Sunuş

S U N U Ş

Blog sitemde yayına hazırladığım bu metinler, insanın gerçek doğasını anlamaya ve bunun gereklerini yapmaya yönelik bilgiler içeren telif / tercüme ve derleme şeklinde çalışmalardır. Bunları yayınlamaktan amacım, kendini tanıma titizliği içinde; insanın gerçek doğasının yüceliğini ve bunun önemini benimsemiş siz değerli dostlarımla bu bilgileri paylaşmaktır.

Doğru bildiğini ilgilenenlerle paylaşmak, biliyor olmanın sorumluluğunun gereğidir. Olumlu / olumsuz her türlü eleştiriye açık olan bu çalışmamı, konuyla içtenlikle ilgili olduğuna inandığınız dostlarınıza duyurabilirsiniz. İlginize teşekkür eder, bu vesileyle aramızda oluşacak sağlıklı bir iletişim ile, insanın gerçek doğasına yönelik bilginin yayılmasına hep birlikte hizmet etmeyi umarım.


SELMAN
GERÇEKSEVER

Kasım
2 0 1 0
B u r s a

9 Nisan 2017 Pazar

ANADOLU MİSYONU ve MUSTAFA KEMAL(*)

ANADOLU MİSYONU ve MUSTAFA KEMAL(*)

HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Sınırlarının içinde Anadolu Yarımadası’nın da bulunduğu kadîm Roma İmparatorluğu’nun çöküş dönemine geçtiği yıllarda şimdi vatanımız olan bu topraklarda da  yozlaşma ve atâlet iyice yoğunlaşmışken, Orta Asya’dan; çeşitli kültür ve bilgi birikimine sâhip binlerce insan Anadolu’ya doğru gelmeye başlamıştı. Sâdece farklı kültürleri değil; farklı sanatları, bilgileri ve becerileri olan insanlardan oluşan bu  göç dalgası, Roma İmparatorluğu’nun son yıllarının yozlaştırıcı etkisi altında iyice bunalmış ve âtıllaşarak dejenere olmuş o zamanki Anadolu Halkı’nın rejenere olması için “can suyu” niteliğinde bir etki olmuştu.  
Yıllar içindeki bilinen tarihsel gelişimi ve değişimiyle, Asya kökenli bu göçmenlerden bir grup belirginleşip Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmuştu. Ergün Arıkdal’ın söylemi ile(1) “… Anadolu’ya gelen bu göç büyük bir vazife yapmıştır. Bu göç dalgası, Mustafa Kemal’den önceki son büyük değişimini sağlayacak şekilde ‘Osmanlı’ adı altında sonradan kendini tanıtan o büyük rejenerasyon alanı oraya geçmiş(intikal etmiş) ve baskın bir şekilde her bir yana egemen olmuştur.
Osmanlı’nın yozlaşarak yıkılışından sonra, Atatürk Devrimleri’yle gelen yeniliklerin ilk belirtilerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş döneminde ortaya çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. 600 yıl boyunca insanların; inanç, hareket ve seçme özgürlükleri hiçbir zaman kısıtlanmamış, İslamiyet’in de etkisiyle hak ihlalleri konusuna duyarlı davranılmıştır. Özellikle inanç özgürlüğü konusunda, Osmanlı egemenliği altındaki topraklarda çeşitli dinlere mensup insanlar kendi ibâdet ve geleneklerini rahatlıkla sürdürebilmişlerdir. Özellikle Hıristiyan Avrupa’da dinci Katolik Kilise baskısı zulüm düzeyinde sürüp giderken, Anadolu Halkı din ve inanç özgürlüğünün tadını çıkartmaktaydı. Bu bakımdan, dünyanın en büyük laik sisteminin temellerinin Osmanlı’da atıldığını söyleyebiliriz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’an’daki özgün İslam’ın da etkisiyle laik anlayış Osmanlılar (yâni o devrin Anadolu Halkı) tarafından oluşturulmuş ve uygulanmıştır. Durum böyle olunca, 21.Y.Y.’ın demokratik ve medenî toplumların belirgin özelliklerinden olan ama bazı tutucu toplumlarda da hâla savaşı verilen laikliğin Anadolu’dan Avrupa’ya geçtiğini söylemek çok yanlış olmaz. Bilindiği gibi laiklik, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyet devrimleriyle taçlandırılmıştır.
Tarih ve sosyolojiden biliyoruz ki, özellikle sosyoloji biliminin konusu olan toplumsal hareketlerin Göksel(samâvî) Güçlerin gözetiminde ve yönetiminde olduğunu/oluşturulduğunu biliyoruz. Dahası, beşeriyetin, ilâhi bir gözetim altında olduğu gerçeği ALLAH’ın kelamı Kur’an’da da yerini almış durumda(2). Asya kökenli olan Anadolu Halkı’nın(3), temelinde kutsiyet olan ve “çok kadîm bir geçmişe dayanan büyük bir sentez(4) olduğunu da biliyoruz. Temelinde kutsiyet taşıyan bu toplumun vazifesi de, “yeni bilgi çağında beşeriyete önderlik yapacak olan güçleri korumasıdır. Beşeriyete önderlik yapacak, onlara; ‘değişim kapısı’ ndan geçerken, rehberlik yapacak, o ‘değişim kapısı’ nın zincirlerini kendi birikimiyle açabilecek güçte olan varlıklar topluluğudur, Anadolu Halkı.”
Bu nedenle, Anadolu Halkı’na yönelik düşmanca niyetler ve girişimler şimdiye değin sonuç vermemiş/vermeyecektir. Küresel emperyal aktörlerin ülkemize yönelik sinsice düşmanlıkları ancak bizlerin dayanma gücümüzü ve zorluklara uyum sağlama becerimizi artıracak ve birik-beraberliğinizi pekiştirecektir. Tüm bunlar, Anadolu Halkı’nın beşeriyete yönelik vazifemiz konusunda deneyim ve görgü birikimi kazanmamıza hizmet etmektedir/edecektir. Bu topraklarda, Atatürk’lü yıllardan başlayarak, olup biten her şey, Göksel Güçler’in gözetiminde ve yönetiminde “Türk Milleti’nin vazife eprövleridir(5). Yeryüzündeki hiçbir beşerî güç bu sentezi bozamaz. Bunun en büyük örneğini, daha da zor koşullarda olmak üzere “Kuvayi Milliye ruhu” içinde Mustafa Kemal’in gerçekleştirmiş olduğu tüm dünya örnek Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı’nda gördük. Mustafa Kemal’in başarmış olduğu en büyük çalışmanın asıl temeli, o büyük birleşik alanı (Osmanlı’nın “külleri”nden) yeniden canlandırmaktır(ihya etm.). Bizlerin, ruhçu kültürün izleyicileri olarak, Kuvayi Millye’den anladığımız da budur. Buna belki, “Kuvayi Ruhiye”(birlik ruhu) demek daha doğrudur. İşte o “birlik ruhu”, Anadolu Ortak Alanı’nı parçalamak ve paylaşmak isteyen küresel aktörlerin  ordularını ülkeden püskürtmüştür.
İlâhî İrade’den bağımsız hiçbir şey olmadığına / olamayacağına göre, tarihte olup bitenlere bakarken, görünenin ötesini de devreye sokmakta yarar vardır. Geçmişte olmuş olan her şeyi sâdece maddesel kanıtlara ve belgelere bağlı kalarak açıklamak, geride noksan bir şeyler bırakabilir. Dünya Rabb Planı’nı kabul ediyorsak, beşeriyetin spritüel bir tarihinin olduğunu da yadsımamak bize daha geniş / küresel bir görüş kazandırabilir. “Beşeriyetin spritüel tarihinde Anadolu Kuvvetleri’nin büyük sentezinden yararlanan varlıklardan  bir tanesi de Mustafa Kemal’dir.” (6) Mustafa Kemal’in gücüne, irfanına ve bilgeliğine çok saygılı olmak gerek. Bu konuda örnek alacağımız O’nun pek çok yanının olduğunu biliyoruz. Ulu önderimizin uyarı ve önerileri, hâla günümüzdeki sorunları çözebilecek nitelikte ve değerdedir. O’nun belirlediği “cumhuriyet ayarları”ndan ayrılmanın bedellerini son on yılda ağır bir şekilde ödemekteyiz. Ama bu bedeller dolayısıyla o “ayarlar”ın değerini daha iyi anlamış durumdayız… “Çünkü Mustafa Kemal, gerçekten bir takım ilâhî güçlerin var olduğuna inanarak yola çıkmış ve bu inancının da karşılığını almış bir varlıktır.”(6)
Mustafa Kemal’in önderliğinde Kuvayi Ruhiye ile başlayan “diriliş” çeşitli iniş çıkışlarla günümüze kadar gelmiştir. Bu süreç içinde ve özellikle de son yıllarda deneyimlediğimiz olaylar Türk Milleti’ni güçlendiren ve beşeriyete yönelik vazifesinin gereği esneklik ve uyum talimleridir ki bunlar Mustafa Kemal’in öngörüleri arasında (özellikle de Türk Gençliği’ne Hitabesinde) yer almıştır. Belgelere geçmiş bu hâliyle Mustafa Kemal sırf bu günler için Kuvayi Milliye(Kuvayi Ruhiye) ruhunu yaratmayı başarmış bir varlıktır.”(7) Mustafa Kemal’in önderliğinde başardığımız Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı dünya üzerindeki tüm mazlum toplumlara örnek ve umut kaynağı olduğu bilinen gerçektir. Bu bakımdan, kurtuluş ve aydınlanma hareketimiz yüksek düzeyde tüm beşeriyeti ilgilendiren, beşeriyetin gelişim ve değişim çizgisinde büyük rol oynamıştır. Bu nedenle, Anadolumuz’un jeopolitik konumu ve önemi, özellikle Lozan Antlaşmasından beri küresel aktörlerin ilgi odağı olagelmiştir.
Dünya Beşeriyeti’nin ideal hedefi olan BİRLEŞİK İNSANLIK REALİTESİ’nin(8) bir bakıma “pilot bölge uygulaması”, Dünya Rabb Planı’nın Anadolu’yla ilgili birimi tarafından; yâni kısaca SemÂvî  Güçler  tarafından binlerce yıldan beri bu topraklar üzerinde yapıldığına inanıyoruz. Bu tür  denemelere tâbi tutulmuş toplum yeryüzünde çok azdır.  Bu denemeler yapılmış ve Orta Asya’dan Anadolu’ya yönelik göçlerden sonra, Anadolu Halkı üzerinde karar kılınmıştır. Cumhuriyet’ten önce Osmanlılar’la başlayan bu “mayalanma” Atatürk Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla sağlamlaştırılmıştır. Bu hâliyle Asya kökenli(9) Anadolu Halkı özel bir vazifesi olan halktır(10). Bu nedenle Anadolu Halkı’nı parçalamak ve ayrı ayrı niteliklere sokmak olanaklı değildir. Anadolu Halkı pek çok kalkışma/ayaklanma geçirdi, yurt dışından sayısız fitne tezgâhlandı ama bunların hiç biri bir ayrışmaya/analize neden olmadı. Ergün Arıkdal’ın söylemi ile, “…Bu sentez kesinlikle analize dönüşmedi. Bizim analize ihtiyacımız yok, senteze ve hattâ daha güçlü sentezlere ihtiyacımız var.  Şimdilerde de daha güçlü sentezlere ualaşamamış olmanın sıkıntılarını çekiyoruz.”(11)
Kadîm zamanlardan günümüze kadar, toplumların sıkıntılı zamanlarında, büyük değişimler deneyimlenmeden önce, “değiştirici” nitelikli varlıklar(büyük inisiye, devrimci, peygamber) enkarne olagelmiştir. Bu varlıklar, içine enkarne oldukları toplumu, bazen de o toplum aracılığıyla komşu toplumları, hattâ dünya toplumlarını değişim yönünde etkilemişlerdir. Böyle “değiştirici” nitelikli varlıklar genellikle tek başlarına değil, görünen/görünmeyen varlıklardan oluşan bir kadro olarak doğarlar.  Böyle bir vazife kadrosunun üyelerinin tamamının  bilinmesi/belirginleşmesi de şart değildir. Burada esas olan merkezdeki başat varlıktır ve esâsen bu merkezî varlık enkarne olurken kendi kadrosunu da kendisi oluşturmuştur. Bu varlıklar vazife alanına(topluma, ülkeye) hep birlikte ya da belirli aralıklarla enkarne olurlar.
Hiç kuşkumuz yok ki, şimdiki yazımızın konusu olan ulu önderimiz Atatürk de böyle “değiştirici”(12) nitelikli varlıklardan biridir. Vazifesinin bilincinde ve o vazifenin tam da “ortasında” enkarne olmuştır. Anadolu Misyonu bağlamında Mustafa Kemal’in asıl önemli işlevi, Türk Milleti’nin gelecekteki büyük vazifesinin tamamlayabilmesi için, onu en son esneklik noktasında(kurtuluş yıllarımızdaki sıkıntılar gibi…) ele alıp, yeniden büyük bir güç hâlinde bir araya toplamasıdır(13). Bu O’nun “değiştiricilik”(devrim, reform) niteliğidir(14). O’nun böyle bir varlıksal, ruhsal / enerjetik gücü vardı ki, o güç alanının içine giren her şey(pozitif yönde) değişmeye mecbur kalmaktaydı(14). Mustafa Kemal Atatürk gibi “değiştirici” varlıklar çok ender enkarnasyonlardır. Bu varlıklar devre başlarında, o devre içinde hizmet edecek toplulukların yetişmesinde, bunların bir araya gelmesinde ve maddesel koşulların sağlanmasında vazife yaparlar. Değişmeye ve  değiştirici olmaya aday bir ulus ancak “değiştirici” nitelikli bir varlığın önderliğinde bunu yapabilir. O varlık ki, şuur alanlarını genişletmenin/yükseltmenin talimlerini görmüş, bunun çok değişik zamanlarda farklı varlık kisvelerinde uygulamalarını yapmıştır(15). Ruhçu yaklaşımla Mustafa Kemal’in beşerî yanından çok, ruhsal yanı ve vazife kimliği önemlidir. Çünkü sıradan değil, yetenekli bir beşerin bile kolay kolay başaramayacağı çok büyük ve önemli bir vazifeyi tüm dünyaya taklid edilmeye değer bir örnek olarak yerine getirmiştir. Bir ulusu değiştirmek ve misyonuna elverişli hâle getirmek bağlamında, Kuvayi Milliye adını vermiş olduğu gerçek ruhsal güçlerin bir araya getirilmesi mekanizmasını çalıştırmış, yâni; Türk Milleti’nin manevi gücünü harekete geçirmiş, bu güçle Anadolu Ortak Alanı’nı sâdece saldırgan negatif güçlerden kurtarmakla kalmamış, egemenliği saraydan alıp millete vermiş ve bir dizi aydınlanma devrimi gerçekleştirmiştir.
O yılların çok zor ve bir çok kimseyi ümitsizlik içinde bırakan koşullarında, zaman ve mekân olanaklarını esneyerek, uyum sağlayarak kullanmak suretiyle hareket ederek tarihe yazılmış ve bir kok mazlum ülkeye de taklid edilmeye değer örnek oluşturmuş işleri başarmak ancak Mustafa Kemal gibi; basiretli, bilge ve îmanlı liderlere özgü bir durumdur. Sâdece bilinen kısa yaşamı içinde başardığı işlerden ve devrimlerinden dolayı değil, bu günlere ışık tutatan öngörü ve uyarılarından dolayı da;  rahmet, sevgi, saygı ve özlemle anılmaya değer bir varlıktır Mustafa Kemal Atatürk. Tüm bunlardan dolayı O’nun yapıp ettiklerini, görüş ve önerilerini okuyup, irdelemek, anlamlandırmak ve eğer yapabilirsek, “mustafakemalleşmek” bizlere, günümüzü de sâdece anlamak bakımından değil, bireysel gelişimimiz açısından da büyük yararlar sağlayacaktır.
Yaşam hedefimize uygun olanakları bir araya getirmek, ortak alanlar kurmak, zaman ve mekân koşullarını esnemek ve uyum sağlamak sûretiyle günümüzün ve yaşam planımızın gereklerine uygun yaşamak, böyle bir varlığın yaşamından ibretlik dersler çıkarmakla, yâni bir bakıma “mustafakemalleşmek”le olasıdır. Zâten kendisinin de bu yönde bir dileği ve önerisi yok muydu: “Önemli olan, benim nâçiz bedenim değil, fikirlerimdir.” Yâni, sanki; “Görünenle sınırlı kalmayın, asıl beni, asıl Mustafa Kemal’i anlayın…” demiştir. Atatürk ve Atatürk idealini yaşatmak bizler için önemliyse, bizlerin bu anlamda “mustafakemalleşmemiz” gerekir.
Kutsal Anadolu Ortak Alanı’nın ve halkının(16) birer üyesi olan bizlere verilmiş bu en büyük örneğe olabildiğince, becerebildiğimiz kadar benzemek, yâni “mustafakemalleşmek” durumundayız. Tüm Anadolu Halkı’nın “mustafakemalleşmesi”dir önemli olan. Burada “mustafakemalleşmek”ten kasıt, hedefe ulaşabilmek için; her türlü yokluğa, yoksulluğa ve zor koşullara karşın, O’nun gibi özverili olmak, inanmak, programlamak/planlamak. Davranış biçimi olarak bunları benimsemek yeter. Ancak o zaman, O’nun ilkelerini yaşama geçirebilir ve birçok sorunun çözümüne katkı sağlayabiliriz.   “Mustaf Kemal Atatürk çok seçkin ve birinci sınıf bir varlık olarak…”(17) Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu cumhurbaşkanıdır. Anadolu Halkı tarin boyunca Osmanlılar’dan ve hattâ Osmanlılar öncesinden beri bu topraklarda, beşeriyet adına çok büyük hizmetler görmüş ve büyük “enerji yayınları” yapmıştır. Bu topraklarda kurulmuş olan hiçbir şeyin son bulması söz konusu değildir. Atatürk Cumhuriyeti ve devrimleri de ebediyen sürecektir. Atatürk ve cumhuriyet düşmanları hiçbir zaman başarılı olamayacaklar, tam tersine; Anadolu Halkı’nın uyum, esneklik ve sabır melekelerinin güçlenmesine hizmet edeceklerdir.
Mustafa Kemal Atatürk Türkler’in kökenini incelerken, ister istemez Mu Medeniyeti konusuna da girmiştir. Çünkü Orta Asya’nın kadîm toplumları orada Mu kolonileşmelerinin sonucudur. Biliyoruz ki, Mu kolonileşmesi dünyada üç bölgede yoğunluk kazanmıştır: Orta Asya, Hindistan ve Mısır. Bu arada, Mu’dan göç ederek ayrılan insanlar, ince göç kolları hâlinde dünyanın başka bölgelerine de gitmişlerdir(Maya, İnka, Aztek vb.)(18). Mustafa Kemal Atatürk Türkler’in ve Türkçe’nin kadîm geçmişini inceleyerek/inceleterek Mu kültüründeki tek Tanrı inancından da etkilenmiştir ki, bu ilgisi O’nu Kur’an’ı incelemeye zorlayarak, İslam’a sonradan karıştırılmış, bâtıl inanç ve bid’atları da görmesinde etkili olmuştur(19+20).
Pek çok seçkin özelliklerinin yanı sıra, bunca yoğun mesaisi içinde çok kitap okumasıyla da bilinen ulu önderimiz için, artık Türkler’in(daha doğrusu Anadolu Halkı’nın) köklerinin kadîm Mu Medeniyetine kadar uzandığı gerçeği kesinleşmişti. Yazımızın bu son paragrafında, tüm bunlardan sonra diyebiliriz ki, bu çalışmamızda Mustafa Kemal’i Anadolu Misyonu açısından ele aldık ama, o büyük insanın; sâdece seçkin bir ordu komutanı ve basiretli bir siyâset adamı olduğunu elbette biliyoruz. Ergün Arıkdal’ın belirttiği gibi, “Spiritüel açıdan onun son derece yüksek bir makamı vardır. Müthiş ön sezileri olan ve ‘enjekte bilgi’ye sâhip bir varlıktır. Yâni doğuştan bilgi ile dünyaya gelmiştir; sonra, yeryüzünde aldığı bilinen eğitimiyle, kendi varlığında zâten bulunan ve kaynayan vazifesiyle ilgili her türlü ilhâmı kendi varlığında taşıyarak vazifesini yerine getirmiştir. Yaptığı iş, sâdece; uygulamalar sırasında, bunları anımsamaktan ibarettir.”(21)
……………………………………………………………
(*) Bu çalışmamız dipnotlardaki, Ergün Arıkdal’ın ANADOLU MİSYONU adlı eseri esas alınarak hazırlanmıştır.
(1)    ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 50
(2)   Beşer(iyet)in başı boş olmadığı konusundaki âyetler: Yunus 20, Bakara 115, Hadid 4, Müzemmil 11, Müdessir 11, Kaf 16+17.
(3)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 46
(4)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 53
(5)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 31
(6)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 53
(7)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 54
(8)   “birleşik insanlık realitesi” kavramı için bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, syf.653 ve devamı.
(9)   ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 46
(10)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 16
(11)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 55+56
(12)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 59
(13)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 58
(14)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 59
(15)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 60
(16)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 16
(17)  ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 72
(18)  KÖKEN, Sinan Meydan
(19) ATATÜRK’ün İSLAM’a HİZMETLERİ, Yılmaz Kitabevi
(20) ATATÜRK’ün DİN ANLAYIŞI, Yılmaz Kitabevi

