Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

29 Ocak 2017 Pazar

İDRAKLENMEK ve ŞUUR HAMLELERİ…

İDRAKLENMEK ve ŞUUR HAMLELERİ…

HAZIRLAYAN:  Selman Gerçeksever
Gelişimin hemen hemen esâsı olan şuurlanmak sürekli değil, idrak birikimleri sonucu oluşan makbul bir durumdur. Dolayısıyla belli miktarda idrak edilmiş görgü ve deneyim birikimleri sonucunda şuur hamleleri yapmak söz konusudur. Bireysel düzeyde bu böyle olduğu gibi, beşeriyet düzeyinde de çok farklı değildir: Bir devrenin varlık kadrosu devre boyunca sergilediği gelişim sonunda bir üst gelişim düzeyine yönelik sıçrama hareketi de bir şuur hamlesidir. Gelişim toplu halde ve toplum hâlindedir ama toplumun/beşeriyetin böyle bir hamle sergileyebilmesi tek tek bireylerin idraklenme ve şuurlanma cehtine bağlıdır. Bu nedenle bireysel düzeyde yapıp edilenler ve etkileşimler önemlidir.

Bireysel düzeyde hepimizin varlıksal hedefi olan ve kadîm zamanlardan beri tüm seçkin kadîm öğretilerin ve dinsel öğretinin de ana temasını oluşturmuş şuurlanma hamlelerinin olabildiğince sıkça olmasını kolaylaştırıcı etmenlerden biri zihinsel esnekliğe sâhip olmaktır. Zihinsel esnekliği önündeki engeller; dogmalar, ön yargılar, yeniliğe kapalı olmak ve tüm bunlardan dolayı küresel düşünememek. Bu anlamda esnekliğe sâhip olmanın beraberinde değişik ve zor koşullara uyum becerisi gelir. Ayrıca, esnekliğin temelinde, erdemli bilge kişilere özgü bir dayanma gücü de vardır. Esâsen, gelişim yolunda karşılaştığımız zorlukların ve ıstıraplı yaşam sınavlarının hikmeti bizlere bu anlamda esneklik kazandırmaktır. Sabırlı olabilmekle gelen  bu esneklik bizi, gelişim yolumuzun üzerindeki öteki zor koşullara uyum ve gelişim yönünde  gereğini yapma becerisi kazandırır ki, bu tutum ruh varlığının gelişim yolundaki genel ve evrensel tavrıdır.

Girişte sözünü ettiğimiz şuur hamlelerinin bir ömür boyunca çok seyrekleşmemesi için kazanılacak önemli bireysel özelliklerden biri de “geçirgen” duruma gelmektir. Burada “geçirgenlik” ten kasıt, süptil(titreşimi yüksek) tesirlere karşı geçirgenlik, hattâ öncelikle öz benliğimizden gelen tesirlere karşı dirençsiz olmaktır ki bunun başka türlü ifadesi de arınmışlık ve sâfiyet durumudur. Buna, dilerseniz, “bedensel benin tesir emiciliği”, hattâ iç zeminin süptil tesirlerin enkarnasyonuna elverişli kalitede olması da diyebiliriz. Buradaki “arınmışlık”, sâdeleşmeyle gelen sâfiyettir. Şuur hamleleri yapabilmek bizler için önemliyse, gelişim yolumuzda ilerlerken, önceki realitemizle ilgili araç gereci kullandıktan sonra, onlarla özdeşleşip zamanında terk edememişsek, ilerlememiz zor olacaktır. “Yük” ne kadar hafif ise, yürüyüş o kadar kolay olur. Gelişimde sâdeleşmek, sâde olarak yaşamak, şuurlanmada başarının ve insanlaşmanın önemli koşullarından biridir. Sâdeleşmek, (bizler için çok önemli olan bilgiler de dâhil) elimizdeki her şeyin yenilenmesidir. Bunun için, öncekilerin, özleri alınıp zamanında bırakılmış olmaları gerekir.

            Eski olandan, işi bitmiş olandan ne kadar arınabilmişsek, söz konusu olan yenileşmeyi o kadar kolay yaparız ve gelişim yolunda gereksiz duraklamalar, oyalanmalar(alan tarama) yapmayız. Gelişim aracımız olan bedenin doğası madde olduğu için, dünyanın en süptil maddesi de olsa; atâlete, birikmeye, biriktiriciliğe ve statükoya yatkındır. Bu nedenle gelişim araçlarımızdan fazlalıkları sarfederek sâdeleşme duyarlılığımızı/farkındalığımızı canlı tutmakta yarar var. Çünkü kişiyi biriktirdikleri batırır… Biriktire biriktire “kabuklar içinde sâbitleşip kalmak” yerine, sâdeleşerek “hafiflemek”, süptilleşip saflaşmak erdemli insanlara özgü ve elbette taklid edilmeye değer bir uygulamadır. Böyle bir duyarlılık içinde bedensel benin süptil tesirleri emicilği ne kadar gelişmişse (yâni, süptil tesirleri geçirgenliği artmışsa), o kadar çok ruhsal enerjiyi bünyesinde toplar ve yayar.

Bu güzel durum aynı zamanda, “ALLAH’ın ipi ”ne(Bakara 256, Ali İmran 103) sıkıca tutunmuşluğun göstergesidir ki, bu da Yukarı’ya çekilişi kolaylaştırır, gidişi istikrarlı hâle getirir. Bu aynı zamanda, “ibâdet hâli içinde yaşamak” tır. Ne yapıyor olursak olalım, bir elimiz göğe çevrilmiş olmalıdır. Günlük işlerimizi, Yukarı’yı zihinde tutarak, O’nun bir tezahür uzantısı olduğumuzu sık sık anımsayarak yapıyor olmak, Bütün’ün hayrı ve kendi hayrımız bakımından çok iyidir. Olup biten her şey ile kendi yapıp ettiğimiz her şeyin Rabb’in işi olduğunu unutmayanlara ne mutlu… O’na hizmet eder durumdayız. Bu devrenin kadrosunu oluşturan enkarneler olarak, O’na hizmet ederek gelişmeyi kendi seçme özgürlüğümüz, genel gelişim düzeyimiz ve liyakatimiz bakımından kendimiz kabul etmişiz. “Tüm hareketlerin ve fiillerin hedefi vazifedir.”(Bedri Ruhselman) Artık sonlarına gelindiğini bildiğimiz devrenin Rabb’inin işlerini görerek gelişmekte olduğumuzu bilinciyle yaşamakta ve şükretmekte yarar var… Zor ama başaracağız; zâten gelişmeme ve başarmama lüksümüz yok.








