Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

4 Haziran 2017 Pazar

ANİMİZM & SPRİTÜALİZM İLİŞKİSİ

ANİMİZM & SPRİTÜALİZM İLİŞKİSİ

HAZIRLAYANLAR: Hakan Altan Özen, Selman Nuri Gerçeksever

İnsanın gerçek doğasıyla ilgili ruhçuluk kültürümüz bizlere, evrenlerin ruhun eseri olduğunu söylüyor. Evrenler üstü olan ruh da, her şey gibi; Yaradan’ın bilgisinin (“seçkin” diyebileceğimiz) bir tezâhürü olarak, İlâhî İrade Yasaları’ndan yararlanarak evrenlerde ve onların âlemlerinde pek çok olgunun; sâdece başlatıcısı değil, aynı zamanda, görüp gözeticisi durumundadır. Evren üstü ruhun evrendeki temsilcisi ruh varlığıdır(öz benlik) ve ruh varlığının da uzaysal objelerdeki tezâhürü bildiğimiz insan, hayvan ve bitki bedenleridir. Yâni ruhun tesirliliği(müessiriyeti) maddesel ortamların derinliklerine kadar “kabalaşarak” inmektedir. Dolayısıyla doğada ruhun varlığından söz etmek yanlış olmaz. Ama “Doğada ruh yoktur.” Şeklinde düşünenlere de hak vermek olasıdır. Yani, kuantumdaki “hem hem mantığı”yla(1); ruh, doğada hem vardır, hem yoktur. Yukarıdaki anlamda ruh doğada ve her yerde vardır ama aynı zamanda yoktur çünkü ruh ve madde iki ayrı cevherdir, bu nedenle ruh ve madde doğrudan doğruya bir arada bulunamaz.
Text Box: Altay Şaman TotemiAltay Şaman Totem.jpg Genel  animizm kapsamında olduğunu bildiğimiz kadîm şâman bilgeliğinde, “Doğada insan ruhuna az çok benzeyen ruhlar vardır.”(2) söylemini burada anımsamamak ve bu söyleme katılmamak olası değildir. Yukarıda da anlattığımız gibi, Yeni ruhçuluk anlayışına göre, ruh fizik evrenin içinde(dolayısıyla dünyada) değildir. Bununla birlikte ruhun evrendeki temsilcisi öz benliktir; öz benliğin de uzaysal objelerdeki(dünya gibi) temsilcisi;  bizler, hayvanlar ve bitkiler gibi enkarne varlıklardır. Animizmde belirtildiği gibi “Doğada ruhlar vardır.” ama yukarıda belirttiğimiz anlamda… Bu durumla bağlantılı olarak, kökenlerini kadîm MU bilgeliğinden alan şâmanizmde “ongun geleneği” bulunmaktadır. Ongun, kâdim Asya’nın şâman Türkleri’nde “Tanrı’nın yeryüzündeki var oluş biçimi”dir ve Tanrı sâdece  ongunda tezâhür eder ya da kendini gösterir. Bu söylem, tersinden de insanın gerçek doğası hakkındaki bilgilerimize ters değildir: Her şey Tanrı’nın(daha doğrusu, Tanrı’nın bilgisinin) tezâhürüdür, dolayısıyla; insan, hayvan, bitki ve tüm tezâhürat O’nun tezahürüdür. “Ongun geleneği” Asya’nın kadîm toplumlarında o kadar kökleşmiştir ki, örneğin;  günümüz Azarbeycan topraklarında bulunan İslâmiyet sonrası Türk mezar taşlarında(16.Y.Y.) bile ölen kişinin hangi boydan olduğunu gösteren “ongun işareti” bulunur.
Bilindiği gibi totemler, sâdece Asya’nın kadîm toplumlarında ve şaman geleneklerinde değil, Amerika Kıtası’nın kadîm yerli halklarında da yaygındır. Bunlardan kadîm Asya Türkleri’ndeki  “Tengricilik İnancı”nda totem, içinde bir ruhun barındığına inanılan bir cisimdir. Totem denen bu cisme böyle bir inanç yöneltilince(atfedilince), bu inançla ve elbette belli bir ruh hâli içinde onun karşısında bulunuldukça ya da çevresinde bir takım ritüeller gerçekleştirildikçe, totem denen o cisme o inanç sâhipleri tarafından da tesir yüklenir ve o totem bir süre sonra, kendisine yüklenen bu beşerî tesirden dolayı gerçekten, çevresine tesir yayan bir obje hâline gelir. Günümüzdeki türbe ziyaretlerinde de durum aynıdır. Belli bir ruh hâli içinde, hattâ türbeperestlik düzeyinde  yapılan türbe ziyaretleri ile türbe yataydan gelen beşeri tesirlerle sürekli şarj olur. Türbe kimin adına inşa edilmişse, yâni o türbede defnedilmiş durumda bulunan her kim ise, 100 hattâ 1000 yıllar boyunca, o kimsenin kendi tesirinden çok, türbeye yapılan ziyaretler boyunca birikmiş olan tesir vardır. Gelip gidenler tarafından algılanan bu tesirden dolayı türbeye bir kutsiyet  yöneltilir ki bu çok yanlıştır çünkü kutsal olan ALLAH’tır ve türbeperestlik şirk düzeyinde bir beşerî kusurdur. Geçerli olan ilkenin aynı olmasından dolayı türbelere de değindikten sonra, yeniden konumuza dönerek irdelememizi sürdürelim.
Genel  animizm kapsamında olduğunu bildiğimiz kadîm şâman bilgeliğinde “doğada ruhların bulunduğu” inancının olduğunu, hattâ bunlara “doğa ruhları” dendiğini yukarıda belirtmiştik. Animizmdeki bu inancın ruhçu kültürdeki karşılığının da, “her şey ruhun tezahürüdür, canlı/cansız olarak bilnen her şey ruhun tesirliliği(müessiriyeti)altındadır ve aslında ‘cansızlık, şuursuzluk ‘diye bir şey söz konusu değildir…” bilgisi olabileceğini önermiştik. “Her şey ruhun tezâhürü” demenin kadîm Yunan bilgeliğindeki karşılığı da “evrendeki görünür / duyulur her şeyin bir ideası olduğu” bilgisidir(Platon, Parmenides). Yine, insanın gerçek doğasıyla ilgili bilgilerimizden biliyoruz ki, Enkarne durumda bir varlık “canlı”dır ve bu, onun “can hâli”dir; ölüm dediğimiz geçişle de “can hâli” sona erer, o artık “cansız”dır, ya da zaman zaman kullandığımız yaygın söylemle “canı çıkmış”tır. Bu gerçek olgu, kadîm şaman bilgeliğinde de anlamını bulmuştur: “Can insanın dışına çıkabilir….” Bu durum sürekli , yâni bedene dönmemek üzere bir “çıkış” ise, bu ölümdür ama geçici bir “çıkış”(yâni beden dışı bir durum) ise, bunun deneysel ruhçuluk ve parapsikolojideki karşılığı “astral seyahat”, “şuur projeksiyonu”, hattâ “teleportasyon”dur.
Şamanizm, astral “seyahat”denilen paranormal deneyim(3) konusunda en zengin din ya da inanç sistemlerinden biridir. Şamanizmde astral seyahat ritüeli sâdece Şaman aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Astral seyahatte, bir yerden bir yere gitmekten çok, bir “şuur projeksiyonu” söz konusudur. Transta en üst düzeye ulaşabilen bir Şaman, yıldızların düzeyine kadar “yükselebilir”. Diğer doğaüstü yetenekleri, büyü, şifacılık, dedublümandır(teleportasyon). Şamanizmdeki paranormal deneyimler kapsamında sayılabilecek “can çalınabilir / yenebilir” inancının da bulunduğunu biliyoruz. Bu durumun da ruhçuluk penceresinden açıklaması obsesyon konusuyla ilgili olabilir, yâni; iki varlıktan birinin(elbette ortak yaşam planları gereği) ötekisine musallat olması, bu şekilde onun iradesini ve aklını sanki “çalması”… “canın yenmesi” durumu ise belki, (obsesyonun daha ileri ve yoğun aşaması olan) posesyon durumuyla ilgili olabilir.
Şamanik inançlardaki, “Can bedeni terk edince, insan ölür; ancak, ruhun bedende kaldığı ve yaşayanlardan öc alabildiği…” konusuna gelince; bu durumlara da, ruhçuluk açısından obsesyon ve tekinsizlik başlıkları altında açıklanabilir(3). Yukarıda alıntıladığımız şamanik inançtaki “ölüm” kavramıyla bağlantılı olarak burada “ölülerin de ölmesi” şaman inancını da ele alabiliriz. Bu inanç, bir açıdan obsesyon  ve daha çok da tekinsizlik vak’alarını çağrıştırıyor. Şöyle ki, ruh-beden ilişkisinin ve ölenin dünya ile de ilişkisinin tamâmen kesilmesi tam ölümdür ama görünüşte ölen varlık dünya maddesi ve dünyasal koşullandırmalara gereğinden fazla gömülmüş ve bu bağımlılıklardan kendini bir ömür boyunca biraz olsun kurtaramamışsa, dünyanın kaba titreşimiyle özdeşleşmişliğini ve bağımlılığını sürdürür. Yâni bedenen ölmüş görünse de “bedensiz” yanıyla astralin “alt” tabakalarından öte yükselemez. Bu durumdaki varlığa tam olarak öldü denemez. Çünkü bu varlık “ölüm” dediğimiz geçişi tam olarak yapamamıştır, dünya ile spatyom arasında ve dünyaya daha yakın bir yerlerdedir. Bu durumdaki bir “bedensiz”in obsesyon ve daha çok da tekinsizlik vak’alarına neden olması çok doğaldır. İşte böyle bir varlık belki ruhsal rehberlerin yardımıyla ya da başka bir şekilde ve elbette uzunca bir süreden sonra astralin söz konusu “alt” tabakalarından kurtulup “yükselmeye” başlar ve dünya ile bağlantısını sıfıra yakın bir dereceye indirebilirse, o zaman ona “tam öldü” denebilir. İşte bu durum, şamanizmdeki “ölünün ölmesi” söylemine karşılık olabilir.
totem-nedir.jpgYukarıdaki durumla ilgili olarak başka bir olasılık da “ölüm” olgusunun kendisiyle ilgili olabilir. Şöyle ki; enkarne bir varlık dünya da öldüğü zaman, spatyom da doğar; spatyomda ölen dünya da ya da başka bir uzaysal objede doğar. Bu yaklaşımla, dünyadan bakıldığında, spatyomdaki durumumuza “ölü” dersek, oradan dünyaya enkarne olan bir varlık için “ölünün ölmesi” denebilir ama bu mecazî anlamda bir ölmedir. Esâsen “yok olmak” anlamında ölmek söz konusu değildir, ruh varlığı olarak hep varız; bir süre için dünyada, bir süre için dünya ötesinde… Bunlardan ayrı olarak “ölünün de ölmesi” inancı söz konusu olduğunda, açıklama bağlamında, “realitede ölmek” durumu da önerilebilir: “Realitede ölmek” deyimi, daha çok, enkarne bir varlığın içinde bulunduğu realitede olgunlaşarak, o realiteden ayrılıp(“ölüp”) bir üst realiteye geçmesi olarak ele alınır. Bu durum elbette gelişim açısında olumlu bir hamledir ama varlık içinde bulunduğu realitede gelişim yönünde yeterli cehit ve irade ortaya koyamıyorsa(ki bunlara “ölü yaşayanlar” denir), o realitede bir bakıma “çakılıp kalmış”, yâni zaten ölü iken, bir daha ölmüş denebilir. Şamanlardaki, “ölülerin de ölmesi” bu şekilde de açıklanabilir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, derinlikli kadîm bilgilerin ortak yanları çoktur, aynı kavramlar farklı şekillerde ve değişik sembollerle ifâdeye konmuştur. Kaldı ki, yukarıda ele aldığımız ruhçuluk ve şamanizmin, kadim geçmişte MU Bilgeliği’nde birleşen ortak bir kökenleri olduğunu biliyoruz.

