boyunca, bu sınanmalardan içsel gelişim yönünde başarılı çıkanlara ne mutlu... Esâsen Kur’an’a göre de, “Kalp, takva için sürekli sınanır.”(Hucurat 3) Bundan maksat, enkarne varlığa “selîm kalp”in kazandırılması ve dolayısıyla; Yukarı’nın(öz benlik ve bağlı olarak sonsuz yüceliklerin) esirgeyici, görüp ve gözetici/kollayıcı tesirliliği(müessiriyeti) altında,  kendi yaşam planını başarıyla bitirmesi, bir ömrü heba etmemesidir. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerine göre de; “Varlıkların yaşam sınavları karşısındaki olumlu/olumsuz tepkileri, Kader İşleyişinin(mekanizmasının) uygun gördüğü madde bileşimlerinin(yâni mekânların) hal ve durumlarının ortaya çıkmasını beraberinde getirir.”(4) Burada “kader işleyişi”(mekanizması); Aslî İlke’ye bağlı Yüksek Kader İlkesi’nin gereklerinin evrendeki tezahürüdür.(5) Bu kısa açıklamadan sonra, yeniden konumuza dönerek, insanın devre sonundaki durumuna bakalım:

Halihazırda devre sonu beşeriyeti, girişte belirttiğimiz gibi, iki ana tesirin tesirliliği(müesiriyet) altında bulunuyor ve her birey tek tek bu iki ana tesirin girişim noktasındadır. Bu nedenle, yazının girişinde “insan bir tesir yumağıdır” demiştik. SADIKLAR PLANI Tebliğleri’ne göre, “enkarne varlık her iki kanaldan da tesir olmakta ama büyük çoğunluk olarak bunların ayırdına varamamaktadır”.(syf. 477+478) Beşeriyetin içinde bulunduğu büyük teşevvüşün ve beşerî karmaşanın ana nedeni de bu olsa gerek. "Menfiliğin ve şerrin zincirleri gevşetilmiştir, sınanmak için. Bunun karşısında, sizleri kösteklenmekten ve köstek olmaktan kurtarmak için müspet tesirlerin, müspet düşüncelerin hazinesi de açılmıştır. İşte sizler yer ve gök arasında sürekli darbelenen varlıklar olarak göğü seçmelisiniz."(SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Celse 113, syf. 508)  Bu karmaşada asıl zor durumda olanlar devre boyunca gelişim(idraklenme ve şuurlanma) açısından, sayısız yaşamlar boyunca yapması gerekeni yapmamış olanlardır. Gelişim açısında bu yapılması gerekenler, beşeriyetten gizlenmiş sır olmayıp, tüm seçkin inisiyatik öğretilerde ve kutsal metinlerde verilmiş olanlardır.

Durum bu olduğuna göre, devrenin kapanışında başarılı olacaklar ile olamayacakları tahmin etmek zor değildir. Yâni başarılı olanlarla olmayanların, devreyi bitirenlerle bitiremeyenlerin “ayıkanması” söz konusudur ve de bu zaten ilâhî adaletin gereğidir. İşte devre sonu “ayıklanması”nda, son kertede/raddede; söz konusu ayrımın/ayıklanmanın yapılmasıyla varlıkların bir kısmı vicdani kanalda, bir kısmı da nefsani kanalda kalmış olacaktır. “İnce nefsaniyeti, vicdanın sesinden ayırma konusunda yanılgıya düşmeme bakımından başarılı olmak için şunlara dikkat etmekte yarar vardır: Bir işe/harekete başlamadan önce, ortamda/çevrede geçerli koşulları gözden geçirin, eldeki olanakları ortaya koyun, makul vicdan uygulaması içinde kendinizi onların yerine koyarak düşünün. Eğer duygularınız, düşünceleriniz, istekleriniz zayıf ve sanki nefs kanalından geliyorsa; bu, önceden edinilmiş kıyas bilgileri karşısında sapacaktır(inhiraf edecektir)”.(Bu konuda güzel bir örnek, SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 478’in üstten 6.satırının sonunda görülebilir.) Böyle bir uygulamada, her şeyden önce, tevilci olmayıp, objektif kalabilmekte yarar vardır. Bununla birlikte, insana bazen nefsaniymiş gibi görünen vicdanî tepkiler de olur. Böyle durumlarda da makul vicdan uygulaması duyarlılığı içinde olmayı elden bırakmamak en iyisidir.

...................................

(1)       Yüzeysel zaman: Dünyda geçerli zamandır.( İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Syf. 112,205,231)  

(2)       a.g.e. syf.. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.

(3)       SADIKLAR PLANI Tebliğleri, syf. 477, 478.

(4)       İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, Syf. 234+236.

(5)       a.g.e. syf. 231, 233, 234, 274.