20 Ocak 2017 Cuma

EVRENDE VARLIK NE YAPAR DURUR ? Seçme Özgürlüğü ve Özbenlik

 EVRENDE VARLIK NE YAPAR DURUR ?
Seçme Özgürlüğü ve Özbenlik
HAZIRLAYAN : Selman Gerçeksever
Ruhların evrendeki tezâhür uzantıları ve tekâmül araçları olan varlıklar(özbenlikler); deneyim ve görgü birikimlerine, liyakat ve gelişim düzeyleriyle uzmanlık alanlarına göre çok çeşitli organizasyon sistemleri oluşturarak Aslî İlke’nin gerekleri(icaplar) doğrultusunda İlâhi Murad’ın gerçekleşmesine hizmet ederek gelişmeye çalışırlar.(1) Evren varlıkları özlerinde taşıdıkları varlıksal ilkelerin ve “üç bilgi”lerinin (kendini bil, tekâmül et, tanrını bil)(2) itilimiyle, İlÂhî İrâde Yasaları’yla, zaman-mekân koşullarına uyum sağlayarak, evrenin âlemlerindeki uzaysal objelere(“gelişim okulları”na) defalarca enkarne olurlar.
Enkarnasyon türleri çoktur ama bu anlamda enkarnasyonun amaçlarından biri de, şimdi bizler için; dünya maddesinin etkisini tanımak ve bu maddesel etki ile çok değişik haller ve hâletler deneyimleyerek kendi güç alanımızı güçlendirmektir. Evren varlığı(öz benlik, asıl kendimiz) tekrar tekrar bedenlenmeler silsilesi boyunca, bedenli yaşamlarıyla elde ettiği deneyim ve görgü birikimini özbilgi birikimine dönüştürür(3). Bu yolla aynı zamanda varlık; madde üzerinde egemenliğini, onu kontrol etme ve hattâ meddeyi geliştirme(süptilleştirme) becerisini artırır. İşte bizler, enkarne ruh varlıkları olarak bu olgunluğa, güce ve liyakate ulaşmak için; hem rejisör, hem oyuncu rollerine bürünür, yaşam planları hazırlar ne onları uygulamak için maddesel gelişim ortamlarına(âlemin uzaysal objelerine “ineriz”. Şairin dediği gibi; “Gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, gâh  inerim yeryüzüne âlem seyreder beni.”           
Tüm bunlar ve evrenlerde olup biten her şey İlâhî İrade Yasaları kapsamında olur ve varlıklar yaratılışlarında(fıtratlarında) bulunan (ve varlıksal ilkelerden olan) seçme özgürlüklerini ve iradelerini kullanarak, evrensel gelişim kervanı içinde sonsuzdan gelip sonsuza giderler. Seçme özgürlüğü hakkını şu ya da bu şekilde kullanmak varlığa sorumluluk yüklediği gibi, varlıklar için yaşam sınavı ve deneyim çokluğu/çeşitliliği de sağlar. Bedri Ruhselman’ın ruh tanımında gördüğümüz gibi, “İrâdesi ve iktidarı sâyesinde uyuyum sağladığı âlemlerin yasalarına, gereklerine ve koşullarına uyarak, bilgi ve uygulama için, her istediği zaman plan düzenleyerek bedenlenebilen, maksatlı ve tesirlilik sâhibi, şuurlu bir varlıktır . Ruh varlığının seçme özgürlüğüne sâhip olduğunu tanımda da görüyoruz.
İşte ruh varlıkları olarak seçme özgürlüğü hakkımızı kullanarak evrensel işlevimizi sürdürüyoruz ki, bu varlıksal işlev; * kendini tanımak, *bulunduğumuz çevrenin/mekânın içeriğini tanımak, * bilgi ve şuur kapsamımızı genişletmek, * beşer olarak maddesel âlemlerle ruhsal âlemler arasında iletişim sağlamak, * İlâhî İrÂde Yasaları’nı tanımak ve onları kullanır olgunluğa gelmek, * bu süreç içinde maddeyi de geliştirmek ve nihayet, * TANRI hakkında giderek artan bir anlayışa sâhibolmak… Bu evrensel işlevin gereği olarak; şimdi, burada “dünya” dediğimiz ve gelişim düzeyi bakımından güneş sisteminin en ileri varlıklarının bulunduğu(4)maddesel bir mekânda tezâhür etmiş durumdayız.
Seçme özgürlüğümüz doğrultusunda bulunduğumuz bu gelişim ortamında, bir bakıma “hazlar ve elemler ortamı”ndayız. Bunlar dünyadaki epröv türlerimizin ağırlıklı bir bölümünü oluşturur ve dünyasal koşulların ve koşullandırmaların pek çoğu bunlara göre âyarlanmıştır. Seçme özgürlüğü bağlamında, yeri gelmişken haz ve elem konusu üzerinde biraz duralım:  Herhangi bir beşerî nedenle, ıstırap mı duyuyoruz, mutsuz muyuz? Bu demektir ki, elemi yaşamanın ve onu yönetmenin yollarını öğreniyoruz. Bizi kimse mutsuz kılmıyor, kimse bize kötülük etmiyor ama elemi/ıstırabı/mutsuzluğu ve bu vesileyle duyguları kontrolu deneyimlemenin, bunun pratiklerini yapmanın yollarını öğrenmemiz için o kimseler bize aracı oluyor. Çünkü genel kural olarak kişi kişinin sınanma aracıdır(5)  ve buna en yakınlarımız da, “yol arkadaşı” bildiklerimiz de dâhildir; aile kurumu bunun en güzel yaşandığı yerdir.
Elem ya da haz veren durumların dışındaki yaşam sınavlarımızda da, genel gelişim düzeyimiz ve seçme özgürlüğümüzü kullanma şeklimize göre tepkiler veririz; böyle yapmakla gelecekte karşılaşacağımız olguların türlerini de belirlemiş oluruz. Yüzde yüz değilse de(çünkü toplum hâlinde yaşıyoruz), tüm yaşamlarımızın tüm olaylarını (spatyom yaşamlarımız da dâhil) bu anlamda kendimiz belirleriz. Bu şekilde, kaderimiz kendiliğinden, kendi elimizle/irâdemizle oluşur da değişir de. Bundan dolayı, her varlık kendi sorumluluğunun gereklerini kendi oluşturur ve sonuçlarına kendi katlanır. Eğer gelişim gereksinimleri gerektiriyorsa; bunda başkaları da yararlanmasa bile, etkilenir, akıllıysa bundan ibretlik dersler çıkarır. Bu anlamda varlık (belli bir olayla karşılaşmışsa) içinde bulunduğu durumun/ olayın yükünü taşıyabilecek güçte ve yüceliktedir. Çünkü özelliklerinden bir “her şeyi açıklayıcı ve eksiksiz” olan(En’am 38+115, Nahl 89) Kutsal Kelam’dan da biliyoruz ki, “omzuna göre yük, dağına göre kar…” söz konusu(Bakara 286).Yapılacak yardım sâdece; o sorumluluğun/yükün nasıl taşınacağını; söylemek, göstermek, öğüt vermek, yolunun üzerindeki engelleri göstermek, tehlikelere ve maddenin cezp edici ve kendine benzetici etkisine karşı dikkat çekmektir. Tüm bunlardan dolayı, çevremizde olup bitenler konusunda iyi bir gözlemci olmanın (gelişim açısından, baktığı şeyi görüyor olmanın) yararı küçümsenemez.(6)
Kısacası, her ne olursa olsun, yüz yüze olduklarımızın, kendi önceki seçimlerimizle ilgili olduğunu akılda tutmak ve bize gelen etkinin kaynağından çok, o etkinin bizde uyandırdığı hâlet ve bunun nedenleri üzerinde durmak gelişim açısından daha isâbetli ve akıllıca bir yoldur. Haz da elem de kendi seçimimizin sonucudur. Ergün Arıkdal’ın bir konuşmasından öğrendiğimiz gibi; “Ruhsal Planlar sâdece varlığın gelişme yönündeki engellerini kaldırmaya çalışır, gelişim yolunda doğru düzgün yürümesi için her türlü olanağı hazırlar, bırakır. Bu olanaklardan (Kur’an’sal söylemle “nimetlerden”) yararlanma şekli hattâ yararlanması(yâni seçim şekli) varlığa âittir. Çünkü sonucundan varlığın kendisi sorumludur.”   
Seçme özgürlüğünün genişliği, aynı zamanda varlığın özgürlük sınırlarını belirler. Varlık gerçek anlamda(şuurlanma olarak gerçek anlamda) ne kadar gelişmişse, o kadar özgürdür. Başka bir deyişle; özgürlük alanı ne kadar genişse, varlık o kadar mütekâmil(olgunlaşmış) ve tesirlilik(müessiriyet) gücü artmış demektir. “Enkarne varlığın irâde özgürlüğünün idrâki oranında arttığını” biliyoruz(7). Bir bedeni bile doğru düzgün yönetemeyen bir varlık ile, bedeni bir galaksi olan varlığın arasındaki fark akıllara durgunluk verecek kadar büyüktür. O halde, seçme özgürlüğünün kapsamı, mâdem ki bir bakıma gelişmişliğin ölçüsü ve göstergesi oluyor, seçme özgürlüğü ile cennet hâli arasında da bir bağlantı olsa gerek… Çünkü gelişmişliğin bir sonucudur cennet hâli. Örneğin, cennetin daha ince, latif(süptil) katmanlarında bulunan varlıklar maddeye karşı büyük ölçüde maddesel bağlardan/bağımlılıklardan arınmış ve özgürlük kazanmışlardır. Buna bağlı olarak bildiğimizden daha süptil maddeler üzerinde kullanım güçleri(tasarrufları) artmıştır.
Maddesel bağımlılıktan, bizlere oranla, çok daha fazla özgürleşmiş(çünkü bizlerden çok daha fazla şuurlunmış) durumda olan varlıkların gelişim ortamı olan; “sevgi planı” ya da “Arasat” da denen(8)gelişim ortamında varlıklar imajinasyon ile kendilerine mekân kurabilmektedirler(8). Öyle bir beceri ve kullanım(tasarruf) gücü dünyanın spatyomunda da bulunmakta ise de, burada oluşturulan mekânlar, objeler vb. dezenkarne varlığın konsantrasyonu zayıfladığı anda dağılmaktadır. Dünya spatyomundaki cennet hâli ile, sevgi planı Arasat’taki cennet hâli arasında çok büyük farklar bulunmaktadır. Bu nedenle burası, din kitaplarında sözü edilen asıl cennettir(8). Bu ek bilgilerden sonra yeniden asıl konumuza dönelim:
Yukarıda, ince, latif (süptil) ortamlarda bulunan varlıkların madde üzerindeki tesirliliklerinin artmış olduğunu ve bunun seçme özgürlükleri ve irâde güçleriyle bağlantılı olduğunu belirtmiştik. Bunun tersi olan cehennem hâli içinde bulunmak, maddeye olan(ve elbette bununla bağlantılı olarak nefse olan) bağımlılıklarının sonucudur. Maddeye ve nefse karşı yeterli özgürlüğün kazanılmamış olması, cehennem hâli yaşatır varlığa. Daha teknik bir söylem ile, eğer enkarne varlık belli bir zaman mekân kesitinde, vicdan mekanizmasının(9) daha çok negatif(alt) tarafına değerler biriktirmekle ömrünü geçiriyorsa, onun kaba eprövler içinde ve kaba maddesel değerlerle halden hâle giriyor olması hemen hemen kaçınılmazdır. Esâsen onun gelişim düzeyi de bunu gerektirmektedir, hattâ enkarne olmadan önce yaşam planına özellikle bu tür kaba/acılı/ıstıraplı eprövlerle boğuşmayı ve gelişim gereksinimlerini gidermeyi almış olabilir. Böyle bir yaşam da “cehennemde olmak” değil midir?
Tüm varlıkların yaratılıştan seçme özgürlükleri olduğunu ve varlıkların bu özgürlüklerini diledikleri gibi kullanma hakları olduğunu geçtiğimiz paragraflarda belirtmiştik. Bu nedenle bir gelişim ortamında çokluk çeşitlilik hâlinde durum ve olgular ortaya çıkar ki bu durum gelişim olanakları bakımından varlıklar için büyük zenginliktir. Bununla birlikte, varlık kendisini belli bir enkarnasyonda sınırlı sayıda bazı gelişim ihtiyaçlarının gidermeye yönelttiği için, enkarnasyon ortamının olanaklarıyla sınırlamış ve hattâ hatta kendisini bazı astrolojik etkilere tâbi kılmıştır. Yani belli astrolojik koşulların oluşmasını beklemiştir enkarne olmak için. Yaşam planını hazırlama kapsamında böyle bir özgürlüğümüz de var. Seçme özgürlüğü hakkı ile vazife yapma hakkını kullanma bağlamında ruhsal gelişim ihtiyaçlarının giderilmesi için kendi kendini belli bi yaşam planı ile sınırlayarak enkarne olur.
Tüm bunlara ek olarak, seçme özgürlüğümüzle bağlantılı olarak, gidermemiz gereken gelişim ihtiyaçlarımızın kaderimizi nasıl oluşturduğuna geçtiğimiz paragraflarda değinmiştik. Bu nedenle, önümüzde/çevremizde bulunan şeyler/koşullar/olanaklar bize zorla kabul ettirilmiş değildir. Ayrıca bunlar geçmişte yapıp ettiklerimizin olmazsa olmaz sonuçlarıdır(Sebep-Sonuç Yasası’na göre). Layık olduklarımızla karşı karşıya olduğumuzu ara sıra anımsamak iyidir. Kendi liyakatimizin gereği olan şeylerle(durumlarla, kişilerle, oluşumlarla) karşı karşıyayız. Bu liyakatı korumak kadar, yitirmek ve artırmak da bizim elimizde. Esâsen ve asıl kendimizin görünen beden organizması olmayıp, öz benliğimiz olduğunu da akıldan çıkarmamakta yarar var. Bu gibi zor durulmadan “alnımızın akıyla”, yâni içsel gelişim yönünde  nasıl çıkacağız? Ergün ARIKDAL hocamız bu sorumuzu bir toplantıda şöyle yanıtlamıştı:
“…Bu durumdan alnımızın akıyla çıkmak istiyorsak; sorumluluklarımızın iyice farkına varmalıyız. Bu konularda birbirimizi uyarmamız ve bilgilendirmemiz gerek. Uyananların, uyanmak üzere olanları uyandırmakla sorumlu olduğunu akıldan çıkarmamak gerek. Üzerimizdeki bu basıncı, ancak; sorumluluklarımızın farkına varmış olduğumuzu belli edecek hareket ve fiillerle azaltabiliriz. Bunu da, birlik ve beraberlik ruhuyla başarabiliriz.”
………………………………………………………………..
(1) “ruh – varlık ilişkisi”, “organizasyon sistemleri”, “Aslî İlke ve Aslî Gerekler” konularında bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 112,116 ,144,111,45,311,315,191,53,54,92,311,64.
(2) “Varlıksal ilkeler” konusunda bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları. “Üç bilgi” konusunda bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları, syf.41,67,87.
(3) “özbilgiler” kavramı için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 142,112,144,189.
(4) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 57,58,59,60,62,72,98,167.
(5) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları, syf. 173,342,531,261,439,455,604,662.
(6) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları, syf. 26,62,262,281.
(7) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 60
(8) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 308,313,315,317.

(9)  İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 102 ve devamı, 113 ve devamı, 135, 180 ve devamı,203,206.

