Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

13 Aralık 2021 Pazartesi

GELİŞİM YOLUNDA MERHAMET ERDEMİ

 

GELİŞİM YOLUNDA MERHAMET ERDEMİ

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Biyokimyasal kurallara göre ve büyük ölçüde otomatik olarak çalışan ve dünya maddelerinden("toprağından") yapılmış biyolojik bir robot olan beden, anne rahminden başlayarak, bizim müdahalemiz hemen hemen hiç olmadan kendi doğal  akışı içinde bir ömür boyu gelişir. Asıl kendimiz olan öz benlik, 7/8'lik bir odaklanma(1) ile tesirliliği altında tuttuğu  bu biyokimyasal esaslara göre çalışan yapıyı araç olarak kullanarak, idraklenip şuurlanmaya çalışır. Böyle bir bedensel ben - öz benlik ilişkisi içinde, esas olan, öz benliğin işidir ve aslında bedensel ben öz benlik için ve öz benlikten dolayı vardır. Bedensel ben geçici ama öz benlik(bir ruh varlığı olarak asıl kendimiz) ebediyen hep vardır. Bu nedenle, esasen ruh varlığı olduğumuzu, idraklenip şuurlanmak için dünya da geçici olarak bulunduğumuzu akılda hep tutmamızda ve bu farkındalık, bilinç ve duyarlılıkla yaşamakta yarar vardır.

 

Bu arada, dünya bedenimiz gelişim aracımız olduğuna göre, onu sağlıklı ve temiz tutmak elbette çok önemlidir. İşin bu öneminden dolayı koskoca bir tıp bilimi, öteki bilim dallarındaki bağlantılarıyla birlikte yüzyıllardan beri bizlere hizmet vermektedir. Günümüz tıp bilimi insana büyük ölçüde maddeci bir gözle baksa da, yine de yüzyıllar içinde; ruh sağlığı, ruh hastalıkları, psikoloji, parapsikoloji vb. kavramlar geliştirmiştir. Yeni ruhçuluk bilgilerimiz kapsamında, ruhun “sağlığı” ya da “hastalığı” söz konusu değildir. Günümüz maddeci biliminin deyimiyle “ruh sağlığı” bağlamında, (yazımızın sonunda değineceğimiz) şefkat, merhamet, hoşgörü, sevgi vb. olumlu duygularla yaşamanın “ruh sağlığı” açısından yararları hep vurgulanmıştır. Aslında ve yukarıda da belirttiğimiz gibi;  gerçek anlamda ruhun sağlıksızlığı, hastalığı, bozukluğu söz konusu değildir. Bu saçmalıkların hepsi, insanı sadece maddesel/biyolojik bir yapı olarak görmekten kaynaklanan yanılgılardır. Kendini bilmezlikten kaynaklanan bu beşerî yanılgı, yarım yüzyıldan beri parapsikoloji bilimiyle telafi edilmeye çalışılmaktadır.  

 

Neyse, bu; maddeci bilimin kendi bileceği ve başının çaresine bakacağı bir konudur. Biz gene kendimize ve işin aslına dönerek, asıl kendimiz olan öz benliğin gelişimine bakalım: Bunun çaresi, bedenlenmeyle ortaya çıkan “vicdan birim dualitesi"nin(2) vazifeye dönük olumlu öğesinde değerler biriktirme duyarlılığını sürekli kılmaktır. Bedenli/enkarne durumda psikosomatik rahatsızlıklar olduğu gibi, erdemlerin bedende tezahür ettirilmesinden kaynaklı güzellikler de vardır. Vicdan birim dualitesinin vazifeye dönük olumlu öğesinde değerler biriktirebildiğimiz oranda sadece sevgi, şefkat, merhamet gibi erdemler ortaya çıkmakla kalmaz, vicdan birim dualitesinin alt/olumsuz öğesi olan nefsin kabalığı da tedricen giderilmiş olur. İşin bu öneminden dolayı, örneğin; bu erdemlerden/insani değerlerden biri olan  merhamet üzerinde tüm dinsel öğretilerde ve de seçkin inisiyasyonlarda önemle durulmuştur. Merhamet, merhametli oluş ALLAH'ın da isim sıfatlarından biridir. Bu öğretilerde vicdan, “kalp” karşılığı olarak kullanılmıştır. Örneği, yanlış bir kullanım olsa da(çünkü enkarne durum için gerçek(literal) anlamda “vicdansızlık” söz konusu değildir) “kalpsizlik”, “kap körlüğü”, “kalbin hastalanması/paslanması” ve “kalp katılığı”(3) vicdansızlık anlamında kullanılagelmiştir. Yani vicdan birim dualitesinin vazifeye dönük olumlu öğesinin ihmal edilmiş olma durumu... İnsanî değerlerle(erdemlerle) bağdaşmayan merhametsizlik ve acımasızlık ile “kalp katılığı/körlüğü” arasında yakın ilişki vardır ve bu anlamda, kalbin “katılaşmaması”nda da merhamet içerikli uygulamaların önemi ortadadır.

Merhamet, doğuştan getirdiğimiz ve gelişim yolunda yaşlandıkça üzerine kattıklarımızla kuvvetlendirmemiz gereken olumlu bir  duygu ve insanî bir değerdir. Merhamet de dahil tüm erdemler öz benliğimizin kudretlerindendir ve bunlar dünya bedenine de (enkarnasyonla birlikte)gizil güçler olarak yansır. İşte gelişmekten maksat, bu varlıksal değerlerin, uygulama ile bedende tezahür ettirilmesi ve günlük yaşama geçirilmesidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, ALLAH’ın isim sıfatlarından birinin “merhamet” olduğunu da göz önüne getirirsek; kendini tanıma duyarlılığı içinde, böyle bir erdemi bedende tezahür ettirmek, bir bakıma kendi çapımızda da olsa O’na benzemiş olduğumuzu düşünebiliriz. Seçkin tasavvuf ekollerinde bu makbul duruma, “ALLAH’ın rengiyle renklenmek/boyanmak....” denir(4). Yaratılışımızda var olan merhameti hayra/barışa yönelik edimlerle beslemez ve merhametli uygulamalardan mahrum kalırsak, gelişimin gereklerinden birini yerine getirmiyoruz demektir. Merhamet de dahil, erdemlerin ortaya çıkartılıp “yeşertilmesine” yönelik uygulamalar, kendini tanıma kapsamında yapılacak/yapmamız gereken işlerdir. Yazı akışımızın bu son kesiminde, değerli hocamız Ergün Arıkdal’ın “YAŞAMIN AMACI KENDİNİ BİLMEK” adlı eserini anımsamamak olası mı... Bu vesileyle onu da rahmetle anmış olalım. Erdemlerin bedende tezahür ettirilmesinin daha genel anlamı “öz benliğin, dolayısıyla ruhun bedende tezahür etmesi”dir. Bedenli yaşamdan da amaç, enkarnasyonlar süreci içinde, bu varlıksal başarıyı gerçekleştirmek değil midir...

...................................................

(1)      7/8’lik(%87,5) : İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 86

(2)      Vicdan birim düalitesi: a.g.e., syf. 102-103-104-105-106-113-114¬115-135-180-181-186-203-206 .        

(3)       Kalbin bu durumlarını konu alan Kur’an âyetleri için bkz.: İsra 46 - A’raf 100+101- Bakara 10+74+88 -  Tövbe 87+93  - Nahl 108 -  Câsiye  23  - Enfâl 49  - Tövbe 125+126 - Muhammed 16 +20+21.

          (4)     Ayrıca bkz.: Kur’an, Bakara 138

 

 

4 Kasım 2021 Perşembe

İDRAKLENMEK İÇİN YÜZLERCE ENKARNASYON

 

İDRAKLENMEK İÇİN YÜZLERCE ENKARNASYON

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

İdrak, evrendeki sınırsız madde sistemlerini birbirine bağlayan bir kudrettir. Bu kudretin kaynağı evren dışındadır. Maddeler arasındaki ilişkiler bu kudret sâyesinde kurulur ve yürütülür. İdrak kudretinin varlıkta ortaya çıkışı varlığın ilk oluşum aşamasında başlar: Birer yüksek titreşimli enerji bileşiminden ibâret olan varlığın ortaya çıkması demek, idrak kudretinin en ilkel şekli olan iç güdülerin, belirtilen titreşimi yüksek/süptil enerji bileşimlerinde tezâhür etmeye başlaması demektir. Bir evren varlığının ortaya çıktığı andan başlayarak, Aslî Tesir’lerin yerini tâli tesirlerin aldığını biliyoruz. Bunlar evrendeki önceki gelişmiş varlıklardan gelen yardım tesirleridir. Burada, madde sistemlerini bir araya toplayan ve bir bakıma, varlığın “mayası” da olan idrak kudreti de devrededir. Varlığın ilk oluşum aşamasında, bildiğimiz hidrojen öncesi hidrojen atomunun(hidrojen nüvesinin) enerjileri öyle bir gelişim aşamasına gelmiş olurlar ki, tâli tesirlerin de yardımıyla ruhlar idrak kudretinin basit hâli olan içgüdüleri maddenin bu aşamasında kullanmaya başlarlar. Madde sistemlerini birbirine bağlayan kudret olan idrak, varlığın da mayasıdır. Evrende ilk ortaya çıkan varlık, ilk ânından başlayarak öteki daha basit madde bileşimlerini, kendisinde bulunan idrak mayasının yavaş yavaş(tedrîcen) gelişimiyle uyumlu olarak birbirine bağlamakta ve yeni yeni madde bileşimleri oluşturmaktadır(1).