(21) ANADOLU MİSYONU, basım 2013, syf. 73

1 Mart 2017 Çarşamba

RABB’in İŞİNİ GÖRMEK…

RABB’in İŞİNİ GÖRMEK…
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

İnsan esâsen ruh varlığı olduğuna göre, enkarne durumda olan bir varlığın, kendi aslı/esâsıyla, yâni ruhuyla olan bağlantısının güçlü olması önemlidir. Bu bağlantı vicdan aracılıyladır. Bir bakıma, vicdan “kanalı” ruhumuzla olan göbek bağımızdır. Dolayısıyla bu “bağın” temiz ve açık olmasında yarar vardır. Vicdan “kanalını” nın tam açık olmasının önündeki engel nefstir. Bu nedenle nefsin eğitilmiş, arındırılmış olmasının önemi gelişim ve aydınlanma bakımından hep yinelenmiştir.

Ancak bu yapılanmada enkarne varlığın, yâni dünya bedeninin ruh ile doğrudan bağlantısı söz konusu değildir arada öz benlik vardır. Çünkü ruh, madde ötesi, evren ötesi bir yapıdır. Esâsen dünya bedeni öz benliğin enkarnasyonudur. Ruh ve maddesel beden cevherleri farklı yaratıklardır, doğrudan bağlanmaları söz konusu değildir. “Beden ötesindeki gerçek varlığın görece serbest durumu”(87+89+144+181)(*) olan öz benlik de maddesel bir yapıdır ve cevher olarak ruhtan ayrıdır. Öz benlik, evren “üstü” olan ruhun evrendeki tezahürü ve temsilcisidir. Maddesel beden de bir evren varlığı olan öz benliğin dünyadaki gelişim aracı ve temsilcisidir. Yani dünya bedeni öz benliğin gelişimine, öz benlik de bağlı olduğu ruhun tekâmülüne hizmet eder.

Bu yapılanma içinde bir enkarne varlık (dünya bedeni) öz benliğiyle ne kadar yakın ilişki içindeyse; yâni, öz benlik bedensel bende ne kadar çok tezâhür edebiliyorsa, varlığın enkarnasyon amacı (ve yaşam planı) ve vazifeleri de o kadar güzel bir şekilde yerine getirilir. Bu makbul durum genel anlamda Yukarı’nın tesirlerine / tesirliliğine açık olmanın ifadesidir. Öz benliğin, dolayısıyla ruhsal planın dünya bedeninde tezâhür etmesinin en güzel ifadesini Hz. İsa’nın bir hadisinde görüyoruz, “Babam ve ben biriz” demiştir. “Bedende ruh hali ya da ruh olarak yaşamak” da denebilecek bu makbul durum, Yukarı’nın tesirlerine açık olmanın, geçirgenliğin ve yansıtıcılığın da en güzel örneğidir. Öz benlikten ve Plan’dan gelen tesirin çevreye (hareketlere, fiziklere ve yasalara) yansıması için önce geçirgenlik olmalıdır; bu da sâdelikle, sâfiyetle ve arınmışlıkla olasıdır (Kur’an, Şura 88+89).  Bedenin emiciliği ne kadar gelişmişse, yâni ne kadar geçirgence, o beden o kadar çok ruhsal enerjiyi bünyesinde toplar ve yayar. Bu makbul duruma “pozitif yayın odağı olmak” şeklinde bir a koymak yanlış olmaz..    

İyi bir geçirgenlikle ruhsal enerjinin emilip çevreye %100’e yakın bir sâfiyette yayılması, yâni iyi bir pozitif yayın odağı olmak, Yukarı’nın işe yarar bir kulu ya da “eli, ayağı, gözü, kulağı” olmaktır. Yukarı’nın bu anlamda kulu olamamak söz konusu değil ama emiciliği ve geçirgenliği fazla bir enkarne varlık ile böyle olmayan bir enkarne arasında elbette fark vardır. Esâsen ne durumda olursak olalım, Rabb’in işini görmekte olduğumuzu akıldan çıkarmamakta yarar vardır. Hepimiz O’nun İlâhî Muradı’na hizmet ederek gelişmeye çalışan varlıklarız. O’nun İlâhî Muradı’na hizmet etmekte olduğumuz bilinciyle yaşamak ibâdet hâlinde yaşamaktır. Çünkü O’na hizmet ederek gelişmeyi peşînen (devre başında) kabul etmiş varlıklarız. Ayrıca gelişim düzeyimiz de bunu gerektirmektedir. Yaşa öykülerini, beşeriyete hizmetlerini ibretle okuduğumuz ve bilgilerinden yararlanmaya çalıştığımız erdemli bilge insanların günlük işlerini sanki Rabb’in bir parçası olduğu bilinciyle yaptıklarını görüyoruz.

Yine unutmayalım ki, dünyada olup bitenler ve olduğu gibi yaşam, Tanzim Edici Planlar’ın bir senaryosudur sanki. Bu Tanzim Edici Planlar’a, onların tezahür uzantıları olarak biz enkarneler de dâhiliz. Bu senaryoda biz enkarneler ( bu planların tezahür uzantıları olarak) oyuncu figüranlar durumundayız. Belli bir role tâlip oluşumuz; genel gelişim düzeyimiz, karmik yükümüz ve belli konulardaki liyakatimizle belirleniyor. Bu nedenle, yaşam sahnesinde oynadığımız rollerin doğrudan doğruya kendimizin olmadığını da akılda tutmalıyız. Her şeyden önce unutmayalım ki, esas aktör / oyuncu (kuklacı) öz benliğimizdir. Eğer merak ediyorsak ve bizim için önemliyse, rolümüzü anlamak yaşamın bizden beklediğini anlamakla olanaklıdır. Bu nedenle, senaryoyu (yâni yaşamın dilini) çözmeye çalışmak çok da gereksiz / yersiz bir şey değildir. Bir ömür boyu, yaşam senaryosunun bir oyuncusu olarak sergilediğimiz performans da bir sonraki rolümüzün ana hatlarını belirliyor. Durum böyle olunca da bu, bir bakıma; yaşamın çetin yollarında ilerlerken, kendi yolumuzu da kendimiz yapıyoruz demektir. Belli bir yönde yolumuzu yapa yapa ilerliyoruz. Bu demektir ki, gelecekte kat edeceğimiz yolların da mimarlarıyız.

Kişinin kendi yaşam çizgisini kendisinin belirliyor olması ona bir sorumluluk yükler. Bu gerçek, bilinse de bilinmese de, Yeni Çağın / Devrenin insanının da ortak özelliğidir. İlâhi İrade Yasaları hiç şaşmaz işleyişleriyle bu gerçeği her an varlıklara anımsatır. Bu da, sorumluluğumuzun her boyut için geçerli olduğu anlamına gelen bir gerçektir. Yani devreye aday olabilmenin koşulları arasında böyle bir sorumluluk bilincine ulaşmış olmanın yanı sıra, esneklik ve uyum becerilerinin de bulunduğunu yazımızın akışı içinde belirtmiştik. Çünkü bu meziyetler İlâhi İrade Yasaları’na uyumda zorlanmamak İlahi Murad yönünde olmanın da işareti olabilir. İlahi Murad’a hizmet etmemek elbette söz konusu değildir. Aslında tek hücreli canlılar da o murada hizmet etmekten başka ne yapıyor ki ama bunun bilincinde olmak erdemli bilge kişilere özgü bir farkındalık olsa gerek. Rabb’in işini görmekte olduğumuzun farkındalığı…  
…………………………………………….

(*) Yazımızın akışı içinde görülecek rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂŞNAT’tan yapılan alıntıların sayfa numaralarıdır.