12 Ocak 2017 Perşembe

ERDEMLİLİK / ERDEMSİZLİK ve TOPLUM

ERDEMLİLİK / ERDEMSİZLİK ve TOPLUM
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Toplum bireylerden oluşur, dolayısıyla bireylerin gelişmişlik düzeyi ile, toplumun durumu(huzur, barış, güvenlik, komşu toplumlarla iyi ilişkiler vb.) arasında  birbiriyle örtüşen bir ilişki söz konusudur. Toplumun bireylerinin, en azından yeterli bir kısmı; erdemler yönünde barışa ve hizmete yönelik etkinlikler(ki bunun Kur’an terminolojisindeki karşılığı “sâlih amel”dir)(*) içinde bulunmayı kendilerine ilke edinmişlerse, o toplumda huzur, barış ve güvenlik mayalanmış demektir. Böyle bireylerden oluşan toplumlar, komşuları arasında; askerî, politik ve ekonomik bakımdan güçlü, güvenilir, aranan, sevilen ve saygı duyulan toplumlardır.
Bu güzel ve makbul durumun yanı sıra, bazı toplumlarda ya da yukarıda kabaca betimlemeye çalıştığımız ideal toplumların bir kısmında; erdemlerle ilgisi olmayan, büyük ölçüde kaba nefsi, sahte benlikleri  yönünde hareket etmekten hattâ böyle yaşamaktan kendini alamayan âdap edep özürlü ve bu durumlarından dolayı da yakın uzak çevresindekilerin(toplumun) başına belâ ve sıkıntılı eprövlerin malzemesi durumunda olan bireyler de yok değildir. ALLAH’tan korkmaz ve kuldan utanmaz durumda olan bu kimseler toplumda barış ve hizmete yönelik hareket etmek şöyle dursun; kendi çıkarları yönünde bozgunculuk yapmak, savurganlık sergilemek ve her konuda haddi aşmaktan geri kalmazlar.
Bu gibiler toplumun yönetim kademelerinde de bulunabilirler ki o zaman o toplum daha büyük talihsizlikleri deneyimlemesi kaçınılmaz olur. Eğer bu yöneticiler dünyada güçlü devletlerin yöneticileri ise; dünyanın çeşitli yerlerinde (şeytanca kurnazlıklarla) karışıklık yapmak, bozgunculuk yapmak, toplumları birbirine düşürerek çıkar sağlamak bunların görevidir çünkü bir bakıma bunlar sanki İblis Planı’nın maşası durumundadırlar, gelişmişlik düzeyleri bunu gerektirir. Konunun toplumsal boyutu ayrı bir inceleme ve yazımıza bırakarak, kaldığımız yerden devamla, konun bireysel düzeydeki durumuna bakmayı sürdürelim:
Sâdece kendilerine değil, topluma da(herkesin başına belâ ve sıkıntılı epröv malzemesi olmak dışında) bir hayrı olmayan bu bireylerin en belirgin iki kusurlarına biraz daha yakından bakarak ibretlik dersler çıkarmaya çalışalım: Bozgunculuk ve haddi aşmak. Bunlardan “bozgunculuk”un, yaygın olarak bilinenin dışında daha derin anlamları da var: Örneğin, Kur’an’a göre ve meâlen; “Bozgunculuk yapmak, cennete girebilmenin önündeki engellerden biri…”dir(Kasas 83). Kur’an âyetinde anlamını bulan bu ilâhi söylemi tersinden okumak da onu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır: “Bozgunculuk yapmamak, cennete girmeyi kolaylaştırıyor…” Beşerî kusurlarımızdan biri olan “bozgunculuk”un elbette bireyin gelişim düzeyinin düşüklüğüyle yakından ilgisi var ama “bozgunculuk”un nedenlerinden biri de, eldeki gelişim olanaklarını(isterseniz “ALLAH’ın lutfettiği nimetleri”diyelim) insanca (yâni erdemliliğin gereği olarak) kullanmamaktır. Zâten bu “nimetler” her türü ile birer sınanma aracı ve malzemesidir. Bunlarla hizmete ve barışa yönelik, dolayısıyla insanlaşmaya yönelik işler yapacak mıyız yapmayacak mıyız…

Eldeki olanakları / nimetleri erdemsizlikler yönünde kullanmak gibi basiretsiz ve beceriksiz tutum da nefsin yeterince eğitilmemiş olmasından kaynaklanan ve telâfisi ancak sıkıntılı yaşam sınavlarıyla olanaklı olan bir talihsizliktir. Bu talihsizlik Kur’an’da şöyle ifadesini bulmuş: “İnsanlarının ellerinin kazanmış oldukları yüzünden, denizde ve karada bozgun çıktı. ALLAH onlara yaptıklarının bir kısmını tattırıyor ki, geri dönebilsinler.”(Rûm 41) Elbette burada kusur, “ellerimizin kazanmış olduğu şeyler”de(yâni elde avuçta olanlarda) değil, onları erdemler yönünde, barışa ve başkalarına hizmet yönünde kullanmayan kişiye âittir. Elindeki olanakları “bozgunculuk” yapıp, çıkar sağlamak için kullananlardan daha talihsiz ve hepimize ibretlik durumda olan olabilir mi…  Dahası, âyette gördüğümüz gibi ALLAH onlara yanlış yoldan dönmeleri, çıkmaz sokaklara girmemeleri için bir şans da veriyor(“…yaptıklarının bir kısmını tattırıyor…”) ama nâfile… Bu arada, elbette; akıllarını işleterek, başlarına gelenlerden ibretlik dersler çıkartıp, biraz kendine gelenler de muhakkak vardır. Keşke hepimiz başımıza gelenlerden hemen gelişim yönünde yararlanabilsek de gelişim yolunda doğu düzgün ilerleyebilsek… Tüm bunlara ek olarak, İlâhî Kelam’da daha net ve kesin bir uyarı da yok değil: “…yeryüzünde bozgunculuk yaprak dolaşmayın.”(Hûd 85) Bu ilâhî uyarı da ister istemez bizlere, maddesel(ekonomik ve askerî) gücü tam, şeytaniyette uzman ve çıkarcılıkta destanlar yazan küresel kapitalizmin hegemonik gücü olan emperyalist saldırganları anımsatıyor.

İnsanlaşmaya çalışan beşerî varlıklar olan bizlerin fıtratında(yaradılışında, mizacında) “bozgunculuk” ve hatta “kan dökmek” var(Bakara 30) ve esâsen yaşamlar boyu ve yeniden yeniden doğuşlar silsilesi içinde bu kusurdan kurtulmak için dünyaya geliyoruz. Bir bakıma sanki; bozgunculuk yapa yapa, hattâ kan döke döke, bozgunculuk yapmamayı ve kan dökmemeyi öğreniyoruz. Rûm 41’deki söylem ile “Ellerimizin kazanmış oldukları”nı içsel gelişim duyarlılığı içinde, hizmet ve barış amacıyla kullanmayınca, elimizdekiler ve kazandıklarımız, “kalp üzerinde pas”oluşturuyor(Mutaffifin 14) Burada da, hak ihlalleriyle haksız para kazanlar için ürpertici bir uyarı var ama elbette anlayanlara… Çünkü “kalbin paslanması” deyiminin geçtiği âyetlere baktığımız zaman, maddî birikimin, daha doğrusu bu yöndeki doymazlığın kişiye telâfisi zor yaşam sınavlarına mâl olduğunuz görüyoruz(**).

Erdemli olmak ve insanlaşmak bağlamında bizler için bu başarının önündeki engellerden biri olan ve beşerin fıtratında olduğunu bildiğimiz “bozgunculuk” özelliğimizi Kur’an penceresinden ve ruhçuluk bilgilerimiz kapsamında gözden geçirdikten sonra biraz da öteki özelliğimize bakalım: Haddi aşmak.   Bu sözcüğün; “orta yolda olmayan”,”ahlâka uymayan”, “mâkul vicdan ile bağdaşmayan” vb. gibi anlamları bulunuyor. Açıktır ki, bunlar; kendini bilen, insan haklarına saygılı, fehim ve ferâset sâhibi kişinin özellikleriyle bağdaştırılabilecek edimler değil. Zâten bu sıfatlar, bozgun çıkaran kendini bilmezlerin nitelikleri olarak dikkat çekiliyor Kur’an’da(Şuara 151+152).

Fâsık bir adamdan/kadından beklenen sıradan tavırlardan biri “haddi aşmak”tır. Burada “fâsık”, “Allah'ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen, kötülük eden, fesatçı” anlamında bir sözcüktür. Bir kimsenin kalbinde bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, olgunluğu sükût etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir eğilim oluşur. Bir şeyi çok büyük veya çok küçük, ve olduğundan fazla /eksik göstermek, hattâ “habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yapmak” bu gibi kendini bilmezlerin tavrıdır. Tarih boyunca böyle bir sağmışlıkla pek çok gerçek beşeriyetten gizlenmiş ve hattâ bazı Kur’an âyetleri  halka anlamları saptırılarak yorumlanmıştır(Emeviler’den başlayarak). Bu uygulamalar da toplumda ardı arkası gelmez tartışmalara, kutuplaşmalara(ve hattâ mezhepleşmelere) neden olmuştur. Konunun öneminden dolayı, insanlar bu kusurları işlememeleri için, bozguncuların tuzaklarına düşmemeleri, hiçbir konuda “haddi aşmaları” konusunda 1400 yıl öncesinden uyarılmıştır. Buna karşın, şu sözde “modern” zamanlarda bile beşeriyetin büyük bir kısmının; itidâli(soğuk kanlılığı), düşüne düşüne önlem alarak hareket etmeyi öğrendiğini söyleyemiyoruz.

Haddi aşmak ya da aşmamak, hattâ bozgunculuk yapmak ya da yapmamak elbette herkesin kendi bileceği iştir. Çünkü fıtratımızda seçme özgürlüğü de var. Ama unutmamak gerekir ki, Sebep Sonuç Yasası’na göre yapıp ettiklerimizden  sorumluyuz. İlâhî Kelam da dâhil, her uyarı sâdece bir öneridir/öğüttür. Ama akıllılık bu öğütlerle/önerilerle gelen yardımlara uymak ve dosdoğru gelişim çizgisinde kalarak idraklenmek, şuurlanmak ve insanlaşmak değil midir. ALLAH’ın bizlere hitap şekillerinden biri olan Kur’an’daki ilâhî uyarı ile satırlarımızı sonlandıralım: “Savurganlık edenler, haddi aşanlar yeryüzünde bozgun çıkarırlar ve barış için çalışmazlar.”(Şuara 151+152) “Eğer inananlar iseniz, ALLAH’a güvenin.”(Mâide 23)
…………………………………………………….
(*) Bkz. âyetler;  Yunus 81, A’raf 170, Bakara 63, Mâide 69, Casiye 30, Nahl 97, Meryem 60, Zühruf 72, Kehf 110.
(**) Kalbin (“paslanması”) ve kalbin öteki durumlarıyla ilgili Kur’an âyetleri; Rûm 59, Ali İmran 7, Bakara 225, Hûd 5, Hadid 16, Yunus 43, Kaf 37, Mutaffifin 14.