 

Bilgi uygulanmadıkça idrakine varılmaz, yâni varlığın öz malı niteliği kazanmaz. Uygulamadan geçmemiş, hâleti yaşanmamış bilgi “yük” nitelikli enformasyondur. Bu yükü taşıyabilir ve başkalarıyla paylaşabilirsiniz ama “yük” sizin öz malınız değildir; varlığın kendi öz malı olan öz bilgilerinin alt yapısını oluşturmaz(2). Bu nedenle, tüm kutsal metinlerde ve ezoterizmde “amel”in önemi vurgulanmıştır(3).

“İdrak, varlıkta meydana gelen bilgi birikiminin bir çeşididir. Her birikim aksiyon halinde, yani idrak halinde tezahür etmez. İdrakli olabilmek için ille de derin düşünüş halinden aktif düşünüş haline geçmek gerekir. Derin düşünüş hali, şuuraltınızla beraber tüm insani şuurunuzun birlikte çalışmasıdır. Aktif düşünüşünüz ise, tamamen şuurunuzun yüzeyinde cereyan eden bir düşünüş şeklidir. İşte idrakli hareket edebilmek, derin düşünüş halinden cevheri nitelikteki bilgileri aktif düşünce alanına ulaştırmaktır. Bu sizin ölçülü hareket etmenizi sağlayacak bir mekanizmadır.” SADIKLAR PLANI Tebliğleri, Celse: 55 (Kademe: 6 Tarih: 30. 12. 1964)

 

Gelişimin hemen hemen esâsı olan şuurlanmak sürekli değil, idrak birikimleri sonucu oluşan makbul bir durumdur. Dolayısıyla belli miktarda idrak edilmiş görgü ve deneyim birikimleri sonucunda şuur hamleleri yapmak söz konusudur. Şuur hamleleri yapabilmek bizler için önemliyse, gelişim yolumuzda ilerlerken, önceki realitemizle ilgili araç gereci kullandıktan sonra, onlarla özdeşleşip zamanında terk edememişsek, ilerlememiz zor olacaktır. “Yük” ne kadar hafif ise, yürüyüş o kadar kolay olur. Gelişimde sâdeleşmek, sâde olarak yaşamak, şuurlanmada başarının ve insanlaşmanın önemli koşullarından biridir. Sâdeleşmek, (bizler için çok önemli olan bilgiler de dâhil) elimizdeki her şeyin yenilenmesidir. Bunun için, öncekilerin, özleri alınıp zamanında bırakılmış olmaları gerekir. Bunlar, idraklenmenin, dolayısıyla da idraklenmeyle gelen şuurlanmanın önündeki engellerdir.

 

Ruh varlığının öz bilgilerinin alt yapısını oluşturan görgü ve deneyim birikimi; gelişip şuurlanmanın da gereği olan, kendini tanıma duyarlılığı içinde idraklenme cehtinin bir ürünüdür. İdraklenme cehtini ve dolayısıyla görgü ve deneyim birikimini başarıyla sürdürmek için bilgi gereklidir ama tek başına bilgi yeterli değildir. “Doğru olan”a göre hareket etmek ve uygulama yapmak ister. Burada “doğru olan”, bireyden bireye göre değişir ama her realitenin bir doğrusu vardır ve birey kendi realitesinin gereği olan doğrusunu uygulamak durumundadır; bu doğrunun (bir üst realiteye göre yanlış da olsa) uygulamasını yapmalıdır. Çünkü birey ancak, yanlış da olsa; kendi doğrularını uygulaya uygulaya kusurunu anlar ve bir üst realitenin doğrusuna aday olur. Uygulama yapmadan; sağlıklı gözlemlerle(4), iyi bir empati ile, ve de olup bitenlerden ibretlik dersler çıkararak bu başarıya ulaşmak da olanaklıdır ama bunu yapanımız çok azdır. Otomatik gelişim düzeyinin yarı idraklileri(5) olarak genellikle; tüm uyarılara, öğütlere ve bilgilere karşın önce olmaması gerekeni deneyimleriz. Belkide “gelişim açısından olmaması gereken” her ne ise bunu öğrenmenin ve idrak etmenin en iyi yolu, önce olmaması gerekeni deneyimlemektir. Ancak, varlık idraklenip şuurlandıkça; bir şeyleri idrak etmek için olmaması gerekeni deneyimlemelerin sayısı giderek azalır ve giderek gelişim açısından gerçekten ne/nasıl yapması gerektiği konusunda fehim ve feraseti artar ki bu da idraklenmeyle gelen şuurlanma arttıkça gelişimin ivmesinin artılığının işaretlerinden birisidir.

.......................................

(1)    İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 116,117.

(2)   “öz bilgiler” kavramı için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112 ve devamı, 128 ve devamı.

(3)   KUR’AN’ da “amel” kavramı; NİSA 124 - YUNUS 26 - KEHF 110 - MÂİDE 9- HAC 50 - YUNUS 9 - BAKARA 217- KEHF 49.

(4)   SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, sayfalar 62,262.

(5)   İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar; 3,50,58,60,77,101,180,197.

 

 

ÖZ BENLİK ve ENKARNASYON

 

ÖZ BENLİK ve ENKARNASYON

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Her türlüsüyle maddesel ortamlar(madde formları) biz ruh varlıkları(öz benlikler) için birer gelişim alanıdır. Âlemleri dolduran sonsuz/sınırsız sayıdaki bu ortamlara(o ortamların özelliklerine, titreşim düzeylerine ve koşullarına) uygun bedenler “alarak” enkarne oluruz. Öz benlikler olarak bundan amaç; gelişip, idraklenip, şuurlanarak vazife planındaki etkinlerde yer alabilecek liyakate yükselmektir. Tüm bunlardan amaç da, evrendeki tezahür uzantısı ve hizmetinde olduğumuz (evren ötesi) ruhlara hizmettir. Bu varlıksal ve evrensel hizmet varlıksal ve evrensel bir sorumluluktur.  Ruhların evrendeki tezâhür uzantıları ve tekâmül araçları olan varlıklar(özbenlikler); deneyim ve görgü birikimlerine, liyakat ve gelişim düzeyleriyle uzmanlık alanlarına göre çok çeşitli organizasyon sistemleri oluşturarak Aslî İlke’nin gerekleri(icaplar) doğrultusunda İlâhi Murad’ın gerçekleşmesine hizmet ederler.”   (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar:112,116,144,111,45,311,315,191,53,54,92,311,64) Ruh varlıkları, ruhların evrendeki tezâhür uzanlıları olarak; Aslî İlke’nin gerekleri(icapları) doğrultusunda gerçekleşen olaylar içinde (ki bunlardan birisi de enkarnasyondur) görgü ve deneyim birikimlerini  artırarak  vazife planına adaylar haline gelmeye çalışırlar. Yeniden yeniden bedenlenişler silsilesi içinde, yaşamlar boyu maddenin derinliklerindeki gelişim ortamlarında(uzaysal objelerde ve onların spatyomlarında) geçirdiğimiz deneyimler sonucu, öz benliğimize yansıyanın; dünyasal realiteler olmadığını, bunların dünyasal realitelerin gelişim yönünde değerlendirilmesiyle oluşan süptil madde bileşimleri olduğunu biliyoruz. Bu süptil madde bileşimleri öz benliğimizde birtakım formasyonlara ve transformasyonlara neden olur. Bunun sonucunda, çok yüksek madde sentezleri içinde, dünyadaki görünüşlerinden bambaşka şekilde değerlenerek zenginleşen ince bileşimler ortaya çıkar. Bunlar, ruhun işine yarayan ve tekâmülüne hizmet eden gerçek öz bilgilerdir ki ruh için gerçek tekâmül değerleri bunlardır(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.111).