……………………………………………          
(1)    KUANTUM BİLGELİĞİ ve TASAVVUF, Haluk Berkmen
(3)   Paranormal deneyimler ve seçkin örnekleri konusunda bkz. www.astroset.com



3 Mayıs 2017 Çarşamba

DİNSEL YAPTIRIMLARDAN AMAÇ

DİNSEL YAPTIRIMLARDAN AMAÇ
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Kutsal kitaplar simgelerle dolu olsalar da, varlıksal ve evrensel bilgiyi özlerinde hep taşımışlardır. Özellikle de Kur’an bu öz bilgiyi özünde hep taşımıştır. Aslında bu bilgi bir tesirdir ve elbette beşeriyete tarih boyunca “kabalaşarak”, yâni; kendisini beşeriyetin ortalama şuur düzeyine uyumlayarak inmiştir, daha doğrusu indirilmiştir(vahy). Başka türlü bir söylemle, ALLAH’ın bizlere hitap şekillerinden biri olan vahyin özü çeşitli renklere sarılıp sarmalanmış biçimde indirilmiştir. Vahy, beşer tarafından  elbette farklı düzeylerde/derinliklerde anlaşılmış ve anlamayan büyük çoğunluk ise kendini yalnızca renklere vermiş ama özdeki o saf beyaz ışıktan ancak birtakım kırıntılarla yetinir durumda kalmış olup; bunlar çoğunlukla şeriat ve duygu realitesinin sâkinleridir. Esâsen dinsel öğretinin ana hedef kitlesi duygu realitesi bireyidir. Beşerî duygusallıklardan(ödül, ceza, korku vb.) yararlanılarak; inanç sâhipleri, duygusallıktan mantal düzeye yönelmeleri ve o basamağa adım atmaları hedeflenmiştir. Bu yazımızın akışı içinde duygular ve din ilişkisini yer yer ele alacağız ama din şeklindeki kutsal öğretinin orijini üzerinde biraz daha duralım:
Kuşkusuz her şey Tanrı’nın Yüce İrâdesi ve Muradı yönünde oluşur. Tüm Kutsal Kitaplar ve genel anlamda doğru yola yönlendirme sadece O’nun irâdesinin birer bildiriminden(beyânından) ibarettir ve bunun esâsı da, yukarıda belirttiğimiz gibi bir tesirdir. Bu irâde bildirimi insanın (Peygamber’in, medyumun) doğrudan doğruya şuuruna değil, onun yönetiminden ve yetiştirilmesinden sorumlu olan Mekanizma Şuuru’na yansır önce. Bu sonuncusuna yansımalardan da ancak bu duruma gelinebilmiştir(1). Bu demektir ki, Mutlak olan Tanrı ile yaratıkları arasında akla uygun hiçbir bağlantı yoktur, arada kademeleşme ve tesirin kabalaşarak(titreşimizi düşürerek) inmesi söz konusudur. Dinsel öğreti şeklindeki doğruya/güzele yönlendirme, doğru yolu gösterme ve uyarma(irşad) elbette dünya gezegeniyle sınırlı olmayıp, içinde bulunduğumuz “hidrojen âleminin(2) başka uzaysal objelerde de sürüyor olmalı. Yukarısı’nın beşeriyete yönelik din şeklindeki rehberliği, bireysel düzeyde duygu kanalından gerçekleştirilen bir “basınç” olarak  ortaya çıkıyor. Öğreti şeklindeki bu rehberlikte bireyin duygusal zaaflarından ve özelliklerinden yararlanılmıştır. Bu durumda, dinsel yaptırımların altında yatan maksat, negatif/olumsuz duyguların ve düşüncelerin pozitife, yâni, yıkıcıdan yapıcıya yönlendirilmesidir. İşte bunun gerçekleştirilmesi, duygu kanalından gerçekleştirilen bir “basınç” ile olmuştur/olmaktadır.
Dinsel öğreti, yâni din şeklindeki rehberlik Hz.Muhammed ile noktalanmışsa da, bu öğretiden ve ilâhî rahmetten yararlanacak/yararlanan milyarlarca insan vardır çünkü onlar hâla duygu realitesini deneyimleme gereksinimi içinde olan enkarnelerdir. Günümüz beşeriyeti henüz tamamen duygu realitesini tamamlamış olmadığı için, dinsel öğretiden yararlanan/yararlanacak olan daha pek çok birey vardır. Günümüzdeki görünümüyle, bu insanların bir kısmı dinsel öğretiyi özümseyip, duygu realitesinin hakkını vererek, mantal düzeye yönelmişken; bir kısmı da dinden gelişim yönünde yararlanmak yerine, onu istismar edip, kendi nefsânî doyumu peşinde koşmaktadır. Bu durumda her iki kesim için de dinsel öğreti bir gelişim aracıdır. Bu nedenle din şeklinde beşeriyete yönelik bu ilâhî rehberliği bir kalemde silip atmak doğru değildir. 21.Y.Y.’ın teknolojinin olanaklarıyla gelen illüzyonel pırıltıya bakarak, “kaplumbağa kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş…” özdeyişinde anlamını bulan bir yanılgı ile “din realitesi artık çok gerilerde kaldı…” gibi bir sanıya(zehaba) kapılmak kendini bilmezlere özgü bir tavır olmaktadır. Ruhçu realite mensupları arasında böylelerine rastladığımız için, değinmeden geçemedik. Günümüzde, negatif, hattâ yıkıcı duygular bünyelerde sürüp gitmektedir. Gezegen genelinde, vicdânî uyaranlar bireyin düşünce ve hareketlerine yansıyacak güce ulaşmamıştır. Dünyanın genel görünümüne bakarak bunu söylemek hiç de zor değildir.
Din realitesi büyük ölçüde duygu realitesi bireyi içindir.  Mantal düzeyin bireyi için; ne fikren, ne eylem olarak ve ne de vicdan olarak gerçek yerini korumaktadır. Dinsel rehberlik kapsamında dünyaya verilmiş olan bilgilerin açıklığı ve uygulamadaki gerçekliği mantal realite basamağında bulunan birey(3) için duygu realitesindeki kadar işlevsel değildir. Esâsen dinsel öğretiyle hedeflenen de buydu, yâni; dünya beşerini duygusal düzeyden mantal realitenin vicdan basamağına kadar yükseltmek… Çünkü vicdanın yargılama gücü her şeyden üstündür ve vicdan kalbin sonsuzluk yoludur. Bireyin öz benliğiyle, planıyla ve sonsuz yüceliklerle olan göbek bağı vicdandır. Dinsel öğretinin amacı, enkarne varlığı o yüceliklere daha güçlü bir şekilde bağlamak ve bu bağı giderek güçlendirmek olmuştur. Böylece enkarne varlık, “Gerek şuuruna âit titreşim, gerek bedenine âit titreşim bakımından daha daha yüksek bir titreşim sistemiyle bağlantı kurabilecek, oraya dayanıklılık gösterebilecek ve orada kendi enerjisini Evren Enerjisi ile temâsa getirebilecek duruma gelmiş olur.”(4).
Daha yüksek bir titreşim sistemiyle uyumlu duruma/düzeye gelebilmek, böyle bir tesirliliğe(müessiriyete) dayanabilmek, duyguların kontrolu ve yönetimiyle; yâni, olumsuz duyguların olumluya dönüştürülmesiyle olasıdır. Bundan da amaç, İlâhî İrâde Yasaları’na uyumlu yaşar hâle gelmektir. Çünkü İlâhî İrâde Yasaları’nı öğrenmek ve onları kullanır düzeye çıkmak varlığın gelişim yolunda önemli bir merhaledir. “Evren baştan sona bir organizasyondur.”(5) Evren organizasyonu da alt organizasyonlardan oluşmuş ve bu organizasyonlarda çeşitli şuur ve uzmanlık düzeyinde varlıklar etkin durumda İlâhî İrâde Yasaları’nı kullanarak çokluk ve çeşitlilik  hâlinde vazife yapmaktadırlar.