 

 

13 Aralık 2021 Pazartesi

GELİŞİM YOLUNDA MERHAMET ERDEMİ

 

GELİŞİM YOLUNDA MERHAMET ERDEMİ

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Biyokimyasal kurallara göre ve büyük ölçüde otomatik olarak çalışan ve dünya maddelerinden("toprağından") yapılmış biyolojik bir robot olan beden, anne rahminden başlayarak, bizim müdahalemiz hemen hemen hiç olmadan kendi doğal  akışı içinde bir ömür boyu gelişir. Asıl kendimiz olan öz benlik, 7/8'lik bir odaklanma(1) ile tesirliliği altında tuttuğu  bu biyokimyasal esaslara göre çalışan yapıyı araç olarak kullanarak, idraklenip şuurlanmaya çalışır. Böyle bir bedensel ben - öz benlik ilişkisi içinde, esas olan, öz benliğin işidir ve aslında bedensel ben öz benlik için ve öz benlikten dolayı vardır. Bedensel ben geçici ama öz benlik(bir ruh varlığı olarak asıl kendimiz) ebediyen hep vardır. Bu nedenle, esasen ruh varlığı olduğumuzu, idraklenip şuurlanmak için dünya da geçici olarak bulunduğumuzu akılda hep tutmamızda ve bu farkındalık, bilinç ve duyarlılıkla yaşamakta yarar vardır.

 

Bu arada, dünya bedenimiz gelişim aracımız olduğuna göre, onu sağlıklı ve temiz tutmak elbette çok önemlidir. İşin bu öneminden dolayı koskoca bir tıp bilimi, öteki bilim dallarındaki bağlantılarıyla birlikte yüzyıllardan beri bizlere hizmet vermektedir. Günümüz tıp bilimi insana büyük ölçüde maddeci bir gözle baksa da, yine de yüzyıllar içinde; ruh sağlığı, ruh hastalıkları, psikoloji, parapsikoloji vb. kavramlar geliştirmiştir. Yeni ruhçuluk bilgilerimiz kapsamında, ruhun “sağlığı” ya da “hastalığı” söz konusu değildir. Günümüz maddeci biliminin deyimiyle “ruh sağlığı” bağlamında, (yazımızın sonunda değineceğimiz) şefkat, merhamet, hoşgörü, sevgi vb. olumlu duygularla yaşamanın “ruh sağlığı” açısından yararları hep vurgulanmıştır. Aslında ve yukarıda da belirttiğimiz gibi;  gerçek anlamda ruhun sağlıksızlığı, hastalığı, bozukluğu söz konusu değildir. Bu saçmalıkların hepsi, insanı sadece maddesel/biyolojik bir yapı olarak görmekten kaynaklanan yanılgılardır. Kendini bilmezlikten kaynaklanan bu beşerî yanılgı, yarım yüzyıldan beri parapsikoloji bilimiyle telafi edilmeye çalışılmaktadır.  

 

Neyse, bu; maddeci bilimin kendi bileceği ve başının çaresine bakacağı bir konudur. Biz gene kendimize ve işin aslına dönerek, asıl kendimiz olan öz benliğin gelişimine bakalım: Bunun çaresi, bedenlenmeyle ortaya çıkan “vicdan birim dualitesi"nin(2) vazifeye dönük olumlu öğesinde değerler biriktirme duyarlılığını sürekli kılmaktır. Bedenli/enkarne durumda psikosomatik rahatsızlıklar olduğu gibi, erdemlerin bedende tezahür ettirilmesinden kaynaklı güzellikler de vardır. Vicdan birim dualitesinin vazifeye dönük olumlu öğesinde değerler biriktirebildiğimiz oranda sadece sevgi, şefkat, merhamet gibi erdemler ortaya çıkmakla kalmaz, vicdan birim dualitesinin alt/olumsuz öğesi olan nefsin kabalığı da tedricen giderilmiş olur. İşin bu öneminden dolayı, örneğin; bu erdemlerden/insani değerlerden biri olan  merhamet üzerinde tüm dinsel öğretilerde ve de seçkin inisiyasyonlarda önemle durulmuştur. Merhamet, merhametli oluş ALLAH'ın da isim sıfatlarından biridir. Bu öğretilerde vicdan, “kalp” karşılığı olarak kullanılmıştır. Örneği, yanlış bir kullanım olsa da(çünkü enkarne durum için gerçek(literal) anlamda “vicdansızlık” söz konusu değildir) “kalpsizlik”, “kap körlüğü”, “kalbin hastalanması/paslanması” ve “kalp katılığı”(3) vicdansızlık anlamında kullanılagelmiştir. Yani vicdan birim dualitesinin vazifeye dönük olumlu öğesinin ihmal edilmiş olma durumu... İnsanî değerlerle(erdemlerle) bağdaşmayan merhametsizlik ve acımasızlık ile “kalp katılığı/körlüğü” arasında yakın ilişki vardır ve bu anlamda, kalbin “katılaşmaması”nda da merhamet içerikli uygulamaların önemi ortadadır.