Ruhların evrenden yararlanmaları bir evren varlığı olan öz benliğin öz bilgileri("tekâmül değerleri") ile olur. Öz benliğin öz idrakinin oluşumu ve öz benliğin gelişim aracı da öz bilgilerdir. Öz idrak, ruh varlığının(öz benliğin) evren boyunca(Ünite’ye kadar) uzanan gerçek idrakidir. Öz bilgilerin de hammaddesi, dünyada ve benzeri uzaysal objelerde(gelişim ortamlarında) çeşitli realiteler boyunca elde ettiğimiz görgü ve deneyim birikimidir (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112). Tekâmül etmemek diye bir şey söz konusu olmadığına göre, öz benlikler(ruh varlıkları) olarak buna karar verdik ve bunu bile bile enkarne olduk. Dahası, bu kararlılığımızı bedende tezâhür ettirmek, ahdimizi yerine getirmek durumundayız. Aslında sâdece yakın çevremizde değil, tüm algılama alanımızda(radyo, TV, internet medya vb.) tüm olup bitenler ve her gün başka bir saçmalık ve erdemsizlikle insâni değerleri yaralayan siyasal ve toplumsal aktörler yeni realiteye geçme ve gerçek şahsiyetlerimize bürünme konusunda bizler için birer ibretlik malzeme oluşturuyor. Onların ve herkesin yaptığı kendine… Biz ne yapıyoruz, bu önemli… Çünkü gelişim konusunda her varlık kendinden sorumludur.

Algılama alanımızda bulunan öteki varlıkları yapıp ettikleri(bize yönelik olsun/olmasın) sadece bir etkidir. Bu etkiye bizim ne tepki verdiğimiz önemlidir. Esasen toplu halde yaşamaktan amaç ve hikmet de budur; karşılıklı iletişim ve etkileşim hâlinde gelişmek. Konumuz olan enkarnasyonun amaçlarından biri de, şimdi bizler için; dünya maddesinin etkisini tanımak ve bu maddesel etki ile çok değişik haller ve hâletler deneyimleyerek kendi güç alanımızı güçlendirmektir. Bundan da amaç, deneyim ve görgü birikimiyle öz benliğimizin(asıl kendimizin) özbilgilerine katkıda bulunmaktır. Aslında ‘gerçek benlik’ asıl kendimizdir, öz benliğimiz, plansal yanımızdır; ama enkarnasyon nedeniyle sahte benlik örtüleriyle kat kat örtülerek ‘altlarda bir yerlerde’ kalmıştır. Öz benliğin, bedensel bende tezahür etmesine elverişli koşulları oluşturmak, toplumun gelişim yönünda  sağladığı olanaklardan yararlanlam  ve onu olabildiğince insanî değerleri(erdemleri) ortaya çıkarmak, tüm inisiytik öğretilerin ve ruhçuluğun  ana hedefini oluşturmuştur.  

Genel gelişim sürecinde, Uyum ve esneklik bütün benliğimizde sonsuz enkarnasyonlar boyunca ulaşılması gerekli olan bir hedeftir. Her gelişim merhalesinin, ulaşıldıkça genişleyen varlıksal mekânların zaman ve mekân koşullarına ve gerekliliklerine uyum sağlamak ve bunun için de her yönüyle esneklik gösterebilmek gerçek bir yok oluştur. Esâsen gelişim bunsuz olmamaktadır: Varlık enkarne olacağı ortama önce uyum sağlar, bedenlenmeden önce bunun hazırlıklarını yapar, enkarne olacağı ortamın (kendi yaşam planına uygu) zaman-mekân koşullarının oluşmasını bekler. Enkarnasyonlar  boyu sürüp giden bu oluşum kapsamında, şimdi sâhibi olduğumuz ve görünen fizik beden aracılığıyla öz benliğimize(asıl kendimize) hizmet ediyoruz; öz benlik olarak da, hizmetinde bulunduğumuz ruha…” (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112). 

Ebedî gelişim süreci içinde beşerî realiteler boyunca elde ettiğimiz görgü ve deneyim birikimimizi spatyomda değerlendirdikten sonra; öz bilgilere, öz bilgiler de öz idrake ve öz benlik düzeyindeki realitelere dönüşüyor ve öz benliğin realiteleri böyle oluşuyor. Varlığın öz bilgileri, ruhun tekâmül değerlerini oluşturur. Varlığın öz bilgi birikimi, onun şuuraltında saklıdır. (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112+142+144)

Varlıktaki özbilgiler öz idrak kanalıyla ruha yansır. Varlığın öz idrak, öz bilgi birikimine paralel olarak artar (İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 112). Ruh varlığının öz bilgi ve öz idrakiyle ilgili bu birkaç nottan sonra yeniden konumuza dönerek ilerleyelim: Enkarnasyon ile nefsaniyet ortaya çıkar. Nefsâniyet, vicdan birim dualitesinin maddeye dönük öğesidir, dolayısıyla vicdanın tam zıttıdır. Enkarnasyonla birlikte nefsâniyet, vicdânın karşısında olmasaydı, belki gelişmek ve insanlaşmak için varlık idraklenme cehtine ve zahmetine girmek istemez ve varlık bunun için yerinden bile kıpırdamazdı… Enkarne varlığın nefsâniyet-vicdan mücadelesindeki başarısı, onun daha yüksek gelişim aşamalarına(realitelere) liyakat artışını belirliyor. Bu anlamda bir liyakat oluşmadıkça da, üstün realitelere adaylık söz konusu değil. Dolayısıyla nefsâniyet ve onun vicdan ile mücadelesi olmalı ki, içinde bulunduğumuz realiteden bir üst realiteye geçebilmemiz gerçekleşsin.

Easas olan, realiteden realiteye geçerek gelişmek/insanlaşmak ve vazife planına doğru ilerlemektir. Bu konuda ve bu anlayışla idraklenme cehti sergilemek, gelecek gelişim aşamalarının bilgilerini ve onların öz benliğe mâl edilmelerini sağlamayı berâberinde getirecektir.(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.185). Zaman ve mekân ile kaim olan(var olan) realite, varlıktaki kudretlerin yansımalarından/görünümlerinden biri olup, ötekiler;  vicdan, idrak, bilgi ve sevgidir. Enkarne varlığın görgü ve deney birikimi, realitelerin öz varlıkta bilgi olarak birikmiş izlenimlerinden ibârettir(İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.109).

Öz benlikteki öz bilgi birikiminin alt yapısını, hammaddesini oluşturan görgü ve deneyim birikimini enkarne durumda yaparken, farklı şuur halleri deneyimleriz; uyanıklık şuur hâlimiz ile uyku şuur hâlimiz, meditasyon/dua şuur hâlimiz, belli bir konu üzerinde çalışırkenki ve hatta şiddetli bir deneyimden geçerkenki şuur hallerimiz başka başkadır. Aslında bunlar da birer enkarnasyondur. Siz bu satırları okurken ya da bir konferansı pür dikkat dinlerken, bir filmi pür dikkat izlerken ona enkarne durumdasınız. Bunların hepsi enkarnasyondur, hattâ enkarnasyon içinde enkarnasyondur. Dolayısıyla, SADIKLAR PLANI öğretisinde gördüğümüz gibi, enkarnasyon sadece bedenlenmek(“ete kemiğe bürünmek” – Yunus Emre) değildir. Bakın ne diyor “SADIKLAR”. Enkarnasyon, bir şuur halinden başka bir şuur haline dönüşmektir ki, zorunlu olarak o şuur halinin gerektirdiği koşullara bürünme şeklinde ortaya çıkar. Bu koşullardan biri de insan şeklinde olmak veya başka bir kalıba girmektir. Başka kalıp, evrimin daha geri düzeylerindeki kalıplar olabileceği gibi, sahip olduğunuz kalıptan çok daha duygulu, çok daha ince tesire sahip kalıplar da olabilir.”  (Sadıklar Plânı Tebliğleri, celse 119) 

 

Ayrıca, Kur’an’daki, “Biz sizi halden hâle sokarız...” mealindeki âyet de bunu çağrıştırmaktadır(İnşikak 19, Zuhruf 14). Enkarne varlık, söz konusu haller içinde yaşam/enkarnasyon koşullarını deneyimlerken, gelişmişlik düzeyine bağlı olarak bilerek ya da  bilmeyerek vazife bilgisine doğru idraklenmeye çalışır. Enkarne varlığın başına gelen olaylar onu otomatizmadan kurtarmaya yönelik duygusal ve nefsânî ögeleri içerir. Dünya okulu söz konusu olanaklarıyla; bitkileri hayvan, hayvanları beşer düzeyine çeşitli otomatizmalarla hazırladığı gibi, beşerî varlıkları da vazife bilgisi ve organizasyon sistemleri sezgisine hazırlar. Dünya gezegeni bu bakımdan; olanakları, koşulları ve gelişim araçları bakımından enkarne varlıklar için çok zengin bir gelişim okuludur. Dahası, dünya beşerini ‘organizasyon ve vazife disiplini’ne hazırlamak dünya yaşamının esas işlevlerinden biridir ve evrende yapacağı işlerin sorumluluğunu benimsemiş olanlar dünya ile ilgilerini kesebilirler.” (Kaynak: İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 72+73) Enkarne varlık tüm bunları deneyimlerken, öz benlik-beden ilişkisi olarak (yukarıda da belirttiğimiz gibi) 7/8 oranında bir şuur yoğunluğuyla dünyaya yönelik durumdadır. Yâni bir bebek dünyaya geldiği sırada, öz benlik olarak tesirlerinin büyük bir kısmı ile dünya bedenine bağlanmış durumdadır ve ancak küçük bir kısmı “serbest” haldedir.