Şimdi dünya sâkinleri olan bizler, kim bilir kaç bedenli yaşamdan beri bu düzeylere aday olma liyakatini kazanmaya çalışıyoruz… Tüm yaşadıklarımız; ateş, kan ve göz yaşı giderek, vicdan kanalıyla akıp gelen saf bilginin(yâni, İlâhî İrâde Yasaları bilgisinin ve bilincinin) hızla güçlenmesine/kökleşmesine neden olmaktadır. Gelişim, değişim ve şuurlanma olgusu içinde, beşeriyetin tamamı değilse bile, büyük bir kısmı doğruyu yanlıştan derhal çekip alabilecek duruma geldiğinde; bu değişim, mantal realitenin yaygınlaşmasının belirtisi olacaktır. Bu gelişmenin sonucunda İlâhî İrâde Yasaları, bunlara uyumun gereği ve önemi daha iyi anlaşılmış olacak. Buna bağlı olarak da insan, kendi varlık nedenini daha iyi kavrayarak ve onu tamâmen pozitif anlamda değerlendirme düzeyine ulaşacaktır. Nasıl ki, dünyanın kadîm tarihi içinde pek çok varlık bu düzeye ulaşmış ve bunlar çeşitli şekillerde gelişim yolunun; daha yavaş ilerleyen, gerilerde kalmış yolcularına yardım etmeye çalışmışlardır.
Belli bir gelişmişlik düzeyine ulaşıldıktan sonra yardımlaşmak ve paylaşmak; duygusal bir motivasyonun da ötesinde, yardımlaşma bilinciyle yapılır. Bu uygulamada vicdan kaynaklı itilimler de büyük ölçüde devrededir. Her ne kadar vicdan realitesinde de biraz duygusallık varsa da; bu, duygu realitesindeki kadar yoğun değildir: Bireyin kendi çıkarları büyük ölçüde ikinci planda kalmıştır.
Görülüyor ki, eğer yaşamınızda vicdan sesinizle elde etmiş olduğunuz bilginize uygun ve kendi kendinizi denetlemede, her zaman nefsinizi yenebilecek derecede hareket edebiliyorsanız, sizin için dine/mezhebe gerek yoktur(6). Ama bunlarda aksaklık ve kendinize güvensizliğiniz varsa, bağlı olduğunuz dinin emir ve yasaklarını izleyerek kendinizi disiplin altında tutmakta yarar olabilir. Dünümüz dünyasında milyarlarca birey olduğuna göre, her ne kadar dinsel öğreti(vahy) Hz.Muhammed ile noktalanmış olsa bile, din hâla bazıları için gereklidir ve işe yarar durumdadır.
Herhangi bir varlık hangi kademede/gelişim düzeyinde olursa olsun, hareketlerinden ve dolayısıyla başlattığı  ya da başlamasına vesile/aracı olduğu bir fiilden ve onun sonuçlarından sorumludur. Esâsen Sebep-Sonuç Yasası’nın gereği de budur. Yukarıda sözünü ettiğimiz dinsel öğreti bağlamında bu durum daha da önem kazanır çünkü hedef kitle dünya beşeriyetidir. Bir mekânda din şeklinde ruh varlığına yapılan bir etki, yâni bilgi ya da bir eylemle ortaya çıkan bir etki; sâdece etkileyeni değil, etkileneni de sürekli olarak kucaklar(7). Bir  dinin peygamberi de peygamberliğinin devamı boyunca etkin durumdadır ama ömrünün bitişinden sonra da, ruh varlığı(öz benlik) olarak aynı tesirin devamı kaderini sürdürür.
Peygamberler, büyük inisiyeler ve toplum önderleri gibi büyük aksiyonerler her zaman eserlerinin arkasındadırlar. Böyle aksiyoner bir varlık dünyadan başka bir uzaysal objede başka bir vazifeyi üstlense de, önceki vazifesiyle ilgisini kesmez, o vazifenin izleyicisi olmayı sürdürür. Böyle büyük aksiyonerler dışındaki sıradan varlıklar bile, bir gelişim ortamında yaşarken, daha önce yaşamış olduğu mekânlardaki fiillerinin; hem sonuçlarıyla kesintisiz olarak, hem de orada bırakmış olduğu(yarım kalmış) bir eylemin devamını sürdürür. Bu arada, bir varlık(öz benlik) bir zaman mekân ortamına enkarne olduğu zaman, enerjisinin tamamını fizik bedene yönlendirmez, enerjisinin ve ilgisinin bir kısmını(8) bedene bağlamıştır.
Dünya bedeniyle, onun sâhibi ve var oluş nedeni olan öz benlik arasındaki bu bağlantıdan(yâni enkarne durumdan) gelişim ve şuurlanma yönünde iyi bir sonuç alabilmesi, kendini bilme ve tanıma duyarlılığı içinde gelişmeye ve şuurlanmaya bağlıdır. İşte bu noktada duygular/duygusallıklar konusunun önemi ortaya çıkmaktadır. Yukarıda da değindiğimiz duygu yönetimi ve duygusallıkların kontrolündeki başarı, varlığın doğru bildiğini uygulaması ve idraklenerek şuurlanması bakımından önemlidir. Bu bağlamda, dünya beşeriyeti bu günkü görünümüyle  devre sonu toplumu olarak duygu realitesinden çıkmaya ve mâkul vicdan düzeyini yakalamaya çalışmaktır ki, “insanlaşmak” açısından makbul olan da budur. Mâkul vicdan düzeyinde duygular devre dışıdır, yâni duygusallık söz konusu değildir ama duygular çok büyük oranda kontrol altına alınmıştır. Akıl duygulara egemen hâle gelmiştir. Böylece, Kur’an’da da defalarca yinelenen ve “Akıl etmez misiniz, hâla düşünmeyecek misiniz, aklını işletmeyenlerin üzerine pislik yağar…” vb. meâlindeki âyetlerde(9) anlamını bulan İlâhî Murad gerçekleşmiş olur. Bu başarı dünya beşeri için bir bakıma “uyanış”tır(şuurda uyanış, kıyam). Bu aşamaya ulaşmış olan bireyin artık duygular/duygusallıklar içeren deneyimler geçirerek(yâni dinsel öğretiyle) gelişmesine gerek kalmamıştır. Bu gibiler dinsel öğretiyi de gerçeğine en yakın şekilde anlayanlardır. Kadîm zamanlardan günümüze değin gelmiş olan “Ârife din gerekmez.” söylemiyle de bu durum ifâdeye konmak istenmiştir, sanıyoruz.

 ………………………………………………..
(1)    SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 373, 619.
(2)    “hidrojen âlemi” kavramı için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 10,11,12,44,49,54,55,71,260,263,276,315
(3)    SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 482.
(4)    SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 570.
(5)    İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 70 ve devamı,83,166,186.
(6)    SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 630.
(7)    SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, syf. 633.
(8)    Bu oran; SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ’ne göre %20-25’tir. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’a göre7/8’dir.

(9)    Âyetler; Kamer 17+22+32+40, Muhammed 24, Nûr 61, Rûm 8+9, Mâide 103, Zariyat 21+49,Yunus 100.

9 Nisan 2017 Pazar

ANADOLU MİSYONU ve MUSTAFA KEMAL(*)

ANADOLU MİSYONU ve MUSTAFA KEMAL(*)