Merhamet, doğuştan getirdiğimiz ve gelişim yolunda yaşlandıkça üzerine kattıklarımızla kuvvetlendirmemiz gereken olumlu bir  duygu ve insanî bir değerdir. Merhamet de dahil tüm erdemler öz benliğimizin kudretlerindendir ve bunlar dünya bedenine de (enkarnasyonla birlikte)gizil güçler olarak yansır. İşte gelişmekten maksat, bu varlıksal değerlerin, uygulama ile bedende tezahür ettirilmesi ve günlük yaşama geçirilmesidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, ALLAH’ın isim sıfatlarından birinin “merhamet” olduğunu da göz önüne getirirsek; kendini tanıma duyarlılığı içinde, böyle bir erdemi bedende tezahür ettirmek, bir bakıma kendi çapımızda da olsa O’na benzemiş olduğumuzu düşünebiliriz. Seçkin tasavvuf ekollerinde bu makbul duruma, “ALLAH’ın rengiyle renklenmek/boyanmak....” denir(4). Yaratılışımızda var olan merhameti hayra/barışa yönelik edimlerle beslemez ve merhametli uygulamalardan mahrum kalırsak, gelişimin gereklerinden birini yerine getirmiyoruz demektir. Merhamet de dahil, erdemlerin ortaya çıkartılıp “yeşertilmesine” yönelik uygulamalar, kendini tanıma kapsamında yapılacak/yapmamız gereken işlerdir. Yazı akışımızın bu son kesiminde, değerli hocamız Ergün Arıkdal’ın “YAŞAMIN AMACI KENDİNİ BİLMEK” adlı eserini anımsamamak olası mı... Bu vesileyle onu da rahmetle anmış olalım. Erdemlerin bedende tezahür ettirilmesinin daha genel anlamı “öz benliğin, dolayısıyla ruhun bedende tezahür etmesi”dir. Bedenli yaşamdan da amaç, enkarnasyonlar süreci içinde, bu varlıksal başarıyı gerçekleştirmek değil midir...

...................................................

(1)      7/8’lik(%87,5) : İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 86

(2)      Vicdan birim düalitesi: a.g.e., syf. 102-103-104-105-106-113-114¬115-135-180-181-186-203-206 .        

(3)       Kalbin bu durumlarını konu alan Kur’an âyetleri için bkz.: İsra 46 - A’raf 100+101- Bakara 10+74+88 -  Tövbe 87+93  - Nahl 108 -  Câsiye  23  - Enfâl 49  - Tövbe 125+126 - Muhammed 16 +20+21.

          (4)     Ayrıca bkz.: Kur’an, Bakara 138

 

 

4 Kasım 2021 Perşembe

İDRAKLENMEK İÇİN YÜZLERCE ENKARNASYON

 

İDRAKLENMEK İÇİN YÜZLERCE ENKARNASYON

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

İdrak, evrendeki sınırsız madde sistemlerini birbirine bağlayan bir kudrettir. Bu kudretin kaynağı evren dışındadır. Maddeler arasındaki ilişkiler bu kudret sâyesinde kurulur ve yürütülür. İdrak kudretinin varlıkta ortaya çıkışı varlığın ilk oluşum aşamasında başlar: Birer yüksek titreşimli enerji bileşiminden ibâret olan varlığın ortaya çıkması demek, idrak kudretinin en ilkel şekli olan iç güdülerin, belirtilen titreşimi yüksek/süptil enerji bileşimlerinde tezâhür etmeye başlaması demektir. Bir evren varlığının ortaya çıktığı andan başlayarak, Aslî Tesir’lerin yerini tâli tesirlerin aldığını biliyoruz. Bunlar evrendeki önceki gelişmiş varlıklardan gelen yardım tesirleridir. Burada, madde sistemlerini bir araya toplayan ve bir bakıma, varlığın “mayası” da olan idrak kudreti de devrededir. Varlığın ilk oluşum aşamasında, bildiğimiz hidrojen öncesi hidrojen atomunun(hidrojen nüvesinin) enerjileri öyle bir gelişim aşamasına gelmiş olurlar ki, tâli tesirlerin de yardımıyla ruhlar idrak kudretinin basit hâli olan içgüdüleri maddenin bu aşamasında kullanmaya başlarlar. Madde sistemlerini birbirine bağlayan kudret olan idrak, varlığın da mayasıdır. Evrende ilk ortaya çıkan varlık, ilk ânından başlayarak öteki daha basit madde bileşimlerini, kendisinde bulunan idrak mayasının yavaş yavaş(tedrîcen) gelişimiyle uyumlu olarak birbirine bağlamakta ve yeni yeni madde bileşimleri oluşturmaktadır(1).

 

Bilgi uygulanmadıkça idrakine varılmaz, yâni varlığın öz malı niteliği kazanmaz. Uygulamadan geçmemiş, hâleti yaşanmamış bilgi “yük” nitelikli enformasyondur. Bu yükü taşıyabilir ve başkalarıyla paylaşabilirsiniz ama “yük” sizin öz malınız değildir; varlığın kendi öz malı olan öz bilgilerinin alt yapısını oluşturmaz(2). Bu nedenle, tüm kutsal metinlerde ve ezoterizmde “amel”in önemi vurgulanmıştır(3).

“İdrak, varlıkta meydana gelen bilgi birikiminin bir çeşididir. Her birikim aksiyon halinde, yani idrak halinde tezahür etmez. İdrakli olabilmek için ille de derin düşünüş halinden aktif düşünüş haline geçmek gerekir. Derin düşünüş hali, şuuraltınızla beraber tüm insani şuurunuzun birlikte çalışmasıdır. Aktif düşünüşünüz ise, tamamen şuurunuzun yüzeyinde cereyan eden bir düşünüş şeklidir. İşte idrakli hareket edebilmek, derin düşünüş halinden cevheri nitelikteki bilgileri aktif düşünce alanına ulaştırmaktır. Bu sizin ölçülü hareket etmenizi sağlayacak bir mekanizmadır.” SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse: 55 (Kademe: 6 Tarih: 30. 12. 1964)

 