22 Haziran 2021 Salı

SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ HAKKIMIZI KULLANMA ŞEKLİMİZİN SONUÇLARI

 

SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ HAKKIMIZI KULLANMA ŞEKLİMİZİN SONUÇLARI

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Dinler de dâhil, dünyada bildiğimiz bilemediğimiz her şey varlığın gelişimi için birer araçtır. Burada “her şey”in içine;  dinlerin yanı sıra, bilinen bilinmeyen bilgi kaynakları, doğa(tüm olaylarıyla birlikte), bizim kişisel sezgilerimiz, kadîm uygarlıkların kültür birikimi vb. girer. Tüm bunlar bizim gelişme sürecimizde birer gelişim aracıdır. Bu gelişim araçları külliyatı/birikimi beşeriyet tarafından her zaman varlıksal / içsel gelişim yönünde iyi bir şekilde değerlendirilmediği gibi, çoğu zaman da hebâ edilmiştir. Örneğin, vahy yoluyla ve peygamberler aracılığıyla tüm toplumlara peygamber ya da peygamber nitelikli bilge uyarıcılar ve aydınlatıcılar gelmiştir. Yani beşeriyet vahy kanalından gelen dinsel öğretiyle, ilâhi bir yardım/rahmet olarak “doğru yol”da tutulmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte Tanrı’ya giden bu “doğru yol”u izleme basiretini ve başarısını gösterenlerin sayısı, “doğru yol”dan sapanların sayısından çok azdır. Yâni, Kur’an’ın dışındaki tüm dinsel öğretiler tahrifata uğratılmıştır. “Doğru yol”da tutunamayanlar Kur’an’la gelen bilgilerde bir tahrifat yapamamış ama Kur’an’daki özgün İslam’ın, yâni indirilmiş(vahyedilmiş) İslam’ın yanında “uydurulmuş” bir İslam türetmişler; bunu da uyduruk hadisler ve çoğu Arabistan câhiye döneminden kaynaklanan atavik kabullerle desteklemeye çalışmışlardır.  Dinler söz konusu olduğunda, elbette kutsal kelam olan vahy üzerinde yapılan tahrifata da değinmeden olmaz. Çünkü Kur’an dışında tüm kutsal kitaplarda tahrifat olmuştur.

Beşerî akıl sâdece dinleri değil; pek çok şeyi, hattâ doğayı bile yanlış yorumlamış ve beceriksizce kullanmıştır. Beşeriyetin hayrına olabilecek pek çok inisiyatik öğreti, ilke ve doktrin beşerî çıkarlar uğruna kötüye kullanılmış ve bu nedenle(evrensel sebep-sonuç yasası determinizm gereği) insanların başına büyük dertler açmış, kanlı savaşlara neden olmuştur. Dinsel öğretiye yönelik yanlış yorumlardan kaynaklanan uygulamalar da aynı olumsuzluklara neden olmuş; ALLAH’la aldatma, kokutma, hadis uydurma ve dini siyasî çıkarlara âlet etme vb. gibi pek çok talihsizlik sergilenmiştir ve ne yazık ki, beşeriyetin bu ayıbı 21.Y.Y. dünyasında da sürmektedir. Bu şekilde dinsel öğretiyle beşeriyete yapılmak istenen yardım bir bakıma, engellenmiş değilse bile sekteye uğratılmıştır. Beşeriyetin gelişimine karşı, hem de beşeriyetin doğrudan doğruya kendisi tarafından sergilenmiş vahim bir hatadır bu... Beşeriyet kendi başına örmüştür bu belâyı ve elbette bunun bedelini ödeyecektir, ödemektedir de.    Yoksa, gelişmek için, “insanlaşmak” için ille de ıstırap çekmek diye bir şey yoktur ama ilâhî irâde yasalarından Sebep – Sonuç yasasına göre edimler(fiiller/hareketler) karşılıksız kalmıyor. Bu da zâten İlâhî Adâlet’in gereğinden başka bir şey değildir. Seçme özgürlüğü(*) hakkımızı kullanma şeklimize göre farklı sonuçlarla karşılaşıyoruz. Bu nedenle eğer ıstırap çekiyor ya da huzur içindeysek, bu bizim kendi seçimlerimizden dolayıdır ve seçme hakkımızı kullanma şeklimizin kaçınılmaz sonucudur .

Seçme özgürlüğümüzü kullanma şeklimizin doğal sonuçlarından biri olarak, şimdiki konumuz olan dinsel öğretinin farklı şekillerde yorumlarından mezhepler/tarikatler ortaya çıkmıştır. Anlayış farklılıklarından doğan bu oluşum doğaldır ama vahy yoluyla gelen özgün öğretiyi bırakıp, mezhebi din edinmek ve onunla özdeşleşmek doğru yoldan sapmışlıktır. Hiçbir şeyle/kimseyle özdeşleşmemek(eş koşmamak) gerek. Hele hele mezhep önderini ilahlaştırmak putperestliktir. Mezhebin / tarikatin liderinin fikirleriyle eşkoşulduğu zaman, mü’rid özgür düşünemez, karşı fikir söyleyemez böylece birtakım önyargılar olur, mezhep liderinin(kurucusunun/şeyhinin) öğrettikleri ve fikirleri tartışılamaz olur. Oysa Kur’an bile kendisini eleştriye/irdelemeye açmıştır. Dahası, “düşünün, aklınızı işletin…” mealinde birçok âyet bulunmaktadır Kur’an’da(**). Bir kısım insanlar akıllarını bu anlamda işletmedikleri için, doğru yoldan ve gerçeklerden sapmış duruma düşmüşlerdir. Oysa, ALLAH, pek çok âyetinde aklın işlevsel olması yolunda tembihatta bulunmuştur.     Doğru yola ve “insanlaşmaya” yönelik uyarılara, dikkat çekmelere duyarsızlıktan dolayı, aynı din içinde ve dinler arasında uzun yıllar süren didişmeler, çatışmalar ve hattâ savaşlar deneyimlenmiştir.   Mezhepler kendi davalarını putlaştırmanın bedelini kanlı savaşlarla ve yıllar süren inatlaşmalarla önemişler, bir yere de varamamışlardır.

......................................................

(*) Varlıksal İlkelerden, seçme özgürlüğü için bkz. http://www.astroset.com/bireysel_gelisim/newage/vi3.htm

(**) Âyetler:     hakka 42 - kamer 17  - sâd29  - en'am 80 - a'raf 10+57+169  - yunus 3+16 -   mümin 58 - en'am 50 - hûd 51 - yusuf 109 -  nahl 18    - enbiya 10+67 - a'raf 169 - hûd 51  -  nahl 69  - bakara 171 - ali imran 118 - mümin 67  - yunus 16+42 - bakara  73+242  - enbiya 67.

 

25 Nisan 2021 Pazar

Yaşam ile ölümün döngüsel doğasındaki gizem...

 

Yaşam ile ölümün döngüsel doğasındaki gizem...

ÖLÜM İLE “YOK” OLAN BEDENDİR, RUH VARLIĞI YOK OLMAZ.

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

İNSAN bir yanıyla, fizikokimyasal yasalara bağlı olarak değişen ve sonunda ölüm ile toprağa karışan; bir öteki ve asıl yanıyla ölümden sonra da var olmayı sürdüren ruh varlığıdır. Bu arada, “Dünya yaşamına veda etmek” ya da “ahiret yurduna yürümek” de denen ölümden sonra var olmayı sürdüren yanımız RUH değildir. Ruh, evren üstüdür, bedenin içinde ruh olmadığı gibi, evrende de ruh yoktur(*). Ruh,  ALLAH’ın yalnız kendisine özgü olan tasarrufu ile meydana gelmiş olan tek bir enerji çekirdeğidir.”(Sadıklar Planı Tebliğleri, celse 43) Dünya bedeniyle birinci derecede bağlantısı olan; ruh değil, ruh varlığıdır(öz benlik).