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Sınırlarının içinde Anadolu Yarımadası’nın da bulunduğu kadîm Roma İmparatorluğu’nun çöküş dönemine geçtiği yıllarda şimdi vatanımız olan bu topraklarda da  yozlaşma ve atâlet iyice yoğunlaşmışken, Orta Asya’dan; çeşitli kültür ve bilgi birikimine sâhip binlerce insan Anadolu’ya doğru gelmeye başlamıştı. Sâdece farklı kültürleri değil; farklı sanatları, bilgileri ve becerileri olan insanlardan oluşan bu  göç dalgası, Roma İmparatorluğu’nun son yıllarının yozlaştırıcı etkisi altında iyice bunalmış ve âtıllaşarak dejenere olmuş o zamanki Anadolu Halkı’nın rejenere olması için “can suyu” niteliğinde bir etki olmuştu.  
Yıllar içindeki bilinen tarihsel gelişimi ve değişimiyle, Asya kökenli bu göçmenlerden bir grup belirginleşip Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmuştu. Ergün Arıkdal’ın söylemi ile(1) “… Anadolu’ya gelen bu göç büyük bir vazife yapmıştır. Bu göç dalgası, Mustafa Kemal’den önceki son büyük değişimini sağlayacak şekilde ‘Osmanlı’ adı altında sonradan kendini tanıtan o büyük rejenerasyon alanı oraya geçmiş(intikal etmiş) ve baskın bir şekilde her bir yana egemen olmuştur.
Osmanlı’nın yozlaşarak yıkılışından sonra, Atatürk Devrimleri’yle gelen yeniliklerin ilk belirtilerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş döneminde ortaya çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. 600 yıl boyunca insanların; inanç, hareket ve seçme özgürlükleri hiçbir zaman kısıtlanmamış, İslamiyet’in de etkisiyle hak ihlalleri konusuna duyarlı davranılmıştır. Özellikle inanç özgürlüğü konusunda, Osmanlı egemenliği altındaki topraklarda çeşitli dinlere mensup insanlar kendi ibâdet ve geleneklerini rahatlıkla sürdürebilmişlerdir. Özellikle Hıristiyan Avrupa’da dinci Katolik Kilise baskısı zulüm düzeyinde sürüp giderken, Anadolu Halkı din ve inanç özgürlüğünün tadını çıkartmaktaydı. Bu bakımdan, dünyanın en büyük laik sisteminin temellerinin Osmanlı’da atıldığını söyleyebiliriz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’an’daki özgün İslam’ın da etkisiyle laik anlayış Osmanlılar (yâni o devrin Anadolu Halkı) tarafından oluşturulmuş ve uygulanmıştır. Durum böyle olunca, 21.Y.Y.’ın demokratik ve medenî toplumların belirgin özelliklerinden olan ama bazı tutucu toplumlarda da hâla savaşı verilen laikliğin Anadolu’dan Avrupa’ya geçtiğini söylemek çok yanlış olmaz. Bilindiği gibi laiklik, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyet devrimleriyle taçlandırılmıştır.
Tarih ve sosyolojiden biliyoruz ki, özellikle sosyoloji biliminin konusu olan toplumsal hareketlerin Göksel(samâvî) Güçlerin gözetiminde ve yönetiminde olduğunu/oluşturulduğunu biliyoruz. Dahası, beşeriyetin, ilâhi bir gözetim altında olduğu gerçeği ALLAH’ın kelamı Kur’an’da da yerini almış durumda(2). Asya kökenli olan Anadolu Halkı’nın(3), temelinde kutsiyet olan ve “çok kadîm bir geçmişe dayanan büyük bir sentez(4) olduğunu da biliyoruz. Temelinde kutsiyet taşıyan bu toplumun vazifesi de, “yeni bilgi çağında beşeriyete önderlik yapacak olan güçleri korumasıdır. Beşeriyete önderlik yapacak, onlara; ‘değişim kapısı’ ndan geçerken, rehberlik yapacak, o ‘değişim kapısı’ nın zincirlerini kendi birikimiyle açabilecek güçte olan varlıklar topluluğudur, Anadolu Halkı.”
Bu nedenle, Anadolu Halkı’na yönelik düşmanca niyetler ve girişimler şimdiye değin sonuç vermemiş/vermeyecektir. Küresel emperyal aktörlerin ülkemize yönelik sinsice düşmanlıkları ancak bizlerin dayanma gücümüzü ve zorluklara uyum sağlama becerimizi artıracak ve birik-beraberliğinizi pekiştirecektir. Tüm bunlar, Anadolu Halkı’nın beşeriyete yönelik vazifemiz konusunda deneyim ve görgü birikimi kazanmamıza hizmet etmektedir/edecektir. Bu topraklarda, Atatürk’lü yıllardan başlayarak, olup biten her şey, Göksel Güçler’in gözetiminde ve yönetiminde “Türk Milleti’nin vazife eprövleridir(5). Yeryüzündeki hiçbir beşerî güç bu sentezi bozamaz. Bunun en büyük örneğini, daha da zor koşullarda olmak üzere “Kuvayi Milliye ruhu” içinde Mustafa Kemal’in gerçekleştirmiş olduğu tüm dünya örnek Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı’nda gördük. Mustafa Kemal’in başarmış olduğu en büyük çalışmanın asıl temeli, o büyük birleşik alanı (Osmanlı’nın “külleri”nden) yeniden canlandırmaktır(ihya etm.). Bizlerin, ruhçu kültürün izleyicileri olarak, Kuvayi Millye’den anladığımız da budur. Buna belki, “Kuvayi Ruhiye”(birlik ruhu) demek daha doğrudur. İşte o “birlik ruhu”, Anadolu Ortak Alanı’nı parçalamak ve paylaşmak isteyen küresel aktörlerin  ordularını ülkeden püskürtmüştür.
İlâhî İrade’den bağımsız hiçbir şey olmadığına / olamayacağına göre, tarihte olup bitenlere bakarken, görünenin ötesini de devreye sokmakta yarar vardır. Geçmişte olmuş olan her şeyi sâdece maddesel kanıtlara ve belgelere bağlı kalarak açıklamak, geride noksan bir şeyler bırakabilir. Dünya Rabb Planı’nı kabul ediyorsak, beşeriyetin spritüel bir tarihinin olduğunu da yadsımamak bize daha geniş / küresel bir görüş kazandırabilir. “Beşeriyetin spritüel tarihinde Anadolu Kuvvetleri’nin büyük sentezinden yararlanan varlıklardan  bir tanesi de Mustafa Kemal’dir.” (6) Mustafa Kemal’in gücüne, irfanına ve bilgeliğine çok saygılı olmak gerek. Bu konuda örnek alacağımız O’nun pek çok yanının olduğunu biliyoruz. Ulu önderimizin uyarı ve önerileri, hâla günümüzdeki sorunları çözebilecek nitelikte ve değerdedir. O’nun belirlediği “cumhuriyet ayarları”ndan ayrılmanın bedellerini son on yılda ağır bir şekilde ödemekteyiz. Ama bu bedeller dolayısıyla o “ayarlar”ın değerini daha iyi anlamış durumdayız… “Çünkü Mustafa Kemal, gerçekten bir takım ilâhî güçlerin var olduğuna inanarak yola çıkmış ve bu inancının da karşılığını almış bir varlıktır.”(6)
Mustafa Kemal’in önderliğinde Kuvayi Ruhiye ile başlayan “diriliş” çeşitli iniş çıkışlarla günümüze kadar gelmiştir. Bu süreç içinde ve özellikle de son yıllarda deneyimlediğimiz olaylar Türk Milleti’ni güçlendiren ve beşeriyete yönelik vazifesinin gereği esneklik ve uyum talimleridir ki bunlar Mustafa Kemal’in öngörüleri arasında (özellikle de Türk Gençliği’ne Hitabesinde) yer almıştır. Belgelere geçmiş bu hâliyle Mustafa Kemal sırf bu günler için Kuvayi Milliye(Kuvayi Ruhiye) ruhunu yaratmayı başarmış bir varlıktır.”(7) Mustafa Kemal’in önderliğinde başardığımız Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı dünya üzerindeki tüm mazlum toplumlara örnek ve umut kaynağı olduğu bilinen gerçektir. Bu bakımdan, kurtuluş ve aydınlanma hareketimiz yüksek düzeyde tüm beşeriyeti ilgilendiren, beşeriyetin gelişim ve değişim çizgisinde büyük rol oynamıştır. Bu nedenle, Anadolumuz’un jeopolitik konumu ve önemi, özellikle Lozan Antlaşmasından beri küresel aktörlerin ilgi odağı olagelmiştir.
Dünya Beşeriyeti’nin ideal hedefi olan BİRLEŞİK İNSANLIK REALİTESİ’nin(8) bir bakıma “pilot bölge uygulaması”, Dünya Rabb Planı’nın Anadolu’yla ilgili birimi tarafından; yâni kısaca SemÂvî  Güçler  tarafından binlerce yıldan beri bu topraklar üzerinde yapıldığına inanıyoruz. Bu tür  denemelere tâbi tutulmuş toplum yeryüzünde çok azdır.  Bu denemeler yapılmış ve Orta Asya’dan Anadolu’ya yönelik göçlerden sonra, Anadolu Halkı üzerinde karar kılınmıştır. Cumhuriyet’ten önce Osmanlılar’la başlayan bu “mayalanma” Atatürk Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla sağlamlaştırılmıştır. Bu hâliyle Asya kökenli(9) Anadolu Halkı özel bir vazifesi olan halktır(10). Bu nedenle Anadolu Halkı’nı parçalamak ve ayrı ayrı niteliklere sokmak olanaklı değildir. Anadolu Halkı pek çok kalkışma/ayaklanma geçirdi, yurt dışından sayısız fitne tezgâhlandı ama bunların hiç biri bir ayrışmaya/analize neden olmadı. Ergün Arıkdal’ın söylemi ile, “…Bu sentez kesinlikle analize dönüşmedi. Bizim analize ihtiyacımız yok, senteze ve hattâ daha güçlü sentezlere ihtiyacımız var.  Şimdilerde de daha güçlü sentezlere ualaşamamış olmanın sıkıntılarını çekiyoruz.”(11)