Gelişimin hemen hemen esâsı olan şuurlanmak sürekli değil, idrak birikimleri sonucu oluşan makbul bir durumdur. Dolayısıyla belli miktarda idrak edilmiş görgü ve deneyim birikimleri sonucunda şuur hamleleri yapmak söz konusudur. Şuur hamleleri yapabilmek bizler için önemliyse, gelişim yolumuzda ilerlerken, önceki realitemizle ilgili araç gereci kullandıktan sonra, onlarla özdeşleşip zamanında terk edememişsek, ilerlememiz zor olacaktır. “Yük” ne kadar hafif ise, yürüyüş o kadar kolay olur. Gelişimde sâdeleşmek, sâde olarak yaşamak, şuurlanmada başarının ve insanlaşmanın önemli koşullarından biridir. Sâdeleşmek, (bizler için çok önemli olan bilgiler de dâhil) elimizdeki her şeyin yenilenmesidir. Bunun için, öncekilerin, özleri alınıp zamanında bırakılmış olmaları gerekir. Bunlar, idraklenmenin, dolayısıyla da idraklenmeyle gelen şuurlanmanın önündeki engellerdir.

 

Ruh varlığının öz bilgilerinin alt yapısını oluşturan görgü ve deneyim birikimi; gelişip şuurlanmanın da gereği olan, kendini tanıma duyarlılığı içinde idraklenme cehtinin bir ürünüdür. İdraklenme cehtini ve dolayısıyla görgü ve deneyim birikimini başarıyla sürdürmek için bilgi gereklidir ama tek başına bilgi yeterli değildir. “Doğru olan”a göre hareket etmek ve uygulama yapmak ister. Burada “doğru olan”, bireyden bireye göre değişir ama her realitenin bir doğrusu vardır ve birey kendi realitesinin gereği olan doğrusunu uygulamak durumundadır; bu doğrunun (bir üst realiteye göre yanlış da olsa) uygulamasını yapmalıdır. Çünkü birey ancak, yanlış da olsa; kendi doğrularını uygulaya uygulaya kusurunu anlar ve bir üst realitenin doğrusuna aday olur. Uygulama yapmadan; sağlıklı gözlemlerle(4), iyi bir empati ile, ve de olup bitenlerden ibretlik dersler çıkararak bu başarıya ulaşmak da olanaklıdır ama bunu yapanımız çok azdır. Otomatik gelişim düzeyinin yarı idraklileri(5) olarak genellikle; tüm uyarılara, öğütlere ve bilgilere karşın önce olmaması gerekeni deneyimleriz. Belkide “gelişim açısından olmaması gereken” her ne ise bunu öğrenmenin ve idrak etmenin en iyi yolu, önce olmaması gerekeni deneyimlemektir. Ancak, varlık idraklenip şuurlandıkça; bir şeyleri idrak etmek için olmaması gerekeni deneyimlemelerin sayısı giderek azalır ve giderek gelişim açısından gerçekten ne/nasıl yapması gerektiği konusunda fehim ve feraseti artar ki bu da idraklenmeyle gelen şuurlanma arttıkça gelişimin ivmesinin artılığının işaretlerinden birisidir.

.......................................

(1)    İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 116,117.

(2)   “öz bilgiler” kavramı için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112 ve devamı, 128 ve devamı.

(3)   KUR’AN’ da “amel” kavramı; NİSA 124 - YUNUS 26 - KEHF 110 - MÂİDE 9- HAC 50 - YUNUS 9 - BAKARA 217- KEHF 49.

(4)   SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, sayfalar 62,262.

(5)   İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar; 3,50,58,60,77,101,180,197.

 

 

ÖZ BENLİK ve ENKARNASYON

 

ÖZ BENLİK ve ENKARNASYON

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Her türlüsüyle maddesel ortamlar(madde formları) biz ruh varlıkları(öz benlikler) için birer gelişim alanıdır. Âlemleri dolduran sonsuz/sınırsız sayıdaki bu ortamlara(o ortamların özelliklerine, titreşim düzeylerine ve koşullarına) uygun bedenler “alarak” enkarne oluruz. Öz benlikler olarak bundan amaç; gelişip, idraklenip, şuurlanarak vazife planındaki etkinlerde yer alabilecek liyakate yükselmektir. Tüm bunlardan amaç da, evrendeki tezahür uzantısı ve hizmetinde olduğumuz (evren ötesi) ruhlara hizmettir. Bu varlıksal ve evrensel hizmet varlıksal ve evrensel bir sorumluluktur.  Ruhların evrendeki tezâhür uzantıları ve tekâmül araçları olan varlıklar(özbenlikler); deneyim ve görgü birikimlerine, liyakat ve gelişim düzeyleriyle uzmanlık alanlarına göre çok çeşitli organizasyon sistemleri oluşturarak Aslî İlke’nin gerekleri(icaplar) doğrultusunda İlâhi Murad’ın gerçekleşmesine hizmet ederler.”   (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar:112,116,144,111,45,311,315,191,53,54,92,311,64) Ruh varlıkları, ruhların evrendeki tezâhür uzanlıları olarak; Aslî İlke’nin gerekleri(icapları) doğrultusunda gerçekleşen olaylar içinde (ki bunlardan birisi de enkarnasyondur) görgü ve deneyim birikimlerini  artırarak  vazife planına adaylar haline gelmeye çalışırlar. Yeniden yeniden bedenlenişler silsilesi içinde, yaşamlar boyu maddenin derinliklerindeki gelişim ortamlarında(uzaysal objelerde ve onların spatyomlarında) geçirdiğimiz deneyimler sonucu, öz benliğimize yansıyanın; dünyasal realiteler olmadığını, bunların dünyasal realitelerin gelişim yönünde değerlendirilmesiyle oluşan süptil madde bileşimleri olduğunu biliyoruz. Bu süptil madde bileşimleri öz benliğimizde birtakım formasyonlara ve transformasyonlara neden olur. Bunun sonucunda, çok yüksek madde sentezleri içinde, dünyadaki görünüşlerinden bambaşka şekilde değerlenerek zenginleşen ince bileşimler ortaya çıkar. Bunlar, ruhun işine yarayan ve tekâmülüne hizmet eden gerçek öz bilgilerdir ki ruh için gerçek tekâmül değerleri bunlardır(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.111).