9 Ocak 2017 Pazartesi

ERDEMLİ BİLGE İNSAN

ERDEMLİ BİLGE İNSAN
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Her insanın içinde iyilik de vardır kötülük de..” diye toplumda herkesin bildiği bir söylem var. Bu genel anlamda doğrudur. Çünkü enkarnasyon durumumuzdan dolayı nefs oluşumu var ve gerçek doğamız bakımından göksel bir varlık olduğumuz için, vicdanımız(biz enkarneleri öz benliklerimize, oradan da sonsuz yüceliklere bağlayan vicdan kanalımız) zâten var. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT penceresinden baktığımızda; aslında nefs ve vicdan, aynı şeyin iki ucu: VİCDAN MEKANİZMASI(*). Vicdan mekanizmasının “yukarı” tarafı öz benliğimize, “alt” tarafı da maddeye(bedene) ve madde gibi olan şeylere(kabalıklar, kötülükler, olumsuz duygular vb.) bakan yanımız.
Eğer, beşerî zaaflardan ve kusurlardan kurtulup, “insanlaşmak” önemli ise(ki tüm devre boyunca seçkin inisiyatik öğretilerle, kutsal kelâmın ana teması bu olagelmiştir) yapılacak şey; “vicdanlı hareket”, yâni vicdan mekanizmasının olumlu(isterseniz, “pozitif”) tarafında değerler biriktirmektir. Bunun da yolu, yukarıda belirttiğimiz öğretilerin de ana uygulaması olan; kendini tanıma ve bilme duyarlılığı içinde idraklenmek ve şuurlanmaktır. Dinsel öğretilerde geçen “dosdoğru yol üzre olmak” da budur, “ALLAH’ın ipine sımsıkı sarılmak” da… “Dosdoğru yol”(yâni öz benliğimize ve onun aracılığıyla sonsuz yüceliklere en kestirme yol) vicdan mekanizmasının üst değerlerinin beslenmesi yönünde yaşamaktır. Kur’an bu değerlerde birleşilmesini öneriyor(En’am 153). Genel anlamda ve kabaca, “ALLAH’a giden bu enkestirme yoldan sapmak ” da, “vicdan mekanizmasının alt unsurlarına yönelik ağırlıklı yaşamak”(yâni kısaca “nefsâniyet ağırlıklı” yaşamak) olmaktadır. Eremli bilge insanın tavrı olan bu kestirme yoldan sapıldığında, (Kur’an’a göre) “teferruk”(parçalanma) ortaya çıkmaktadır(En’am 153).
Durum böyle olunca, akıllı olmanın neyi gerektirdiği de ortadadır: “Doğru yol üzre olmak” için vicdan mekanizmasının üst unsurlarına yönelik görgü ve deneyim birikimi yapmak, yâni hayra ve barışa yönelik hizmet ve değerler üretmek… Başka deyişle, hayra ve barışa yönelik  hizmet ve değerler üretme duyarlılığı içinde, yaşam boyu görgü ve deneyim birikimi oluşturmaya çalışmak. Dünya gelişim ortamından elde edilebilecek en büyük, geçek, kalıcı ve varlıksal kazanç budur. Çünkü dünyasal olan her şey bu varlıksal kazanca araçtır/malzemedir. Ölüm dediğimiz geçiş ile (bedenimiz de dâhil) tüm araç gereç dünyada kalır. Bu nedenle, “geçici, aldatıcı değerlerlere bağlanılmaması, onlarla özdeşleşilmemesi gerektiği” önerilmiştir. İnsanın gerçek doğasına ve onun evrensel gelişimine yönelik bu uyarıya aldırış edilmediği taktirde, yukarıdan beri  anlatmaya çalıştığımız “dosdoğru yol üzre olmak”, “vicdan mekanizmasının üst değerlerini beslemek” zorlaşır. Hizmete ve barışa yönelik işleri sergilemek(ki bunun Kur’an’daki karşılığı “salih amel”dir)(**)zorlaşır ve beşerî zaaflar ve aldanışlar içinde yaşamak ve hatta bir ömrü hebâ etmek kaçınılmaz olur…
Bu cümleden olmak üzere, gelişim açısında önerilmeyen atâlet / duraganlık insanlaşma yolunda engellerden biridir, enkarne varlık etkin olmalıdır ama bu etkinliğin “pozitif” nitelikli olanı önemlidir ve gelişim açısından kazançlıdır. Yâni vicdan mekanizmasının üst değerlerini beslemeye yönelik bir yaşam şeklini yeğlemek(salih ameller içinde olmak). Tüm seçkin inisiyatik öğretiler ve ruhçulukta önerilen ve öğretilen bu yola, ALLAH’ın kelâmı Kur’an tarafından “kurtuluşun üç ana koşulundan biri” olarak dikkat çekilmiş ve insanlara önerilmiştir, öteki iki koşul ise, ALLAH’ın birliğine ve spatyoma(ahrete) îmandır(Bakara 63, Mâide 69). Yaşam planı uygulaması içinde, yaşam planı ne içerikte olursa olsun, yaşamını(eğer başarabilirlerse) “îman sâhibi olarak salih amelle geçirenler” spatyomda temiz ve mutlu bir yaşamla ödüllendirilirler(Bakara 82, Nahl 97, Meryem 60, Zühruf 72). Bu demektir ki, hayra ve barışa yönelik etkinlikler sergilemek duyarlılığı içinde (ki bu, erdemli bilge insana özgü yaşam şeklidir) yaşamak, “yaratıcı etkinliğe katılmanın” da başlıca yoludur. Bu yolla insan, evren ve oluş bünyesinde sürekli “yapıp edici şuur hâli”ne ulaşır. Kur’an bu geçeğe işaret ederken, “Rabbine kavuşmak isteyen sâlih amel sergilesin.”(Kehf 110) diyor.
Görüldüğü gibi, vicdan mekanizmasının olumlu (pozitif) tarafında değerler biriktirmek duyarlılığı içinde ve hayra ve barışa yönelik etkinlikler ağırlıklı görgü ve deneyim birikimi oluşturmaya çalışmak, “oluş”a doğrudan doğruya yaratıcı kudret yanında bir katılım, kaderin yaşanması ve yazılmasında (Kur’an ifadesiyle) “ALLAH ile birlikte yol almak” olmaktadır.  Bazılarına bu söylem abartılı gelebilir ama (yine Kur’an söylemi ile) “ALLAH bizlerin gelişmemizi ve kendisine yardımcı olmamızı, kendisiyle birlikte yaratılışa katılmamızı” istemektedir(***). Bu ilâhi uyarıya uyup uymama özgürlüğümüz de var. Karar ve seçim bizim…

……………………………………………………..
(*) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar 61,97,98,101,102 ve devamı
(**)  Yunus 81, A’raf 170, Bakara 63, Mâide 69, Casiye 30, Nahl 97, Meryem 60, Zühruf 72, Kehf 110.

(***) Bakara 221, Fecr Sûresi, Muhammed 7, Hacc 40.