Kadîm zamanlardan günümüze kadar, toplumların sıkıntılı zamanlarında, büyük değişimler deneyimlenmeden önce, “değiştirici” nitelikli varlıklar(büyük inisiye, devrimci, peygamber) enkarne olagelmiştir. Bu varlıklar, içine enkarne oldukları toplumu, bazen de o toplum aracılığıyla komşu toplumları, hattâ dünya toplumlarını değişim yönünde etkilemişlerdir. Böyle “değiştirici” nitelikli varlıklar genellikle tek başlarına değil, görünen/görünmeyen varlıklardan oluşan bir kadro olarak doğarlar.  Böyle bir vazife kadrosunun üyelerinin tamamının  bilinmesi/belirginleşmesi de şart değildir. Burada esas olan merkezdeki başat varlıktır ve esâsen bu merkezî varlık enkarne olurken kendi kadrosunu da kendisi oluşturmuştur. Bu varlıklar vazife alanına(topluma, ülkeye) hep birlikte ya da belirli aralıklarla enkarne olurlar.
Hiç kuşkumuz yok ki, şimdiki yazımızın konusu olan ulu önderimiz Atatürk de böyle “değiştirici”(12) nitelikli varlıklardan biridir. Vazifesinin bilincinde ve o vazifenin tam da “ortasında” enkarne olmuştır. Anadolu Misyonu bağlamında Mustafa Kemal’in asıl önemli işlevi, Türk Milleti’nin gelecekteki büyük vazifesinin tamamlayabilmesi için, onu en son esneklik noktasında(kurtuluş yıllarımızdaki sıkıntılar gibi…) ele alıp, yeniden büyük bir güç hâlinde bir araya toplamasıdır(13). Bu O’nun “değiştiricilik”(devrim, reform) niteliğidir(14). O’nun böyle bir varlıksal, ruhsal / enerjetik gücü vardı ki, o güç alanının içine giren her şey(pozitif yönde) değişmeye mecbur kalmaktaydı(14). Mustafa Kemal Atatürk gibi “değiştirici” varlıklar çok ender enkarnasyonlardır. Bu varlıklar devre başlarında, o devre içinde hizmet edecek toplulukların yetişmesinde, bunların bir araya gelmesinde ve maddesel koşulların sağlanmasında vazife yaparlar. Değişmeye ve  değiştirici olmaya aday bir ulus ancak “değiştirici” nitelikli bir varlığın önderliğinde bunu yapabilir. O varlık ki, şuur alanlarını genişletmenin/yükseltmenin talimlerini görmüş, bunun çok değişik zamanlarda farklı varlık kisvelerinde uygulamalarını yapmıştır(15). Ruhçu yaklaşımla Mustafa Kemal’in beşerî yanından çok, ruhsal yanı ve vazife kimliği önemlidir. Çünkü sıradan değil, yetenekli bir beşerin bile kolay kolay başaramayacağı çok büyük ve önemli bir vazifeyi tüm dünyaya taklid edilmeye değer bir örnek olarak yerine getirmiştir. Bir ulusu değiştirmek ve misyonuna elverişli hâle getirmek bağlamında, Kuvayi Milliye adını vermiş olduğu gerçek ruhsal güçlerin bir araya getirilmesi mekanizmasını çalıştırmış, yâni; Türk Milleti’nin manevi gücünü harekete geçirmiş, bu güçle Anadolu Ortak Alanı’nı sâdece saldırgan negatif güçlerden kurtarmakla kalmamış, egemenliği saraydan alıp millete vermiş ve bir dizi aydınlanma devrimi gerçekleştirmiştir.
O yılların çok zor ve bir çok kimseyi ümitsizlik içinde bırakan koşullarında, zaman ve mekân olanaklarını esneyerek, uyum sağlayarak kullanmak suretiyle hareket ederek tarihe yazılmış ve bir kok mazlum ülkeye de taklid edilmeye değer örnek oluşturmuş işleri başarmak ancak Mustafa Kemal gibi; basiretli, bilge ve îmanlı liderlere özgü bir durumdur. Sâdece bilinen kısa yaşamı içinde başardığı işlerden ve devrimlerinden dolayı değil, bu günlere ışık tutatan öngörü ve uyarılarından dolayı da;  rahmet, sevgi, saygı ve özlemle anılmaya değer bir varlıktır Mustafa Kemal Atatürk. Tüm bunlardan dolayı O’nun yapıp ettiklerini, görüş ve önerilerini okuyup, irdelemek, anlamlandırmak ve eğer yapabilirsek, “mustafakemalleşmek” bizlere, günümüzü de sâdece anlamak bakımından değil, bireysel gelişimimiz açısından da büyük yararlar sağlayacaktır.
Yaşam hedefimize uygun olanakları bir araya getirmek, ortak alanlar kurmak, zaman ve mekân koşullarını esnemek ve uyum sağlamak sûretiyle günümüzün ve yaşam planımızın gereklerine uygun yaşamak, böyle bir varlığın yaşamından ibretlik dersler çıkarmakla, yâni bir bakıma “mustafakemalleşmek”le olasıdır. Zâten kendisinin de bu yönde bir dileği ve önerisi yok muydu: “Önemli olan, benim nâçiz bedenim değil, fikirlerimdir.” Yâni, sanki; “Görünenle sınırlı kalmayın, asıl beni, asıl Mustafa Kemal’i anlayın…” demiştir. Atatürk ve Atatürk idealini yaşatmak bizler için önemliyse, bizlerin bu anlamda “mustafakemalleşmemiz” gerekir.
Kutsal Anadolu Ortak Alanı’nın ve halkının(16) birer üyesi olan bizlere verilmiş bu en büyük örneğe olabildiğince, becerebildiğimiz kadar benzemek, yâni “mustafakemalleşmek” durumundayız. Tüm Anadolu Halkı’nın “mustafakemalleşmesi”dir önemli olan. Burada “mustafakemalleşmek”ten kasıt, hedefe ulaşabilmek için; her türlü yokluğa, yoksulluğa ve zor koşullara karşın, O’nun gibi özverili olmak, inanmak, programlamak/planlamak. Davranış biçimi olarak bunları benimsemek yeter. Ancak o zaman, O’nun ilkelerini yaşama geçirebilir ve birçok sorunun çözümüne katkı sağlayabiliriz.   “Mustaf Kemal Atatürk çok seçkin ve birinci sınıf bir varlık olarak…”(17) Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu cumhurbaşkanıdır. Anadolu Halkı tarin boyunca Osmanlılar’dan ve hattâ Osmanlılar öncesinden beri bu topraklarda, beşeriyet adına çok büyük hizmetler görmüş ve büyük “enerji yayınları” yapmıştır. Bu topraklarda kurulmuş olan hiçbir şeyin son bulması söz konusu değildir. Atatürk Cumhuriyeti ve devrimleri de ebediyen sürecektir. Atatürk ve cumhuriyet düşmanları hiçbir zaman başarılı olamayacaklar, tam tersine; Anadolu Halkı’nın uyum, esneklik ve sabır melekelerinin güçlenmesine hizmet edeceklerdir.
Mustafa Kemal Atatürk Türkler’in kökenini incelerken, ister istemez Mu Medeniyeti konusuna da girmiştir. Çünkü Orta Asya’nın kadîm toplumları orada Mu kolonileşmelerinin sonucudur. Biliyoruz ki, Mu kolonileşmesi dünyada üç bölgede yoğunluk kazanmıştır: Orta Asya, Hindistan ve Mısır. Bu arada, Mu’dan göç ederek ayrılan insanlar, ince göç kolları hâlinde dünyanın başka bölgelerine de gitmişlerdir(Maya, İnka, Aztek vb.)(18). Mustafa Kemal Atatürk Türkler’in ve Türkçe’nin kadîm geçmişini inceleyerek/inceleterek Mu kültüründeki tek Tanrı inancından da etkilenmiştir ki, bu ilgisi O’nu Kur’an’ı incelemeye zorlayarak, İslam’a sonradan karıştırılmış, bâtıl inanç ve bid’atları da görmesinde etkili olmuştur(19+20).
Pek çok seçkin özelliklerinin yanı sıra, bunca yoğun mesaisi içinde çok kitap okumasıyla da bilinen ulu önderimiz için, artık Türkler’in(daha doğrusu Anadolu Halkı’nın) köklerinin kadîm Mu Medeniyetine kadar uzandığı gerçeği kesinleşmişti. Yazımızın bu son paragrafında, tüm bunlardan sonra diyebiliriz ki, bu çalışmamızda Mustafa Kemal’i Anadolu Misyonu açısından ele aldık ama, o büyük insanın; sâdece seçkin bir ordu komutanı ve basiretli bir siyâset adamı olduğunu elbette biliyoruz. Ergün Arıkdal’ın belirttiği gibi, “Spiritüel açıdan onun son derece yüksek bir makamı vardır. Müthiş ön sezileri olan ve ‘enjekte bilgi’ye sâhip bir varlıktır. Yâni doğuştan bilgi ile dünyaya gelmiştir; sonra, yeryüzünde aldığı bilinen eğitimiyle, kendi varlığında zâten bulunan ve kaynayan vazifesiyle ilgili her türlü ilhâmı kendi varlığında taşıyarak vazifesini yerine getirmiştir. Yaptığı iş, sâdece; uygulamalar sırasında, bunları anımsamaktan ibarettir.”(21)
……………………………………………………………
(*) Bu çalışmamız dipnotlardaki, Ergün Arıkdal’ın ANADOLU MİSYONU adlı eseri esas alınarak hazırlanmıştır.
(1)    ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 50
(2)   Beşer(iyet)in başı boş olmadığı konusundaki âyetler: Yunus 20, Bakara 115, Hadid 4, Müzemmil 11, Müdessir 11, Kaf 16+17.
(3)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 46
(4)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 53
(5)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 31
(6)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 53
(7)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 54
(8)   “birleşik insanlık realitesi” kavramı için bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, syf.653 ve devamı.
(9)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 46
(10)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 16
(11)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 55+56
(12)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 59
(13)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 58
(14)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 59
(15)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 60
(16)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 16
(17)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 72
(18)  KÖKEN, Sinan Meydan
(19) ATATÜRK’ün İSLAM’a HİZMETLERİ, Yılmaz Kitabevi
(20) ATATÜRK’ün DİN ANLAYIŞI, Yılmaz Kitabevi