 

Ölümden önceki bedensel ben, nasıl maddelerle ilgili bir yapı ise, ölümden sonraki yanımızın da öylece maddelerle ilgili bir tezâhür olduğunu deneysel ruhçuluk literatüründen biliyoruz. Kendini bilmezlikten, insanın gerçek doğasından habersizlikten/bilgisizlikten kaynaklanan cahillikle kimileri kendini bedenden  ibâret sanır ve ölüm ile yok olacağı yanılgısı içindedir. Bu şekilde kendinin bedenden ibaret olduğu yanılgısı içinde yaşayanlara (kadîm Sufi bilgeliğinde) “ceset olarak yaşayanlar” denir.

 

Oysa, ölüm denen geçişle “yok olan” bedendir; aslında beden için de; “yok olmak” değil, “aslına dönmek” demek daha doğru olur. Çünkü beden, dünyasal elementlerden yapılmış bir organizmadır, ölüm ile öz benlik-beden ilişkisi kesilince, beden/ceset toprağa gömülerek( ya da bazı geleneklerde olduğu gibi yakılarak) elementlerine ayrılır, toprak olur, kül olur, duman olur... Bu anlamda, beden için de yok olmak söz konusu değil, aslına dönüş söz konusudur. O bedeni bir ömür boyu canlı tutmuş olan ruh varlığı var olmayı ebediyen sürdürür ve belli bir süre sonra gelişim ihtiyaçlarına göre ve belli bir yaşam planıyla yeniden bedenlenir.

 

Bu durum yaşam ile ölümün ebediyen sürüp giden döngüsel doğasıdır. Bu nedenle ölüm üzücü/üzelecek bir şey değildir. Elbette ölen bir yakınımızın arkasından sevinecek değiliz ama genel geçer âdetlere/geleneklere uyumsuz düşmemek adına üzülsek de; bu gerçeği hemen  anımsamak, bilgiye yönelik minnettarlığın ve bilgeliğin gereğidir. Kısaca, ölüm üzücü/üzülünecek bir şey değil; üzücü olan, çoğu kimsenin ceset olarak yaşıyor, yani aslında “yaşamıyor” olmasıdır. Kendinden habersizlik varlıksal bir cehalettir. Tüm kadim inisiyasyonların ve kutsal vahy ile gelen öğretilerin ana temasının odağında kendini bilmek vardır.

..............................................

(*) Bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT

 

10 Nisan 2021 Cumartesi

YARI İDRAKLİ GELİŞİM DÜZEYİNDE ENKARNE VARLIĞI DOĞRU YOLDA TUTMANIN ZORLUĞU

 YARI İDRAKLİ GELİŞİM DÜZEYİNDE ENKARNE VARLIĞI DOĞRU YOLDA TUTMANIN ZORLUĞU

Hazırlayan: Selman Gerçeksever

Gelişim süreci içinde beşeri kusurlardan arınmak, böylece idraklenmek, şuurlanmak ve giderek biraz daha dünya okulundan mezun olmaya lâyık düzeye gelmek için yaşamlar boyu sanki didiniyoruz. Bu varlıksal uğraşımızda, deneyimlediğimiz sıkıntılı, hattâ azap şiddetindeki olaylar da dâhil her şey biz  varlıkların gelişimi için birer araç ve fırsat. Bu gidişin ilâhî düzene uygun olarak sürmesi için de Sebep-Sonuç Yasası(nedensellik, determinizm, illiyet ilkesi) her an devrede. Dünya gelişim okulundan mezun olup, yarı süptil arasata(1) adım atabilecek liyakate ulaşmak için beşeri kusurlardan ve “yarı idraklilik”ten(2) kurtulmak gerek. Bizleri bu varlıksal hedeften uzak tutan kusurlarımızı yinelememek için, doğru yola yönlendirici ya da bizleri doğru yolda tutucu uyaranlarla hep karşılaşırız. Bu uyaranlar, vicdan sesimiz başta olmak üzere, devre boyunca beşeriyete kutsal metinlerle gelen uyarılar, seçkin inisiyatik öğretilerin bilgileri, beşeri yasalar(hukuk düzeni), çevremizde olup bitenler vb.

Söz konusu uyaranları önemsediğimiz ve bunlardan ders aldığımız sürece doğru yolda, varlıksal ve evrensel hedefimize ulaşma yolunda başarılı sayılırız ama bunun tersi durumda ise giderek şiddetlenen ve eprövleşerek gelen uyaranlara, sıkıntılı telafilere, hattâ azap düzeyindeki uyaranlara müstahak oluruz. Tüm bunlar gelişim yolunda, beşerî kusurlarımızı telâfi vesileleri ve fırsatlarıdır. Devre boyunca beşeriyet, peygamberler ve bu düzeydeki bilgeler aracılığıyla sürekli uyarılmıştır. Bu ilâhî uyarılara aldırış etmeyen bireylerin/toplumların deneyimlediği azap düzeyindeki telâfiler hep anlatılmıştır. Bunların hepsi ve her şey ilâhî yadım kapsamında bizlerin iyiliği(varlıksal kazanımı, idraklenmesi, şuurlanması ve insanlaşması) içindir.

Kişi yapıp ettiklerinden dolayı azap verici telâfi ile karşılaşmadan önce, daha hafif sıkıntılarla(uyaran ve uyarılarla) karşılaşır ki, bunları yukarıda belirttik. Bu durum Kur’an’da şöylece ifadesini bulmuştur: “Belki dönüp yola gelirler diye, onlara büyük azaptan önce, kesinlikle daha yakın bir azabı da tattıracağız.“(Secde 21). Dolayısıyla esas olan azap değil, insana eziyet etmek değil; kusuru yinelemekten vazgeçip, doğru yola dönmektir. Görülüyor ki, esas olan, varlıkları “doğru yol”da, hak yolunda tutmak, cezalandırmak, eziyet etmek değildir. Burada doğru yol/hak yolu, yaşam planına uygun yaşamak, bu planın(Yukarı’ya verilen sözün) gereğini yetine getirmektir. Nefsin kandırmacalarıyla(iğvasıyla) ya da toplumsal koşullandırmalarla hak yolundan sapmış olan enkarne, kusurlar sarmalı içinde giderek daha büyük veballerle/telâfilerle karşılaşmaması, azap verici telâfinin sıkıntısını deneyimlememesi için sürekli uyarılır(vicdan sesi, çeşitli dikkat çekici olaylar, çevremizdeki bireylerin uyarıları, yasalar vb.)

Tüm bu yardımlardan amaç, varlığın; dünya gelişim okulunu bitirip, “yarı süptil arasat”a(1) adımını atabilecek liyakate ulaşmasıdır. Bu hedef, şimdilik dünya beşeriyeti olan bizler için en önemli varlıksal hedeftir. Yüzyıllar boyunca bu varlıksal hedefe aday olma liyakatine ulaşmak için sayısız kez enkarne olmaktayız.

....................................................

(1)      yarı süptil Arasat: İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, 307 ve devamı.

(2)      Yarı idraklilik: a.g.e.syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197. 

 

ÖZ BENLİK BEDEN İLİŞKİSİNDE UYUM

 

 ÖZ BENLİK BEDEN İLİŞKİSİNDE UYUM

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

İnsan, ruh varlığının(öz benliğin) organik bedenle olan ilişkisinden doğan geçici bir birim düalitedir(1). Öz benliğin, bedeniyle karşılıklı ilişkisi, “organ-organizatör ilişkisi”(2) görünümündedir. Elbette bunların her ikisi birden, evren üstü ruhun evrendeki tekâmül araçlarıdır. Burada varlık organizatör, beden ise organizmadır. Bu yapılanma içinde, bir bakıma, bedenin”efendisi” olan öz benlik, (toplam gücünün 7/8’lik kadarıyla) bedeni değer farklanması işleyişiyle(mekanizmasıyla)(3) yönetir. Bir insan bedeni onlarca organın, milyarlarca hücrenin ve bedenin kendi hücrelerinden  daha fazla sayıda bakterinin gelişim ortamıdır. Organların ve onları oluşturan hücrelerin ve bakterilerin de elbette kendi öz benlikleri vardır ve bunlar da birer ruh varlığıdır. Bu hâliyle insan bedenine “mikro kozmos” denmesi hiç de yersiz değildir. Beşerî bedenin bu yapısı ve yapılanması üzerine, yüzlerce branşıyla koskoca bir tıp bilimi ortay çıkmıştır.