20 Şubat 2017 Pazartesi

ORTA YOL OLGUNLAŞMA YOLU…

ORTA YOL OLGUNLAŞMA YOLU…
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever
Dünyanın kaba maddesinden (topraktan) bedebler edinmiş enkarne varlıklar olan bizler için gelişimde esas olan, dünya maddesine sırt çevirmek değil; onunla birlikte ve ona rağmen, onun ketmedici ve kendisine benzetici etkisine rağmen, ruh varlığı bilinciyle yaşamak ve şuurlanmaktır. Bu varlıksal ve temel amaçta başarılı olmak için gelişim aracımız olan bu geçici beden sağlıklı olmalıdır. Yeri gelmişken, beşerî beden ve onun sağlığı söz konusu olduğunda, insan bedeninin; dünya maddesinin öz benliğimiz(ve dolayısıyla ruhumuzla) en üst düzeyde temas hâlindeki bölümüdür. Bu nedenle bedenin sâdece fizyolojik, biyokimyasal durumunun değil; duygusal ve düşünsel arınmışlığının önemi de ortaya çıkmaktadır. Durum böyleyken, vücut dediğimiz organizmamızı sağlıksız hâle getirip; o vücuttan sağlıklı düşünmeyi, duyumsamayı ve öz benliğin dünya ile sağlıklı bağlantısını düşünmek sağlıklı bir yaklaşım olmasa gerek. Her alanda; sağlık, sâfiyet, temizlik, arınmışlık ve duruluk güzel şeydir. Üzerinde bulunduğumuz “yer kürenin maddesel koşullarının derecelenmiş bir formasyon hâli”(147)(*) olan bedenin temizliğinde de, sağlığının korunmasında da orta yol en isâbetli ve işe yarar yol olmaktadır. Dünya yaşamında orta yolda olmak ve ilerlemek, ezoterizmde ve tasavvufta, “bir elin göğe açık, öteki elin yere bakar durumda olması” şeklinde ifadesini bulmuştur. Bu tutum yer ile gök arasındaki orta yoldur ki, kadîm bilgelikte ve dinsel öğretilerde “dengeli ve güvenli gidiş” olarak önerilmiştir.
Negatif yönde aşırılık dünya maddesinin bugünkü titreşim düzeyinin doğal eğilimidir. Maddeye dönük, madde ağırlıklı yaşamak, maddesel birikimi güç ve iktidar sanmak, madde gibi âtıl ve “hep bana hep bana”cılığı, yâni madde gibi olmayı beraberinde getirecektir/getirmektedir. Bu nedenle, “madde ahtapotu”nun vantuzlu kollarına yakalanmamak için, “bir elin sürekli yukarıya açık” olmasında(yâni orta yolda olmakta yarar vardır ve zâten “olgunlaşma yolu” da budur.   
Maddenin bizleri “orta yol” olan olgunlaşma yolundan ayırıp, kendine çekici ve kendine benzetici etkileri kapsamına; atâlet, monotonluk ve alışkanlıkların rehâvetine düşmek de girer. Dolayısıyla değişip, gelişip, şuurlanmak bizler için  önemliyse, “orta yol”da ilerlerken, bunlara da dikkat etmek durumundayız. Belirli, yâni hep aynı alışkanlıklar örüntüsü içinde otomatik/monoton bir yaşam şekli gelişim açısından verimli bir gidiş olmamaktadır… “Ruhun tesirliliğiyle oluşmuş şuurlu madde hâli”(35) dediğimiz dünya bedeni, “nefs” dediğimiz, gelişime/eğitilmeye muhtaç yanından dolayı atâlete, rehâvete  va monotonluğa yatkındır. Nefsin bu etkisine karşı da uyanık olmak durumundayız. Nefs, alıştığı şeylerin dışına çıkıp, rahatının bozulmasını istemez. Bu nedenle, nefsin rahatını kaçırsa da, monoton bir yaşam üzerine kurulmuş dengelerin arasıra bozulmasında gelişim açısından yarar vardır.
Bu durumda varlık bozulan dengeyi yeniden kurmak için; hâlet deneyimlemek (üzülmek, sıkılmak, sevinmek vb.), aklını işletmek zorunda kalır ki, bu da yeni yeni görgü ve deneyim birikimi oluşturması bakımından önemlidir. Bu anlamda kim yaşamın kısır döngüsünden sıyrılır; ona rehber varlıklar tarafından yol verilir, yoluna ışık tutulur, ışığı güçlendirilir, beslenir ve rehberlik edilir. Enkarne varlık kendi iradesiyle, alışkanlıklarının rehâveti ve otomatizması içinde, onları değiştirme ve iyileştirme hareketleri yapmayıp, atâlete düşerse, öz benliği ve ona bağlı rehberlik sistemi onu, atâlet ve rehâvetle gelen verimsizlikten kurtarmak için yeni yeni mizansenler ve problemler düzenler. Bunun için motivasyon ögesi olarak; duygusallıklar, korkular, endişe, hırs ve hatta açgözlülük gibi çeşitli beşerî zaaflardan yararlanılır.
Tüm bunlardan amaç, biz dünya beşeriyeti için hedef olan bir üst gelişim düzeyine, Yeni İnsanlık aşamasına geçebilecek duruma gelmektir. Yeni İnsanlık düzeyine, geleceğin dünyasında yaşamaya aday olabilmek için, elbette; şu içinde bulunduğumuz ve sonuna hızla yaklaşmakta olduğumuz devrenin varlığa verebileceği her şeyi almış ve hazmetmiş olmak gerek. Çünkü geleceğin dünyası bu durumda olan varlıklardan, yâni “iyi bireyler”den oluşacak. Büyük ölçüde insanlaşmış bu “iyi bireyler” kendi ruhsal enerjilerini bedende daha çok tezâhür ettiren fertler olacaktır. Başka bir deyişle, geleceğin dünyası; dünyanın toplam beşerî nüfusuna göre az sayıda ve içinde bulunduğumuz devrenin kıyam etmiş(şuurda uyanmış) “yarı idraklidüzeyin(3,50,58,60,77,101,135,197,180) en seçkinlerinin dünyası olacaktır. “İyi insan” konusunda Hz.Muhammed’in de bir hadisi olduğu bilinmekredir: “Tüm yaratılmışlar ALLAH’ın ev halkıdır. ALLAH’ın en çok sevdiği insan, O’nun ev halkına en çok yararlı olandır.”(Prof Dr.Mustafa Sıbai, İSLAM SOSYALİZMİ, baskı 2, syf.230)
Samimiyetin(içtenliğin), doğruluğun/dürüstlüğün, insan haklarına en üst düzeyde saygının, bilginin ve bilgeliğin, aydınlığın, sevginin, karşılıklı saygının ve saydamlığın dünyası… Bu beşer tiplemesine kabaca da olsa ne kadar uyarsak, yâni bu insânî değerleri ve özellikleri bünyede ne kadar tezâhür ettirip yaşama geçirmişsek, rolümüze ve vazifemizin kisvesine o denli bürünmüşüz demektir. Bu elbette kolay değil, çünkü; şunu da unutmayalım ki, kaba bir ortamın tesirlerinin örüntüsü içindeyiz. Bu kaba tesirlerin bir kısmı, “yarı idrakli” dünya beşeriyeti olan bizlerin mârifetidir. Bu yükleri üzerimizden atmak, önce; kendimize karşı dürüstlükle/samimimyetle ve açık yüreklilikle başlar. Bunu bir yaşam biçimi olarak benimseyen bir kişi, içinde bulunduğu topluma ve doğaya saygılı ve sevgi dolu olur. Asıl kendimiz olan öz benliğimizin(dolayısıyla ruhumuzun) tesirliliği ve irâdesi böylece bedende tezâhür etmiş olur. Bu tesirliliği emip yansıtmak, erdemli bilge kişilere özgü bir özelliktir.
………………………………………………….
(*) Yazı akışı içinde görülecek rakamlar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’tan yaptığımız alıntıların sayfa numaralarıdır.


18 Şubat 2017 Cumartesi

YAŞAM ve KISMET

YAŞAM ve KISMET
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

Yaşamımız, çoğu bizimle / kendimizle ilgili bir çok bileşenin ortak paydasıdır. Bu bileşenler, önceki yaşamlarımızdan kalma; karmik yükümüz, liyakatimiz, şimdiki yaşam planımızın içeriği şimdiki yaşam şeklimizdir. Genel ve ana hedefi ruhsallık olan yaşam  aynı zamanda bir olaylar silsilesidir ki, bu olaylardan doğrudan bizim başımıza gelenler de söz konuşu bileşenler tarafından belirlenmiştir. Kabaca, bir yaşamın sonucu gelecek yaşamı hazırlar ve bir yaşam, bir önceki yaşamın sonucudur. Yaşam bu şekilde sürüp giderken, karşılaştığımız olayların bir kısmı değilse bile, bazıları hoşumuza gider, bazıları gitmez, hattâ canımızı sıkar, işimize gelmez. Bunlardan çok beğendiklerimize, ama nasıl olup da önümüze “rastgele” çıktığına akıl erdiremediklerimize “kısmet” deriz. Aslında “kısmet” dediklerimiz de de bir rastgelelik yoktur: Yaşam planımızla ilgili bir hakkın ifadesidir kısmet…

Tesâdüf ve rastgelelik söz konusu değil, ama âlemde işleyen sebep-sonuç “zincirinin(1) önceki halkalarını sağlıklı bir şekilde görecek basiret ve fehme sâhip olmadığımız için, hiç beklemediğimiz bir zamanda karşımıza çıkan bir olanağa , nîmete, fırsata ya “tesâdüf” deriz ya da “kısmet”, ama daha çok beğendiklerimize ve o anki çıkarlarımıza uygun olanına “kısmet”… Aslında o,  yıllar öncesine, hattâ bir önceki yaşamımıza kadar gerilere dayanan olaylar ve liyakatler zincirinin bir sonucudur ve o kısmet elbette ki, başka bir şeyin/olgunun/liyakatin oluşumunun başlangıcıdır...