26 Eylül 2016 Pazartesi

BULUT UFOLAR

BULUT UFOLAR
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Hangi zamanda yaşamış olurlarsa olsunlar, insanlar yeni olaylar karşısında(özellikle de daha önce görmediklerine) tepki olarak aynı değilse bile üç aşağı beş yukarı benzer tavır ve tutumu sergilerler. Kişi için, karşılaştığı her yeni durum aslında çözmesi ve zihnen uyumlanması gereken ama egosunun da rahatını kaçıran yeni bir problem niteliğindedir. Kişi böyle bir durumda; inkâr, alay, görmemezlikten gelme ya da “tesâdüf” deyip geçme gibi kaçamak yollara sapmazsa, çalıştıracağı mekanizma; algılama alanına girmiş olan yeni bilgiyi/olguyu/gözlemi/kendisine söyleneni vb.vb. mevcut bilgileriyle karşılaştırma ve onlarla tevil etme hattâ onlarla adlandırır.
Özellikle kadîm zamanların bireyleri tarafından bu mekanizma yaygın olarak sergilenmiştir. Kadîm kabileler, klanlar, aşiretler vb. kendileri için yeni bir olgu olan; örneğin şimdiki konumuz uçan nesneleri gözlemlediklerinde, yukarıda verdiğimiz zorunlu mekanizmaya yönelerek, karşılaştıkları yeni durumu(nesneyi, olguyu) mevcut bilgileriyle karşılaştırarak adlandırmışlar ve yorumlamışlardır.
Bilindiği kadarıyla , dış uzay kaynaklı zeki varlıkların dünyamızı ziyaretlerinin belgelere dayalı geçmişi 45.000 yıl öncelere gider(*). Dış uzaydan gelen ziyaretçilerimiz; gerek görünüş, gerek sergiledikleri hareketler/etkinlikler ve gerekse içinden çıktıkları uzay araçları(UFOlar) ile bu araçların havadaki hareketleri olarak; dünya yerlisi “zeki” varlıkları hayrete düşürmenin de ötesinde korkutacak niteliklere sâhip oldukları için, onlara; tanrı, rabb, melek, ruh vb. gibi adlar vermişlerdir. UFOlar için de; “uçan kalkan”, “alev”, “kasırga”, “bulut”, “bulut direği”, “ışıltılı bulut”, “kerûbi”(Davud Peygamber’in gözlemi – TEVRAT, Mezmurlar, 18/10) gibi adlr vermişlerdir. Modern zamanlarda bile ünlü iş adamı Amerikali Arnold, kendi kullandığı uçakla Washington semâlarından geçerken gördüğü uçan nesnelere “uçan çay tabakları”(flying saucers) adını yeğlemişti gözlemini rapor ederken. Biz Türkler de bu nesnelere “uçan daireler” demişiz o yıllarda.
Şimdi biz bu yazımızda, kadîm zamanlardaki UFO gözlemlerinde “bulut” sözcüğü ve bununla yapılan tamlamalarla adlandırılmış ve literatüre geçmiş olanları ele alacağız. Bu arada, elbette değişik atmosfer koşullarında UFOları çağrıştıracak bulut formasyonları çok nâdir de olsa oluşmaktadır ama bunları hepsini atmosferik koşullarla açıklayıvermek gerçekçi olmaz; başını, kuma gömmüş deve kuşundan farkımız kalmaz…
Orta Doğu’dan Orta Asya’ya, Yunanistan’dan Çin ve Hindistan’a kadar çeşitli zamanlarda yaşamış çeşitli toplumlar UFOları bulutlar ile ilişkilendirmeye, anlamaya ve anlatmaya yönelmişlerdir. Şimdi değişik kültürlerde ve kütürden kültüre değişen, farklı ifadelerle olsa da bulutlarla ilişkilendirilen kadîm zamanların UFO gözlemlerine örnekler verelim:
RABB’in BULUTU: “Ve Rabb’in dağından üç günlük yol öteye göç ettiler. Göç ettikleri zaman Rabb’in BULUTU, gündüzün onların üzerindeydi.”(Tavrat, Sayılar 10/33-4)
BULUT DİREĞİ: Gündüz BULUT DİREĞİNDE ve geceleyin ateş direğinde önlerinden yürüyorsun ve senin BULUTUN onların üzerinde duruyor.”(Tevrat, Sayılar, 14/14)
BULUTTAN SESLENEN TANRI(Kızılderili şiiri): “Başımın üzerinde duran BULUT, söylediğim sözleri ne güzel yineliyor. Dedim ki, bu kadarını bilirim bana söyleneni. Konuşan sensin; sensin yöneten ve yön
veren. Hükmetmek yetkisi sende ve kudret de sendedir(ESKİ UYGARLIKLARIN ŞİİRLERİ, Talat S.Halman, Türkiye İş Bankası Yayınları)
BULUT-KUL DİYALOĞU: Tevrat’ta yer alan bir “BULUT – kul diyaloğu”, bu kızılderiliye ne yöylenmiş olabileceğini aydınlatıcı niteliktedir: “Ve işe Rabb BULUTTA göründü ve Rabb Musa’ya söyleyip dedi: ALLAH’ınız Rabb, benim. (Tevrat, Çıkış, 16/10-2)
“Tanrılar”ın yolculuk hizmetlerinde kullandıkları bu kutsal nitelikli BULUTLARIN ilginç bir yaklaşımla nitelendirildiği birkaç Tevrat âyeti daha görelim: “Ve, gündüzün yürüsünler diye Rabb onlara yol göstermek için BULUT direğinde, önlerinde gidiyordu…” “Ve, önlerinde giden ALLAH’ın meleği yerini değştirdi. BULUT direği önlerinden yerini değiştirip, arkalarında durdu.”(Tevrat, Çıkış 13/21+14/19) Burada özellikle ikinci âyete dikkat edilirse, yer değiştirme olayı iki ayrı cümlede farklı deyimlerle anlatılmış olup, böylelikle bu “taşıyıcı BULUT”un ALLAH’ın bir meleği konumunda olduğu vurgulamaktadır. Nasıl ki, şu âyette de aynı vurgulamayı görüyoruz: ”Ve, Rabb Musa’ya dedi: İşte meleğim senin önünde yürüyecek.”(Tevrat, Çıkış 32/33-4)
Görüldüğü gibi, kutsal bir bulut türü sanılmakta olan bu “küt uçlu silindirik taşıyıcı” tanrıya taşıma hizmeti gördüğü için, bir “melek” olarak da betimlenebilmiştir. Tanrı ise kullarına doğruyu açıklamak yerine, onların anladığı sözcüklerle hitap etmeyi daha doğru bulmuştur. Şimdi de çöl ortamında ve bir “tanrı BULUT”un önünde bir tapınma ritüelini görelim: “Ve, vâki oldu ki, Musa çadıra çıktığı zaman, tüm kavim kalkar ve herkes kendi çadırının kapısında dururdu. Ve, Musa çadıra girdiği zaman, BULUT direği iner be çadırın kapsında dururdu ve Rabb Musa ile söyleşirdi. Ve, çadırın kapsında duran BULUT direğini tüm kavm görürdü ve tüm kavm kalkar ve herkes kendi çadırının kapısında secde kılırdı.”(Tevrat, Çıkış 33/8-10)
Şimdi de bir UFO’nun renkli bir BULUT ve BULUTUN ise “melek gövdesi” sanıldığı şamanik bir inancı görelim: “Yayık kızıl BULUT sırmalıdır.” (Prof.Dr. Abdülkadir İnan, TARİHTE ve BUGÜN ŞAMANİZM, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları) Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapan bi başka “yayık” ya da kızıl şekilli UFO da Hindistan’da gözlemlenmiş ve çok daha gerçekçi olarak şu şekilde yorumlanmıştır: “Gökyüzünden bize doğru gelmekte olan ve ışıklar saçan bir ateşin alevlerini andıran kırmızı bir BULUT kütlesi gibi bir şey gördük.”(Bilim Arş. Merkezi, VİMAMAN, Tarih Öncesi Uzay Araçları, B.M.A. Yayınevi) Bu “ışıklar saçan BULUTLAR”dan biri antik Yunan’da çok daha yakından izlenerek, açılıp kapanmaları bile fark edilebilmiş: “…Tam bu sırada, yıldırımlar ve şimşekler arasında, altın gibi parlak bir BULUTUN yere indiğini gördük. Bu bulutun içinden bir araba çıktı. Herakles, bu arabaya bindikten sonra, bu aydınlık bulutun içinde Olympe Dağı’na doğru havalandı.”(Cemal Tolluk, MİTOLOJİ, Güzel Sanatlar Akademisi Yayınları)
Şimdi de, beyaz BULUTA benzetilen UFOların onuruna kurulan bir din, bir tapınak ile, tanrıların bu din mensuplarını ziyaret edişlerini görelim: “Maniheizm’in bir başka adı ‘Beyaz BULUT Dini’dir. Bu dine göre beyaz renk kutsal olup, rahiplerin giysilerinin ve kukuletalarının rengi hep beyazdır.”(Porf.Dr.Bahaeddin Öğel, TÜRK MİTOLOJİSİ, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü Yayınları) “Ölümsüz varlıklar”ın Tibet’in kuzeyindeki Kun-Lun Dağı’nda bulundukları zamanlarda, onlar ara sıra kendilerine bağlı olanlarla konuşmak için, Pekin’in güneybatısında bulunan Beyaz BULUT Tapınağı’na gelirlerdi.” (Dr.Muhaddere Nabi Özerdim, ÇİN’in MENŞEİ MESELESİ ve DİNÎ İNANÇLAR, Bellten, c.26,syf.101, Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara 1962)
Söz konusu kutsal BULUTLARDAN bazılarının, şekli elips görünümündeydi; bunların anılarının festivallerde de yinelendiğinin yazılı kayıtlarına bir örnek görelim şimdi de: “Beyaz madenlerden yapılan VİMANALAR havadayken, yumurta biçimli bulutlara benzemekteydiler.” (Scognamillo Giovanni, DÜNYAMIZIN GİZLİ SAHİPLERİ, Koza Yayınları) Vimanaların ne olduğuyla ilgili, antik Hint toplumlarının şu tanımı yeterli bilgiyi içeriyor: “Gökteki parlak BULUTU andıran vimana, her yere gidebilen kusursuz bir hava aracıdır.” (Bilim Arş. Merkezi – VİMANA, Tarih Öncesi Uzay Araçları –B.A.M. Yayınevi)
Tevrat’ta geçen Kızıl Deniz’in yarılması olayının “BULUT UFO’lar”la olan olası bağlantısını da gözden geçirerek bu yazımızı sonlandıralım: “And olsun ki, Musa’ya kullarımı geceleyin yürüt; denizde onlara kuru bir yol aç, batmaktan korkma ve endişe etme diye vahyettik. Firavun ordusuyla onları izledi, deniz de onları içine alıverdi.” (Tâha 77, Diyanet İşl.Bşk. KUR’AN’I KERİM ANLAM) Görüldüğü gibi, Musa Peygamber’e batmaktan korkmaması söylenmektedir ki, böyle bir endişenin oluşabilmesi için; hem deniz üzerinden, hem de su görünümü veren bir yoldan geçilecek olunmalıdır. Deniz dibindeki bir yoldan geçişin olanaksızlığını gördük, geceleyin yürünecek olması böyle bir geçişi daha da olanaksızlaştırmaktadır. Bu nedenle, batma olasılığının olmadığından söz edilen yol, tabanda bir kum yol değil, yüzeyde bir yol olmalıdır. Nasıl ki, Tevrat’ta yer alan şu âyetlerle, bu durum tamâmen netleşmektedir: “Firavunun ordusu Kızıl Deniz’de battı. Taşlar gibi derinliklere indiler.”(Tevrat, 2:15/4-5)
İşte Tevrat’ın bazı âyetlerinden, deniz suyunun geri çevrilerek, denizin kara hâline getirilmesi anlaşılıyorsa da, bu âyet ile kastedilenin başka bir şey olduğu açıklık kazanmaktadır. Şimdi bir Kur’an âyetiyle; üzerinden hem geçilen, hem de geçilemeyen bu yolun nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışalım: “ALLAH da şöyle buyurdu: Kullarımı geceleyin yola çıkar; kuşkusuz, izleniyor olacaksınız. Deniz sâkinken geride bırak. Doğrusu onlar suda boğulacak bir ordudur.”(Duhan 23) Belki, olası endişelerin en aza indirilmesi için, üzerinden gece geçilecek bu yol, denizden bir parça ama sâkin bir parçadır. Daha açık bir söylemle, denizin sâkinleşmiş, yâni donmuş yüzeyi üzerinden, buzdan bir yoldan geçiş yapılmıştır.
Şimdi de Tevrat’ın M.Ö.270 yılında yapılan Yunanca çevirisinde bulunan çok ilginç bir bilgiyi izleyerek, bu mucizevî yolun oluşumunda ne tür bir “tanrısallığın” söz konusu olabileceğini görelim: “Bilgelik, Kızıl Deniz’den geçmelerini sağladı.”(Kitabı Mukaddes Şti., Kitabı Mukaddesin Deuterokanonik Kitapları, 3:10/18 – İst. 1987) İşte burada sözü edilen bilgelik, tanrı ve meleklerinin ya da daha büyük bir olasılıkla dünya dışı zekî varlkların teknolojilerinden başka bir şey olmayıp, yine bir başka bilgeliğin ürünü içerisinde ise bu bilge varlıklar yer almaktadır: “Ve Rabb ateş ve BULUT direğinden Mısırlılar’ın ordusuna baktı.”(Tevrat, 2:14/24)
İşte mucizevî yol, tanrının içerisinde yer aldığı bu BULUTTAN uzanmış bir el ya da daha gerçekçi düşünülecek olursa, soğuk hava püskürten bir cihaz ile oluşturulebilmiştir: “Ve Rabb Mısır’daki deniz dibini büsbütün yok edecek; ırmağın üzerinde, elini kavuran yeli ile sallayacak ve onu vurup yedi yol
açacak ve insanları çarıklarla geçirecek”(Tevrat, 17:11/15) Bu sözler Musa Peygamber’in değil, İşaya Peygamber’in olup, aynı mucizenin gelecekte yeniden gerçekleşme olasılığından söz etmektedir. Fakat anlatım tamâmen Musa Peyg. döneminde gözlemleneni değil, biraz daha aşırılaştırılmış bir hâli anlatsa da; temelde, aynı olay vurgulanmaktadır. Dahası, denilebilir ki; tamâmen değil de, belli bir bölgenin dondurulduğu, mucize sırasında da çok soğuk bir hava söz konusudur. Öyle ki, bu yel
“kavurucu” olarak tanımlanabilmiştir. Bilindiği gibi, çok düşük derecelerdeki ısıların insan tenine bir anlık temâsı bile tıpkı aşırı sıcak gibi haşlayıcı bir etki yapar.
İşte bu tanımlandığı söylemle, bu “kavurucu” soğuktaki yel deniz yüzeyi üzerinde sallanmış ve tüm gece diye nitelenen uzun bir süreç sonunda ise buzdan bir yol oluşturulmuştur ve o teknolojiyle bu oluşum hiç de zor olmamıştır. Tanrının mucize için seçtiği yer, Kızıl Deniz’in “dil” ya da “ırmak” olarak adlandırılan dar uzantısıdır. Evet dondurulan mesafe işte bu denli kısa, sanki uzunca bir köprü niteliğindedir. Ancak bu buzdan köprü deniz düzeyinde olmayıp, biraz daha aşağılarda oluşmuştur: “Burun (uzanrısındaki) deliklerden çıkan rüzgâr, suları üst üste yığıyordu. Ve öfkenin soluğu ile sular yayıldılar. Akıntılar yığın gibi durdular. Derinlikler denizin ortasında dondular”(Tevrat, 2:15/9) (**)
……………………………………………….
(*) Bkz. ÇAĞLAR BOYU UÇANDAİRELER, Ruh ve Madde Yayınları – YILDIZLARDAN GELEN TANRILAR, Sınır Ötesi Yayınları
(**) Yararlanılan Eserler: BULUTTAKİ TANRI, Çağın Okurlar, Ozan Yayıncılık

16 Eylül 2016 Cuma

İ H T İ Y A Ç L A R

İ H T İ Y A Ç L A R
HAZIRLAYAN : Selman Gerçeksever

Günlük yaşamda çokluk ve çeşitlilik hâlinde hemen sürekli hareket hâlindeyizdir. Bu hareketlerin her biri hem sebep, hem de sonuçtur. Bir hareket ya da eylem başka hareketleri (kaotik) ya da bir sonraki hareketi (lineer, doğrusal) başlatması bakımından onların / onun bir nedenidir. Ama o hareketin de bir başlatıcısı, bir nedeni vardır. Bir harekette bulunmak için bazı ihtiyaçlar hissederiz. Yani bir şeye ihtiyacımız olduğu zaman harekete geçeriz. Bu yazımızın konusu hareketlerimizin nedeni ihtiyaçlar olacaktır.

İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT öğretisinden biliyoruz ki, bir tesir madde ortamında hareket (ler) şeklinde tezâhür eder. Bir yerde bir hareket varsa, bu hareket bir tesirden dolayıdır. Hattâ maddedeki hareketler aşkın anlamada ve simgesel olarak “ruhların kıpırdanışları” nın (38) (*) ifâdesidir. Bu durumda hareketlerimizin arka planındaki ihtiyaçlar sâdece fiziksel etkilerden değil, ruhsal tesirlerden de kaynaklanmaktadır. Açlık, susuzluk, acı, korku vb. gibi fiziksel etmenler ile harekete geçtiğimiz gibi vicdâni ya da nefsâni itilimlerle de harekete geçeriz.

Örneğin, tatile çıkmak için pek çok neden / ihtiyaç vardır ama en sıradan ve yaygın neden dinlenme ihtiyacıdır. Neden orada değil de, şurada tatile gitmemizin nedenleri de herkese göre farklı ihtiyaçlara dayanır. Bir süre çalıştıktan sonra dinlenme ihtiyacı hissederiz, kalkıp uzanırız ya da elimizden kalemi / mausu (fareyi) bırakır, oturduğumuz yerde şöyle bir doğruluruz. Susamışızdır, su içeriz; acıkmışızdır, yemek molası veririz. Kitap okumak, araştırma yapıp bir yazı kaleme almak için, bilgilenmek ihtiyacı hissetmemiz gerekir. Dış görünüşümüzle insanları etkilemek için, kaale alınma ve ilgi toplama açlığı ihtiyacı içinde olmamız gerekir.

Görüldüğü gibi, bir harekette bulunmak,  aksiyona geçmek için, o hareketle ilgili bir şeyin ihtiyacını  hissetmemiz gerekir. Tüm yaşam hareketler silsilesi ya da bir aktivite topluluğu / akışı olduğuna göre; hareketlerin, davranışların, etkinliklerin temelinde ihtiyaçlar vardır. Durum böyle olunca, oldukça önemli bir konuyla karşı karşıyayız demektir: Genellikle ihtiyaçlarımızın neler olduğu, ihtiyaçların kökenleri, ihtiyaçlarımızın ne kadarı, nasıl karşıladığımız, ihtiyaçlarımızı karşılayamadığımız zaman ne yaptığımız vb. konular önem kazanmaktadır. Ortaya çıkan herhangi bir ihtiyaç bize yönelik bir etkidir(uyarandır); bu etkiye nasıl ve ne şekilde tepki vereceğimiz gelişim düzeyimiz hakkında da ip uçları içerir.

Kendi gelişim ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz ve başkalarının gelişim ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı olacağımız zaman-mekân koşulları içine enkarne oluyoruz. Ne türl koşullar içine ne zaman enkarne olacağımızı da; geçmişten getirdiğimiz karmik birikimimiz ile, seçme özgürlüğümüzü ve özgür irâdemizi kullanma şeklimiz belirliyor. Ama bir enkarnasyonda tüm gelişim ihtiyaçlarımızı karşılamamız söz konusu değildir. Bir tek enkarnasyonda gidermeyi yaşam planımıza aldıklarımızın da bir kısmını bu zor gelişim koşulları içinde gideremiyoruz ve bir takım noksanlarla / başarısızlıklarla geldiğimiz yere (ahret yurduna / spatyoma) dönüyoruz. Bu nedenler belli bir gelişim düzeyine yükselmek için pek çok yaşamlar (enkarnasyonlar) gerekebiliyor.

Ruh varlıkları olarak, iç potansiyelimizi maddesel ortamlarda tezâhür ettirmek ve gelişmek / şuurlanmak ihtiyacındayız. Bu, varlıksal bir ihtiyaç ve aynı zamanda evrensel bir etkinlik. Bu arada, her gelişim ihtiyacı da her ortamda giderilmez. Başka türlü bir deyişle, tüm ihtiyaçlarımızı ebediyen belli bir uzaysal objede (gezegen, asteroid, yıldız vb.) karşılamamız söz konusu değildir. Her maddesel ortam (uzaysal obje) belirli yeteneklerin tezahür ettirilmesine; tüm ihtiyaçlarımızın değil, belirli ihtiyaçlarımızın giderilmesine elverişli olanaklara sâhiptir. Çok genel anlamda maddenin olanaklarıyla ruhun tekâmül ihtiyaçları Aslî İlke’nin kudreti içinde bir araya getirilmiştir. Aslî İlke’nin gereklilikleri (icapları) içinde hem ruhun tekâmül ihtiyaçları, hem de bu ihtiyaçları karşılayacak maddesel olanaklar bulunur (191).

SADIKLAR PLANI bilgilerine göre varlığın fıtratında bulunan Üç Bilgi’den dolayı; kendini bilme yolunda idraklenmemesi / şuurlanmaması, gelişmemesi ve dolayısıyla Rabb’ini bilmemesi söz konusu değil. Kısacası, varlığın gelişmemesi, ruhun tekâmül etmemesi söz konusu değil, seçme özgürlüğümüzü gelişmeme yönünde kullanma lüksümüz yok.  Dolayısıyla gelişmek ve değişmek varlıksal ve evrensel kapsamda en temel ihtiyacımız. Bu temel ihtiyaç içinde varlıksal ve evrensel etkinliğimiz devresel olarak ve ebedîyen sürmektedir. Bu edebî gelişim yolunda çokluk ve çeşitlilik hâlinde ortaya çıkan ihtiyaçlarla yine çokluk ve çeşitlilik hâlinde pek çok hareket sergileriz ki, olgunlaşmanın şuurlanmanın doğal sürecidir bu.

Bu yol üzerinde herhangi bir gelişim ortamındaki zaman-mekan koşulları, o ortama enkarne durumda bulunan en yüksek realitenin gözetimi  ve kontrolü altındadır. Böyle yüce bir varlık kendi gelişim yolunda böyle bir liyakat ve olgunlukla vazifesini yaparak kendi gelişim ihtiyaçlarını giderirken, gözetimi altında ve kapsamında bulunan varlıkların da gelişimlerine yardım etmektedir. Bu ortamda gelişen varlıkların vazifesi de, görüp gözetici ve esirgeyici olan rablerinin irâdesine hizmet ederek gelişmektir. Tezâhürat ortamının tüm varlıkları da, değişik şuur düzeylerinde olmak üzere âlemlere (ve dolayısıyla evrene) yayılmış olarak İlâhi Murad’a hizmet ederek gelişmek durumundadır. Bu nedenle evrende zeki yaşam türlerinin nâdirliği değil; bolluğu, çokluğu ve çeşitliliği söz konudur.

Bu yazımızın ana teması olan varlıkların gelişim ihtiyaçları, yaşamlar boyunca sergiledikleri gelişim etkinliklerinin genel sonucudur. Görülüyor ki, genel anlamda hareket (etkinlik, aksiyon) ihtiyaçları, ihtiyaçlar da hareketleri doğurmaktadır. Bu, Sebep-Sonuç Yasası’na göre işleyen bir mekanizmadır. Bu evrensel ve varlıksal gidiş içinde, gelişim ve değişim evrensel kaderimizdir. Gelişmemek ve değişmemek söz konusu değildir. Bu bağlamda yaşamlar boyu yapıp durduklarımız; özümüzde potansiyel olarak bulunan bilginin maddesel ortamlarda uygulama ile; görgü ve deneyim birikimine, onları da öz bilgilere dönüştürmektir. Bu arada elbette maddeyi de geliştiriyoruz ve giderek daha süptil bedenlere enkarne olur hale geliyoruz. “Öyle bedenler vardır ki, siz onları ruh zannedersiniz…” deniyordu SİRİUS CELSELERİ ’nde verilen bilgilerde. Genel varlıksal ve evrensel kaderimiz olan gelişim ve değişim olgusu içinde, giderek, öz benlikler olarak mensubu olduğumuz planın daha kalifiye işçisi olmak durumundayız. İlâhi İrade Yasaları’nın uygulayıcısı ve yöneticisi olmak da gelişmek ve şuurlanmak ile olası. İşte tüm bunlar için gerekli olan araç-gereçler ihtiyaçlarımızı oluşturmaktadır.

Ama  gelin görün ki, enkarne olduktan sonra; madde, enkarne varlığı   için, toplumun da etkisiyle yapay ihtiyaçları empoze eder ve kişi genellikle bunlarla sınanır. İşte tam da burada, yapay ihtiyaçlara muhalefet kişinin gerçek samimiyetini ortaya kor. Söz konusu yapay ihtiyaçlar ve hattâ yapay îcaplar (gereklilikler) kargaşası ve karmaşası içinde belli bir yaşam için gerekli olan gerçek gelişim ihtiyaçlarımızdan uzaklaşabilir, yeniden onları bulana kadar acılı / ıstıraplı eprövlerle karşılaşmak kaçınılmaz olur. Bu bakımdan her konuda sâdelik içinde yaşamakta, az ile yetinmekte, açgözlülük /biriktiricilik yapmamakta yarar var. Bu beşerî aldanmayı önlemek için; Kur’an’da, “servetin belli ellerde toplanmaması”  ve “servet şımarıklığı”  konusunda uyarı yapılmıştır (Haşr 7, Zühruf 23, Hûd 82+83, Nisa 61, Mâide 1043, Vakıa 45, Nahl 71, Zariyat 19, Enam 141).
Görülüyor ki, ihtiyaç belirlemedeki isâbetsizlik de birtakım ıstıraplarımızın kaynağı olmaktadır. Bir sonraki enkarnasyonumuzun şeklini belirleyen etmenlerden biri de budur. Belirli koşulları ve özellikleri içeren zaman – mekân koşulları içine enkarne olmamızı belirleyen etmenlerden biri de genel gelişim ihtiyaçlarımız olmaktadır. Çünkü belli bir yaşamlık ihtiyaç birikimimiz bizi yeni bir enkarnasyona zorlar. Yaşam planımızın hazırlanmasında da; toplumun öteki bireyleriyle (aile, iş arkadaşları vb.) iletişim zorunluluklarını da “karşılıklı ihtiyaç giderme faktörü” oluşturur.

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki, şu andaki gerçek (varlıksal / ruhsal) ihtiyaçlarımız ve onların oluşturduğu maddesel çevremiz (ki buna bedenimiz de dâhildir) varlık olarak kendi elimizin emeğimizin sonucudur. Böyle olunca, bu bir anlamda; alın yazımızdan da (kaderimizden de) sorumluyuz demektir. Bir başka söylemle, bugünkü genel manzara, önceki beyanlarımızdan oluşan istek ve ihtiyaçlarımızın perişan manzarasıdır. Bu nedenle bir şey isterken, ihtiyaç beyanında bulunurken, biraz düşünmek ve çocukları da buna alıştırmak gerek… “Şunu canım istiyor ama gerçekten ona ihtiyacım var mı?” Mâkul vicdana dayalı bir sâdeleşme içinde; çok şey istemeden, istekleri olabildiğince azaltarak ama bolca şükrederek yaşamasını öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz. Çünkü şu anda nelere sâhipsek, onlara lâyıkız demektir; onları içsel gelişim yönünde değerlendirmek durumundayız. Elimizdekinin “hakkını vermeden”, ondan gelişim yönünde yararlanmadan; başka şeyler ya da aynı şeyden daha fazla miktarda istemek, beşerî bir zaaf ve açgözlülükten başka bir şey değildir. Burada “”hakkını vermeden derken, kendi içsel gelişimimiz ve başkalarının gelişimi için kullanıp kullanmamayı kastediyoruz.

ihtiyaçlar yazısı, sayfa 2'ye .jpgAçık gerçek bu olduğunu bazen bile bile ve dahası, hiçbir şeyin ölüm ötesine geçirilemeyeceği de çok iyi bilmemize karşın, biriktirme işlemini sürdürürüz. Biriktirdiklerimizin içinde hareket ve düşünce (küresel düşünme) yeteneğimizi yitirip, sâbitleşiriz. Bu kusurumuzu tevil etmek için güzelce sözler de uydurmuşuzdur: “Fazla mal göz çıkarmaz…”, “Mal canın yongasıdır” Bu ya da benzeri tekerleme ve atasözleriyle açgözlülüğümüzü tevil etmeye çalışırız ama unutmayalım ki, kişiyi biriktirdikleri batırır. Ayrıca, “hazineniz neredeyse, gönlünüz oradadır”  özlü ifadesini de burada anımsamakta yarar var. “Hazinelerimiz yeryüzünde değil gökyüzünde olmalıdır…”
Açgözlülük, elbette derece derece olmak üzere eğitilmemiş ve aklı da egemenliği altına almış bir nefsin en belirgin niteliklerindendir. Acaba her isteğimiz birim gerçekten ihtiyacımız mı? İstediğimiz şeyin sorumluluğunu kaldırabilecek olgunluk ve güçte miyiz? Gerçekten ihtiyacımız olan şeyleri istediğimizden emin miyiz? Daha çok ne türden şeyler istiyoruz? “Yarı İdrakli”  varlıklar (3+50+58+60 +77+101+135+197) olduğumuz için, büyük bir olasılıkla gerçek ihtiyacımız olan şeyi bilemeyiz, dolayısıyla istemediğimiz de dahası, istediğimiz şeyler de o andaki gerçek ihtiyacımız değildir. Yapay ihtiyaçlar ve yapay îcaplar içinde kendi kendilerini “boğmuş” kimselerin sayısı az değildir. Bu olumsuz durum bir bakıma, gelişim yolundaki bireyin kendi, kendini engellemesidir. İçsel gelişimde en büyük engel yine kendi egosudur. Bu olumsuz durum kişinin kendi kendine zulmüdür. “Alın yazımız buymuş, ALLAH böyle yazmış, kader işte…” vb. gibi söylemler, kusurlarımızın sonuçlarını ALLAH’a fatura etmeler varlıksal gerçeklerle bağdaşmayan, insanın gerçek doğasıyla örtüşmeyen beşerî hezeyanlardır. “ALLAH zulmetmez” (Yunus 44), tam tersine, “ALLAH insana kolaylık diler” (Bakara 185) ama “insan kendi kendine zulmeder” (Yunus 44)

Kendi kendimize yönelik olarak sergilediğimiz bu talihsizlikler ve basiretsizlikler maddenin câzibesi ve toplumsal koşullandırmaların da etkisiyle (örneğin moda ve reklamlar) daha da vahim ve sakınılması zor bir hal alır. Bu bağlamda asıl ve normal / doğal ihtiyaçlarının dışında olan ihtiyaçlar ve icaplar “istekler” olarak empoze edilir ve kişiler “ister hâle” getirilir. Bu en istenmeyen, etik açıdan da “sinsice kandırma” denebilecek en zararlı ve bireyleri tüketici konuma getiren toplumsal / ekonomik koşullandırmalardan biridir. Açıkçası, moda ve reklam sektörleri kendinden habersiz bireyin beşerî zaaflarından yararlanarak palazlanır / palazlanmaktadır.

İşte tüm bunlardan dolayı, kişinin seçme özgürlüğüne ve özgür irâdesine ket vuran bu tür ve benzeri koşullandırmalara karşı “uyanık” olabilmek için nefsin eğitimi ve duyguların yönetimi önem kazanmaktadır. Bedenlenme ile varlıksal özgürlüklerimiz sınırlanır. Bedenin kapasitesiyle, maddesel etmenlerin ve koşulların etkisiyle varlıksal özgürlüklerimizin çoğunu yitiririz. Bu nedenle, bedenli haldeyken kendimizi çok özgür sanmayalım. Nefsin başıboşluğunu özgürlük sanmayalım. Aksi takdirde, doğmadan önce (enkarne olmaya hazırlanırken) seçme özgürlüğü ve özgür irâdemiz (varlıksal ilkeler) doğrultusunda aldığımız kararları, kendi kendimize ve planımıza verdiğimiz sözleri (Kur’an – Tevbe 4, Bakara 63, Nahl 91, İsra 34+37+38) enkarne olduktan sonra uygulayamayabiliriz. Bu duruma düşmemek için, maddenin / bedenin daraltıcı ve karatıcı etkisine karşı “uyanık”  olmak durumundayız. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bedenli haldeyken kendimizi çok özgür zannetmeyelim. Nefsin kandırmacalarının, toplumun koşullandırmalarının kurbanı olmuş olabiliriz. Unutmayalım ki, asıl özgürlük; nefsin kontrol altına alınmasından sonra gelir ki, o da vicdan özgürlüğüdür.Kişi, vicdanını nefsin egemenliğinden kurtarabildiği ölçüde gerçek ihtiyaçlarını daha isâbetli oranda belirleyebilir, bağlı olarak gelişim hızını da arttırabilir.


İşte âkil ve kâmil ve de müdrîke sâhibi (idrakli) insana yaraşan bu duruma ulaşabilmek; çok büyük ölçüde, kendini tanıma ve bilme duyarlılığı içinde nefsin eğitimi ve buna bağlı olarak ve duygusallığın kontrol altına alınmasına bağlıdır. Nefsini eğitememiş,  bencilliklerden kurtulamamış, duygularını kontrol etmeyi öğrenmemiş (daha doğrusu öğretilmemiş) bir genç, kolaylıkla; dünyasal / maddesel câzibenin, beşerî koşullandırmaların ve ideolojik empozisyonların oyuncağı olabilir. Dahası, birey ihtiyaçlar karmaşası içinde; dünyasal câzibeye ve beşerî koşullandırmalara yatkın olan beşerî ego az yukarıda söz konusu ettiğimiz toplumsal / ekonomik empozisyonlara yatkın ve onların bir enstrümanı (aracı maşası) hâline gelir. Bunun peşi sıra oluşan özdeşleşmeler, başımıza; atlatılması çok zor yaşam sınavlarını (eprövler) açabilir.

O halde, ihtiyaçlar ile seçme özgürlüğü ve ego eğitimi arasında (önceden duygular arasında) sıkı ilişki var. Hattâ ihtiyaçların, küresel anlamda, vazife ile de ilişkisi bulunduğunu söyleyebiliriz çünkü ihtiyaç, vazifesinin yerine getirilmesi sırasında gerekli olan her şeydir. Burada “vazife” derken, bir tezahür uzantısı olduğumuz ruhsal planın hedefine hizmeti kastediyoruz. Bu bir bakıma planımızın ilâhi muradına hizmettir ve planlar da ALLAH’ın ilâhi muradına hizmet eder durumdadır. Bu anlamda her şey vazifenin yerine getirilmesine araçtan / malzemeden başka bir şey değildir. Her varlık gelişmişlik durumuna ve düzeyine göre vazifenin yerine getirilmesinde görev alır. İşte tekâmülden amaç, giderek daha kapsamlı vazifelere aday ve lâik duruma gelmektir. Örneğin, bizler için dünyadan sonraki aşama olan Vazife Planı’nda (238) yer almak “tam idrak” düzeyine ulaşmakla olası. Bizler şimdi dünya gelişim okulunu bitirene kadar “otomatik gelişim düzeyinin yarı idrakli”  varlıklarıyız(3+50+58+60+77+101+135+197). Biz enkarne varlıklar için vazifenin gerçekleşmesine yönelik hazırlık mekanizması vicdandır (97). Bu nedenle vicdan birim dualitesinin (135+181) üst değeri, alt değerinden fazla olmasında yarar vardır. Vicdanın bu üst değerlerini besleyecek şekilde ve kalitede bir yaşam sürdürdüğümüzde, bu, İlâhi Murad’a daha etkin hizmet anlamına geliyor ki, (Kur’an söylemi ile ) “doğru yolda” (Sırat-ı Mustakîm) olmak da bundan başkası olmasa gerek (Bkz. En’am 153). Kur’an terminolojisiyle düşünmeyi sürdürdüğümüzde, belki şunu söylemek de olası: “dosdoğru yol” dan sapmak demek, vicdanın alt değerleri sürekli beslendiğinde ortaya çıkan istenmeyen durumlar (parçalanma “teferruk”) oluyor (En’am 153). İşte bu duruma düşmek ya da düşmemek; vazifenin yerine getirilmesi için malzemeden başka bir şey olmayan ihtiyaçlarımızı belirleme ve onları değerlendirme şeklimize bağlı oluyor. Bedenli /“bedensiz” tüm varlıklar, gelişmek için ve vazifelerini yerine getirmek için; bedenlenmeye, bedenli eprövler geçirmeye ihtiyaç duyarlar. Bu belki en genel anlamda bizlerin varlıksal ihtiyaçlarımızdır. Varlıklar söz konusu gelişim ihtiyaçlarını gidermek için değişik zaman-mekân koşullarına (maddesel ortamlara) enkarne olurlar. Hem enkarnasyondan sonra, enkarne olmadan önceki kadar şuurlu değildir. Enkarnasyonla (yaşam planlarının gerektirdiği kadar) bir şuursal daralmaya uğrarlar. Bir bakıma, şuur kısmen “kapanır” enkarnasyon ile.

Vazifenin yerine getirilmesi sırasında, vazife için gerekli olan her şey ihtiyaçtır. İşte burada gerekli olanı (ama gerçekten gerekli olanı) bilebilecek idrak düzeyine, anlayış kapasitesine, içsel birliğe ve sâfiyete ulaşmak, bizim için en büyük idealdir. Bedenli yaşamın amacı da budur zâten.

Şimdi yazımızın bu aşamasında vazife ve ihtiyaçlar bağlamında şu devre sonunda gerçekten ne yaptığımıza bakarak konumuzu sürdürelim:

Çokluk ve çeşitlilik hâlinde binbir türlü işler peşinde koşarken, gerçekten ne yapıyoruz? Zaman zaman şuurlu, bazen yarı şuurlu ama çoğu zaman “şuursuz” olarak yapmakta olduğumuz budur: Öz benliğimiz aracılığıyla mensubu olduğumuz ruhsal planın giderek daha kaliteli ve işe yarar bir elemanı hâline gelmeye çalışıyoruz yaşamlar boyu… Bu vazifeyle, maddesinin her türlü ağırlığına ve bizleri kendine benzetme gayretine rağmen; ihtiyaçlarımızı çok isâbetli belirleyerek idrak düzeyimizi, anlayış kapasitemizi ve sâfiyetimizi artırmaya çalışıyoruz. Yapmakta olduğumuz ve ebediyen de yapacağımız budur. Her şey de bunun için araçtır.

İhtiyaçlara karşı duyarlılık seçici olmayı da gerektirir. İhtiyaçların / isteklerin ayıklanması, azaltılması ve geri kalanların da önem sırasına göre dizilmesi… Unutmayalım ki, her önemi önemli değildir. İhtiyaç giderilmesinde, en önemliyi seçmek ve onu en ön sıraya almak daha akıllıca bir tutum olur. Böyle bir seçimi yapabilmek, belli bir düzeyde rikkate ve fehim gücüne sâhip olmakla olasıdır. İhtiyaçlara yönelik seçimlerimizi bu şekilde yapabildiğimiz zaman, kendi keyfî (yâni nefsâni ve bencilce) isteklere kapılmayabiliriz. Bu tutum, aynı zamanda nefse karşı muhâlefet gücü sergilemenin belirtisidir. Bunun tersi yöndeki tutuma Kur’an “nefsin hevâ ve hevesine uymak” diyor ki, bilgelikle / olgunlukla bağdaşmayan ve çocuklara özgü bir durumdur (Câsiye 23, Furkan 43, Mâide 70, Necm 23). İhtiyaçları belirleme kapsamında böyle bir farkındalık içinde bulunabilirsek, içsel gelişime daha çok katkısı olacak gerçek ihtiyaçlara yönelmemiz kolaylaşır ve gerçek ihtiyaçlara göre her şeyi yeniden tanzim etme fırsatını yakalayabiliriz. İhtiyaçlar ve istekler enkarne varlık için en değerli ve kuvveti, motivasyonlardır ama yukarıda öğrenmeye çalıştığımız koşullarda değerlendirmek kaydıyla…


Psikolojinin Yaklaşımı
Davranış bilimi olan psikolojiye göre, ihtiyaçlarımız; aynı zamanda, davranışlarımızı yönlendiren faktörlerdir. Günümüz psikolojisinde ihtiyaçlarımızı konu alan bir dizi teori geliştirilmiştir ki bunlara motivasyon teorileri denir(3).

Şimdi konumuzu biraz da motivasyon açısından inceleyelim: Motivasyon (güdüleme) “Belli bir davranışı başlatan, sürdüren ve yönlendiren güç” olarak tanımlanmaktadır. Motivasyon teorilerinin konusu; davranışlarımıza / hareketlerimize yön veren ihtiyaçlarımızdır. İhtiyaçlarımız da, fizyolojik ve psikolojik / düşünsel olmak üzere iki gruba ayrılır.

Psikolojinin açıklamasına göre herhangi bir ihtiyaç içinde bulunan birey gerginlik durumuna girer. Güdü (motive) ise, söz konusu “gerginlik durumu” nun gidermek için bireyi davranışa iten güçtür. Başka bir söylemle, birey doyurulmamış bir ihtiyacın gerginlik yaratan durumundan kurtulmak için, o ihtiyacı doyurmaya / gidermeye yönelik davranış geçer. Bu yazımızın başlangıç paragrafında da “ihtiyaç harekete neden olur” demiştik. Görüldüğü gibi aktivasyonlarımızın kökeninde değişil ihtiyaçlar vardır. Bu gerçeği göz önünde tutarak; içimizde istek olarak doğan bir ihtiyacın, gerçekten bir takım davranışlara (aksiyona/etkinliğe) girmeye değer olup olmadığını belirleyebilecek fehim gücüne ve rikkatine sahip olmalıyız ki, bu da çok büyük ölçüde kişinin kendi kendisini tanıma duyarlılığı içinde; nefsini eğitmiş, duygularını kontrol altına almış olmasına bağlıdır. Bu tutum ve duyarlılık hiç kuşkusuz, kendimizi tanımak açısından olduğu gibi, çevremizdekileri tanımak ve onlarla sağlıklı bir iletişim kurmak (yâni, uyum, esneklik, hoşgörü açısından da önemlidir.)

Kuşkusuz, insanın araştırılması, anlaşılması ve güdülenmesi kolay değildir. Nasıl ki, bu konuda karşılaşılan zorluklar şu şekilde sıralanmıştır: İhtiyaçlar konusunun kapsamını anlamak bakımından büyütecimizi biraz da insanın; araştırılması, anlaşılması ve güdülenmesi konusunda karşılaşılan zorluklara çevirelim. Bu konuda kaynakların saptamaları şöyle sıralanıyor:

1)     Güdüler doğrudan gözlenemez, ancak; insan davranışları gözlenerek, kişinin performansındaki değişiklikler ölçülerek ya da kişiye ihtiyaçları ve amaçlarıyla ilgili sorular sorularak güdüler (motives) hakkında varsayımlar geliştirilebilir.
2)     Güdüleri davranışlardan soyutlamak da zorluklar içerir. Çünkü bir davranış birden fazla güdüye karşılık olabileceği gibi; aynı güdü, değişik davranışlar şeklinde de kendini ifâde edebilir.
3)     Performans değişikliğinden hareketle, güdülenmeyle ilgili soyutlama yapmak risklidir. Çünkü performans; motivasyon (güdülenme) kadar, kişinin yetenek ve işle ilgili algılamalarına da bağlıdır.
4)     Kişinin kendinden bilgi alma yönteminin de kullanışlılığı sınırlıdır. Çünkü kişilerin kendi güdülerinin yapısı ve şiddeti hakkında farkındalıklarının ve bunu ifâdeye koymalarının geçerlilik ve güvenirliliğinin ne ölçüde olduğu tartışmalıdır. Bazı güdüler bilinç altında olabilirler; bazıları da bilinçli bile olsalar, kişinin utanma ya da araştırmacıya güvensizlik duyguları, bu bilinçteki güdüleri açıklamalarına engel olabilir.
5)     Güdüler, ayrıca biri ötekini tamamlayarak ya da gücünü azaltarak da birbirleriyle etkileşebilirler ve karmaşık yapılar oluştururlar.
6)     Karşılanan / giderilen ihtiyaç doyum etkisi geçene kadar davranışı etkilemez, yâni güdüleyici etkisi yoktur. Örneğin, keşif ihtiyacı gibi bazı üst düzey ihtiyaçlar doyuruldukça artarlar. Bu demektir ki, bunlar doyuruldukça davranışı güdüleme özelliği yükselir.

Görüldüğü gibi, kişinin güdülenmesi bağlamında davranışlar psikolojisinin, hiç değilse iş hayatıyla ilgili önemli bir kısmını da ihtiyaçlar konusu oluşturmaktadır. Hemen hemen tüm hareketlerimizin kökeninde ihtiyaç ve isteklerimiz bulunmaktadır. Bu bakımdan ihtiyaçlarımızın / isteklerimizin neler olduğu ve bizleri nerelere yönelttiğini bilmek durumundayız. Bu bağlamda ihtiyaçları, gelişim açısından önem sırasına dizme konusu ve bunu yaşama geçirmenin önemi / yararı iyice ortaya çıkmış bulunuyor. Bu konuda başarılı ve isâbetli seçim yapıp, gerçek gelişim ihtiyaçlarına yönelebilmek; mâkul vicdan doğrultusunda sağlıklı bir sâdeleşmeye bağlıdır.

Burada “mâkul vicdan” akıl ve vicdanın paralelliği de diyebileceğimiz; aklın nefse hizmetten çok, vicdana hizmet etmesidir. Buna, aklın; mukadderat (yaşam planı) ve îcaplar dengesi yönünde kullanılmasıdır. Üsteki paragrafın son cümlesindeki “sâdeleşme” ye gelince, bundan anladığımız da şudur: Dünyasal özdeşleşmelerden soyutlanmak, yapay îcap ve ihtiyaçlardan arınmak, giyimde-kuşamda, yemede-içmede, hattâ düşüncelerde sâdeleşmektir. Kişini, bilgilerine ve içinde bulunduğu realiteye göre “en gerekli olan”  ile yetinmesidir, sâdeleşmek.

Sâdeleşmenin konusu olan öğelere şunları eklemek de yerinde olabilir: Yenileşmemizi ağırlaştıran, şuurda uyandırıcı etkiyi engelleyen, sevgi enerjisinin akışını, bloke eden kısacası olgunlaşmamızı engelleyen tortular ve kabuklar” olmaktadır. Bu anlamda sâdeleşmek; miskinlik, pasiflik ve kadercilik değildir. Tam tersine; ayrıntılardan sıyrılarak, asıl problemin üzerine gitmeyi olanaklı hâle getiren, gerçek anlamda aktif yaşamaktır.

Sonuç
Hareketlerimizin /  fiillerimizin kökeninde ihtiyaçlar vardır. “Tüm hareketlerin ve fiillerin hedefi vazifedir.” (Bedri Ruhselman). İhtiyacını duyduğumuz şeyler, vazifemizin yerine getirilmesinde birer araçtır. Başka türlü bir deyişle vazifemizi yerine getirmek için bir takım araç-gerece ihtiyaç duyuyoruz. Bunu, elbette belli bir şuurlanma düzeyine gelmedikçe bilerek yapamayız ama bilsek de bilmesek de İlahî Murad’a hizmetten başka bir şey yapmıyoruz.   
-----------------------
(*) Yazının akışı içinde görülecek rakamlar İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.
(1) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Syf. 41+67+87
(2) Dezenkarne varlıklara (yanlış olarak) “bedensiz” deriz ama aslında ruh varlığı hiçbir mekânda bedensiz değil, olamaz, irade ile bağlantı kuramaz. Maddesel ortam ne kadar süptil (titreşimi yüksek) olursa olsun, ruh varlığı oraya enkarne olabilmek için (orada tezahür edebilmek için) muhakkak oranın maddelerinden bir beden edinir kendine.
(3) Maslow’un teorisi (ihtiyaçlar hiyerarşisi), Herzberg’in iki faktör teorisi, Alderfer’in erg teorisi, Vroom’un beklenti teorisi, Equaity teorisi.