Tıp bilimin; bedenin tamamı, organların yapısı ve organlar arasındaki akıllara durgunluk veren etkileşim ve iletişim sâdece bu konunun öğrencilerinin değil, bedeniyle ve insanın beden ötesi doğasıyla ilgilenen sıradan insanları bile hayretten hayrete düşürmüştür. Örneğin, sâdece şu örnek bile düşündürücü değil midir:  Organlarla ilgili olarak yeni koşullara uyum konusu. Bunların her birinde birer yaşamsal işlev ve amaç gizlenmiştir. Herhangi bir varlığın çevresi ile olan ilişkileriyle ilgili koşullarda değişiklik ortaya çıkınca, yeni koşullara uygun bir takım morfolojik oluşumun o varlıkta belirmeye başladığını görüyoruz. Bu durumun en iyi örneğini yeni doğan bebekler verir. Anne rahmindeki bir bebeğin dışarıdan oksijen olarak kanını temizlemeye gereksinimi yoktur. Çünkü o yavru saprofit olarak annesinin kanı ile beslenir. Bu nedenle ana rahmindeki bebeğin kan dolaşımı oluşumu başkadır.

Dünyaya gelmiş bebeklerde sağ ve sol kalbin birbiriyle bağlantısı olmadığı halde; henüz doğmamış olanlarda, bu iki kalp kısmı birbirine açılmaktadır. Bu durumda, bunların sağ kalplerindeki kanlar doğrudan doğruya sol kalplerine geçer. Oysa, bebekler doğar doğmaz iş değişir: Artık o, kendi kanını ciğerleri aracılığıyla kendisi temizleyecektir. Bunun için de ciğerlerini çalıştırması gerekir. Onun sağ kalp kanı, önce olduğu gibi ciğerlere uğramadıktan sonra sol kalbe girmez. Böyle olmasaydı, bebek yaşamazdı. Bu gereksinimi karşılamak için ana rahmindeyken, açık bulunan iki kalp arasındaki delikler doğumda kapanır.

Organların ve tüm bedenin yeni koşullara uyum konusu, bunların hepsini görüp gözeten ve yöneten öz benliğin beklide en önemli işidir. Evrensel ve varlıksal bağlamda, uyum konusu ruh varlığının yeni bir işe/aşamaya geçmeden önce atması gereken ilk adımdır. Örneğin, varlık(öz benlik) yeniden bedenlenmeye karar verdiği zaman, hemen enkarne olmaz, uzunca bir süre rehber varlıklarını gözetiminde imajinatif ortamlarda bebeklik uygulamaları yapar. Daha büyük kapsamda olmak üzere, dünya okulunu(hidrojen âlemini) bitiren varlıklar hemen vazife planında gözlerini açmazlar, yarı süptil arasatta, vazife planına uyum etkinlikkeri içeren bir süreç geçirirler(3).

Tüm bunlara ek olarak varlığın uyum etkinlikleri konusunda evrensel Tedric Yasası’nı da unutmamak gerek. İlâhî İrade Yasalarından Tedric Yasası, varlığın ve tüm birim düalitelerinde başarılı uyumlar gerçekleştirmesi için ilâhî bir nimettir. Evende her şey tedrîcen olur ve zamanı geldiğinde tamamlanır/ortaya çıkar.  

..................................

(1)     Birim düalite: madde formu için bkz.:  İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 22,24,26,44,98,222.

(2)     (2) organ-organizatör ilişkisi için bkz.:  a.g.e., syf. 89,91

(3)     Sevgi planının, varlığı vazife planına hazırlayıcı işlevi konusunda bkz.: a.g.e., syf. 311

 

 

 

 

6 Mart 2021 Cumartesi

EVRENSEL GELİŞİM KERVANINDA BİR VİRÜS

 EVRENSEL GELİŞİM KERVANINDA BİR VİRÜS

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) resmi kararıyla Covid-19 olarak adlandırılan salgın

ve bu salgının kahramanı coronavirüsün hızlı değişimi dünya gündemindeki yerini sürekli korumaktadır.. Hem insan hem hayvan bedenlerinde bulunabilen ve büyük bir virüs ailesinin bir parçası olan Coronavirüsler zarflı ve tek iplikli RNA virüslerdendir. Coronavirüsler (RNA virüsleri) içerisinde 30.000 bazla, en uzun genoma sahip virüs grubudur.(1)

Corona virüsün neden olduğu covid 19 salgını, çeşitli haberlerle dünya basınındaki yerini 2019 aralık sonlarından beri korumakta. Örneğin, şu haberi birlikte okuyalım: “ İngiliz hükümetinin bilim kurulu, korona virüsünün ülkede iki mutasyonu daha bulunduğunu ve bunlardan birinin 'endişe verici' olduğunu açıkladı. İki mutasyonun da Güney Afrika ve Brezilya varyantlarıyla benzerlik taşıdığı belirtildi.”(2) Bizlerle aynı gelişim ortamını, hatta bedenlerimizi paylaşan bu basit varlık, içinde bulunduğu gelişim düzeyinde değişimini hızla gerçekleştirmekte; bu arada, bizlere çeşitli hâletler yaşatarak, dayanma gücümüzü zorlayarak bizlerin de gelişimine katkı sağlamaktadır. Esâsen yaratılmış olup da değişmemek söz konusu değil; amorf maddeden(3) başlayarak ve değişerek dönüşerek gelişimimizin bu aşamasına gelmiş olan bizler de; bilgilerimize göre büyük bir olasılıkla, bir zamanlar ve bir süre corona virüs gibi RNA’lı bedenenlere enkarne durumdaydık ama o bedenlere çakılıp kalmadık elbette. Ebediyetler kadar uzun süreçler içinde değişerek, dönüşerek ve de gelişerek bu günlere geldik. Şimdi, “corona” adını verdiğimiz bu ruh varlığı da aynı yolu izlemekte.

2019’un sonlarından beri dünya gündeminde yerini koruyan ve “corona” olarak adlandırdığımız virüs bedenine enkarne olan varlık da kendi gelişim süreci içinde bizimle aynı gelişim mekânını paylaşır duruma gelmiş ve daha da ilginci, değişimini hızlı olarak gerçekleştirdiği mekân, beşerî bedenler ve bazı hayvan bedenleri... Elbette gelişip, dönüşüp, değer kazanmak onun da hakkı ama bizim de sağlıklı yaşama hakkımız var. Sağlıksız beden ile gelişmek zor ama sağlıksızlıkta da(rahatsızlıklarla da) çok değerli kıyas bilgileri(4) edindiğimizi biliyoruz. Bu ayrı bir konu.

Şimdilerde bu varlığın değişime uğramış şeklinin adı “B117”.(5) Beşerî bedenlerde saptandığından bu yana, bir yıldan biraz fazla bir sürede değişime uğradığını bilimsel kaynaklardan öğreniyoruz. Bilim insanlarının gözlemlerine ve saptamalarına göre, yayılma hızı artmış ama bulaşı tehlikesi önceki kadar öldürücü değilmiş. Yâni, öncekine göre farklı bir virüs; hem de bu farklanmaya bizim dünya zamanıyla bu kadar kısa bir sürede ulaşmış. Yazı akışımızın bir yerinde dedik ya, yaratılmış olup da değişmemek olası değil. Keşke bizler de corona virüs kadar hızlı bir şekilde gelişip, değişip, değer kazansak, yâni insanlaşsak.

Corona virüse ebediyetler kadar uzun gelişim yolunda başarılar. Evrensel gelişim kervanı olanca haşmetiyle ilerliyor. Bu kervanda elbette bazı yolcular bizlerden ilerideler, bazıları ortalarda, bazıları da gerilerde ve elbette bu kervanın ve her şeyin bir sahibi de var. Erişilmezlerin erişilmezi olan bu yüce sâhibin rahman ve rahîm olan tesirliliği(müessiriyeti) altında güvenli bir gidiş içindeyiz.

...................................

(1) Dr. Özlem Ak, Bilim ve Teknik Dergisi, mart 2020 (2)( https://www.gazeteduvar.com.tr/ingilterede-endise-verici-bir-korona-virusu-mutasyonu-daha-bulundu-haber-1512891

(3) Amorf madde: Evren maddesinin ilk ve en kaba aşaması amorftur("karanlık" dönem)(İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, syf.39 ve devamı)

(4) Kıyas bilgisi: İçinde bulunduğumuz dualite ortamı, kıyas bilgileri edinmemiz bakımından verimli bir ortamdır. Beşerî varlılar olarak genellikle pek çok şeyi zıddıyla öğreniriz; iyilik-kötülük, digerkâmlık-hodkâmlık, fazilet-rezilet vb.(Ayrıntılar için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf.61, 12

(5) B117 variant: https://www.cidrap.umn.edu/news-perspective/2021/02/new-variant-covid-findings-fuel-more-worries-about-vaccine-resistance

15 Şubat 2021 Pazartesi

BİLMEDİKLERİMİZİN ÇOKLUĞU ve YAŞAMIN AMACI

 BİLMEDİKLERİMİZİN ÇOKLUĞU ve YAŞAMIN AMACI

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Yaratılmış olup da gelişmemek ve değişmemek söz konusu olamaz, değildir de. Bilmek ve bilgelik; gelişip, idraklenip, şuurlanmakla olanaklı olduğuna göre, şimdiye değin bilmediklerimizi öğrenerek içinde bulunduğumuz düzeye gelmişiz. Gelişmek ve şuurlanmak sınırsız olduğu için de daha öğreneceğimiz sınırsız anlamında pek çok şey var demektir. Gelişmeye muhtaç varlıklar olarak, ne kadar gelişirsek gelişelim, önümüzde bilmediğimiz(bizler için “gayb” olan) sınırsız bilinmezlikler olacaktır. Bu nedenle; haddi, edebi ve âdabı elden bırakmayarak, bildiğimiz her şeyin hep “şimdilik” olduğunu akıldan çıkarmayalım, her şeyi bildiğimiz, her şeyin en doğrusunu bildiğimiz zannına ve yanılgısına aman düşmeyelim. Afrika atalar sözlerinden birinde bu durum çok güzel vurgulanmıştır; “Bilge kişi her şeyi bilmez. Sâdece kendinden habersiz alıklar her şeyi bilir.”