Ruhların evrenden yararlanmaları bir evren varlığı olan öz benliğin öz bilgileri("tekâmül değerleri") ile olur. Öz benliğin öz idrakinin oluşumu ve öz benliğin gelişim aracı da öz bilgilerdir. Öz idrak, ruh varlığının(öz benliğin) evren boyunca(Ünite’ye kadar) uzanan gerçek idrakidir. Öz bilgilerin de hammaddesi, dünyada ve benzeri uzaysal objelerde(gelişim ortamlarında) çeşitli realiteler boyunca elde ettiğimiz görgü ve deneyim birikimidir (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112). Tekâmül etmemek diye bir şey söz konusu olmadığına göre, öz benlikler(ruh varlıkları) olarak buna karar verdik ve bunu bile bile enkarne olduk. Dahası, bu kararlılığımızı bedende tezâhür ettirmek, ahdimizi yerine getirmek durumundayız. Aslında sâdece yakın çevremizde değil, tüm algılama alanımızda(radyo, TV, internet medya vb.) tüm olup bitenler ve her gün başka bir saçmalık ve erdemsizlikle insâni değerleri yaralayan siyasal ve toplumsal aktörler yeni realiteye geçme ve gerçek şahsiyetlerimize bürünme konusunda bizler için birer ibretlik malzeme oluşturuyor. Onların ve herkesin yaptığı kendine… Biz ne yapıyoruz, bu önemli… Çünkü gelişim konusunda her varlık kendinden sorumludur.

Algılama alanımızda bulunan öteki varlıkları yapıp ettikleri(bize yönelik olsun/olmasın) sadece bir etkidir. Bu etkiye bizim ne tepki verdiğimiz önemlidir. Esasen toplu halde yaşamaktan amaç ve hikmet de budur; karşılıklı iletişim ve etkileşim hâlinde gelişmek. Konumuz olan enkarnasyonun amaçlarından biri de, şimdi bizler için; dünya maddesinin etkisini tanımak ve bu maddesel etki ile çok değişik haller ve hâletler deneyimleyerek kendi güç alanımızı güçlendirmektir. Bundan da amaç, deneyim ve görgü birikimiyle öz benliğimizin(asıl kendimizin) özbilgilerine katkıda bulunmaktır. Aslında ‘gerçek benlik’ asıl kendimizdir, öz benliğimiz, plansal yanımızdır; ama enkarnasyon nedeniyle sahte benlik örtüleriyle kat kat örtülerek ‘altlarda bir yerlerde’ kalmıştır. Öz benliğin, bedensel bende tezahür etmesine elverişli koşulları oluşturmak, toplumun gelişim yönünda  sağladığı olanaklardan yararlanlam  ve onu olabildiğince insanî değerleri(erdemleri) ortaya çıkarmak, tüm inisiytik öğretilerin ve ruhçuluğun  ana hedefini oluşturmuştur.  

Genel gelişim sürecinde, Uyum ve esneklik bütün benliğimizde sonsuz enkarnasyonlar boyunca ulaşılması gerekli olan bir hedeftir. Her gelişim merhalesinin, ulaşıldıkça genişleyen varlıksal mekânların zaman ve mekân koşullarına ve gerekliliklerine uyum sağlamak ve bunun için de her yönüyle esneklik gösterebilmek gerçek bir yok oluştur. Esâsen gelişim bunsuz olmamaktadır: Varlık enkarne olacağı ortama önce uyum sağlar, bedenlenmeden önce bunun hazırlıklarını yapar, enkarne olacağı ortamın (kendi yaşam planına uygu) zaman-mekân koşullarının oluşmasını bekler. Enkarnasyonlar  boyu sürüp giden bu oluşum kapsamında, şimdi sâhibi olduğumuz ve görünen fizik beden aracılığıyla öz benliğimize(asıl kendimize) hizmet ediyoruz; öz benlik olarak da, hizmetinde bulunduğumuz ruha…” (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112). 