(21) ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 73

1 Mart 2017 Çarşamba

RABB’in İŞİNİ GÖRMEK…

RABB’in İŞİNİ GÖRMEK…
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

İnsan esâsen ruh varlığı olduğuna göre, enkarne durumda olan bir varlığın, kendi aslı/esâsıyla, yâni ruhuyla olan bağlantısının güçlü olması önemlidir. Bu bağlantı vicdan aracılıyladır. Bir bakıma, vicdan “kanalı” ruhumuzla olan göbek bağımızdır. Dolayısıyla bu “bağın” temiz ve açık olmasında yarar vardır. Vicdan “kanalını” nın tam açık olmasının önündeki engel nefstir. Bu nedenle nefsin eğitilmiş, arındırılmış olmasının önemi gelişim ve aydınlanma bakımından hep yinelenmiştir.

Ancak bu yapılanmada enkarne varlığın, yâni dünya bedeninin ruh ile doğrudan bağlantısı söz konusu değildir arada öz benlik vardır. Çünkü ruh, madde ötesi, evren ötesi bir yapıdır. Esâsen dünya bedeni öz benliğin enkarnasyonudur. Ruh ve maddesel beden cevherleri farklı yaratıklardır, doğrudan bağlanmaları söz konusu değildir. “Beden ötesindeki gerçek varlığın görece serbest durumu”(87+89+144+181)(*) olan öz benlik de maddesel bir yapıdır ve cevher olarak ruhtan ayrıdır. Öz benlik, evren “üstü” olan ruhun evrendeki tezahürü ve temsilcisidir. Maddesel beden de bir evren varlığı olan öz benliğin dünyadaki gelişim aracı ve temsilcisidir. Yani dünya bedeni öz benliğin gelişimine, öz benlik de bağlı olduğu ruhun tekâmülüne hizmet eder.

Bu yapılanma içinde bir enkarne varlık (dünya bedeni) öz benliğiyle ne kadar yakın ilişki içindeyse; yâni, öz benlik bedensel bende ne kadar çok tezâhür edebiliyorsa, varlığın enkarnasyon amacı (ve yaşam planı) ve vazifeleri de o kadar güzel bir şekilde yerine getirilir. Bu makbul durum genel anlamda Yukarı’nın tesirlerine / tesirliliğine açık olmanın ifadesidir. Öz benliğin, dolayısıyla ruhsal planın dünya bedeninde tezâhür etmesinin en güzel ifadesini Hz. İsa’nın bir hadisinde görüyoruz, “Babam ve ben biriz” demiştir. “Bedende ruh hali ya da ruh olarak yaşamak” da denebilecek bu makbul durum, Yukarı’nın tesirlerine açık olmanın, geçirgenliğin ve yansıtıcılığın da en güzel örneğidir. Öz benlikten ve Plan’dan gelen tesirin çevreye (hareketlere, fiziklere ve yasalara) yansıması için önce geçirgenlik olmalıdır; bu da sâdelikle, sâfiyetle ve arınmışlıkla olasıdır (Kur’an, Şura 88+89).  Bedenin emiciliği ne kadar gelişmişse, yâni ne kadar geçirgence, o beden o kadar çok ruhsal enerjiyi bünyesinde toplar ve yayar. Bu makbul duruma “pozitif yayın odağı olmak” şeklinde bir a koymak yanlış olmaz..    

İyi bir geçirgenlikle ruhsal enerjinin emilip çevreye %100’e yakın bir sâfiyette yayılması, yâni iyi bir pozitif yayın odağı olmak, Yukarı’nın işe yarar bir kulu ya da “eli, ayağı, gözü, kulağı” olmaktır. Yukarı’nın bu anlamda kulu olamamak söz konusu değil ama emiciliği ve geçirgenliği fazla bir enkarne varlık ile böyle olmayan bir enkarne arasında elbette fark vardır. Esâsen ne durumda olursak olalım, Rabb’in işini görmekte olduğumuzu akıldan çıkarmamakta yarar vardır. Hepimiz O’nun İlâhî Muradı’na hizmet ederek gelişmeye çalışan varlıklarız. O’nun İlâhî Muradı’na hizmet etmekte olduğumuz bilinciyle yaşamak ibâdet hâlinde yaşamaktır. Çünkü O’na hizmet ederek gelişmeyi peşînen (devre başında) kabul etmiş varlıklarız. Ayrıca gelişim düzeyimiz de bunu gerektirmektedir. Yaşa öykülerini, beşeriyete hizmetlerini ibretle okuduğumuz ve bilgilerinden yararlanmaya çalıştığımız erdemli bilge insanların günlük işlerini sanki Rabb’in bir parçası olduğu bilinciyle yaptıklarını görüyoruz.

Yine unutmayalım ki, dünyada olup bitenler ve olduğu gibi yaşam, Tanzim Edici Planlar’ın bir senaryosudur sanki. Bu Tanzim Edici Planlar’a, onların tezahür uzantıları olarak biz enkarneler de dâhiliz. Bu senaryoda biz enkarneler ( bu planların tezahür uzantıları olarak) oyuncu figüranlar durumundayız. Belli bir role tâlip oluşumuz; genel gelişim düzeyimiz, karmik yükümüz ve belli konulardaki liyakatimizle belirleniyor. Bu nedenle, yaşam sahnesinde oynadığımız rollerin doğrudan doğruya kendimizin olmadığını da akılda tutmalıyız. Her şeyden önce unutmayalım ki, esas aktör / oyuncu (kuklacı) öz benliğimizdir. Eğer merak ediyorsak ve bizim için önemliyse, rolümüzü anlamak yaşamın bizden beklediğini anlamakla olanaklıdır. Bu nedenle, senaryoyu (yâni yaşamın dilini) çözmeye çalışmak çok da gereksiz / yersiz bir şey değildir. Bir ömür boyu, yaşam senaryosunun bir oyuncusu olarak sergilediğimiz performans da bir sonraki rolümüzün ana hatlarını belirliyor. Durum böyle olunca da bu, bir bakıma; yaşamın çetin yollarında ilerlerken, kendi yolumuzu da kendimiz yapıyoruz demektir. Belli bir yönde yolumuzu yapa yapa ilerliyoruz. Bu demektir ki, gelecekte kat edeceğimiz yolların da mimarlarıyız.

Kişinin kendi yaşam çizgisini kendisinin belirliyor olması ona bir sorumluluk yükler. Bu gerçek, bilinse de bilinmese de, Yeni Çağın / Devrenin insanının da ortak özelliğidir. İlâhi İrade Yasaları hiç şaşmaz işleyişleriyle bu gerçeği her an varlıklara anımsatır. Bu da, sorumluluğumuzun her boyut için geçerli olduğu anlamına gelen bir gerçektir. Yani devreye aday olabilmenin koşulları arasında böyle bir sorumluluk bilincine ulaşmış olmanın yanı sıra, esneklik ve uyum becerilerinin de bulunduğunu yazımızın akışı içinde belirtmiştik. Çünkü bu meziyetler İlâhi İrade Yasaları’na uyumda zorlanmamak İlahi Murad yönünde olmanın da işareti olabilir. İlahi Murad’a hizmet etmemek elbette söz konusu değildir. Aslında tek hücreli canlılar da o murada hizmet etmekten başka ne yapıyor ki ama bunun bilincinde olmak erdemli bilge kişilere özgü bir farkındalık olsa gerek. Rabb’in işini görmekte olduğumuzun farkındalığı…  
…………………………………………….

(*) Yazımızın akışı içinde görülecek rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂŞNAT’tan yapılan alıntıların sayfa numaralarıdır.