Kendinden habersizlik gerçekten alıklıktır. Çünkü yaşamın amacı kendimiz bilmektir(*). Kendimizi tanımak, gerçek doğamızın ne olduğunu hiç değilse sezinlemek ve o yüceliği duyumsamaya başlamak için yeniden yeniden doğuşlar silsilesi içinde dünyaya ve daha geniş anlamda maddesel gelişim ortamlarına “gelip gidiyoruz”. Çünkü insanın gerçeği kendini bilmektir(**). Kendini bilmek, söylemesi çok kolay ama böyle bir bilgiye ve bilgeliğe kavuşulması pek çok bedenli yaşam gerektirecek kadar zordur. Kendini bilme duyarlılığı içinde idraklenerek şuurlanmak, kişiyi yukarıdaki atalar sözünde vurgulanan “alıklık”tan kurtarır, bilgeliğe yöneltir.

Kendinin, kendinin esâsen ruh varlığı olduğunun farkında olmayan bir kimse, gelişim yönünde, bir bakıma gözleri bağlı olarak ilerlemeye çalıştığı ve sanki sâdece bir bedenden ibaretmiş gibi yaşadığı için çevresindeki gelişim olanaklarından sâdece nefsinin çıkarları için ve nefsinin isteklerini “doyurmak” için yaşar ki bu faziletli ve insanın gerçek doğasına uygun bir yaşam değildir. Bu beşerî yanılgıdan kurtulmak, kitabi bilgilerle, fakülteler/üniversiteler bitirmekle, mastır ve doktora yapmakla da olası değildir; bunların hepsi gelişim için araçtır. Öğrenimle ilgili etkinlikler sırasında neyi, nasıl ve ne için yaptığımız önemlidir. Pek çok “okumuş” kimsenin ne kadar üzüntü verici kusurlar sergilediklerini görüyoruz. Bu talihsizliği dikkatlere sunan en güzel özdeyişlerden biri büyük bilge Yunus Emre’ye âittir; “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır.”

Tüm bunlar gösteriyor ki; kendinden habersiz, kendi kendinin cahili olan bireyin erdemlerle, yüksek insanî değerlerle bağdaşmayan kusurları sergilemesi her an olasıdır. Kendinden habersiz, bencil kişinin kendine, ailesine ve çevresine yararı çok azdır, hattâ yararı yok, zararı çoktur. Bu anlamda kendini bilmezliğin çeşitli düzeylerdeki olumsuz tezahürlerini günlük yaşamda gözlemliyoruz ve bunları kınamakla kalmıyor, ibretlik dersler de çıkarmaya çalışıyoruz. Esâsen toplumsal(maşeri) yaşamın bireye sağladığı yararlardan biri de budur. Toplumsal yaşam kendini bilmek, bilgilenmek ve edeplenmek için verimli bir gelişim ve deneyim ortamıdır.

Bilmediklerimizin, öğrenmemiz gerekenlerin çokluğunun da ötesinde sınırsızlığı söz konusu olduğunda, sadece insan varlığının kendisi, (ruh varlığı olarak) okunup öğrenilmesi gereken devâsa bir temel kitaptır. Esâsen insan, bilebildiğimiz üç en temel kitaptan biri olup, öteki ikisi de evren ve Kur’andır. Bunların içerdiği bilgi külliyatı sonsuz ve sınırsızdır. Bu nedenle, satırlarımızın başında “Bilmediklerimiz, ebedîyen hep olacaktır...” şeklinde bir cümle kurmuştuk. Bu üç dev temel kitaptan

Kur’an öteki ikisini çözümlememiz ve anlamlandırmamız için temel rehber eserdir. Kendini bilme duyarlılığı içinde bu üç temel eseri kıyısından köşesinden okuyup öğrendikçe, ne kadar az şeyi bildiğimizin, öğrenmemiz gereken ne kadar çok şeyin önümüzde durduğunun ve kısaca cahilliğimizin farkına varıyoruz.

Şu kısacık dünya yaşamın sonlarına doğru bile, öğrenmemiz gereken pek çok şeyin olduğunu anlayabiliyoruz. Öğretisi ve öngörüleri yüzyıllar öncesinden günümüze bile ışık tutan bilge İmam-ı Âzam, “Bilmediklerimi ayaklarımın altına alsaydım, başım göğe ererdi...” demişti. Ne yazıktır ki bu değerli bilge ve zamanının en büyük İslam düşünürü insan, zamanının kendini bilmez alık cahilleri tarafından öldürülmüştü. Cehalet, beşerin ve beşeriyetin en büyük düşmanıdır.

..........................................................

(*) YAŞAMIN AMACI KENDİNİ BİLMEK, Ergün Arıkdal, Ruh ve Madde Yayınları

(**) İNSANIN GERÇEĞİ KENDİNİ BİLMEK, P.D.Ouspensky

RUHUN TESİRLİLİĞİ ALTINDA EVREN CEVHERİNİN VARLIK HÂLİNE DÖNÜŞÜMÜ

 RUHUN TESİRLİLİĞİ ALTINDA EVREN CEVHERİNİN VARLIK HÂLİNE DÖNÜŞÜMÜ

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

“Evreninizin maddi yapısını meydana getiren cevher(“aslî cevher, şekilsiz madde amorf”)(*) oluştuktan sonra, yani mevcut olduktan sonra ruhi varlıkla teması kaçınılmaz hale gelir, çünkü varlık haline dönüşmesi, yani form sahibi olması için ruhi enerjiye, ruhun hayali formlarına ihtiyacı vardır. Bu neden böyledir? Çünkü ruhi varlık maddi varlıktan daha önce meydana gelmiş, yani ondan evvel mevcut olmuş ve onun üstünü olarak yaratılmıştır. Bu yaratılışın niçin böyle olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz şey, ruhi varlığın maddi mevcudiyeti varlık haline dönüştürecek güce sahip olduğudur, yani ruhi varlık kendi yaratıcı gücü, imajinasyonu ve isteğiyle maddi mevcudiyeti form haline getirip duyularınıza çarpan ve çarpmayan madde evrenini oluşturmuştur.” (SADIKLAR PLÂNI, Celse: 138 Tarih: 20. 11. 1970)

SADIKLAR PLANI’nın 1970’te verdiği şu bilgi ile, yıllar sonra Önder Plan’ın verdiği bilgi birbiriyle örtüşmüyor mu? Bu bilginin teknik açıklamasını İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ta buluyoruz: “...cevherin varlık haline dönüşmesi, yani form sahibi olması için ruhi enerjiye, ruhun hayali formlarına ihtiyacı vardır... “ Evrenin cevheri olan maddenin amorf şeklinin bir noktasına Aslî İlke’nin tesirliliği(kudreti) “dokunduğu” andan itibaren “varlıklaşmaya”/form kazanmaya başlamıştı. Aslî İlke’nin kudretinin amorfa yönelik bu ilk etkisi/tesiri iki kısımdan oluşuyordu. Yâni Asli İlke’nin amorfa yönelik bu ilk etkinsinin(“aslî tesir”in) iki veçhesi bulunuyordu; bunlardan biri, ruhun tekâmül ihtiyaçlarıyla ilgili; ötekisi, maddenin gelişim ihtiyaçlarıyla ilgili.