Ebedî gelişim süreci içinde beşerî realiteler boyunca elde ettiğimiz görgü ve deneyim birikimimizi spatyomda değerlendirdikten sonra; öz bilgilere, öz bilgiler de öz idrake ve öz benlik düzeyindeki realitelere dönüşüyor ve öz benliğin realiteleri böyle oluşuyor. Varlığın öz bilgileri, ruhun tekâmül değerlerini oluşturur. Varlığın öz bilgi birikimi, onun şuuraltında saklıdır. (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112+142+144)

Varlıktaki özbilgiler öz idrak kanalıyla ruha yansır. Varlığın öz idrak, öz bilgi birikimine paralel olarak artar (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112). Ruh varlığının öz bilgi ve öz idrakiyle ilgili bu birkaç nottan sonra yeniden konumuza dönerek ilerleyelim: Enkarnasyon ile nefsaniyet ortaya çıkar. Nefsâniyet, vicdan birim dualitesinin maddeye dönük öğesidir, dolayısıyla vicdanın tam zıttıdır. Enkarnasyonla birlikte nefsâniyet, vicdânın karşısında olmasaydı, belki gelişmek ve insanlaşmak için varlık idraklenme cehtine ve zahmetine girmek istemez ve varlık bunun için yerinden bile kıpırdamazdı… Enkarne varlığın nefsâniyet-vicdan mücadelesindeki başarısı, onun daha yüksek gelişim aşamalarına(realitelere) liyakat artışını belirliyor. Bu anlamda bir liyakat oluşmadıkça da, üstün realitelere adaylık söz konusu değil. Dolayısıyla nefsâniyet ve onun vicdan ile mücadelesi olmalı ki, içinde bulunduğumuz realiteden bir üst realiteye geçebilmemiz gerçekleşsin.

Easas olan, realiteden realiteye geçerek gelişmek/insanlaşmak ve vazife planına doğru ilerlemektir. Bu konuda ve bu anlayışla idraklenme cehti sergilemek, gelecek gelişim aşamalarının bilgilerini ve onların öz benliğe mâl edilmelerini sağlamayı berâberinde getirecektir.(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.185). Zaman ve mekân ile kaim olan(var olan) realite, varlıktaki kudretlerin yansımalarından/görünümlerinden biri olup, ötekiler;  vicdan, idrak, bilgi ve sevgidir. Enkarne varlığın görgü ve deney birikimi, realitelerin öz varlıkta bilgi olarak birikmiş izlenimlerinden ibârettir(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.109).

Öz benlikteki öz bilgi birikiminin alt yapısını, hammaddesini oluşturan görgü ve deneyim birikimini enkarne durumda yaparken, farklı şuur halleri deneyimleriz; uyanıklık şuur hâlimiz ile uyku şuur hâlimiz, meditasyon/dua şuur hâlimiz, belli bir konu üzerinde çalışırkenki ve hatta şiddetli bir deneyimden geçerkenki şuur hallerimiz başka başkadır. Aslında bunlar da birer enkarnasyondur. Siz bu satırları okurken ya da bir konferansı pür dikkat dinlerken, bir filmi pür dikkat izlerken ona enkarne durumdasınız. Bunların hepsi enkarnasyondur, hattâ enkarnasyon içinde enkarnasyondur. Dolayısıyla, SADIKLAR PLANI öğretisinde gördüğümüz gibi, enkarnasyon sadece bedenlenmek(“ete kemiğe bürünmek” – Yunus Emre) değildir. Bakın ne diyor “SADIKLAR”. Enkarnasyon, bir şuur halinden başka bir şuur haline dönüşmektir ki, zorunlu olarak o şuur halinin gerektirdiği koşullara bürünme şeklinde ortaya çıkar. Bu koşullardan biri de insan şeklinde olmak veya başka bir kalıba girmektir. Başka kalıp, evrimin daha geri düzeylerindeki kalıplar olabileceği gibi, sahip olduğunuz kalıptan çok daha duygulu, çok daha ince tesire sahip kalıplar da olabilir.”  (Sadıklar Plânı Tebliğleri, celse 119) 

 

Ayrıca, Kur’an’daki, “Biz sizi halden hâle sokarız...” mealindeki âyet de bunu çağrıştırmaktadır(İnşikak 19, Zuhruf 14). Enkarne varlık, söz konusu haller içinde yaşam/enkarnasyon koşullarını deneyimlerken, gelişmişlik düzeyine bağlı olarak bilerek ya da  bilmeyerek vazife bilgisine doğru idraklenmeye çalışır. Enkarne varlığın başına gelen olaylar onu otomatizmadan kurtarmaya yönelik duygusal ve nefsânî ögeleri içerir. Dünya okulu söz konusu olanaklarıyla; bitkileri hayvan, hayvanları beşer düzeyine çeşitli otomatizmalarla hazırladığı gibi, beşerî varlıkları da vazife bilgisi ve organizasyon sistemleri sezgisine hazırlar. Dünya gezegeni bu bakımdan; olanakları, koşulları ve gelişim araçları bakımından enkarne varlıklar için çok zengin bir gelişim okuludur. Dahası, dünya beşerini ‘organizasyon ve vazife disiplini’ne hazırlamak dünya yaşamının esas işlevlerinden biridir ve evrende yapacağı işlerin sorumluluğunu benimsemiş olanlar dünya ile ilgilerini kesebilirler.” (Kaynak: İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 72+73) Enkarne varlık tüm bunları deneyimlerken, öz benlik-beden ilişkisi olarak (yukarıda da belirttiğimiz gibi) 7/8 oranında bir şuur yoğunluğuyla dünyaya yönelik durumdadır. Yâni bir bebek dünyaya geldiği sırada, öz benlik olarak tesirlerinin büyük bir kısmı ile dünya bedenine bağlanmış durumdadır ve ancak küçük bir kısmı “serbest” haldedir.