20 Şubat 2017 Pazartesi

ORTA YOL OLGUNLAŞMA YOLU…

ORTA YOL OLGUNLAŞMA YOLU…
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Dünyanın kaba maddesinden (topraktan) bedebler edinmiş enkarne varlıklar olan bizler için gelişimde esas olan, dünya maddesine sırt çevirmek değil; onunla birlikte ve ona rağmen, onun ketmedici ve kendisine benzetici etkisine rağmen, ruh varlığı bilinciyle yaşamak ve şuurlanmaktır. Bu varlıksal ve temel amaçta başarılı olmak için gelişim aracımız olan bu geçici beden sağlıklı olmalıdır. Yeri gelmişken, beşerî beden ve onun sağlığı söz konusu olduğunda, insan bedeninin; dünya maddesinin öz benliğimiz(ve dolayısıyla ruhumuzla) en üst düzeyde temas hâlindeki bölümüdür. Bu nedenle bedenin sâdece fizyolojik, biyokimyasal durumunun değil; duygusal ve düşünsel arınmışlığının önemi de ortaya çıkmaktadır. Durum böyleyken, vücut dediğimiz organizmamızı sağlıksız hâle getirip; o vücuttan sağlıklı düşünmeyi, duyumsamayı ve öz benliğin dünya ile sağlıklı bağlantısını düşünmek sağlıklı bir yaklaşım olmasa gerek. Her alanda; sağlık, sâfiyet, temizlik, arınmışlık ve duruluk güzel şeydir. Üzerinde bulunduğumuz “yer kürenin maddesel koşullarının derecelenmiş bir formasyon hâli”(147)(*) olan bedenin temizliğinde de, sağlığının korunmasında da orta yol en isâbetli ve işe yarar yol olmaktadır. Dünya yaşamında orta yolda olmak ve ilerlemek, ezoterizmde ve tasavvufta, “bir elin göğe açık, öteki elin yere bakar durumda olması” şeklinde ifadesini bulmuştur. Bu tutum yer ile gök arasındaki orta yoldur ki, kadîm bilgelikte ve dinsel öğretilerde “dengeli ve güvenli gidiş” olarak önerilmiştir.
Negatif yönde aşırılık dünya maddesinin bugünkü titreşim düzeyinin doğal eğilimidir. Maddeye dönük, madde ağırlıklı yaşamak, maddesel birikimi güç ve iktidar sanmak, madde gibi âtıl ve “hep bana hep bana”cılığı, yâni madde gibi olmayı beraberinde getirecektir/getirmektedir. Bu nedenle, “madde ahtapotu”nun vantuzlu kollarına yakalanmamak için, “bir elin sürekli yukarıya açık” olmasında(yâni orta yolda olmakta yarar vardır ve zâten “olgunlaşma yolu” da budur.   
Maddenin bizleri “orta yol” olan olgunlaşma yolundan ayırıp, kendine çekici ve kendine benzetici etkileri kapsamına; atâlet, monotonluk ve alışkanlıkların rehâvetine düşmek de girer. Dolayısıyla değişip, gelişip, şuurlanmak bizler için  önemliyse, “orta yol”da ilerlerken, bunlara da dikkat etmek durumundayız. Belirli, yâni hep aynı alışkanlıklar örüntüsü içinde otomatik/monoton bir yaşam şekli gelişim açısından verimli bir gidiş olmamaktadır… “Ruhun tesirliliğiyle oluşmuş şuurlu madde hâli”(35) dediğimiz dünya bedeni, “nefs” dediğimiz, gelişime/eğitilmeye muhtaç yanından dolayı atâlete, rehâvete  va monotonluğa yatkındır. Nefsin bu etkisine karşı da uyanık olmak durumundayız. Nefs, alıştığı şeylerin dışına çıkıp, rahatının bozulmasını istemez. Bu nedenle, nefsin rahatını kaçırsa da, monoton bir yaşam üzerine kurulmuş dengelerin arasıra bozulmasında gelişim açısından yarar vardır.
Bu durumda varlık bozulan dengeyi yeniden kurmak için; hâlet deneyimlemek (üzülmek, sıkılmak, sevinmek vb.), aklını işletmek zorunda kalır ki, bu da yeni yeni görgü ve deneyim birikimi oluşturması bakımından önemlidir. Bu anlamda kim yaşamın kısır döngüsünden sıyrılır; ona rehber varlıklar tarafından yol verilir, yoluna ışık tutulur, ışığı güçlendirilir, beslenir ve rehberlik edilir. Enkarne varlık kendi iradesiyle, alışkanlıklarının rehâveti ve otomatizması içinde, onları değiştirme ve iyileştirme hareketleri yapmayıp, atâlete düşerse, öz benliği ve ona bağlı rehberlik sistemi onu, atâlet ve rehâvetle gelen verimsizlikten kurtarmak için yeni yeni mizansenler ve problemler düzenler. Bunun için motivasyon ögesi olarak; duygusallıklar, korkular, endişe, hırs ve hatta açgözlülük gibi çeşitli beşerî zaaflardan yararlanılır.
Tüm bunlardan amaç, biz dünya beşeriyeti için hedef olan bir üst gelişim düzeyine, Yeni İnsanlık aşamasına geçebilecek duruma gelmektir. Yeni İnsanlık düzeyine, geleceğin dünyasında yaşamaya aday olabilmek için, elbette; şu içinde bulunduğumuz ve sonuna hızla yaklaşmakta olduğumuz devrenin varlığa verebileceği her şeyi almış ve hazmetmiş olmak gerek. Çünkü geleceğin dünyası bu durumda olan varlıklardan, yâni “iyi bireyler”den oluşacak. Büyük ölçüde insanlaşmış bu “iyi bireyler” kendi ruhsal enerjilerini bedende daha çok tezâhür ettiren fertler olacaktır. Başka bir deyişle, geleceğin dünyası; dünyanın toplam beşerî nüfusuna göre az sayıda ve içinde bulunduğumuz devrenin kıyam etmiş(şuurda uyanmış) “yarı idraklidüzeyin(3,50,58,60,77,101,135,197,180) en seçkinlerinin dünyası olacaktır. “İyi insan” konusunda Hz.Muhammed’in de bir hadisi olduğu bilinmekredir: “Tüm yaratılmışlar ALLAH’ın ev halkıdır. ALLAH’ın en çok sevdiği insan, O’nun ev halkına en çok yararlı olandır.”(Prof Dr.Mustafa Sıbai, İSLAM SOSYALİZMİ, baskı 2, syf.230)
Samimiyetin(içtenliğin), doğruluğun/dürüstlüğün, insan haklarına en üst düzeyde saygının, bilginin ve bilgeliğin, aydınlığın, sevginin, karşılıklı saygının ve saydamlığın dünyası… Bu beşer tiplemesine kabaca da olsa ne kadar uyarsak, yâni bu insânî değerleri ve özellikleri bünyede ne kadar tezâhür ettirip yaşama geçirmişsek, rolümüze ve vazifemizin kisvesine o denli bürünmüşüz demektir. Bu elbette kolay değil, çünkü; şunu da unutmayalım ki, kaba bir ortamın tesirlerinin örüntüsü içindeyiz. Bu kaba tesirlerin bir kısmı, “yarı idrakli” dünya beşeriyeti olan bizlerin mârifetidir. Bu yükleri üzerimizden atmak, önce; kendimize karşı dürüstlükle/samimimyetle ve açık yüreklilikle başlar. Bunu bir yaşam biçimi olarak benimseyen bir kişi, içinde bulunduğu topluma ve doğaya saygılı ve sevgi dolu olur. Asıl kendimiz olan öz benliğimizin(dolayısıyla ruhumuzun) tesirliliği ve irâdesi böylece bedende tezâhür etmiş olur. Bu tesirliliği emip yansıtmak, erdemli bilge kişilere özgü bir özelliktir.
………………………………………………….
(*) Yazı akışı içinde görülecek rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.


18 Şubat 2017 Cumartesi

YAŞAM ve KISMET

YAŞAM ve KISMET
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Yaşamımız, çoğu bizimle / kendimizle ilgili bir çok bileşenin ortak paydasıdır. Bu bileşenler, önceki yaşamlarımızdan kalma; karmik yükümüz, liyakatimiz, şimdiki yaşam planımızın içeriği şimdiki yaşam şeklimizdir. Genel ve ana hedefi ruhsallık olan yaşam  aynı zamanda bir olaylar silsilesidir ki, bu olaylardan doğrudan bizim başımıza gelenler de söz konuşu bileşenler tarafından belirlenmiştir. Kabaca, bir yaşamın sonucu gelecek yaşamı hazırlar ve bir yaşam, bir önceki yaşamın sonucudur. Yaşam bu şekilde sürüp giderken, karşılaştığımız olayların bir kısmı değilse bile, bazıları hoşumuza gider, bazıları gitmez, hattâ canımızı sıkar, işimize gelmez. Bunlardan çok beğendiklerimize, ama nasıl olup da önümüze “rastgele” çıktığına akıl erdiremediklerimize “kısmet” deriz. Aslında “kısmet” dediklerimiz de de bir rastgelelik yoktur: Yaşam planımızla ilgili bir hakkın ifadesidir kısmet…

Tesâdüf ve rastgelelik söz konusu değil, ama âlemde işleyen sebep-sonuç “zincirinin(1) önceki halkalarını sağlıklı bir şekilde görecek basiret ve fehme sâhip olmadığımız için, hiç beklemediğimiz bir zamanda karşımıza çıkan bir olanağa , nîmete, fırsata ya “tesâdüf” deriz ya da “kısmet”, ama daha çok beğendiklerimize ve o anki çıkarlarımıza uygun olanına “kısmet”… Aslında o,  yıllar öncesine, hattâ bir önceki yaşamımıza kadar gerilere dayanan olaylar ve liyakatler zincirinin bir sonucudur ve o kısmet elbette ki, başka bir şeyin/olgunun/liyakatin oluşumunun başlangıcıdır...

Bu özelliğinden dolay kısmet dediğimiz olgu, bir varlığın yaşam planının belli bir zaman ve mekân kesitindeki en kritik noktasının da ifadesidir. Gerçek “makas değiştirme anları”dır bunlar. Örneğin, bilgi de, daha önceden hiç duymamış olsak da bir kısmettir; önümüze geldiyse(gülüp geçmeden, ötelemeden, iteklemeden, alay etmeye kalkmadan), en azından ilgilenmeliyiz. Aksi halde; hem kendimizin, hem başkalarının kısmetini kapamasak bile geciktirmiş/ertelemiş oluruz. Bu kısmet onların ve kendimizin yaşam planlarımızdaki bir hakkı elde etme fırsatı/vesilesi olabilir. Bu durumda ve bu anlamda kısmet, bir hakkı elde etme ânı, yeri ya da noktası olabilir…

Sâdece “kısmet” nitelikli bu tür olanak ve hak değil, enkarnasyon alanımız içinde bulunan her şey bizim için gelişim araç-gerecidir ve bunlar Sebep-Sonuç Yasası’na göre bizim çevremizde tplanmış/oluşmuş durumdadır ya da biz böyle bir ortamda(zaman-mekân koşullarında) bulunuruz. Esâsen şimdiki yaşamımız ve içinde bulunduğumuz koşullar, bundan önceki yaşamlarımızın ve bu yaşama doğduğumuz günden bu güne değin yapıp ettiklerimizin  olmazsa olmaz en doğal sonucudur. Hattâ bir bakıma, sonsuz geçmişten (ki bunu amorfa değin gerilere götürebiliriz) bu güne kadar ki birikimimizin en doğal sonucu olarak, bu zaman-mekân kesitinde şu koşullarda böyle bir yaşam planını uygulama kapsamında deneyim ve görgü birikimi artırmaya çalışıyoruz. Konuyla ilgilenen okurlarımızın hemen anımsayacakları gibi bu “deneyim ve görgü biriktirme” etkinliğimiz RUH ve KÂİNAT ile İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ta çok geçer ve her iki değerli eserin  de yazar bu konuda şöyle demektedir: “Dünya yaşamından ve deneyimlerinden amaç, ruhun; maddesel kazançları bir hedef değil, yüksek ve genel hedeflere araç olarak tanımayı görgü ve deneyimle öğrenmesidir. İşte ruhun bu görgü ve deneyim birikimi oranında maddelere ve olaylara egemen olur ki, dünya yaşamlarında gösterilen idraklenme cehti bu yöndeki başarının ortaya çıkması için gerekli olan birer egzersiz / uygulama yerine geçer. “– Bedri RUHSELMAN (Ruh ve Kâinat, cilt III, 850’den sonraki sayfalardan) Ayrıca, dünyada edindğimiz söz konusu deneyim ve görgü birikiminin varlığın(öz benliğimiizin) “öz bilgileri”nin alt yapısını oluşturduğunu da İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerimizden anımsıyoruz.(2)