Evrenin aslî cevheri olan amorfu, ebediyetler kadar uzun bir süreçte; halden hâle, formdan forma sokan tesirlerin kaynağı nedir ve madenin sınırsız olarak hallere ve şekillere sokulmasının nedeni nedir? Bu tesirlerin kaynağı evrenin dışındaki hakikatlerle ilgilidir ki, bunlardan biri Aslî İlke’nin kudreti, ötekisi de ruhun tesirliliğidir(müessiriyeti). Önder Plan tarafından “erişilmezlerin erişilmezi”(**) olarak betimlenen Aslî İlke’nin kudretinin gerekleri hem ruhları, hem evrenleri birlikte sarıp sarmalamıştır. Evrenin ilk ve en kaba olan bu aşaması hidrojen düzeyinin altında bulunur. Bu aşamada olup bitenler, Aslî İlke’nin tesirliliği altında ve Ünite’ye bağlı evren kapsamlı yönetim mekanizmasının eseridir. Bu aşamada, tekâmüllerine yeni başlamış acemi ruhların ilerlemeleri mekanik ve pasiftir.

Tekâmülünün bu ilk aşamasında ruh, maddenin hareketlerine müdahale etmeksizin tamamâmen onlara bağımlı olarak ilerler. Acemi ruhlar bu aşamada bir tek madde formuna da bağlı değildirler; sanki bir madde formundan ötekine savrulur bir durumdadırlar. Ruhların tekâmüllerindeki bu ilk aşama, onların evrene ilk adımlarından, madenin ilk hidrojen atomuna varıncaya kadar sürer. Bu sürede ruh, henüz maddeleri toplayıp, kendisine bir beden oluşturabilecek düzeyde değildir ve o düzeye gelene kadar, ilk tekâmül ihtiyaçlarını belirleyen Aslî İlke’nin gereklerine bağlı olarak Ünite’den gelen tesirler yönünde pasif ve mekanik tekâmülünü tamamlamak durumundadır. Onun bu aşamada; özgürlük, şuur, irâde, idrak hâlinde tezahür eden bir kimliği yoktur.

Ruhun böyle bir kimlik kazanması ancak, Aslî İlke’nin gerekleriyle belirlenen ilâhi düzen kapsamında amorf madde formları arasında pasif ve mekanik olarak geçireceği ebediyet kadar uzun süreçten sonra tedrîcen olacaktır. Acemi ruhlar bu aşamada, maddenin bir formundan başka bir formuna ve tamâmen maddenin hareketlerine bağımlı olarak, ama hiçbir zaman maddeye egemen olamadan, maddenin çeşitli durumlarıyla karşılaşırlar(***). Görüldüğü gibi ve SADIKLAR PLANI tarafından de belirtildiği gibi, evreninizin maddi yapısını meydana getiren cevher(“aslî cevher, şekilsiz madde amorf”)(*) oluştuktan sonra ruh ile teması kaçınılmaz hale gelir, çünkü varlık haline dönüşmesi, yani form sahibi olması için ruhi enerjiye ihtiyacı vardır.

..............................................

(*) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 10 ve devamı

(**) a.g.e., syf. 20

(***) a.g.e., syf. 40

30 Ocak 2021 Cumartesi

“KENDİNİ BİLMEK” BU KADAR ÖNEMLİYSE...

“KENDİNİ BİLMEK” BU KADAR ÖNEMLİYSE...

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Mikrosundan makrosuna kadar yaratılmış olan her şey birer birim düalitedir(*). Birim düaliteler hem tesir alır, hem tesir yayar. Durum böyle olunca, olaylar silsilesinden ibaret olan yaşam içinde ömür boyu, tesir bombardımanı altındayız demektir     . Çünkü sadece bizim yaşam ortamımız ve kendimiz değil, tüm evren tesirler ağıyla örülüdür. Otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”(**) enkarneleri olarak aldığımız tesirlere göre hareket eden canlı “makineler” gibiyiz sanki...

 

Bu anlamda “uyur gezer makineler” durumundan kurtulmak, yâni ezoterik anlamda “uyanmak” ve makinelikten kurtulmak için kendini tanıma/bilme duyarlılığı içinde idraklenip şuurlanmak durumundayız. Zâten yaşamın ve var oluşun amacı da bu değil midir? Bunun önündeki en büyük engel kendi nefsaniyetimizdir. Akıl vicdan nefsin egemenliğinden kurtarılmadıkça, insanın kendinin gerçek doğasını tanıma konusundaki başarısı hemen hemen olanaksızdır. Dolayısıyla önce ham yanımız olan nefsaniyetten(onun zaaflarından, özelliklerinden, kabalıklarından vb.) başlamak gerek. Bencilliğin iplerinden kurtulmadıkça, gerçek anlamda özgürlüğe kavuşulamaz.  

 

Gerçek ve kalıcı özgürlük ve hatta mutluluk/iç huzuru, nefsâniyet ve maddecilik bağlarından kurtulmak ile gelir. Bunun anahtarı KENDİNİ BİLMEKTİR. Bilmek ise uygulamakla olur. Kendini bu anlamda bilmeyen, yani kendi gerçek doğasından habersiz birey günlük yaşamda bencilliğini zevkli bir hilekârlıkla kendine ve başka varlıklara yutturmaya çalışır. Nefsaniyet duygusallığın kaynağıdır. Kendini tanıyıp, nefsaniyetini söndürme çabası göstermeyenlerin gelişmekte oldukları kuşkuludur. Daha doğrusu bunlar, maddeye saplanmış ve oldukları yerde patinaj yapma etkinliği içindedir. Ya da buna “alan tarar şekilde gelişmek” de denir. Yâni “dön baba dönelim...”

 

Nefsinin arzularına bağımlı olan birey kendi gerçeğini unutur. “Kendinden habersizlik, kendini bilmezlik” de denebilecek bu durum bir bakıma “varoluşsal anlam boşluğ”udur. Hangi dinden olursa olsun, bu anlamda kendini bilmeyenin Rabbi, kendisidir; kendine tapar, kendi realitesini putlaştırmıştır. Yukarıda belirttiğimiz anlamda, kişi uyanmadan kendine yönelik putperestlikten kurtulamaz. Kendini bilmek, sevmeyi öğrenmek ve BİR’in yasalarına göre hareket etmek ruhsallığın özüdür.” (Ergün Arıkdal, RUHSALLIK ÜZERİNE DENEMELER)

 

Kendini bilmek/tanımak bu kadar önemli ise, neden çoğu insan bu konuda yeterince çaba sarf etmez? Bu soru karşısında ilk akla gelen “yaşam planı” konusudur. Varlık, enkarne olmadan önce hazırladığı yaşam planında, doğrudan kendini tanımak duyarlılığı gibi bir konu yoksa, bu yönde uygulamalar yapması gerekmiyorsa, bu olmaz. Varlık bu noksanını önceki bedenlenmelerinde ya halletmiştir ya da bundan önce yapması gereken başka işleri vardır; o işleri, o alt yapıyı tamamladıktan sonra, sıra kendi gerçek doğasını merak etmeye gelecektir...

 

Kedini bilmeye/tanımaya yönelik söz konusu kayıtsızlığın daha pratik ve göz önündeki bir nedeni de, küçük yaşlardan başlayarak ailelerin ve toplumun koşullandırmalarının “tozu toprağı”(“örtüleri”) altında kalan gerçek benliğin, giderek görünmez hale gelmesidir: Bize, kim olmamız gerektiği, nasıl düşüneceğimiz, neye inanacağımız, kimleri dost edinip kimlere düşman olacağımız, hayatta nelere değer vereceğimiz, nasıl bir iş, nasıl bir eş seçebileceğimiz, kimlere, nasıl davranacağımız dikte edilir. Zaman geçtikçe, hem bu koşullanmaların etkisi, hem de çevremizdeki insanlar tarafından onaylanma arzusuyla, kendimiz olmaktan çıkıp bir bukalemuna dönüşür, ortama uyum sağlamak için durmadan renk değiştiririz(“sahte benlikler”)(***).

 

Oysa, güçlü insanların ortak özelliklerinin başında, tüm bu karmaşa içinde kulak verdikleri “kalplerinin sesini” akıl süzgecinden geçirmeleri ve kendi değerlerini oluşturabilmeleri gelir. Kişinin, kalbinin/vicdanının sesini dinleyebilmesi, nefsini ne kadar kontrol altına almış olmasıyla doğru orantılıdır. Kaba nefsin hezeyanları, kulak tırmalayıcı parazit gibidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, vicdanını ve aklını nefsinin egemenliğinden kurtarabilmiş erdemli bilge insanlar duygu ve düşüncelerinin farkındadırlar; neyi, neden istediklerini ya da istemediklerini bilirler. “Uyanmış” ya da uyanma yolunda olanlar da bunlardır.

.....................................................

(*) birim düalite: İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 24,26,41.

(**) yarı idrakli: a.g.e. syf. 3,50,58,60,77,101,135,172,180,197.

(***) sahte benlikler: https://www.facebook.com/events/d41d8cd9/sahte-benliklerimiz-ve-maskeler/1902609979968539/