22 Haziran 2021 Salı

SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ HAKKIMIZI KULLANMA ŞEKLİMİZİN SONUÇLARI

 

SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ HAKKIMIZI KULLANMA ŞEKLİMİZİN SONUÇLARI

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Dinler de dâhil, dünyada bildiğimiz bilemediğimiz her şey varlığın gelişimi için birer araçtır. Burada “her şey”in içine;  dinlerin yanı sıra, bilinen bilinmeyen bilgi kaynakları, doğa(tüm olaylarıyla birlikte), bizim kişisel sezgilerimiz, kadîm uygarlıkların kültür birikimi vb. girer. Tüm bunlar bizim gelişme sürecimizde birer gelişim aracıdır. Bu gelişim araçları külliyatı/birikimi beşeriyet tarafından her zaman varlıksal / içsel gelişim yönünde iyi bir şekilde değerlendirilmediği gibi, çoğu zaman da hebâ edilmiştir. Örneğin, vahy yoluyla ve peygamberler aracılığıyla tüm toplumlara peygamber ya da peygamber nitelikli bilge uyarıcılar ve aydınlatıcılar gelmiştir. Yani beşeriyet vahy kanalından gelen dinsel öğretiyle, ilâhi bir yardım/rahmet olarak “doğru yol”da tutulmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte Tanrı’ya giden bu “doğru yol”u izleme basiretini ve başarısını gösterenlerin sayısı, “doğru yol”dan sapanların sayısından çok azdır. Yâni, Kur’an’ın dışındaki tüm dinsel öğretiler tahrifata uğratılmıştır. “Doğru yol”da tutunamayanlar Kur’an’la gelen bilgilerde bir tahrifat yapamamış ama Kur’an’daki özgün İslam’ın, yâni indirilmiş(vahyedilmiş) İslam’ın yanında “uydurulmuş” bir İslam türetmişler; bunu da uyduruk hadisler ve çoğu Arabistan câhiye döneminden kaynaklanan atavik kabullerle desteklemeye çalışmışlardır.  Dinler söz konusu olduğunda, elbette kutsal kelam olan vahy üzerinde yapılan tahrifata da değinmeden olmaz. Çünkü Kur’an dışında tüm kutsal kitaplarda tahrifat olmuştur.

Beşerî akıl sâdece dinleri değil; pek çok şeyi, hattâ doğayı bile yanlış yorumlamış ve beceriksizce kullanmıştır. Beşeriyetin hayrına olabilecek pek çok inisiyatik öğreti, ilke ve doktrin beşerî çıkarlar uğruna kötüye kullanılmış ve bu nedenle(evrensel sebep-sonuç yasası determinizm gereği) insanların başına büyük dertler açmış, kanlı savaşlara neden olmuştur. Dinsel öğretiye yönelik yanlış yorumlardan kaynaklanan uygulamalar da aynı olumsuzluklara neden olmuş; ALLAH’la aldatma, kokutma, hadis uydurma ve dini siyasî çıkarlara âlet etme vb. gibi pek çok talihsizlik sergilenmiştir ve ne yazık ki, beşeriyetin bu ayıbı 21.Y.Y. dünyasında da sürmektedir. Bu şekilde dinsel öğretiyle beşeriyete yapılmak istenen yardım bir bakıma, engellenmiş değilse bile sekteye uğratılmıştır. Beşeriyetin gelişimine karşı, hem de beşeriyetin doğrudan doğruya kendisi tarafından sergilenmiş vahim bir hatadır bu... Beşeriyet kendi başına örmüştür bu belâyı ve elbette bunun bedelini ödeyecektir, ödemektedir de.    Yoksa, gelişmek için, “insanlaşmak” için ille de ıstırap çekmek diye bir şey yoktur ama ilâhî irâde yasalarından Sebep – Sonuç yasasına göre edimler(fiiller/hareketler) karşılıksız kalmıyor. Bu da zâten İlâhî Adâlet’in gereğinden başka bir şey değildir. Seçme özgürlüğü(*) hakkımızı kullanma şeklimize göre farklı sonuçlarla karşılaşıyoruz. Bu nedenle eğer ıstırap çekiyor ya da huzur içindeysek, bu bizim kendi seçimlerimizden dolayıdır ve seçme hakkımızı kullanma şeklimizin kaçınılmaz sonucudur .