Tüm geçmiş birikimimizle birlikte; değişe, dönüşe, evrile bu âna geldik ve böyle de gidiyoruz. Böyle deyince, okuyucunun aklına şöyle bir soru gelebilir: “İyi, anladık da; bu yaşamımıza değin, kimbilir kaç yaşam geçirdik ve kimb,lir ne kadar görgü ve deneyim birikimimiz oluştu ve de ne kadar çok şey öğrendik, ama doğarken, sanki her seferinde sıfırdan başlıyoruz. Geçmişten gelen bilgi, görgü ve deneyim birikimimizi devreye sokuverseydik? ” Enkarne varlıklar her yaşamda belli sayıda, hem de bir kaç kalem denecek kadar az bilgi uygulaması yapmak ve idraklenmek üzere plan hazırlar  ve o planı uygulayabilecek kadar bir şuur birikimi ya da rezerviyle doğar. Başka türlü bir söylemle, bir evren varlığı(öz benlik) enkarne olurken, o yaşamda bedenli olarak neler yapacaksa, onlara yetecek  kadar bir şuur uyanıklığını bedene yansıtır. Bu miktar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerine göre; şuurun tamâmı değil, 8’de 7’sidir. Büyük bir kısmı ama tamâmı değil. Ayrıca, öz benliğin tüm bigi birikimi de bedene yansıtılıyor değil.

Yaşam planı uygulama kapsamında ve idraklenme cehti içinde insanlaşmaya çalışan enkarne varlığın önünde en büyük engel nefsaniyettir. Birey nefsaniyetten arınıp, sahte benliklerini en aza indirme ve duygularını yönetme bağlamında çalışan birey, bir yandan nefsinin gelişimine ket vuran ve onun ketmedici(3) etkisinden kurtulurken, bir yandan da beşerî yaşam düzeninin koşullandırmalarına ve maddenin cezbedici etkisine karşı da özgürleşir ve güç kazanır. Burada “beşerî yaşamın koşullandırmaları” önemlidir, çünkü “yarı idrakli”(4) beşerî varlılar olarak dğduğumuz günden başlayarak  bu koşullandırmaların etkisi altında bazı doglamar, ön yargılar, inançlar vb. geliştiririz. Bunlar, bilgi uygulaması yapmaya, “uyanmaya”, aydınlanmaya, yenileşmeye ve şuurlanmaya engel, bundan dolayı da genellikle sıkıntılı eprövlerle kurtulabildiğimiz birikimlerdir. “Gerçekten yaşamın ipnotik câzibesine yakalanmış kalmış, bu câzibenin yörüngesinden sıyrılma gücünü ve çabasını göstermeyen beşeriyete; ‘ UYAN borusu ‘(kalk borusu), az zaman sonra çalınınca, kendi yanlışları üzerine kurdukları inanç-itikat-görüş ve zan saraylarının temelleri yıkılıp, riyâ duvarları da çökünce, ıstırapların erdemi anlaşılacaktır…..”    (Ergün Arıkdal, Ruhsallık Üzerine Denemeler, S:136-137)

Devre sonunda gelişim ve yeni devreye adaylık liyakati kazanma söz konusu olduğunda ise bu anlamda kazanımlar daha da önem kazanır. Çünkü devre sonunda, yeni devreye aday olabilmenin koşulu, belli bir esnekliğe ve “yoğrulabilirliğe” ulaşmaktır. Bu durum, daha ezoterik anlamda, “Rabb’in ellerinde iyi bir yay olabilmek…” şeklinde de sözcüklere dökülebilir. Burada “Rabb”den kastımız öz benliğimizdir, yâni öz benliğin(hattâ öz benlik de ruhun) ellerinde güzel bir “yay” olsun ki, öz benlik elinde oku hedefe ulaştırabilsin ve hattâ onikiden hedefi vurabilsin(yâni İlâhî Muradını gerçekleştirebilsin). Hepimizin ideali olan bu güzel durum, aynı zamanda, “nefsi Yukarı’nın irâdesine tâbi kılabilme beşerisi ve gücü”dür. Bir devre boyunca, o devrenin öğrencisi olmuş bir varlıktan o devrenin sonunda beklenen/beklenecek performans budur. Esâsen tekrar tekrar doğuşlar silsilesi içinde, bu devrenin varlık kadrosu olarak yapageldiğimiz bundan başkası değildir: Bu devreden mezun olabilecek insanlık düzeyine gelmek.

Bu kapsamda idraklenme ve şuurlanma cehti içinde en önemli tutumlardan (ve aynı zamanda meziyetlerden) biri de içtenlikli (samîmî) olmaktır. Günlük yaşamda içtenlikli ve dürüst olmak, yâni koşullara (özellikle de zorluklara) uyum olanağı ve kolaylığı sağlar. Yukarıda değinip geçtiğimiz esnekliğin,  uyumla beraber, verimli bir yaşamın belirgin ögelerinden biri olacağını daha önceki paragraflarımızda da belirtmiştik. Yaşamda şuurlanmayı önemsemiş ve benimsemiş kişinin kendisine yönelişinde ve bu konuda başarılı olmasında da samimiyet ve açık yüreklilik esastır. 

Geleceğin dünyası böyle varlıkların enkarnasyon ve gelişim alanı olacaktır. Yâni; samimiyetin, doğruluğun, bilgeliğin ve bilginin, aydınlığın, sevginin ve saygının ve de saydamlığın yaygın olarak deneyimlendiği bir dünya… Esâsen beşeriyet olarak bu erdemleri öğrenmeye çalışıyoruz kavga-döğüş devre boyunca… Bu insânî değerleri(erdemler) bünyemizde ne kadar tezahür ettirebiliyor ve her şeye rağmen yaşama geçirebiliyorsak, böyle bir yaşam şekline ne kadar uyumlu isek, yeni döneme aday olma olasılığımızda o kadar yüksek demektir.

Çeşitli inişlerle çıkışlarla sonsuza uzayıp giden gelişim yolunda ilerlemenin belki de en önemli kuralı, evrenin de düzenini sağlayan İlâhî İrâde Yasaları’nın gözetimi ve denetimi altında olduğunu kabul etmek ve bu yasalara uyumlu yaşama duyarlılığı içinde bulunmaktır. Varlıklar söz konusu ALLAH Yasaları’na ne kadar uyumlu düşerlerse, gelişim ivmelerini o kadar artırmış olurlar. Bu ilerleyişte seçme özgürlüğümüz var ama onu içsel gelişim yönünde kullanıp kullanmadığımız önemli. Çünkü yaşamda her şey gelişim için araç/gereç ve malzeme ama akıllılık; bunları gelişim, insanlaşma ve yeni devreye aday olma özlemi ve duyarlılığı içinde kullanmaktır.

Gelişim yolunda ilerleyişte ve İlâhî İrâde Yasaları’na uyum konusunda varlığın önünde en sakınılması gereken engellerden/ dirençlerden biri dogmalar ve ön yargılardır. Yol ile yol olmadan (yol ile özdeşleşmeden, ki buna öğrencileri olduğumuz yeni ruhçuluk da dâhil) ilerleme duyarlılığı içinde, doğmalar edinmemeye dikkat etmekte yarar var. Bu yolda ilerlemenin kolaylığı da; sâdeşme, arınma ve saflaşma kavramlarında anlamını bulan niyet ve tutumlarla uygulamalardır. Bu arada, “yapay ihtiyaçlar”dan, ön yargılardan, dogmalardan ve sahte benliklerden kendimizi ne kadar soyutlarsak, Yasalar’a o denli uyulmanmış ve öz benliğimize (dolayısıyla planımıza ve sonsuz yüceliklere o denli ve samimi bir yaklaşma cehti sergilemiş oluruz.

İşte böyle bir duyarlılık içinde yaşamak, aynı zamanda “yenileşme” yolunda ilerlemektir. Değişip, dönüşüp, yenileşmenin sürdürülebilir olması da buna bağlıdır. Yenileşme ve değişim birbirini tetikleyen iki olgudur. Yeni olana açık olmak ve onu benimseyip uygulamak, değişimi ve gelişimi kolaylaştırır. Yeniye kapalı olmak zâten; doğmalardan arınamamış, onların güdümünde olan kimselere özgü, kişiyi âtıllaşmaya sürükleyen olumsuz bir durumdur.
………………………………………………………………
(1)     Lafın gelişi olarak “olaylar zinciri, sebep-sonuç zinciri” deriz ama bu, doğrusal(lineer)değil, kaotiktir.
(2)    Bkz. sayfalar 112 ve devamı, 133 ve devamı.
(3)    Ketmetmek: gizlemek

(4)    İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 3,50,58,60,77,101,135,180,197.