Bu özelliğinden dolay kısmet dediğimiz olgu, bir varlığın yaşam planının belli bir zaman ve mekân kesitindeki en kritik noktasının da ifadesidir. Gerçek “makas değiştirme anları”dır bunlar. Örneğin, bilgi de, daha önceden hiç duymamış olsak da bir kısmettir; önümüze geldiyse(gülüp geçmeden, ötelemeden, iteklemeden, alay etmeye kalkmadan), en azından ilgilenmeliyiz. Aksi halde; hem kendimizin, hem başkalarının kısmetini kapamasak bile geciktirmiş/ertelemiş oluruz. Bu kısmet onların ve kendimizin yaşam planlarımızdaki bir hakkı elde etme fırsatı/vesilesi olabilir. Bu durumda ve bu anlamda kısmet, bir hakkı elde etme ânı, yeri ya da noktası olabilir…

Sâdece “kısmet” nitelikli bu tür olanak ve hak değil, enkarnasyon alanımız içinde bulunan her şey bizim için gelişim araç-gerecidir ve bunlar Sebep-Sonuç Yasası’na göre bizim çevremizde tplanmış/oluşmuş durumdadır ya da biz böyle bir ortamda(zaman-mekân koşullarında) bulunuruz. Esâsen şimdiki yaşamımız ve içinde bulunduğumuz koşullar, bundan önceki yaşamlarımızın ve bu yaşama doğduğumuz günden bu güne değin yapıp ettiklerimizin  olmazsa olmaz en doğal sonucudur. Hattâ bir bakıma, sonsuz geçmişten (ki bunu amorfa değin gerilere götürebiliriz) bu güne kadar ki birikimimizin en doğal sonucu olarak, bu zaman-mekân kesitinde şu koşullarda böyle bir yaşam planını uygulama kapsamında deneyim ve görgü birikimi artırmaya çalışıyoruz. Konuyla ilgilenen okurlarımızın hemen anımsayacakları gibi bu “deneyim ve görgü biriktirme” etkinliğimiz RUH ve KÂİNAT ile İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT’ta çok geçer ve her iki değerli eserin  de yazar bu konuda şöyle demektedir: “Dünya yaşamından ve deneyimlerinden amaç, ruhun; maddesel kazançları bir hedef değil, yüksek ve genel hedeflere araç olarak tanımayı görgü ve deneyimle öğrenmesidir. İşte ruhun bu görgü ve deneyim birikimi oranında maddelere ve olaylara egemen olur ki, dünya yaşamlarında gösterilen idraklenme cehti bu yöndeki başarının ortaya çıkması için gerekli olan birer egzersiz / uygulama yerine geçer. “– Bedri RUHSELMAN (Ruh ve Kâinat, cilt III, 850’den sonraki sayfalardan) Ayrıca, dünyada edindğimiz söz konusu deneyim ve görgü birikiminin varlığın(öz benliğimiizin) “öz bilgileri”nin alt yapısını oluşturduğunu da İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerimizden anımsıyoruz.(2)

Tüm geçmiş birikimimizle birlikte; değişe, dönüşe, evrile bu âna geldik ve böyle de gidiyoruz. Böyle deyince, okuyucunun aklına şöyle bir soru gelebilir: “İyi, anladık da; bu yaşamımıza değin, kimbilir kaç yaşam geçirdik ve kimb,lir ne kadar görgü ve deneyim birikimimiz oluştu ve de ne kadar çok şey öğrendik, ama doğarken, sanki her seferinde sıfırdan başlıyoruz. Geçmişten gelen bilgi, görgü ve deneyim birikimimizi devreye sokuverseydik? ” Enkarne varlıklar her yaşamda belli sayıda, hem de bir kaç kalem denecek kadar az bilgi uygulaması yapmak ve idraklenmek üzere plan hazırlar  ve o planı uygulayabilecek kadar bir şuur birikimi ya da rezerviyle doğar. Başka türlü bir söylemle, bir evren varlığı(öz benlik) enkarne olurken, o yaşamda bedenli olarak neler yapacaksa, onlara yetecek  kadar bir şuur uyanıklığını bedene yansıtır. Bu miktar İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT bilgilerine göre; şuurun tamâmı değil, 8’de 7’sidir. Büyük bir kısmı ama tamâmı değil. Ayrıca, öz benliğin tüm bigi birikimi de bedene yansıtılıyor değil.

Yaşam planı uygulama kapsamında ve idraklenme cehti içinde insanlaşmaya çalışan enkarne varlığın önünde en büyük engel nefsaniyettir. Birey nefsaniyetten arınıp, sahte benliklerini en aza indirme ve duygularını yönetme bağlamında çalışan birey, bir yandan nefsinin gelişimine ket vuran ve onun ketmedici(3) etkisinden kurtulurken, bir yandan da beşerî yaşam düzeninin koşullandırmalarına ve maddenin cezbedici etkisine karşı da özgürleşir ve güç kazanır. Burada “beşerî yaşamın koşullandırmaları” önemlidir, çünkü “yarı idrakli”(4) beşerî varlılar olarak dğduğumuz günden başlayarak  bu koşullandırmaların etkisi altında bazı doglamar, ön yargılar, inançlar vb. geliştiririz. Bunlar, bilgi uygulaması yapmaya, “uyanmaya”, aydınlanmaya, yenileşmeye ve şuurlanmaya engel, bundan dolayı da genellikle sıkıntılı eprövlerle kurtulabildiğimiz birikimlerdir. “Gerçekten yaşamın ipnotik câzibesine yakalanmış kalmış, bu câzibenin yörüngesinden sıyrılma gücünü ve çabasını göstermeyen beşeriyete; ‘ UYAN borusu ‘(kalk borusu), az zaman sonra çalınınca, kendi yanlışları üzerine kurdukları inanç-itikat-görüş ve zan saraylarının temelleri yıkılıp, riyâ duvarları da çökünce, ıstırapların erdemi anlaşılacaktır…..”    (Ergün Arıkdal, Ruhsallık Üzerine Denemeler, S:136-137)

Devre sonunda gelişim ve yeni devreye adaylık liyakati kazanma söz konusu olduğunda ise bu anlamda kazanımlar daha da önem kazanır. Çünkü devre sonunda, yeni devreye aday olabilmenin koşulu, belli bir esnekliğe ve “yoğrulabilirliğe” ulaşmaktır. Bu durum, daha ezoterik anlamda, “Rabb’in ellerinde iyi bir yay olabilmek…” şeklinde de sözcüklere dökülebilir. Burada “Rabb”den kastımız öz benliğimizdir, yâni öz benliğin(hattâ öz benlik de ruhun) ellerinde güzel bir “yay” olsun ki, öz benlik elinde oku hedefe ulaştırabilsin ve hattâ onikiden hedefi vurabilsin(yâni İlâhî Muradını gerçekleştirebilsin). Hepimizin ideali olan bu güzel durum, aynı zamanda, “nefsi Yukarı’nın irâdesine tâbi kılabilme beşerisi ve gücü”dür. Bir devre boyunca, o devrenin öğrencisi olmuş bir varlıktan o devrenin sonunda beklenen/beklenecek performans budur. Esâsen tekrar tekrar doğuşlar silsilesi içinde, bu devrenin varlık kadrosu olarak yapageldiğimiz bundan başkası değildir: Bu devreden mezun olabilecek insanlık düzeyine gelmek.

Bu kapsamda idraklenme ve şuurlanma cehti içinde en önemli tutumlardan (ve aynı zamanda meziyetlerden) biri de içtenlikli (samîmî) olmaktır. Günlük yaşamda içtenlikli ve dürüst olmak, yâni koşullara (özellikle de zorluklara) uyum olanağı ve kolaylığı sağlar. Yukarıda değinip geçtiğimiz esnekliğin,  uyumla beraber, verimli bir yaşamın belirgin ögelerinden biri olacağını daha önceki paragraflarımızda da belirtmiştik. Yaşamda şuurlanmayı önemsemiş ve benimsemiş kişinin kendisine yönelişinde ve bu konuda başarılı olmasında da samimiyet ve açık yüreklilik esastır. 

Geleceğin dünyası böyle varlıkların enkarnasyon ve gelişim alanı olacaktır. Yâni; samimiyetin, doğruluğun, bilgeliğin ve bilginin, aydınlığın, sevginin ve saygının ve de saydamlığın yaygın olarak deneyimlendiği bir dünya… Esâsen beşeriyet olarak bu erdemleri öğrenmeye çalışıyoruz kavga-döğüş devre boyunca… Bu insânî değerleri(erdemler) bünyemizde ne kadar tezahür ettirebiliyor ve her şeye rağmen yaşama geçirebiliyorsak, böyle bir yaşam şekline ne kadar uyumlu isek, yeni döneme aday olma olasılığımızda o kadar yüksek demektir.

Çeşitli inişlerle çıkışlarla sonsuza uzayıp giden gelişim yolunda ilerlemenin belki de en önemli kuralı, evrenin de düzenini sağlayan İlâhî İrâde Yasaları’nın gözetimi ve denetimi altında olduğunu kabul etmek ve bu yasalara uyumlu yaşama duyarlılığı içinde bulunmaktır. Varlıklar söz konusu ALLAH Yasaları’na ne kadar uyumlu düşerlerse, gelişim ivmelerini o kadar artırmış olurlar. Bu ilerleyişte seçme özgürlüğümüz var ama onu içsel gelişim yönünde kullanıp kullanmadığımız önemli. Çünkü yaşamda her şey gelişim için araç/gereç ve malzeme ama akıllılık; bunları gelişim, insanlaşma ve yeni devreye aday olma özlemi ve duyarlılığı içinde kullanmaktır.

Gelişim yolunda ilerleyişte ve İlâhî İrâde Yasaları’na uyum konusunda varlığın önünde en sakınılması gereken engellerden/ dirençlerden biri dogmalar ve ön yargılardır. Yol ile yol olmadan (yol ile özdeşleşmeden, ki buna öğrencileri olduğumuz yeni ruhçuluk da dâhil) ilerleme duyarlılığı içinde, doğmalar edinmemeye dikkat etmekte yarar var. Bu yolda ilerlemenin kolaylığı da; sâdeşme, arınma ve saflaşma kavramlarında anlamını bulan niyet ve tutumlarla uygulamalardır. Bu arada, “yapay ihtiyaçlar”dan, ön yargılardan, dogmalardan ve sahte benliklerden kendimizi ne kadar soyutlarsak, Yasalar’a o denli uyulmanmış ve öz benliğimize (dolayısıyla planımıza ve sonsuz yüceliklere o denli ve samimi bir yaklaşma cehti sergilemiş oluruz.

İşte böyle bir duyarlılık içinde yaşamak, aynı zamanda “yenileşme” yolunda ilerlemektir. Değişip, dönüşüp, yenileşmenin sürdürülebilir olması da buna bağlıdır. Yenileşme ve değişim birbirini tetikleyen iki olgudur. Yeni olana açık olmak ve onu benimseyip uygulamak, değişimi ve gelişimi kolaylaştırır. Yeniye kapalı olmak zâten; doğmalardan arınamamış, onların güdümünde olan kimselere özgü, kişiyi âtıllaşmaya sürükleyen olumsuz bir durumdur.
………………………………………………………………
(1)     Lafın gelişi olarak “olaylar zinciri, sebep-sonuç zinciri” deriz ama bu, doğrusal(lineer)değil, kaotiktir.
(2)    Bkz. sayfalar 112 ve devamı, 133 ve devamı.
(3)    Ketmetmek: gizlemek

(4)    İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 3,50,58,60,77,101,135,180,197.

5 Şubat 2017 Pazar

KURTARICI TESİRE UYUM SAĞLAMAK

KURTARICI TESİRE UYUM SAĞLAMAK
HAZIRLAYAN: Selman Gerçeksever

İlâhî İrâde Yasaları’na uymamak söz konusu değil ama, seçme özgürlüğümüz(*) de fıtratımızda bulunduğu için, bu varlıksal özgürlüğümüzü bu yönde kullanma hakkımız da var, nasıl ki cehennemi yeğleme özgürlüğümüz de olduğu gibi. Bu nedenle gelişim açısından esas olan, İlâhî İrade Yasaları’na giderek uyum saylamak, onlarla bütünleşmek ve onları kullanır düzeye gelerek, evrende olup bitenlere daha etkin bir katılımcı olmaktır. Evrenin “organizasyon sistemleri”nde(1) bulunan varlıklar evren kapsamlı yasalara ve Aslî İlke’nin(2) gereklerine derece derece uyum sağlamış ve bunlarla bir şeyler yapabilir ve İlâhî Murad’a daha iyi ve etkin bir şekilde hizmet eder duruma gelmiş varlıklar olsa gerek… Bununla bağlantılı olarak, yaratılmış olup da gelişmemek söz konusu olmadığını biliyoruz. İlâhî İrâde Yasaları’na uymamak şöyle dursun, evrende ruh varlıkları sürekli olarak yasaların gözetim ve denetimi altında ilerlemek zorundadırlar; anladığımız kadarıyla, evrende ilâhî düzen böyle sağlanıyor. Yüceler Yücesi Yaradan, yarattıklarını yasalarıyla geliştirmeye, yüceltmeye çalışıyor, kendisine yardım etmemizi istiyor, biz varlıkları kendisine benzetmeye çalışıyor ve kendisine yakın olmamızı istiyor(3). Zâten, elimizdeki bilgilerden anladığımız kadarıyla da; sâdece maddenin gelişiminde değil, ruhun tekâmülü kapsamında olup duran ve evrende olup biten de bundan başkası değil.

Tüm varlıklar için tek yön ve tek hedef olan bu varlıksal başarıya ulaşmanın evren kapsamlı etkinlikleri, maddenin derinliklerinde(âlemlerin uzaysal objelerinde), hattâ “amorf madde”nin ilk hallerinden, hidrojen öncesi aşamalardan başlayarak sürüp gidiyor(4). Bu gelişim etkinliğinin bizlerin düzeyindeki görünümü, kendini tanıma/bilme duyarlılığı içinde; doğru yolda olabilmek, saflaşmak, yenileşmek ve Yukarı’ya ve dolayısıyla İlâhî İrâde Yasaları’na giderek daha çok uyum sağlayabilmek. Bunlar çok kadîm zamanlardan günümüze değin sâdece kutsal metinlerde değil, seçkin inisiyasyonlarda, kadîm bilgeliklikte de anlatılmış, yaşama nasıl uygulanacağı peygamberler ve büyük inisiyeler(5) tarafından gösterilmiştir. Gelişimi ağırlaştırıcı yapay gereksinim ve isteklerden arınmak, sahte benlikleri en aza indirmek, duyguları/duygusallıkları yönetme gayretleri kişiyi sâdeleşmeye ve saflaşmaya götüren uygulamalardır. Bunu sürdürülebilir kılmak, bir ömrü böyle geçirmeye çalışmak, bir bakıma “ibâdet hâlinde yaşamak” olsa gerek… Bu anlamda saflaşmak ve arınmakla gelen “kalp temizliği”, bir bakıma (yukarıda değindiğimiz) ALLAH’a benzeme ve O’na yaklaşma çabasıdır. Bu “yaklaşma/yakınlaşma” her ne kadar mutlak anlamda sonsuz kere sonsuz bir gidiş olsa da; Kişi bunla ne kadar başarılı olursa, İlâhî İrâde Yasaları’na da bu zaman-mekân kesitinde o denli uyum sağlamış demektir. Bu da tüm varlıklar için ideal bir başarıdır.

Bu güzel gidiş aynı zamanda “yenileşmek” demektir. Gelişimin “geri gitmesi” diye bir şey olmadığına göre, değişmemek ve yenileşmemek de söz konusu değildir.  Burada “yenileşmek”, zihinsel içerik ve nitelikle ilgili olduğundan, bu anlamda “yenileşmek” büyük ölçüde; önyargılar, tutuculuk, gelenekçilik, ecdatperestlik ve yeknesaklıkla ilgilidir. Bu durumda olan bir zihin küresel; düşünemez, irdeleyemez ve algılayamaz. Özellikle devre sonlarında, devreyle birlikte yeknesak düşüncenin iflas etme, tümden işlevsiz kalma günleri de yakındır. Bir üst paragrafta sözünü ettiğimiz kavramlardan, sâdece; doğru yolda olabilmek, saflaşmak ile birlikte bu anlamda “yenileşmek” de Göksel Tesir’e uyum bakımından gereklidir. Burada “Göksel Tesir”den devre sonunun rahman ve rahim olan şuurda uyandırıcı(kıyam ettirici) tesirini kastediyoruz. Bireysel vicdanların Yukarı’nın emellerine (İlâhî İrâde) uyumlu kılınması da bununla olası.

Sâdeleşme ve saflaşmayla(arınmayla) gelen bu yenileşme söz konusu şuurda uyandırıcı tesirlere açıklık anlamına geleceğinden, süngerin suyu emişi gibi; bu durumda olan birey kurtuluşunu kolaylaştırıcı bu tesirleri sâdece çekmekle kalmayacak, çevresine yansıtacaktır da… Rabb adına konuşacak hâlimiz yok ama dipnot üçte numaralarını verdiğimiz ayetlerden sezinlediğimiz kadarıyla, Rabb’in muradı (İlâhî Murad) kendi ruhsal enerjisini, gözetimi altındaki varlıklara en yüksek oranda aktarabilmek. Bu ilâhi lütuftan nasiplenebilenlere ne mutlu…
……………………………………………………..
(*)   VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları
(1)    İLÂHİ NİZAM ve KÂİNAT, Bedri Ruhselman, syf. 70,74,79,168,173,245.
(2)   Dipnot 1’deki eser, syf. 195,231 ve devamı, 294,305.
(3)   Fecr Sûresi, Bakara 221, Hac 40, Muhammed 7.  
(4)   Bu aşamaların ayrıntıları dipnot 1’deki eserde görülebilir(syf. 7 ve devamı, 20 ve devamı, 40 ve devamı, 191 ve devamı.)
(5)   BÜYÜK İNİSİYELER, Ruh ve Madde Yayınları


29 Ocak 2017 Pazar

İDRAKLENMEK ve ŞUUR HAMLELERİ…

İDRAKLENMEK ve ŞUUR HAMLELERİ…

HAZIRLAYAN:  Selman Gerçeksever
Gelişimin hemen hemen esâsı olan şuurlanmak sürekli değil, idrak birikimleri sonucu oluşan makbul bir durumdur. Dolayısıyla belli miktarda idrak edilmiş görgü ve deneyim birikimleri sonucunda şuur hamleleri yapmak söz konusudur. Bireysel düzeyde bu böyle olduğu gibi, beşeriyet düzeyinde de çok farklı değildir: Bir devrenin varlık kadrosu devre boyunca sergilediği gelişim sonunda bir üst gelişim düzeyine yönelik sıçrama hareketi de bir şuur hamlesidir. Gelişim toplu halde ve toplum hâlindedir ama toplumun/beşeriyetin böyle bir hamle sergileyebilmesi tek tek bireylerin idraklenme ve şuurlanma cehtine bağlıdır. Bu nedenle bireysel düzeyde yapıp edilenler ve etkileşimler önemlidir.

Bireysel düzeyde hepimizin varlıksal hedefi olan ve kadîm zamanlardan beri tüm seçkin kadîm öğretilerin ve dinsel öğretinin de ana temasını oluşturmuş şuurlanma hamlelerinin olabildiğince sıkça olmasını kolaylaştırıcı etmenlerden biri zihinsel esnekliğe sâhip olmaktır. Zihinsel esnekliği önündeki engeller; dogmalar, ön yargılar, yeniliğe kapalı olmak ve tüm bunlardan dolayı küresel düşünememek. Bu anlamda esnekliğe sâhip olmanın beraberinde değişik ve zor koşullara uyum becerisi gelir. Ayrıca, esnekliğin temelinde, erdemli bilge kişilere özgü bir dayanma gücü de vardır. Esâsen, gelişim yolunda karşılaştığımız zorlukların ve ıstıraplı yaşam sınavlarının hikmeti bizlere bu anlamda esneklik kazandırmaktır. Sabırlı olabilmekle gelen  bu esneklik bizi, gelişim yolumuzun üzerindeki öteki zor koşullara uyum ve gelişim yönünde  gereğini yapma becerisi kazandırır ki, bu tutum ruh varlığının gelişim yolundaki genel ve evrensel tavrıdır.

Girişte sözünü ettiğimiz şuur hamlelerinin bir ömür boyunca çok seyrekleşmemesi için kazanılacak önemli bireysel özelliklerden biri de “geçirgen” duruma gelmektir. Burada “geçirgenlik” ten kasıt, süptil(titreşimi yüksek) tesirlere karşı geçirgenlik, hattâ öncelikle öz benliğimizden gelen tesirlere karşı dirençsiz olmaktır ki bunun başka türlü ifadesi de arınmışlık ve sâfiyet durumudur. Buna, dilerseniz, “bedensel benin tesir emiciliği”, hattâ iç zeminin süptil tesirlerin enkarnasyonuna elverişli kalitede olması da diyebiliriz. Buradaki “arınmışlık”, sâdeleşmeyle gelen sâfiyettir. Şuur hamleleri yapabilmek bizler için önemliyse, gelişim yolumuzda ilerlerken, önceki realitemizle ilgili araç gereci kullandıktan sonra, onlarla özdeşleşip zamanında terk edememişsek, ilerlememiz zor olacaktır. “Yük” ne kadar hafif ise, yürüyüş o kadar kolay olur. Gelişimde sâdeleşmek, sâde olarak yaşamak, şuurlanmada başarının ve insanlaşmanın önemli koşullarından biridir. Sâdeleşmek, (bizler için çok önemli olan bilgiler de dâhil) elimizdeki her şeyin yenilenmesidir. Bunun için, öncekilerin, özleri alınıp zamanında bırakılmış olmaları gerekir.

            Eski olandan, işi bitmiş olandan ne kadar arınabilmişsek, söz konusu olan yenileşmeyi o kadar kolay yaparız ve gelişim yolunda gereksiz duraklamalar, oyalanmalar(alan tarama) yapmayız. Gelişim aracımız olan bedenin doğası madde olduğu için, dünyanın en süptil maddesi de olsa; atâlete, birikmeye, biriktiriciliğe ve statükoya yatkındır. Bu nedenle gelişim araçlarımızdan fazlalıkları sarfederek sâdeleşme duyarlılığımızı/farkındalığımızı canlı tutmakta yarar var. Çünkü kişiyi biriktirdikleri batırır… Biriktire biriktire “kabuklar içinde sâbitleşip kalmak” yerine, sâdeleşerek “hafiflemek”, süptilleşip saflaşmak erdemli insanlara özgü ve elbette taklid edilmeye değer bir uygulamadır. Böyle bir duyarlılık içinde bedensel benin süptil tesirleri emicilği ne kadar gelişmişse (yâni, süptil tesirleri geçirgenliği artmışsa), o kadar çok ruhsal enerjiyi bünyesinde toplar ve yayar.

Bu güzel durum aynı zamanda, “ALLAH’ın ipi ”ne(Bakara 256, Ali İmran 103) sıkıca tutunmuşluğun göstergesidir ki, bu da Yukarı’ya çekilişi kolaylaştırır, gidişi istikrarlı hâle getirir. Bu aynı zamanda, “ibâdet hâli içinde yaşamak” tır. Ne yapıyor olursak olalım, bir elimiz göğe çevrilmiş olmalıdır. Günlük işlerimizi, Yukarı’yı zihinde tutarak, O’nun bir tezahür uzantısı olduğumuzu sık sık anımsayarak yapıyor olmak, Bütün’ün hayrı ve kendi hayrımız bakımından çok iyidir. Olup biten her şey ile kendi yapıp ettiğimiz her şeyin Rabb’in işi olduğunu unutmayanlara ne mutlu… O’na hizmet eder durumdayız. Bu devrenin kadrosunu oluşturan enkarneler olarak, O’na hizmet ederek gelişmeyi kendi seçme özgürlüğümüz, genel gelişim düzeyimiz ve liyakatimiz bakımından kendimiz kabul etmişiz. “Tüm hareketlerin ve fiillerin hedefi vazifedir.”(Bedri Ruhselman) Artık sonlarına gelindiğini bildiğimiz devrenin Rabb’inin işlerini görerek gelişmekte olduğumuzu bilinciyle yaşamakta ve şükretmekte yarar var… Zor ama başaracağız; zâten gelişmeme ve başarmama lüksümüz yok.








20 Ocak 2017 Cuma

EVRENDE VARLIK NE YAPAR DURUR ? Seçme Özgürlüğü ve Özbenlik

 EVRENDE VARLIK NE YAPAR DURUR ?
Seçme Özgürlüğü ve Özbenlik
HAZIRLAYAN : Selman Gerçeksever
Ruhların evrendeki tezâhür uzantıları ve tekâmül araçları olan varlıklar(özbenlikler); deneyim ve görgü birikimlerine, liyakat ve gelişim düzeyleriyle uzmanlık alanlarına göre çok çeşitli organizasyon sistemleri oluşturarak Aslî İlke’nin gerekleri(icaplar) doğrultusunda İlâhi Murad’ın gerçekleşmesine hizmet ederek gelişmeye çalışırlar.(1) Evren varlıkları özlerinde taşıdıkları varlıksal ilkelerin ve “üç bilgi”lerinin (kendini bil, tekâmül et, tanrını bil)(2) itilimiyle, İlÂhî İrâde Yasaları’yla, zaman-mekân koşullarına uyum sağlayarak, evrenin âlemlerindeki uzaysal objelere(“gelişim okulları”na) defalarca enkarne olurlar.
Enkarnasyon türleri çoktur ama bu anlamda enkarnasyonun amaçlarından biri de, şimdi bizler için; dünya maddesinin etkisini tanımak ve bu maddesel etki ile çok değişik haller ve hâletler deneyimleyerek kendi güç alanımızı güçlendirmektir. Evren varlığı(öz benlik, asıl kendimiz) tekrar tekrar bedenlenmeler silsilesi boyunca, bedenli yaşamlarıyla elde ettiği deneyim ve görgü birikimini özbilgi birikimine dönüştürür(3). Bu yolla aynı zamanda varlık; madde üzerinde egemenliğini, onu kontrol etme ve hattâ meddeyi geliştirme(süptilleştirme) becerisini artırır. İşte bizler, enkarne ruh varlıkları olarak bu olgunluğa, güce ve liyakate ulaşmak için; hem rejisör, hem oyuncu rollerine bürünür, yaşam planları hazırlar ne onları uygulamak için maddesel gelişim ortamlarına(âlemin uzaysal objelerine “ineriz”. Şairin dediği gibi; “Gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, gâh  inerim yeryüzüne âlem seyreder beni.”           
Tüm bunlar ve evrenlerde olup biten her şey İlâhî İrade Yasaları kapsamında olur ve varlıklar yaratılışlarında(fıtratlarında) bulunan (ve varlıksal ilkelerden olan) seçme özgürlüklerini ve iradelerini kullanarak, evrensel gelişim kervanı içinde sonsuzdan gelip sonsuza giderler. Seçme özgürlüğü hakkını şu ya da bu şekilde kullanmak varlığa sorumluluk yüklediği gibi, varlıklar için yaşam sınavı ve deneyim çokluğu/çeşitliliği de sağlar. Bedri Ruhselman’ın ruh tanımında gördüğümüz gibi, “İrâdesi ve iktidarı sâyesinde uyuyum sağladığı âlemlerin yasalarına, gereklerine ve koşullarına uyarak, bilgi ve uygulama için, her istediği zaman plan düzenleyerek bedenlenebilen, maksatlı ve tesirlilik sâhibi, şuurlu bir varlıktır . Ruh varlığının seçme özgürlüğüne sâhip olduğunu tanımda da görüyoruz.
İşte ruh varlıkları olarak seçme özgürlüğü hakkımızı kullanarak evrensel işlevimizi sürdürüyoruz ki, bu varlıksal işlev; * kendini tanımak, *bulunduğumuz çevrenin/mekânın içeriğini tanımak, * bilgi ve şuur kapsamımızı genişletmek, * beşer olarak maddesel âlemlerle ruhsal âlemler arasında iletişim sağlamak, * İlâhî İrÂde Yasaları’nı tanımak ve onları kullanır olgunluğa gelmek, * bu süreç içinde maddeyi de geliştirmek ve nihayet, * TANRI hakkında giderek artan bir anlayışa sâhibolmak… Bu evrensel işlevin gereği olarak; şimdi, burada “dünya” dediğimiz ve gelişim düzeyi bakımından güneş sisteminin en ileri varlıklarının bulunduğu(4)maddesel bir mekânda tezâhür etmiş durumdayız.
Seçme özgürlüğümüz doğrultusunda bulunduğumuz bu gelişim ortamında, bir bakıma “hazlar ve elemler ortamı”ndayız. Bunlar dünyadaki epröv türlerimizin ağırlıklı bir bölümünü oluşturur ve dünyasal koşulların ve koşullandırmaların pek çoğu bunlara göre âyarlanmıştır. Seçme özgürlüğü bağlamında, yeri gelmişken haz ve elem konusu üzerinde biraz duralım:  Herhangi bir beşerî nedenle, ıstırap mı duyuyoruz, mutsuz muyuz? Bu demektir ki, elemi yaşamanın ve onu yönetmenin yollarını öğreniyoruz. Bizi kimse mutsuz kılmıyor, kimse bize kötülük etmiyor ama elemi/ıstırabı/mutsuzluğu ve bu vesileyle duyguları kontrolu deneyimlemenin, bunun pratiklerini yapmanın yollarını öğrenmemiz için o kimseler bize aracı oluyor. Çünkü genel kural olarak kişi kişinin sınanma aracıdır(5)  ve buna en yakınlarımız da, “yol arkadaşı” bildiklerimiz de dâhildir; aile kurumu bunun en güzel yaşandığı yerdir.
Elem ya da haz veren durumların dışındaki yaşam sınavlarımızda da, genel gelişim düzeyimiz ve seçme özgürlüğümüzü kullanma şeklimize göre tepkiler veririz; böyle yapmakla gelecekte karşılaşacağımız olguların türlerini de belirlemiş oluruz. Yüzde yüz değilse de(çünkü toplum hâlinde yaşıyoruz), tüm yaşamlarımızın tüm olaylarını (spatyom yaşamlarımız da dâhil) bu anlamda kendimiz belirleriz. Bu şekilde, kaderimiz kendiliğinden, kendi elimizle/irâdemizle oluşur da değişir de. Bundan dolayı, her varlık kendi sorumluluğunun gereklerini kendi oluşturur ve sonuçlarına kendi katlanır. Eğer gelişim gereksinimleri gerektiriyorsa; bunda başkaları da yararlanmasa bile, etkilenir, akıllıysa bundan ibretlik dersler çıkarır. Bu anlamda varlık (belli bir olayla karşılaşmışsa) içinde bulunduğu durumun/ olayın yükünü taşıyabilecek güçte ve yüceliktedir. Çünkü özelliklerinden bir “her şeyi açıklayıcı ve eksiksiz” olan(En’am 38+115, Nahl 89) Kutsal Kelam’dan da biliyoruz ki, “omzuna göre yük, dağına göre kar…” söz konusu(Bakara 286).Yapılacak yardım sâdece; o sorumluluğun/yükün nasıl taşınacağını; söylemek, göstermek, öğüt vermek, yolunun üzerindeki engelleri göstermek, tehlikelere ve maddenin cezp edici ve kendine benzetici etkisine karşı dikkat çekmektir. Tüm bunlardan dolayı, çevremizde olup bitenler konusunda iyi bir gözlemci olmanın (gelişim açısından, baktığı şeyi görüyor olmanın) yararı küçümsenemez.(6)
Kısacası, her ne olursa olsun, yüz yüze olduklarımızın, kendi önceki seçimlerimizle ilgili olduğunu akılda tutmak ve bize gelen etkinin kaynağından çok, o etkinin bizde uyandırdığı hâlet ve bunun nedenleri üzerinde durmak gelişim açısından daha isâbetli ve akıllıca bir yoldur. Haz da elem de kendi seçimimizin sonucudur. Ergün Arıkdal’ın bir konuşmasından öğrendiğimiz gibi; “Ruhsal Planlar sâdece varlığın gelişme yönündeki engellerini kaldırmaya çalışır, gelişim yolunda doğru düzgün yürümesi için her türlü olanağı hazırlar, bırakır. Bu olanaklardan (Kur’an’sal söylemle “nimetlerden”) yararlanma şekli hattâ yararlanması(yâni seçim şekli) varlığa âittir. Çünkü sonucundan varlığın kendisi sorumludur.”   
Seçme özgürlüğünün genişliği, aynı zamanda varlığın özgürlük sınırlarını belirler. Varlık gerçek anlamda(şuurlanma olarak gerçek anlamda) ne kadar gelişmişse, o kadar özgürdür. Başka bir deyişle; özgürlük alanı ne kadar genişse, varlık o kadar mütekâmil(olgunlaşmış) ve tesirlilik(müessiriyet) gücü artmış demektir. “Enkarne varlığın irâde özgürlüğünün idrâki oranında arttığını” biliyoruz(7). Bir bedeni bile doğru düzgün yönetemeyen bir varlık ile, bedeni bir galaksi olan varlığın arasındaki fark akıllara durgunluk verecek kadar büyüktür. O halde, seçme özgürlüğünün kapsamı, mâdem ki bir bakıma gelişmişliğin ölçüsü ve göstergesi oluyor, seçme özgürlüğü ile cennet hâli arasında da bir bağlantı olsa gerek… Çünkü gelişmişliğin bir sonucudur cennet hâli. Örneğin, cennetin daha ince, latif(süptil) katmanlarında bulunan varlıklar maddeye karşı büyük ölçüde maddesel bağlardan/bağımlılıklardan arınmış ve özgürlük kazanmışlardır. Buna bağlı olarak bildiğimizden daha süptil maddeler üzerinde kullanım güçleri(tasarrufları) artmıştır.
Maddesel bağımlılıktan, bizlere oranla, çok daha fazla özgürleşmiş(çünkü bizlerden çok daha fazla şuurlunmış) durumda olan varlıkların gelişim ortamı olan; “sevgi planı” ya da “Arasat” da denen(8)gelişim ortamında varlıklar imajinasyon ile kendilerine mekân kurabilmektedirler(8). Öyle bir beceri ve kullanım(tasarruf) gücü dünyanın spatyomunda da bulunmakta ise de, burada oluşturulan mekânlar, objeler vb. dezenkarne varlığın konsantrasyonu zayıfladığı anda dağılmaktadır. Dünya spatyomundaki cennet hâli ile, sevgi planı Arasat’taki cennet hâli arasında çok büyük farklar bulunmaktadır. Bu nedenle burası, din kitaplarında sözü edilen asıl cennettir(8). Bu ek bilgilerden sonra yeniden asıl konumuza dönelim:
Yukarıda, ince, latif (süptil) ortamlarda bulunan varlıkların madde üzerindeki tesirliliklerinin artmış olduğunu ve bunun seçme özgürlükleri ve irâde güçleriyle bağlantılı olduğunu belirtmiştik. Bunun tersi olan cehennem hâli içinde bulunmak, maddeye olan(ve elbette bununla bağlantılı olarak nefse olan) bağımlılıklarının sonucudur. Maddeye ve nefse karşı yeterli özgürlüğün kazanılmamış olması, cehennem hâli yaşatır varlığa. Daha teknik bir söylem ile, eğer enkarne varlık belli bir zaman mekân kesitinde, vicdan mekanizmasının(9) daha çok negatif(alt) tarafına değerler biriktirmekle ömrünü geçiriyorsa, onun kaba eprövler içinde ve kaba maddesel değerlerle halden hâle giriyor olması hemen hemen kaçınılmazdır. Esâsen onun gelişim düzeyi de bunu gerektirmektedir, hattâ enkarne olmadan önce yaşam planına özellikle bu tür kaba/acılı/ıstıraplı eprövlerle boğuşmayı ve gelişim gereksinimlerini gidermeyi almış olabilir. Böyle bir yaşam da “cehennemde olmak” değil midir?
Tüm varlıkların yaratılıştan seçme özgürlükleri olduğunu ve varlıkların bu özgürlüklerini diledikleri gibi kullanma hakları olduğunu geçtiğimiz paragraflarda belirtmiştik. Bu nedenle bir gelişim ortamında çokluk çeşitlilik hâlinde durum ve olgular ortaya çıkar ki bu durum gelişim olanakları bakımından varlıklar için büyük zenginliktir. Bununla birlikte, varlık kendisini belli bir enkarnasyonda sınırlı sayıda bazı gelişim ihtiyaçlarının gidermeye yönelttiği için, enkarnasyon ortamının olanaklarıyla sınırlamış ve hattâ hatta kendisini bazı astrolojik etkilere tâbi kılmıştır. Yani belli astrolojik koşulların oluşmasını beklemiştir enkarne olmak için. Yaşam planını hazırlama kapsamında böyle bir özgürlüğümüz de var. Seçme özgürlüğü hakkı ile vazife yapma hakkını kullanma bağlamında ruhsal gelişim ihtiyaçlarının giderilmesi için kendi kendini belli bi yaşam planı ile sınırlayarak enkarne olur.
Tüm bunlara ek olarak, seçme özgürlüğümüzle bağlantılı olarak, gidermemiz gereken gelişim ihtiyaçlarımızın kaderimizi nasıl oluşturduğuna geçtiğimiz paragraflarda değinmiştik. Bu nedenle, önümüzde/çevremizde bulunan şeyler/koşullar/olanaklar bize zorla kabul ettirilmiş değildir. Ayrıca bunlar geçmişte yapıp ettiklerimizin olmazsa olmaz sonuçlarıdır(Sebep-Sonuç Yasası’na göre). Layık olduklarımızla karşı karşıya olduğumuzu ara sıra anımsamak iyidir. Kendi liyakatimizin gereği olan şeylerle(durumlarla, kişilerle, oluşumlarla) karşı karşıyayız. Bu liyakatı korumak kadar, yitirmek ve artırmak da bizim elimizde. Esâsen ve asıl kendimizin görünen beden organizması olmayıp, öz benliğimiz olduğunu da akıldan çıkarmamakta yarar var. Bu gibi zor durulmadan “alnımızın akıyla”, yâni içsel gelişim yönünde  nasıl çıkacağız? Ergün ARIKDAL hocamız bu sorumuzu bir toplantıda şöyle yanıtlamıştı:
“…Bu durumdan alnımızın akıyla çıkmak istiyorsak; sorumluluklarımızın iyice farkına varmalıyız. Bu konularda birbirimizi uyarmamız ve bilgilendirmemiz gerek. Uyananların, uyanmak üzere olanları uyandırmakla sorumlu olduğunu akıldan çıkarmamak gerek. Üzerimizdeki bu basıncı, ancak; sorumluluklarımızın farkına varmış olduğumuzu belli edecek hareket ve fiillerle azaltabiliriz. Bunu da, birlik ve beraberlik ruhuyla başarabiliriz.”
………………………………………………………………..
(1) “ruh – varlık ilişkisi”, “organizasyon sistemleri”, “Aslî İlke ve Aslî Gerekler” konularında bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 112,116 ,144,111,45,311,315,191,53,54,92,311,64.
(2) “Varlıksal ilkeler” konusunda bkz. VARLIKSAL İLKELER, Ruh ve Madde Yayınları. “Üç bilgi” konusunda bkz. SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları, syf.41,67,87.
(3) “özbilgiler” kavramı için bkz. İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 142,112,144,189.
(4) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 57,58,59,60,62,72,98,167.
(5) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları, syf. 173,342,531,261,439,455,604,662.
(6) SADIKLAR PLANI TEBLİĞLERİ, Ruh ve Madde Yayınları, syf. 26,62,262,281.
(7) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, syf. 60
(8) İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 308,313,315,317.

(9)  İLÂHÎ NİZAM ve KÂİNAT, sayfalar: 102 ve devamı, 113 ve devamı, 135, 180 ve devamı,203,206.