Seçme özgürlüğümüzü kullanma şeklimizin doğal sonuçlarından biri olarak, şimdiki konumuz olan dinsel öğretinin farklı şekillerde yorumlarından mezhepler/tarikatler ortaya çıkmıştır. Anlayış farklılıklarından doğan bu oluşum doğaldır ama vahy yoluyla gelen özgün öğretiyi bırakıp, mezhebi din edinmek ve onunla özdeşleşmek doğru yoldan sapmışlıktır. Hiçbir şeyle/kimseyle özdeşleşmemek(eş koşmamak) gerek. Hele hele mezhep önderini ilahlaştırmak putperestliktir. Mezhebin / tarikatin liderinin fikirleriyle eşkoşulduğu zaman, mü’rid özgür düşünemez, karşı fikir söyleyemez böylece birtakım önyargılar olur, mezhep liderinin(kurucusunun/şeyhinin) öğrettikleri ve fikirleri tartışılamaz olur. Oysa Kur’an bile kendisini eleştriye/irdelemeye açmıştır. Dahası, “düşünün, aklınızı işletin…” mealinde birçok âyet bulunmaktadır Kur’an’da(**). Bir kısım insanlar akıllarını bu anlamda işletmedikleri için, doğru yoldan ve gerçeklerden sapmış duruma düşmüşlerdir. Oysa, ALLAH, pek çok âyetinde aklın işlevsel olması yolunda tembihatta bulunmuştur.     Doğru yola ve “insanlaşmaya” yönelik uyarılara, dikkat çekmelere duyarsızlıktan dolayı, aynı din içinde ve dinler arasında uzun yıllar süren didişmeler, çatışmalar ve hattâ savaşlar deneyimlenmiştir.   Mezhepler kendi davalarını putlaştırmanın bedelini kanlı savaşlarla ve yıllar süren inatlaşmalarla önemişler, bir yere de varamamışlardır.

......................................................

(*) Varlıksal İlkelerden, seçme özgürlüğü için bkz. http://www.astroset.com/bireysel_gelisim/newage/vi3.htm

(**) Âyetler:     hakka 42 - kamer 17  - sâd29  - en'am 80 - a'raf 10+57+169  - yunus 3+16 -   mümin 58 - en'am 50 - hûd 51 - yusuf 109 -  nahl 18    - enbiya 10+67 - a'raf 169 - hûd 51  -  nahl 69  - bakara 171 - ali imran 118 - mümin 67  - yunus 16+42 - bakara  73+242  - enbiya 67.

 

25 Nisan 2021 Pazar

Yaşam ile ölümün döngüsel doğasındaki gizem...

 

Yaşam ile ölümün döngüsel doğasındaki gizem...

ÖLÜM İLE “YOK” OLAN BEDENDİR, RUH VARLIĞI YOK OLMAZ.

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

İNSAN bir yanıyla, fizikokimyasal yasalara bağlı olarak değişen ve sonunda ölüm ile toprağa karışan; bir öteki ve asıl yanıyla ölümden sonra da var olmayı sürdüren ruh varlığıdır. Bu arada, “Dünya yaşamına veda etmek” ya da “ahiret yurduna yürümek” de denen ölümden sonra var olmayı sürdüren yanımız RUH değildir. Ruh, evren üstüdür, bedenin içinde ruh olmadığı gibi, evrende de ruh yoktur(*). Ruh,  ALLAH’ın yalnız kendisine özgü olan tasarrufu ile meydana gelmiş olan tek bir enerji çekirdeğidir.”(Sadıklar Planı Tebliğleri, celse 43) Dünya bedeniyle birinci derecede bağlantısı olan; ruh değil, ruh varlığıdır(öz benlik).

 

Ölümden önceki bedensel ben, nasıl maddelerle ilgili bir yapı ise, ölümden sonraki yanımızın da öylece maddelerle ilgili bir tezâhür olduğunu deneysel ruhçuluk literatüründen biliyoruz. Kendini bilmezlikten, insanın gerçek doğasından habersizlikten/bilgisizlikten kaynaklanan cahillikle kimileri kendini bedenden  ibâret sanır ve ölüm ile yok olacağı yanılgısı içindedir. Bu şekilde kendinin bedenden ibaret olduğu yanılgısı içinde yaşayanlara (kadîm Sufi bilgeliğinde) “ceset olarak yaşayanlar” denir.

 

Oysa, ölüm denen geçişle “yok olan” bedendir; aslında beden için de; “yok olmak” değil, “aslına dönmek” demek daha doğru olur. Çünkü beden, dünyasal elementlerden yapılmış bir organizmadır, ölüm ile öz benlik-beden ilişkisi kesilince, beden/ceset toprağa gömülerek( ya da bazı geleneklerde olduğu gibi yakılarak) elementlerine ayrılır, toprak olur, kül olur, duman olur... Bu anlamda, beden için de yok olmak söz konusu değil, aslına dönüş söz konusudur. O bedeni bir ömür boyu canlı tutmuş olan ruh varlığı var olmayı ebediyen sürdürür ve belli bir süre sonra gelişim ihtiyaçlarına göre ve belli bir yaşam planıyla yeniden bedenlenir.

 

Bu durum yaşam ile ölümün ebediyen sürüp giden döngüsel doğasıdır. Bu nedenle ölüm üzücü/üzelecek bir şey değildir. Elbette ölen bir yakınımızın arkasından sevinecek değiliz ama genel geçer âdetlere/geleneklere uyumsuz düşmemek adına üzülsek de; bu gerçeği hemen  anımsamak, bilgiye yönelik minnettarlığın ve bilgeliğin gereğidir. Kısaca, ölüm üzücü/üzülünecek bir şey değil; üzücü olan, çoğu kimsenin ceset olarak yaşıyor, yani aslında “yaşamıyor” olmasıdır. Kendinden habersizlik varlıksal bir cehalettir. Tüm kadim inisiyasyonların ve kutsal vahy ile gelen öğretilerin ana temasının odağında kendini bilmek vardır.

..............................................

(*) Bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT